Kitobni o'qish: «Pudding Shop»
Araştırmacı tarihçi, yazar ve profesyonel turist rehberi Kerim Kuvetli 1986 yılında dünyaya geldi. İlköğretim ve lise eğitimini Antalya’da tamamladı. Çocukluk ve gençlik yıllarında hem ülke çapında hem de uluslararası düzenlenen çeşitli edebiyat yarışmalarında ödüller kazandı. Yazıları dergi ve gazetelerde yayımlanan Kerim Kuvetli, televizyon ve radyo programlarına da katıldı. Lisans öğrenimini Ankara’da Gazi Üniversitesi’nde tamamladı. Buradaki öğrenimi boyunca tarih, arkeoloji, mitoloji ve sanat tarihi alanlarında yoğun çalışmalar gerçekleştirdi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Ülkesel Profesyonel Turist Rehberliği lisansını aldı. TUREB ve İRO üyesi oldu. Daha sonra ise gerek şahsi ilgisinden gerek mesleki nedenlerden birçok ülkeyi ve şehri gezme fırsatı oldu. Yerli ve yabancı gezginlere, yurtiçi ve yurtdışında rehberlik etti. Seyahatleri sırasında çektiği fotoğrafların bazıları dergi ve internet sitelerinde yayımlanarak ödüller kazandı.
Anadolu’nun Sırları adlı kitabı 2019’un Nisan ayında yayımlandı. Kısa sürede ilgi gören kitap sekiz baskı yaptı.
Dönemin ruhunu yansıtan şarkılardan oluşturduğumuz müzik listesini kare kodu okutarak dinleyebilirsiniz
Önsöz
Geçmişte ya da bugün insan yaşamının parçası olan her şeyin bir ruhu ve anlamı vardır. Kelimeler ise bu ruhun ve anlamın içimizden taşarak yazıya dökülmüş halidir diyebiliriz. Bazen bizi duygulandırıp ağlatan, bazen güldüren, bazen de heyecanlandıran kelimeler… İşte bu kelimeleri onları bekleyen meraklı okurlarla buluşturma haline yazarlık deniyor sanırım. İnsan ruhunun en güzel ürünü olan yaratıcılık kabiliyetinin ortaya çıkıp yansıması ve ışıldaması, işte bu karanlığı aydınlatan lirik güneşimizdir.
Yolculuk, edebiyat, müzik, felsefe, kişisel gelişim, tarih, savaş-barış, değişim, başkaldırı, siyasal ve sosyal gelişmeler, toplumsal analizler içeren geçmişin hareketli ve görkemli günlerine bir yolculuğa davet ediyorum sizleri aslında.
Bazı olayları anlayamasak ya da anlamlandıramasak da içimizde uyandırdığı hissi severiz. Daha özgür, huzurlu, barışçıl, güvenli ve sevgi dolu bir dünya sanırım hepimizin hayalidir. Bunu yaşayabilmek mümkünken yaşayamıyor olmak ise ortak hüsranımız. Hafızalardaki hatıralarla dolu, hayallerdeki ümitleri içeren hayatların “Oldies but Goldies” (“Ne varsa eskilerde var,” anlamına gelen bir deyim) dediğimiz zamanlardaki öyküsüdür bu.
Bu kitapta 1950 ile 1980 arası dönemde dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmelerin bir kısmı yer alıyor. Farklı zamanlarda dünyanın farklı noktalarında birbirinden ayrı ama aslında bir zincirin halkaları olan olaylara pencereler açıyoruz.
Bunu bir araştırma tarih kitabı ya da tarihsel olaylarla, sanatla, müzikle ve toplumsal gelişmelerle ilgili bir deneme olarak değerlendirebilirsiniz. Belki de dünyanın en uzun ve anlamlı olan yolculuğunu “Hippi Trail” (Hippi Yolu) olarak bilinen, Londra’dan Hindistan ve Katmandu’ya kadar uzanan bir macerayı da anlattığından bir nevi gezi eseri de olabilir. Belki hepsi belki de hiçbiridir. Bunun kararını siz değerli okuyuculara bırakıyorum. Benim için sadece zamanda açılan bir pencereden bakış ile önemli bulduğum şeyleri anlatma arzumu yazma isteğiydi.
Jack Kerouac, Allen Ginsberg, John Clellon Holmes ve William S. Burroughs gibi Beat Kuşağı efsane yazarları ve şairlerinden; The Beatles, The Rolling Stones, Pink Floyd ve Bob Dylan gibi müzikte dünyadaki önemli isimlerden; M. Luther King ve Muhammed Ali gibi efsanelerden; Anadolu folk ve rock müziği ile Türk yazarlar ve siyasetçiler gibi dönemin Türkiye’sindeki etkin isimlere kadar hepimizin yakından tanıdığı kişiler de bulunuyor.
1960’lı yıllar tüm dünyada önemli değişimleri de beraberinde getirmişti. İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş, Kore Savaşı, Vietnam Savaşı gibi art arda gelen tüm trajediler ve olaylar artık iletişimin yaygınlaşmasıyla beraber insanların oturma odalarına kadar gelmiş ve takip edilir olmuştu. İnsanlar günü gününe haber aldıkları bu kadar acıyı ve hüznü kaldırmakta zorlanıyordu. Bunun son bulmasını dilemekteydiler. İşte böylesi bir dönemde barış ve sevgi dolu bir dünyanın hayalinin peşinde koşan milyonlarca genç insan dünyanın farklı kıtalarında aynı isteklerin oluşturduğu bir çember etrafında toplanmışlardı. Savaş yerine edebiyat, sanat, müzik, dans ve eğlence dolu aşkı yaşamak istiyorlardı. İşte tüm bu değişim rüzgârlarının ve önemli olayların içerisinde, İstanbul ve bu güzide şehirdeki bir restoranın unutulmaz öyküsü vardı. Burası tarihe tanıklık etmiş ve hafızalarda iz bırakmış bir mekândı. Adı “Pudding Shop” olarak anılacak bu mekânı merkeze alarak, Türkiye’de ve dünyada yaşanan önemli gelişmeleri ve büyülü bir yolculuğun hikâyesini takip edeceğiz.
Dönemin Türkiye ve dünyasındaki siyasal olaylara yer vermiş olsam da sadece yaşanmış olanların bir kısmını yazmakla yetinmek istedim. Çünkü bu siyasi bir kitap değil asla. Bazılarınız daha uzun anlatılabilir ve daha kalın bir kitap olabilirdi diyeceksiniz. Fakat amacım derin bir analiz yapmak ya da bu bağlamda bir kaynakça oluşturmak değildi. Bu sebeple kısa ve öz olarak anlamlı bir bakış atmak, dönemin yaşanmışlıkları ile ruhunu bir nebze hissettirebilmekti sadece. Yani bir solukta okuyabileceğiniz bir kitap olsun istedim. Ayrıca bu dönemi yaşamış ve tanık olmuş insanların hafızalarında saklı bu gelişmelerden, yakın dönem tarihi hakkında bilgisi ya da fazla fikri olmayan genç neslin de haberlerinin olmasını sağlayabilmekti. Belki bu onlarda bir merak uyandırır ve böylece benim kısaca bahsettiğim konuları çok daha ayrıntılı anlatan eserleri okumak isteyebilirler. Kaynakça kısmında kitapta bahsetmiş olduğum konularla ilgili yazılmış bazı eserlerin bir listesi de mevcut. Umarım daha ayrıntılı ve uzun okuma yapmak isteyenlere de bir katkısı olur.
Kitabın içine yerleştirdiğim QR Kodu ile Spotify şarkı listesine ulaşabilir ve okuma serüveniniz sırasında döneme damga vurmuş birbirinden güzel şarkıları dinleyebilirsiniz. Böylelikle zamanın ruhunu daha iyi hissedebileceğinize inanıyorum. Ayrıca kitabın ortasına çeşitli fotoğraflar içeren ve dönemi gözünüzde canlandırmanızı sağlayacak bir mini albüm de ekledik.
Geleceğe dair tüm kaygılarınızdan, yorgunluklarınızdan sıyrılarak içinizdeki varoluşsal ateşi uyandıracak ve hayatın güzelliklerini anımsamanızı sağlayacak bir yolculuğa çıkmaya hazır olun. Bir zamanlar gençlik harekete geçmiş ve dünyayı değiştirmişlerdi. Onların yaktığı ateş tüm dünyaya yayıldı. Kaçınılmaz olan şey her zaman değişimdir. Yarın ya da gelecekte bir gün değil hemen şimdi harekete geçmeliyiz. Beklemek sadece vakit kaybından ibarettir. Unutmayın hayat yaşandığı kadar vardır. Unutmayın bu kitapta yazılmış tüm olaylar ve hikâyeler gerçek. Ya siz kendi hikâyenizi yazmaya hazır mısınız?
“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”
Lale Pastanesi
Dünya tarihinde öyle özel ve güzel anlar vardır ki biz farkına varamasak da o günlerde yaşananlar hepimizi derinden etkileyen renkli hareketler doğurmuştur. 1950’li yıllarla başlayan yaklaşık otuz yıllık dönem ise dünya tarihine damga vuracak çok önemli olaylara sahne olmuş ve yirminci yüzyılın belki de en renkli dönemi olarak anılmayı hak etmiştir. İşte bu, o renklerin hikâyesidir.
Yıl 1957, tüm İstanbul yeni bir güne uyanıyor. Başında iki tacı bulunan bir kraliçedir bu şehir. Hep bir kadına benzetmişimdir bu şehri. Zarif, mağrur, gururlu ve çekici, güzel bir kadına… Fakat bilge ve yaşanmışlıkların etkisiyle yaşlanmış bir kadın… İki büyük ve önemli eşi olmuş bu kadının. Biri Roma, bir diğeri Osmanlı. İkisine de sadık kalmış ama ikisine de ait olmamış. Boğaz’ın suları, boynunda zarif elmas gibi parıldayan bir kolyeyi andırıyor. Bu boğazın iki yakasında ise yakut süsler taşıyan işte bu güzel kadın, uykusundan henüz uyanmış. Şehrin tam kalbinde, bir vakitler Büyük Konstantin tarafından yaptırılmış Roma’nın yüz bin kişilik görkemli hipodromunun bulunduğu, eski isimleriyle At Meydanı ve Et Meydanı da denilen yer bulunuyor. Gökyüzüne yükselen altı görkemli minareyle çevrili ve koca bir kubbeyle örtülü, adını Sultan Ahmet Han tarafından yaptırılmış Sultanahmet Camisi’nden alan şimdinin Sultanahmet Meydanı olan bu yer de güne uyanıyordu. Şehrin herkesten ve her şeyden haberdar martılarının sesleri dolduruyordu etrafı. Bu yeni güne açılan yeni bir kapı daha vardı. Bir tarafında Ayasofya bir tarafında Sultanahmet Camisi ile tarihin sıfır noktası olan Milion Taşı’nın yanı başında açılan, bu meydanın sakinlerinin yeni komşusunun adı Lale Pastanesi’ydi.
Anadolu’nun güzide kentlerinden biri olan Kastamonu’nun Araç ilçesinden İstanbul’a taşınan bir ailenin açtığı bu pastane, bu eşsiz şehrin içindeki sayısız hikâyeden birinin başkahramanı olacaktı. 1940’larda ailesiyle birlikte İstanbul’a göç eden Ahmet Çolpan ile oğulları İdris ve henüz on üç yaşında olan Namık Çolpan tarafından açılan Lale Pastanesi, Divanyolu Caddesi altı numaradaki küçük bir dükkândı. Baba Ahmet Çolpan, gençliğinde, bugün Türkiye’nin önde gelen şekerlemecilerinden olan ve kendisi gibi Kastamonu’nun Araç ilçesinden iki yüzyıl önce göç etmiş bir ailenin işlettiği Ali Muhittin Hacı Bekir’de uzun yıllar evvel, önce çırak sonra usta olarak çalışmış. Yıllar içinde edindiği tecrübelerle kendi dükkânını açma vaktinin geldiğini düşünmüş. Dükkânında kuru ve yaş pastalar, muhallebi, çikolata, çay ve kahvenin yanı sıra kahvaltı hizmeti de veriliyormuş.
Şehirler insanlara benzer derler. Nasıl ki insanlar zamanla değişiyorsa şehirler de değişir. Bebekliğinde, çocukluğunda, gençliğinde, orta yaş hallerinde ve yaşlılığında hem fiziksel görüntüsü değişir hem de düşünceleri ve yaşantısı. Sevilen insanların etrafı nasıl yavaş yavaş kalabalıklaşırsa, sevilen şehirlerin de nüfusu öyle kalabalıklaşır. İşte 1957 yılındaki İstanbul’un görüntüsü de şimdi bildiğimizden çok farklıydı. Bugün Sultanahmet Meydanı’nın etrafını dolduran kalabalık turist kafileleri yoktu henüz. Bir zaman yolculuğuna çıkıp o günlere dönebilsek hepimizi şaşırtacak kadar başka bir yaşantısı, başka bir görüntüsü ve başka bir ruhu olduğunu görürdük. Bugünkü otellerin, restoranların, kafelerin, hediyelik eşya satan dükkânların, döviz bürolarının, büfelerin hiçbiri o zamanlar yoktu. İstanbul’un o dönem için bilindik sıradan mahallelerinden biriydi burası da. Etrafta semt sakinlerinin yaşadığı iki veya üç katlı ahşap ya da kâgir evler, fırınlar, lokantalar ve pastaneler vardı. Şehir kalabalık nüfusunun ağırlığı altında boğulmuyor; yoğun ve sıkışık trafiğin gürültüsünden ise henüz çok uzaktı. Havanın başka türlü koklandığı, telaşsız akan zamanın daha dingin yaşandığı, her şeyin daha yavaş tüketildiği zamanlardı. Böylesi bir yaşantı içinde dünya daha küçük bir yerdi. Her olay hemen duyulur, haberler kulaktan kulağa hemen yayılır ve küçük meseleler bile daha duyarlı karşılanırdı.
Güzel, sade ve huzurlu günlerdi. Kentlerimiz bozulmamış, denizlerimiz ve sahillerimiz kirlenmemiş, ormanlarımız beton yığınları tarafından işgal edilmemişti. Dar, uzun ve yer yer Arnavut kaldırımlı sokaklarda bahçeli evlerin çokça görüldüğü bir dönemdi. İstanbul’un her yanı çay bahçeleri, kır ve kıyı kahvehaneleriyle çevriliydi. Henüz yüksek binaların ya da otellerin işgaline uğramamış deniz kokusuyla dolu kıyılar, yeşilin her tonuyla süslü çamlıklar ve parklar insanlarla dolup taşardı. Bu seyrine doyum olmaz manzaraların sakinleri bir araya geldiklerinde uzun sohbetler edilirdi. Arkadaşlıklar ve dostluklar en değerli şeylerdi. Bir de kapı önü sohbetleri vardı. Tahta sandalyelerde edilen bu sohbetlerin keyfi ve eğlencesi başkaydı. Televizyon ve internet yoktu, fakat sinemalar ve tiyatrolar dolup taşardı. Bir de çok sevilen yaz eğlencesi bahçe sinemaları vardı. Memur masasında, esnaf dükkânında, işçi işinin başında, köylü tarlasındaydı. Ülkenin geleceğine güvenen, gösterişsiz, görgülü, bilgili bir halkımız ve gençliğimiz vardı. Bilgiye ulaşmanın kolay olmadığı, belki de bu yüzden değerli olduğu, sanata kıymet verildiği hatta hayran olunduğu, öğrencilerin kütüphanelerde ve sahaflarda daha çok vakit geçirdiği, okudukları kitapları birbirleriyle tanıştırdığı ve tartıştığı zamanlardı. O yılların genç kadınları giyim zevkleri, yaşam biçimleri ve düşünceleriyle özgürlüğün öncüsü sayıldılar dünyada.
Fakat nasıl ki insanlar değişiyorsa, şehirler, ülkeler ve dünya da değişiyordu. Tüm dünya gibi Türkiye de o günlerin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel koşullarındaki bu değişimin beraberinde getirdiği toplumsal olaylara sahne oluyordu.
“Özgürlüğünüzde ısrar ediyorum.”
Jack Kerouac
Beat Kuşağı
Yolda olmayı hepimiz severiz. “Seyahat etmek özgürlüktür,” deriz hep. Yaşanan bunalımlardan bir nevi kaçıştır bu bizler için. Düşüncelerimizi toparlama ve kendine gelme halidir. Özgürleşme, sizi bağlayan zincirlerden kurtulma ve içimizde yaşam coşkusunu uyandıran, adı konulamayan pek çok şeyin ortaya çıkışıdır. Yeni deneyimler yaşamak, yeni yüzler ve sesler tanımak isteriz. Güvenli alanlarımızdan çıkıp daha öncesinde hiç bilmediğimiz yerlerde kaybolmak ve maceralar yaşamak isteriz. Çünkü bu, kalbimizin yeniden attığını hissetme halidir. Bu, yaşadığımızı hissetme halidir. Bu bazen popüler bir akımın neticesinde bazen bir isyan halinde bazen de tutunamayacak kadar bitkin düştüğümüzde gelir aklımıza. Fakat netice bellidir. Yola çıkılacak ve o eşsiz deneyim yaşanacaktır artık.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nı biraz yakın tarih bilen herkes hatırlayacaktır. Birinci Dünya Savaşı sonrası ABD’de başlayan ve daha sonra tüm dünyaya yayılan bunalım, tarihteki en kara olaylardan biri olarak kabul edilir. Yaşanan bu büyük buhran, insanlar üzerinde derin izler bırakmış ve aynı zamanda bazı zincirleri kıracak bir etki yaratmıştı. Bu dönemde demiryolu inşaatlarında çalışan işçiler, demiryolları bittikten sonra yeni işler bulmak amacıyla kaçak olarak bindikleri trenlerle Amerika’yı bir uçtan diğer uca dolaşmaya başladılar. 29 Bunalımı’nın getirdiği ekonomik küçülmeden ötürü, o dönemde ancak karın tokluğuna, geçici çiftlik işleri bulunabiliyordu. Hayatta kalmak için sürekli eyalet değiştirerek farklı hasat dönemlerine yetişmek gerekliydi. Bu mevsimlik işçiler, yollarda geçen maceraları ve öyküleriyle Beat Kuşağı’nın esin kaynağı oldular.
1940’larda New York’taki Columbia Üniversitesi’nde bir edebi toplulukta tanışan Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William Burroughs başta olmak üzere bir grup öğrenci, Büyük Bunalım sonrası demiryolu işçilerinin yaptıklarından ilham alarak kendilerini yollara vurmuşlardı. Bu gençler otostopla Amerika’yı bir uçtan diğer uca dolaşmaya başladılar. Gittikleri her yerde yeni insanlarla tanıştılar ve böylelikle sisteme, geleneğe, alışıldık yaşam biçimlerine muhalif bir kitle oluşmaya başladı. New York merkez olmak üzere, Denver ve San Francisco’da toplandılar. 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca başta edebiyat olmak üzere pek çok sanat dalına etki eden; yeni ve özgürlükçü bir akım yaratan; bu tutkulu, varoluşçu, deneysel ve doğaçlama akımı oluşturan kuşak sonradan tüm dünya tarafından “Beat Kuşağı” olarak tanınacaktı.
Şiirden romana, müzikten sinemaya kadar pek çok alanda etkisini uzun yıllar sürdürecek ve çok konuşulacak olan bu kuşağın ilk isim önerisini Jack Kerouac 1948 yılında yapmıştı. Fakat kuşağın halkla tanışması, John Clellon Holmes’un “This is the Beat Generation” (Bu, Beat Kuşağı) başlıklı makalesinin 1952 yılında New York Times Magazine’de yayımlanmasına kadar gerçekleşmedi. Esasında bu kuşak, kendinden önce gerçekleşmiş ve art arda gelen olayların gençlik üzerinde oluşturduğu etkinin sonucunda doğmuştu. Bu kuşağın ortaya çıkışı, Birinci Dünya Savaşı ve Büyük Buhran sonrasında İkinci Dünya Savaşı’na girilmesinin ardından dünyadaki acı ve mutsuzluğa rağmen konformist bir yaşam tarzını benimseyenlere karşı bir tepkiydi. Bir şeyler yapılması ve artık bazı şeylerin değişmesi gerekiyordu. İnsanların kaçmaya çalıştıkları gerçeklerin ayna gibi yüzlerine tutulması ve aynı acıların yaşanmaması için artık insan doğasının değişmesi gerektiğine inanıyordu bu gençler. Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsanız, önce kendinizi ve düşüncelerinizi değiştirmeliydiniz ve düşüncelerinizi değiştirmek için de yolculuğa çıkmalıydınız.
“Yol ve Yolculuk”, Beat Kuşağı için artık önemli bir anlam kazanmıştı ve sonu gelmeyen bir arayışın simgesi haline gelmişti. Bu coşku dolu arayışın içinde anlamı bulma düşüncesiyle doğan Beat felsefesinde amaç; gidilecek hedefe varmak değil, aradıkları anlamı o yolculukta bulabilmekti. Zaten bu, bütün yolculuklar için geçerli değil midir? Bugün hepimiz seyahat ederken gideceğimiz noktaya odaklanırız ama aslında bize deneyim ve bilgi kazandıran yolculuğun kendisidir. Beat Kuşağı’nın bu arayışları, onları Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Uzakdoğu ve Hindistan’a kadar dünyanın dört bir köşesine götürmüştü.
1950’li yıllarda başlayan bu akım, olağan bir şekilde sanata da yansımıştı. Grup içerisinde sanatın farklı dallarıyla ilgilenenler olsa da Beat Kuşağı en çok edebiyat alanındaki çalışmalarıyla öne çıkacaktı. Kuşağın ilk romanı 1952 yılında yayımlanan, John Clellon Holmes imzalı Go (Git) olmuştu. Fakat kitap yeteri kadar ilgi görmemiş ve hiçbir hareket başlatamamıştı. Akımın sesini duyurması, Jack Kerouac’in yazdığı, 1957 yılında yayımlanan Yolda (On the Road) romanıyla gerçekleşmişti. Aslında Kerouac bu romanı 1951 yılında yazmıştı ama yayınevi ancak altı yıl sonra yayımlamayı uygun görmüştü. Romanı yazarken üç hafta boyunca daktilosunun başından hiç ayrılmadığı söyleniyordu. Kerouac’in kendini, arkadaşlarını ve yollarda yaşadıkları gerçek hikâyeleri anlattığı bu kitabı, romanda anlatılanların kendi hikâyeleri olduğuna inanan insanlar, özellikle gençler üzerinde büyük bir etki yarattı. Bunun sebebi ise kuşağın felsefesinin yolda olmak olmasıydı.
Yolda romanının yanında kuşağın altın vuruşlarından bir diğeri Allen Ginsberg’ün Uluma (Howl) şiiriydi. Ginsberg, bu şiirini ilk defa 1955 yılında San Francisco’da düzenlenen ve kuşağın öncülerinin şiirlerini okuduğu “Six Poets in Six Gallery” (Galeri Altı’da Altı Şair) adlı organizasyonda okumuştu. Şiir önce dinleyiciler üzerinde, yayımlandıktan sonra ise okuyan herkes üzerinde büyük etki yaratmıştı. Allen Ginsberg’ün Uluma isimli şiir kitabı ve ardından Jack Kerouac’in Yolda isimli romanı çok satan eserler olmuştu. Tüm bunları başka romanlar ve başka şiirler izledi. William Burroughs, John Clellon Holmes, Peter Orlovsky, Gary Snyder, Philip Whalen ve Gregory Corso gibi yazarlar ve şairler de beatnik akımına destek olan isimlerden bazılarıydı. Böylelikle Beat Kuşağı nihayet edebiyat sahnesinde kendine düşen yeri almış ve geniş kitlelere ulaşmış oldu.
Buna rağmen Beat Kuşağı mensupları yaşam tarzlarını asla değiştirmedi. Yolculuklarına, deneysel arayışlarına ve geleneksel düşüncelerle konformist yaşam biçiminden uzak durmaya devam ettiler. Batılı bir felsefe olan “varoluşçuluk” ile Doğulu bir yaşam bilimi olan “Zen” gibi iki akımı özünde birleştiren Beat Kuşağı, bu felsefe ve düşünce yapısıyla gerçeğe ulaşma çabasını sürdürüyordu. Beat Kuşağı, meditasyonu ve farklı bir cinsellik anlayışını da hem Amerika’ya hem de dünyaya tanıtmıştı. Avusturyalı psikiyatrist Wilhelm Reich’ın yaşam enerjisinin önemli bir parçası olan cinselliğin, psikoloji ve enerji üzerindeki etkileri alanındaki araştırmaları sonucunda tanımladığı cinsel devrim, Beat Kuşağı’nın ezber bozucu ilişki anlayışının temelini oluşturmuştu. Geleneksel kadın erkek ilişkisi tabularını yıkarak, ilişkileri ezberlenmiş kalıplara dayalı olmadan ve monoton hale getirmeden cinselliği özgürce yaşama kavramını oluşturdular. Çünkü bu anlayışa göre insanların cinsel açıdan yetersizliği ve ilişkilerinin bu bağlamda birbirine verdiği yıkıcı etki, bireyi nevrotik bir evreye götürerek özünü parçalıyor ve toplumsal açıdan ciddi problemlere neden oluyordu.
Geleneksel, önyargılı, sınıf ayrımcı, cinsiyetçi, ırkçı ve şiddet yanlısı tüm düşüncelerden arınmak istiyorlardı. Kurgulanmış yaşam biçimlerinden sıyrılarak özgürleşmek ve yoğun tüketim çılgınlığını reddetmek gerektiği inancındaydılar. Tüm bu düşüncelere aykırı bir yaşam tarzı benimsiyor, insanlara sanatı ve meditasyonu öneriyor ve bunları edebiyatlarına da yansıtıyorlardı. Beat Kuşağı yazarları ve şairleri, alışıldık edebiyatçıların ötesinde bir kişiliğe sahiptiler. Onlar için edebiyat hareket halindeyken, yani yolda üretilen ve sansürsüz bir şeydi. Eserlerini çıktıkları yolculuklar sonucu ürettiler fakat bu eserlerde alışılmış edebi dil yerine herkese hitap edebilecek biçimde yazmaktan ve açık seçik ifadeler kullanmaktan çekinmediler. Bu sebeple eserleri, belli bir kesim tarafından büyük tepkilerle karşılanmış ve acımasızca eleştirilmişti. Uyandırdıkları dehşet, alışılmadık üslupları ve içeriklerinden ötürü davalar açıldı ve yazarların ilk eserleri, kaçınılmaz olarak, ancak büyük oranda sansürlendikten sonra yayımlanabildi.
Zamanla bu felsefe ve hareket elbette sadece edebiyatla sınırlı kalmadı ve sanatın başka alanlarına da yayıldı. Başta müzisyenler olmak üzere, ressamlar, film yapımcıları, senaristler, yönetmenler ve medyanın diğer kolları da bu akıma katıldı. Aslında bir grup genç, düzen sahibi güçler tarafından oluşturulmuş, yüksek ve aşılması imkânsız gibi görünen bir duvarı yıkmıştı ve açtıkları bu yeni yoldan içeri uzun süredir bunu beklemiş gibi hevesli olan herkes akın akın geçiyordu.
1950’li yıllarda başlayan yaşam tarzının ve edebi çalışmaların etkisi bir kıvılcım başlatmış ve bu kıvılcım bir yangına dönüşerek kültürel anlamda insanlık tarihinin en renkli dönemi diyebileceğimiz 1960’ları doğurmuştu. 1960’lar gerek ABD gerekse Avrupa’da önemli değişimleri de beraberinde getirmişti. 1960’ların öne çıkan müzisyenleri de Beat Kuşağı’ndan ciddi anlamda etkilenen isimlerdi. The Beatles başta olmak üzere, The Rolling Stones, Pink Floyd, The Doors gibi gruplar ve Bob Dylan yaptıkları çalışmalarla Beat Kuşağı’nın müzikteki önemli temsilcileri oldular. Beat Kuşağı, kendisine ait coşku dolu ve aykırı dev bir kadroyu oluşturuyordu artık.
Dönemin en büyük ve ünlü müzik grubunun adının “The Beatles” olması da aslında tesadüf değildir. Çünkü 60’ların Londra’sı, underground kültürün dünyadaki başkentiydi ve burada oluşturulan bu kültürün Beat Akımı ile birleşmesi müziğin dünyadaki ritmini de değiştirdi. Bir bakıma bu, tıpkı edebiyatta olduğu gibi müziksel uyanışın, Londra üzerinden tüm dünyaya yayılarak kolektif bilinçaltını etkileme durumuydu. Bu ritim gençliğin coşku ve tutkularının, yaşadıkları gezegene duydukları sevgi ve bağlılığın, tüm siyasi ideoloji ve kuramların üzerinde olduğunun keşfiydi. Bu dönemde Jim Morrison, “Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz!” diyerek aslında bunu en net biçimde dile getirmişti. Herkes bu yaşam coşkusunun ölmez bir ateş olarak kuşaklar boyunca yanacağını düşünüyordu. Fakat bu coşku 80’lerde yerini sanat da dahil olmak üzere her şeyin mekanikleştirilmeye çalışıldığı, gerici bir döneme bıraktı. Bu değişim, Beat Kuşağı’nın da pratikte sonu olacaktı.
60’lı yılların ikinci yarısıyla birlikte, Batı’nın yaşam normlarından topluca kaçan on binlerce Amerikalı ve Avrupalı genç doğuya doğru yolculuğa çıktılar. Aslında başkaldırının doğrudan eyleme dönüşmüş biçimi olan bu yolculuğun hedefi mistisizmin merkezi olan Hindistan’dı. Bu çok uzun ve aynı zamanda öğretici bir rotada gerçekleştirilen yolculuk, beatniklerin 40’larda ve 50’lerde yaptıkları yolculukların bir anlamda kitlesel olarak yeni bir rota üzerinde tekrar edilmesiydi. Arayışın peşinde mistisizme, Zen’e ve aydınlanmaya doğru akın akın giden yüz binlerce gencin oluşturduğu manzara herkeste şaşkınlık ve hayranlık uyandıracak, aynı zamanda asla unutulmayacak etkiler bırakacaktı. Bu yolculuğunun büyük kısmı otostoplarla, ortak olarak ayarlanan minibüslerle, otobüslerle ve arabalarla tamamlanacaktı.
Dolayısıyla bu bizlere şunu göstermektedir ki, Beat Kuşağı bir grup aykırı gencin ya da arkadaş gruplarının kısıtlı denemelerinden ibaret değildi; 50’li yıllardan 60’lı yılların sonuna dek uzanan, Woodstock’la zirve yapmış ve cinsellikte, edebiyatta, müzikte ve kültürel anlamda insanlık tarihinde kabul edilmesi gereken önemli kalıcı izler bırakmış bir dönemin temsilcileriydiler.
Bepul matn qismi tugad.