Kitobni o'qish: «Bedii Terbiye – Estetik Eğitimi»
1
Bediiyat ve Sanatın Membası; Sanat
Her Ferde Şamil Bir İhtiyaçtır
Bediiyattan ziyade terbiye nokta-i nazarından tetkik etmek istediğimiz “bedii terbiye – education estétique” meselesine mukaddime olmak üzere evvel emirde şu ciheti mütalaa edelim ki acaba bedii ihtiyaç, hüsün ve sanata karşı incizap nereden çıkıyor? Ve ne gibi saikler hayat için vehleten lüzumsuz görülen bu faaliyete insanları mecbur ediyor?
Alman psikoloğu Ebbinghaus’a göre sanat: İnsanların istidlal ve basiretlerinden ve “bu basiretin – prévision”un intaç ettiği “uygunsuzluklardan – inconvénients”dan tevellüt etme bir ihtiyaçtır. Bu fikri biraz tavzîh etmek lazım:
“Garizî – physiologique” tezahürat gibi bütün “ruhi – psychique” faaliyetler de gaye olarak ferdin veya nevin tahaffüz ve “bekasına – consevstion”ya hadimdir. Muhafaza-i nefs, endişe-i tahaffuz-ü beka, tekmil zevi-l-ervâhın manayı mücadelesini bize icmal eder. Bu endişenin taht-ı tesirinde inkişaf ve ittisa eden ruhi melekeler hâl-i hazırın nef ve bekasını temine gayretle kifayet edemeyip uzak veya meçhul alakalarla da meşgul oluyor ki o zaman aldığı şekil; “basiret – prévision”dur. Bize tecessüs ve taharri hissini veren, ilim ve fen gibi azîm semereler doğuran hep bu basiret hassasıdır.
Fakat bizim için basiret maalesef daima mesut neticeler veren bir hassa değil. Saadetine gıpta ettiğimiz bir çocuk -aczinden bihaber olduğu için- anlamak, bilmek, muktedir olmak endişesiyle çırpınan ve bütün kabiliyet ve kudretlerinin mahdut olduğunu bilen bir insandan memnuniyet itibarıyla elbette çok farklıdır.
Beşerin bütün aczini, hayatın tekmil tehlikeleriyle gayri mer’i musibetlerini ve nihayet ölümün çaresizliğini bilmek basiret hassamızın acı bir neticesi değil midir? Jean – Jacques Rousseau; “Basiret…” diyor “İşte bütün sefaletlerimizin hakiki membası…”
Filvaki toprağın altındaki ölüleri görecek derecede nafizü’n nazar olursak artık çiçeklere bakamayız.
Endişe-i tahaffüzün tevlit ettiği uygunsuzluk yalnız bir basiret hassasında değil, o endişenin izhar ettiği ef’âlde dahi görünür. Nitekim tecemmül ve tezeyyün, muhafaza-i hayat için doğrudan doğruya alakadar görünmemekle beraber tamamen o seviye-i ehemmiyete yükselmiştir. Diğer cins tarafından şayan-ı tercih görünmek, düşmanlarımıza îrâs-ı heybet etmek esasından başlayan renk ve ziynet ibtilası faaliyetlerimizin menşe-i esasisi olan “açlık” ve “aşk”a tabii dolayısıyla cevap olan bir hadisedir. Ve bu hadise tekemmül ede ede menşeini gaib etmiş bir hâle giriyor. Bilfarz müdafaa için elzem olmadığı hâlde bile iptidai insanlar âlât-ı harbi-yelerine, bir şekl-i mahsus-u müzeyyen vermeyi ihtiyaç sayıyorlar.
Zekâ-yı beşer ittisa ettikçe tahaffuza matuf olan ef’âl tebdil veya tezyin-i şekl etmekle kalmayıp diğer birtakım mahazîrin de tevellüdüne sebep oluyor. İşte bu cümleden olmak üzere insan hayal-i nailiyyeti bile meserret bahş olan maksatlarına erdikçe bunları tabii bulmaya başlayarak daima ilerisini istiyor; arzu ettiği bir kazancı temin eden tacir daha fazlasını kazanmaktan, tahayyül ettiği mevki-i içtimaiyi bulan bir adam daha yükseği için çalışmaktan fariğ olmuyor.
Victor Hugo, “Kızıma” serlevhalı bir şiirinde bu hırs-ı daimîyi ne güzel ifade etmiştir ki Türkçeye şu suretle nakledilebilir:
Şu tacdâra saray; bî-garam zindan olur,
O bî-nihaye feyâfîde katre noksan var;
Zavallı ömr-i beşer; doymaz öyle bir kuyudur
Ki boşluk onda bütün gün müceddeden başlar…
İhtimal ki nadirattan olmak üzere hâlinden tamamen memnun olup fazlasını istemeyenler, başka bir şey beklemeyenler de vardır. Hâlbuki bu itminan; ruhi bir noksandan zuhur etmiş değilse ümit ve intizar olunan bir hayalin adımı da hayat için vesile-i meraret oluyor.
Hülasa gerek elde edilemeyecek daimî gayelerin vücudu, gerek bazı insanlarda olduğu gibi hayatı boş ve heyecansız bir hâle getiren gayesizlik, bize daimî bir telhî ve eza verir.
Endişe-i tahaffuzun diğer bir silsile-i mahâzîri de içtimai olup cemiyet içinde tabiatıyla hasıl olan sunûf ve aksam arasında suret-i daimîde muhtemelü’l husul bulunan her nevi uygunsuzluktur. Bütün bu sebeplerin tesiriyle sıklet-i âlemin efkâr ve maneviyat-ı beşeri eziyor görünmesine Ömer Hayyam, Rûhî-i Bağdâdî, Hâmid, Fikret… gibi Şark’ta; Schopenhauer, Nietzsche, Spinoza, Rousseau, Spencer, Hugo, Prudhomme… gibi Garp’ta efkâr-ı umumiye-i insaniyet-i cem ve massedip bize tebliğ eden hükema ve üdebanın yazılarında daima tesadüf etmez miyiz?
İşte tahaffuz için yaptığımız mücadelenin bize temin ettiği fevaid ve in’âm ile birlikte husule getirdiği lâ-yuadd mahzurlar da var ki bunları tamamen değilse bile hiç olmazsa kısmen tadil ve telafi edecek birtakım avamil de mevcuttur.
Ebbinghaus, bu avamili -her biri mahzurların toplandığı mecmualara tekabül etmek üzere- üç esasa irca ediyor: Din, sanat, ahlak.
Burada ne din ve ahlakın menşelerini tetkik ne de sanatın psikolojisini tamik edecek değiliz. Mamafih sanatın menabii hakkındaki nazariyeleri telhis etmek faydadan hâli olmayacaktır zannederim:
Tedkîkât-ı ruhiye ile uğraşanlar sanatın başlıca iki membası olduğunu söylüyor ki onlar da tahaffuzun bir mevlûd-ı ruhisi olan “din” ile mücadele-i hayat-ı istihzarât ve temrinâtı olan “oyun”dur.
Membanın din olduğu nazariyesine göre deniliyor ki akvam-ı iptidaiye, te’lîh ettikleri eşya ve hayvanatı tasvir ve terennüm ederlerdi. Bidayeten bu tasvir ve terennüm yalnız ruhi bir itminan hasıl ederken bilahare membasından uzaklaştı ve tevlîd ettiği his, müstakil kaldı, yani bir “heyecan-ı bedii” hâline girdi.
Kezalik membanın oyun olduğu nazariyesine göre şu fikirler yürütülüyor ki tahaffuz ve mücadeleye matuf bir hazırlık ve temrin olan hareket ve faaliyetler bilfarz raksta olduğu gibi vezin ve ahengin yardımıyla iştirak edenleri telzîze başladı ve bilahare menbası gaip olarak “hazz-ı bedii” müstakil kaldı.
Zevk-i bedii ve sanatın membası hakkındaki münakaşalar, reyler, nazariyeler pek ziyade tatvîle mütehammildir. Ben sanatın her fert için bir ihtiyaç olduğunu anlatmak üzere ihtiyar ettiğim bu mukaddimeyi Anatole France’ın bir fikriyle bitireyim: “Başlı başına hayatı taltif eden bir şey olduğu için sanat herkese ait olmalıdır çünkü her şeyde sanat vardır ve her fert onu ibda eder. Güzellik karşısında sanatkâr ile hirfetkâr müsavi olup sanayi-i nefîse ile “hirfete ait sanatlar – les arts industriels” iftirak etmezler. Sanat; bütün hazların membası, tekmil fezailin çiçeği ve varlığın -kendi hesabıma hayat-ı beşer için bir türlü keşfedemediğim-manasıdır…”
2
Bedii Terbiyede En Mühim Şart; Spencer’ın Tenkitleri; Yarım Edebî Bilgilerin Tehlikesi; Bedii Terbiye Hayatın Her Türlü Tezahüratına Şamil Olmalıdır
Sanatın hayat için bu derece mühim ve gayri kabil-i ihmal olduğuna delil getirirken hemen şunu da ilave edelim ki bu sahifelerde bedii terbiye bütün hayat alakalarından ari, mahzâ zevk ve ziynet kabîlinden olarak kabul ve terviç edilecek değildir. Çünkü şeniyet ve maddiyete bigâne nesillerin yetişmesine sebep olan usuller tecrübe edilmiş ve asırlardan beri birçok cemiyet, onların netayic-i seyyiesini çekmiştir.
Nitekim Spencer “Değeri En Fazla Olan Bilgi Hangisidir?” başlıklı makalesinde müzeyyenât ve zevahirin, bidayet-i insaniyetten beri elbise ve havâyice takaddüm ettiğini ve âlem-i maddide görülen bu hâlin, âlem-i zihnîde de böyle olduğunu; mesela eski Yunan mekâtibinde başlıca musiki, şiir ve belagat ile ef’âl-i beşer üzerinde tesiri pek az olan kısma münhasır kalmak şartıyla felsefe dersleri tedris olunup; hirfete kabil-i tatbik bilgilerin pek aşağı derekede telakki edildiğini söylüyor ve bu hâlin, Avrupa darülfünunlarıyla liselerinde ve salon terbiyesinin bilhassa kadınlara ait olan kısmında hâlâ devamını tenkit ediyor.
Spencer’ın, Avrupa âlem-i fikrîsine ait olan tenkîdatı bize de hatta fazlasıyla kabil-i tatbikdir zannederim. Mevki-i itibarda bulunan bilgilerimiz, yaşayıştaki ihtiyaçlarımıza daima uzak ve yabancı kalmış; maddi ve tatbikî olan fünûn her devirde ihmal ve istihfaf edilmiştir.
İrfan membalarımız Şark’a münhasır bulunduğu zamanlar kavaid-i belagatten ve bazı nazariyat ve hikemiyattan yani tamamen mücerredattan ibaret üç beş kitap okuyanları “ikmal-i nüsah” etmiş farz ederler ve “ulema” sınıfını hayat bilgilerinden müstesna ve yüksek addederlerdi.
Garp’tan müstefit olduğumuz zaman ise bu esas hemen hiç değişmemiş, yalnız tebdil-i şekil eylemişti. Yine erbab-ı tenevvür yalnız nazariyatçı kalıyor, ancak nazariyelerinin çeşnisi değişmiş bulunuyordu. Bugün gençlerimiz, azîm bir ekseriyeti hiçbir kıymet-i fiiliye ve tatbikiyesi bulunmayan edebî ve yarım bilgileri daima iflasa mahkûm bir sermaye hâlinde taşıyıp duruyorlar. Bilhassa muhit-i umum, kıymet-i irfan hakkında bir “miyar – critérium” tayin edemediği için dün mektebe varan bugün üstad oluyor. Kendinden evvelkilere hücum ile sivrilmek tariki de hiçbir kitap açmayan erbab-ı marifet yetiştirmektedir fakat biz mevzunun istikametini tahvil etmemek için bu istitradı uzatmayalım.
Ancak burada ısrar etmek istediğim nokta bizim mevzumuz olan bedii terbiye ile şehirlerimizin me’luf oldukları edebî yarım bilgiler arasında münasebet bulunmadığıdır. Böyle düşkün ve sözde ilmî muhitlerin icap ettirdiği bedii terbiye de hayata nazaran tabii pek kıymetsiz semereler verebilirdi ki bundan dolayı bediilik umumileşmemiş, hayatın her türlü tezahüratına girmemiş, fertlerde âdet olarak yerleşmemiş bulunuyor.
Fikren epeyce ilerlemiş ve belki hayli de incelmiş adamlar görürsünüz ki zevken pek ziyade yontulmaya muhtaçtır. Nükte-şinas ve meclis-ârâ gibi vasıflara bi-hakkın layık zevata tesadüf edilir ki zarafetleri ancak elfaz ve kelimâta münhasır kalıp yaşayışlarına, âdetlerine şamil olmuş değildir. Evleri, hususiyet-i hayatları, semere-i sayları; zevk-i selîme, intizama, güzelliğe, bediiliğe yabancıdır.
İyi yetişmiş farz ettiklerimizde bile bediiyet itibarıyla kıymetin bu derece noksanı, hele kütle-i halkta her nevi zevk-i selîmin fıkdanı bizde bediî terbiyenin anlaşılmamış ve hiçbir zaman tamimine çalışılmamış olduğuna delildir.
3
Hayat-ı Bediiyat; Ahlak ve Güzellik; Tatbikî Misaller; Ticaret ve Sanatta, Umumi Mesaide, Aile ve Millet Hayatında Mümtaziyet ve Zarafetin Tesirleri
Zevkin ve bediiliğin terbiyesi hususundaki vesaiti tefrik ve ta’mîka başlamadan evvel istihdaf edilen gayeyi tenvir etmek daha münasip olur ki bunun için de evvel emirde mesail-i tefrik ve burada mevzu-i bahis olan nokta-i nazarı tecrit etmeliyiz.
Bedii terbiye; “mesleki” ve “umumi” olmak üzere ikiye inkısam edilebilir. Sanayi-i nefîsenin herhangi bir şubesine namzet yetiştirmeye, mesela ressam, musikişinas, mimar, şair veya heykeltıraş ihzar etmeye matuf olan birinci kısım mevzumuzdan hariçtir.
Bizi işgal edecek bahis; bedii terbiyenin mesleki olan ciheti değil umumi ve her ferde şamil olmak lazım gelen kısmıdır.
Bundaki gaye; hayata “intibak – adaptation” mükemmelen temin etmek, ferdi incelmiş ve yükselmiş melekâtıyla kendisi ve muhiti için daha müfid bir hâle getirmektir, suretinde hülasa edilebilir.
Bedii terbiye; “ihsasât – sensations” ve “hissiyat – sentiments’nun, müfekkire ve muhayyilenin inkişaf ve ittisas’ını mucib olduğu, hayatın tekmil teferruatında intizam, keşif ve ibdaıyı tevlîd ettiği için kıymet-i ferdiye ve içtimaiyeyi arttıran en mühim amillerdendir.
Mütefekkirin biri diyor ki “Sanatın terbiyevi kıymeti, inkişaf-ı zekâya, itila-yı maneviyeye hizmeti itiraz götürmez bir hakikattir. Daima güzel şeylerin manzarası garaz ve adiyet, gılzet ve şeamet fikirleri değil; doğru, saf ve munassaf fikirler uyandırır.”
Filhakika bedii terbiyenin ahlak için temiz ve kavi bir zaman olduğu hakkında pek çok kanaatler var. Nitekim Şair Schiller, insanın ahlaki mükemmeliyetini terbiye-i ahlakiyeye değil, terbiye-i bediiyeye istinat ettirir ve sanatkâr için “Ahlaki ve hissi gayeyi kendisinde cemeden ve eserlerinde güzelliğe ve iyiliğe bir vücut ve bir ruh veren bir enmuzec-i beşerdir.” dermiş.
“İyi” ve “güzel” fikirleri öteden beri bazı feylesoflarca memzûcen mütalaa edilmiştir. Eski Yunanlılar “iyi” kelimesiyle “güzel” kelimesini aynı ifade için kullanırlarmış. Hatta Eflatun, “Bir haksızlığı irtikâp etmektense ona düçar olmak daha güzeldir.” dermiş
Son zamanlar erbab-ı tefekkürden bazısı da bu mezci ihtiyar ederek fazileti “ahlaki bir güzellik” addediyorlar; mesela Herbart da hak ve vazifenin ilmî olan ahlakını; bediiyata idhal ediyor. Fakat birçok iyi şeylerde güzellik bulunması muhtemel ise de her güzel şeyde iyilik taharrisi doğru olmadığından “ahlak” ile “bediiyyat”ı herhâlde ayrı ayrı şeyler telakki etmek lazım geliyor. Ancak her ikisi de kendi nokta-i nazarından “ahenk ve mükemmeliyet”i kastettiklerinden sanat, bediiyatın birçok husûsâtta ahlak için bir zaman teşkil edebileceğini kabul etmek mutedil ve muvafık olur, zannederim.
Bedii terbiyenin ruha verdiği itila ve inciladan tevellüt eden amelî ve tatbikî netayiç ehemmiyetini daha sarih bir şekilde meydana koyar.
Bir şeyi yapmak ile iyi yapmak arasında ne kadar fark varsa ale’l-ıtlâk terbiye tesiri ile bedii terbiye tesiri arasında o kadar fark vardır.
En basit birkaç misal alalım: Zevki terbiye edilmemiş, bediilikten nasipsiz kalmış bir tacir tasavvur ediniz: Emtiasını bir yığın hâlinde bulundurmaktan incinmiyor, dikkat ve rağbeti mucib olacak surette tertip ve teşhir etmeyi bilmiyor, birçok masraf ihtiyar ederek vücuda getirdiği ilanlar kıymet-i bediiyeden mahrum bulunduğu için münderecât itibarıyla müfit ve kârlı bulunsa bile muhafaza edilmeye layık görülmüyor, muamelat ve harekâtı kaba ve zarafetsiz bulunmasından dolayı hüsn-i niyete rağmen incizap ve telkin-i muvaffakiyet için esas olan havassa yabancı bulunuyor. Bu tacirin mesaisindeki istifadesi haiz-i zevk ve zarafet olan diğer birine nispetle elbette az olur.
Ruhiyatın sanayi ve ticarete tatbiki bahsinde ilanların psikolojisi vâsi bir mevki işgal eder. Bilhassa Amerika’da hangi nevi ticaret ilanlarının calib-i dikkat ve menfaat olduğu hakkında tetkikler, istatistikler yapılmış, hatta bu hususta yüzlerce kitap neşrolunmuştur. Bizler için mucib-i hayret olan bu kabîl meşguliyetlerden bahsimizi tenvir ve tebeyyün edecek cihetler bulabiliriz.
Amerikalı psikolog Starch, ilansız ticaret yapılamayacağını ve en fazla ilan yapanın en çok kazandığını tahkik etmiş. Amerika’da en çok ilan yapan Hart isminde bir ticarethane, ilan için senevi seksen beş bin dolar miktarında bir meblağ sarf ettiği hâlde bütün kazancına nazaran ilan için ancak yüzde üç nispetinde bir fedakârlıkta bulunuyormuş. Hâlbuki ona nispetle daha az ilan yapan ve bu hususta senevi yirmi dört bin dolar masraf ihtiyar eden Benjamen ismindeki ticarethane ise kârının yüzde yedisi nispetinde ilan masrafı feda etmeye mecbur oluyormuş. Rakamlara istinat eden bu netayiç; erbabı düşünmeye sevk etmiş. İlanların kemmiyeti kadar ve hatta ondan daha ziyade keyfiyetinin müessir olduğu anlaşılması üzerine bu babdaki şerait-i ruhiyeyi tetkik etmişler ve bu şerait meyanında kıymet-i bediiyenin dikkat ve rağbet-i celp hususunda pek ziyade müessir olduğunu bulmuşlar.
Uzak yerlerin tetkikatından istimdat etmeye pek de lüzum yoktur. Basit bir istidlal ile bunu biz de görebiliriz. Medeni memleketlerdeki ilanların ekseri bakılmakla doyulmaz. Öyle ilan varaka ve levhası bulunur ki kendilerini evlere tezyinat suretinde kabul ettirirler. Avrupa şehirlerinin garlarında, otellerinde, kahvehanelerinde resmî ve umumi binalarında duvar tezyînâtı alelek ser fabrikaların, ticarethanelerin nefis tablolar hâlindeki ilanları değil midir?
Şu misal de gösteriyor ki zevk-i selîm her hususta pek mühim esbab-ı muvaffakiyettendir. Amerikalıların -ki maddi ve amelî olmakla tanınmışlar ve Avrupa’nın, bilhassa Fransa’nın bize meşk-i taklît olan edebî terbiyesine tamamen zıt bir tarz-ı terbiye ittihaz eylemişlerdir- zevk-i selîme ve terbiye-i bediiyeye ayırdıkları mevki ve bunun hayatları üzerinde yaptığı tesir şayan-ı ibrettir.
En adi faaliyetlerimizde bile zevk-i selîmin, hissî bediiyyenin tesiri var. Güzel kelimelerle ifade edilmiş yahut zarif bir şekilde yazılmış bir maksat, böyle olmayana nisbetle cây-ı kabul ve terviç bulmak talihine daha ziyade mazhardır.
Aynı kıymet ve şeraitteki iki metadan birinin zarafeti talibin tercihi için elbette tereddüt vermez. İşe yarar ve sağlam eşya imal eden öyle hirfetkârlarımız vardır ki zevk ve muhayyelelerinin noksani-i terbiyesi yüzünden semere-i sayları zamana göre kaba geldi ve ıslah ve ibda hususundaki kabiliyetsizliklerinden dolayı onlar da mahvolup gitti.
Refah ve servet, zevk-i bediiyeti tezyit edebilen esbaptan olsa bile herhâlde biri diğerinin lazım-ı gayri müfârıkı değildir.
İçinde mebzul servetler istihlak edilen öyle konaklar ve evler görürüz ki kıymetdar ve zengin eşyasında, bütün müreffeh vesaitinde eğreti giyinmiş insanlar gibi çolpa bir vaziyet, sizi saran hevâ-yı muhitinde bir şemme-i gılzet vardır.
Bugünün küçük mekteplileri; dükkânının önünde çorapsız oturan yahut mahalle kahvesine entarisinden, dizliğinden paçası sarkarak giden pederlere benzememelidir. Bilhassa küçük kızların, istikbalde mesut ocaklar kurmaya namzet olan bu yavruların bedii terbiyeden almaları lazım gelen nasip, umumi hayat için ne kadar müessirdir. Zevkî terbiye görmüş bir kadının muntazam ve şirin evi; ailenin bir zaman-ı saadeti değil midir?
Eslafın asil ve kıymetdar zevklerini ihtar ve payidar eden mabetlerde, çeşme ve sebillerde ahlaf tarafından yapılan tamirat çok defa ne kadar bayağı ve feci oluyor…
Emsal ve delail ile bahsi uzatmayı pek müfit bulmuyorum. Bu teferruat öyle meselelerdendir ki birkaçı teşrih edilince kari için derhâl tevisi ve ikmali kolaydır.
Bedii terbiyenin gaye ve lüzumu bu suretle tavazzuh edince nevbet-i tetkik vesâitine gelir.
4
Sanat ile Hayatın Telifi; Fen ve Sanat; Spencer’ın Reyi; Çocuklarda Zevk; Muhitin Zevk Üzerine Tesiri; Beşikten Mezara Kadar Zevk ve Güzellik Avamili; “Darwin’in Esefleri”
Aile ve mektepte tatbik edilecek bedii terbiye vasıtalarını -evvelce de işaret ettiğim veçheyle- eski medeni kavimlerdeki usullerde arayacak değiliz. Onlar her çocuğa musiki, şiir ve belagat talim ettirmekle bedii terbiyeyi âdeta mesleki bir şekilde vermek isterlerdi. Hâlbuki bu tedbirler son asırların ihtiyaçlarına tevafuk etmiyor. Daha doğrusu son asırların hayati icapları o tedbirlerin tatbikine imkân bırakmıyor.
Belki bir gün gelecek ki insanlar tabiatın kuvvetlerini kendilerine daha ziyade ram edecekler ve her nevî ihtiyacı pek az çalışmakla istîfa eyleyecekler. O zaman sanat onların hayatında daha çok yer tutacak ve sanat için sanat nazariyesi daha kolay anlaşılacaktır. Fakat bugün umum için yapılacak şey; tabiatın, eşyanın, fennin kendiliğinde mevcut bulunan güzelliğini göstermek, hissettirmek; daimî mücadeleler içinde biraz huzur anları yaşatmak; zevk-i selîm ve bediiyeti her nevî tezahürlere mezcederek sanat ile hayatı tamamen telif eylemektir.
Ancak burada istitraden işareti lazım bir nokta var. Her yerde, bilhassa muhitimizde sanat ile maddiyetin, ilim ile şiir ve bediiyetin birbirine zıt mefhumlar olduğu umumi ve mutlak surette söylenir. Eğer şiiri yaşayışımızdan uzak, sanatı malumatımızdan hariç olarak telakki etmek lazımsa bunları mecz ve telif etmek nasıl mümkün olur.
İlim ve fen ile şiir ve sanatı birbirine daima dargın iki ayrı mefhum gösteren şüphesiz bizim su-i telakki ve tarz-ı terbiyemizdir. Yoksa umumi malumata malik olan bir âlim sanata veya bir şair ilim ve fenne yabancı bulunmamak ve bütün fertler bedenî, fikrî, hissî ve bedii terbiyeden muvazi bir surette nasîbedâr olmak pek tabii bir lüzum değil midir?
Spencer diyor ki: “Heykel, resim, musiki ve şiir yalnız ilim ve fenne istinat etmekle kalmaz; belki bizzat ilim ve fen de şiirdir. Ve fen ile şiirin birbirine zıt olduğu hakkındaki umumi fikir sui telakki eseridir. Filhakika vukuf ile heyecanın bir an içinde saha-i şuurumuzda yer tutamayacağı şüphesizdir. Kezalik fazla faaliyet-i fikriye hissiyatı ve bilmukabele hissiyatın şiddeti tefekkürü nehyedebilir. Bu itibarla muhtelif tarzlardaki faaliyetlerin mütezadd olduğunu söylemek doğrudur. Ancak doğru olmayan şey ilim ve fen hadiselerinin şiirden muarra olması ve ilmî harsın hayale ve güzellik aşkına bizi gayri müsait kılması zehabıdır. Bilakis ilim ve fen; meşgul olanlar için öyle şiir avamili açar ki cahil bunu görmekten acizdir. Taharriyat-ı ilmiye ile uğraşanlar -yalnız diğerleri kadar değil- belki onlardan daha fazla şiddetle mevzularının şiirini hissediyorlar ki bunu eserlerinde görüyoruz: Miller ve Lewes’in tabakât ve tabita ait eserlerini açanlar fennin, şairane hisleri söndürmek değil, belki şiddetle tahrik etmek hususundaki tesirini teslim ederler. Goethe’nin hayatını inceleyenler, şâirlikle âlimliğin bir fertte müsavi bir mükemmeliyetle nasıl içtima ettiğini bilirler. Tabiatı ne kadar tetkik edersek o kadar az takdir ve tebcil edeceğimizi zannetmek hezeyân-âlûd ve küfr-âmîz bir fikir değil midir? Alelade bir insana göre hiç de düşündürücü olmayan bir damla su, zanneder misiniz ki -o damlanın teşekkül ettiği anâsırı toplayan kuvvet, birdenbire ayrılmış olsa, bir şimşek husûle getireceğini bildiği için- bir hikmetşinas nazarında ehemmiyetini gaip etsin. Hayret-âver bir surette mütenevvi ve zarif olan kar billûratını mikroskop altında tetkik etmiş bir adamda kar parçalarının sükütunu görmekle, bununla iştigal etmeyen diğer birisinden daha yüksek fikirler uyanmayacağı tasavvur edilebilir mi? Tedevvür etmiş ve muvazi hufrelerle yivlenmiş olan şu kayalık -üzerinden bir milyon sene evvel bir cümûdiyyenin geçtiğini bilen- tabakât mütehassısında uyandırdığı şiiri cahilin fikrinde de tevlît edebilir mi? Hakîkat bu ki fenne nüfuz etmemiş olanlar kendilerini ihata eden şiirin pek büyük bir kısmına karşı âmâdırlar.”
Mevzumuza doğrudan doğruya hadim olan fikirlerini aldıktan sonra Spencer’ı, misallerini teksir ederek muhâkemâtına devam etmek üzere terk edebiliriz.
Tabiatı, eşyayı yalnız iyice tanımak değil belki onları güzellik fikriyle, tahassüs ve heyecanlarla tedai ettirmek ve küçükten beri buna itiyat edinmiş olmak lazım ki bedii terbiyenin arzu edilen semereleri iktitâf edilebilsin.
Küçüklüğünde çayırları dolaşarak nebatat ve haşerat koleksiyonu yapma merakında bulunan Spencer, “Gençliğinde nebatat ve haşerat koleksiyonu yapmamış olanlar; çemenlerde ve çalılıklardaki şiiri tanıyamazlar…” cümlesini bihakkın yazıyor.
Kezalik, George Sand, “Annem…” diyor, “Bütün intibalarına beni de teşrik ederek güzelliğin bende “tav’î – spontane” bir hâlde inkişâfına sebep olurdu. Mesela güzel bir bulut, güneşin şayan-ı dikkat bir manzarası yahut berrak ve cari bir su karşısında beni tevkif ederek nazar-ı dikkatimi celbederdi. Kendi kendime hiç de dikkat etmeyeceğim bu güzellikler o zaman bende taayyün eylerdi…”
Çocukları bedayiye karşı tenbih etmek, gerek ailede gerek mektepte vasi ve umumi bir surette istimal edilebilecek bir vasıtadır. Şu şart ile ki güzellikler onların alakalarına uygun ve idraklerine makrun olsun.
Birçok hususlarda iptidai insanlara benzetilen çocuk, bu meselede de onlardan ayrılmaz. Sizi saatlerce tevkif eden bir müze salonu köylü için, çocuk için bir dükkân camekânına nispetle hiç de alaka ve dikkati mucip değildir. Fuzûlî’nin “Su” redifli kasidesini ezberlemek, Wagner’in muazzam bir bestesini dinlemek onlarda hiçbir heyecan uyandırmaz.
Compayré’nın dediği gibi Loti’nin çocukken önünde korkudan titrediği bipayan denizleri, hâkim kütlelerinin müthiş manzarasıyla hayali ezen azîm şahikaları çocuğa temaşa ettirmeyi düşünmemeliyiz.
Bedenî, fikrî terbiyenin bütün aksamında olduğu gibi bedii terbiyede de miyarı kendimizden değil, çocuktan almalıyız. Zaten eski terbiye ile yeni terbiyenin ayrılık noktası bu değil midir? Biz çocuktan öğrenmeliyiz ki ona öğretebilelim. Tabiatın ihtişam ve azameti, asar-ı sanatın derinlik ve yüksekliği ona bir şey ifade etmez. Belki küçük nebatlar, çiçekler, böcekler, kelebekler zarafeti basit oyuncak ve eşya, ahengi mahsus besteler, lisanı kadar derinliği de mahdud şarkı ve şiirler onu celp ve tehyiç etmekte elbette daha büyük kuvvet ve sihri haizdirler.
Denilebilir ki çocuğa lazım olan “güzel” şeylerden ziyade “hoş” şeylerdir. Bu “hoş” şeyleri “güzellikler” hâline dönüştürmek için seviye ve zihniyetin terakki ve inkişafını tedriç ile takip etmek zaruretindeyiz.
Küçüklerin lisanları, meşguliyetleri, oyunları intihap yaklaşımları üzerinde yapılan tecrübeler gösteriyor ki mürahiklik zamanından, bilhassa sinn-i buluğdan evvel mücerredattan müşahhasa meyil var. Hâlbuki mürahiklik başlayınca amil-i hayat olmakta tahassüs ve heyecanın hissesi pek ziyade artıyor. Mücerredat ve muhayyelata fart-ı inhimak ile vehim ve hassasiyete esaretle geçen bu zamanlar -dedikleri gibi- ferdî hayatın devr-i kablettarihidir.
Gerçi çocukluk zamanında da muhayyelenin faaliyeti görülüyor. Fakat bunda “âfâkıyyet – objective” galip, yani çocuk kendisinden ziyade eşyayı hariciye ile alakadar ve hayalinin faaliyeti ancak eşya ve hadisat-ı hariciyeye tevcih ettiği garip manalarla aşikârdır. Mürahike ve gence bakılırsa görülür ki onda tahayyül diğer ihtiyaçlara cevap veriyor, büsbütün başka rol oynuyor. Dikkatinin daha ziyade ruhi hadiselere taalluku, teşbihleri, tabirleri, istintaçları her şeyin evsaf-ı hariciyesine göre değil belki kendi ihtiyâcât ve tahassüsatına nazaran hükümleri kendisinde “enfüsiyet – subjectivite”nin daha hâkim bir unsur olduğuna delalet etmektedir.
Hayat yolunun buhranlı ve tehlikeli bir dönüm yeri olan bu birinci gençlik zamanında, bedii terbiyeden edeceğimiz istiane mahiyetçe büsbütün farklı olmak ve bilhassa ferdî ve ictimaiahlak için büyük bir yardımcı mahiyetinde bulunmak icap ediyor.
Hülasa bedii terbiyeyi terviç için istimal edeceğimiz vesaâit, etfalin ferdiyetine göre mütehavvil ve daimî bir tedrice tabi bulunmalıdır.
Terbiyenin diğer amillerinde olduğu gibi bu meselede de muhitin tesiri başlıca ehemmiyete şayan bir noktadır. İyilikle muhât oluş nasıl ahlak için derin ve mesut izler husulüne sebep ise; güzelliklerle daima hâl-i temasta bulunuş da zevk ve hayal üzerinde kavi intibalar zuhuruna en emin bir vasıtadır. Bir mürebbinin dediği gibi “İsteyiniz ki şehir yavrularının etrafında beşikten itibaren her şey mütebessim olsun. Köy çocuğunun seması, ağaçları, güneşi, nebatatı var. Hâlbuki şehir çocuğu fakirlerde pislikten, zenginlerde bediiyyetin noksanından, mutavassıtlarda zevkin fıkdanından dolayı ekseriya manen ve maddeten soluyor.”
Çocukları ahlaki levslere ve çirkinliklere maruz bulundurmaktan nasıl içtinab edersek maddi eşyanın çirkin ve nahoş tesiratından da öylece vikaye etmeliyiz. Fakat bunu söylemekle “Çocuklara güzel olmadıkları için kukla ve karagöz gibi oyuncakları vermemelidir.” re’yinde bulunanlar kadar ileri gitmek istemeyiz.
Arzu edilen şey; aile ve mektep yuvasının muntazam, temiz ve mümkün olduğu kadar zarif, zevk-i selîme muvafık olmasıdır. Ta ki çocuk güzel şeylerle muhat olarak yaşamak itiyat ve ihtiyacını kazanmış olsun. İyi misallerin fazilet ilham etmekteki kabiliyetleri kadar güzel eşya ve misallerin de zevk ve bediiyet telkin eylemekte kudretleri var.
Etrafımıza baktıkça bizi her veçhesiyle incitebilecek mahiyette bulunan eşya ve hadisat arasında bedii duygularımızı kemiren kısımların da tadat edilemeyecek kadar mebzul olduğunu görüyoruz. İnsan, umumi yerleri, bilhassa çocukların fazlaca temas ettikleri tiyatro, sinema karagöz ve meddah gibi mecraları düşündükçe; Rousseau’nun “Emile”inde “Her şey saninin elinden çıkarken iyidir, her şey insanların ellerinde bozulur.” mukaddimesiyle başlayan sözlerine bütün kalbiyle taraftar oluyor. Kapılarının önünde musiki şeklindeki çığırtkanlıklarıyla; yazılarında, resimlerinde, renklerinde bile bir katre-i âhenk ve zarafet bulunmayan ilanlarıyla çocukları celbeden temaşagâhlarımızın azîm bir ekseriyeti; binaları, dâhilî tertipleri, arz ettikleri temaşalar itibarıyla herkes için bilhassa çocuklar için ne kadar elim tesirleri haizdirler.
Her memlekette tiyatro umumi harsın inkişafı için en mühim bir müessir oluyor. Edebiyat cereyanlarının büyük hatlarını, musiki, lisan ve resmin en güzel numunelerini, uzak veya geçmiş kavimlerin mahsusatını, bedii bir hülasa tarzında tiyatrolarda telakki eden halk, uzun mütalaa ve tahsile muhtaç olmaksızın seviyesini yükseltmiş oluyor. Avam bile temas edemeyeceği yüksek âlemlerde, eski milletlerin kibar hayatlarında nasıl konuşulduğunu, nasıl giyinildiğini, nasıl döşeme ve tezyinat yapıldığını anlayarak zevk için intihaplar yapmaya feeri’lerin ve daha türlü güzelliklerin dalaletiyle servet-i hayal iktisab etmeye imkân buluyor. En ümit edilmeyen iş adamlarının bile size yüksek eserlerden, bestelerden, büyük sanatkârlardan bahsedebilmeleri ancak tiyatro sayesinde değil midir?
Hâlbuki bizde bedii heyecan veya hiç olmazsa zevke ait ufak bir itminan ile tiyatro binalarının terk edildiği vakıası herhâlde pek nadir istisnalardandır. Hiç olmazsa tiyatrolarda tabii ve temiz bir Türkçe işitmek mümkün olsaydı… Heyhat!..
Ahlak ve zevk için birer terbiye-gâh olması lazım gelen bu ticarethaneler ifa ettikleri makus hizmeti hiç olmazsa yavrularımızdan diriğ etmeselerdi… Fakat bu fedakârlığı kendilerinden ümit etmek elbette safderunluk olur.1
Sinemalar Avrupa’da olduğu gibi çocuklara mahsus şeritler tedarikine ve günler tahsisine mecbur edilse ve mucib-i tecessüs şeritleri çocukların zararına teşhirden memnu bulundurulsa; Karagöz ve meddah gibi ekseriyetle pek galiz olan tuhaflıkların gılzetleri zabıta-i bediiye ve ahlakiyece tahfif olunsa; diplomasız etıbba gibi cahil temaşacılar ve tuluatçılar serbest bırakılmasa halkımız ve bilhassa çocuklarımız bir hayli zevk ve ahlak hastalıklarından kurtarılmış olurlardı.
George Sand, İtalya’da, insanların sanatkâr doğmalarının sebebini kendi kendine sorarak “Çünkü…” diyor, “Onlar güzelliklerle muhattır. Biz Fransızlar ise çirkinlik ve adilik içinde yaşıyoruz…” Aynı telehhüf şehirlerimiz hakkında izhar edilse o büyük kadının ihtiyar ettiği kadar mübalağa yapılmış olmazdı.
Memlekette sanatın bu kadar çorak kalmasına içinde yaşadığımız muhitin, takip ettiğimiz tarz-ı hayatın kati tesirleri var. Issız, ölü mahallelerin; ağaçsız, çiçeksiz, dar ve kirli sokakların ziyasız, kasvetli evlerinde hakiki bir sanat hayatının fışkırmasını beklemek bir malihulya olur.
Millî zevki yükseltmek hususundaki vesait meyanında medeni memleketlerde yalnız muntazam sokaklar, umumi bahçeler, müzeler, heykeller, tiyatrolar yapılmakla iktifa edilmiyor, hatta bazı şehirlerde halk evlerini çiçeklerle süslemek hususunda teşvik edilerek en ziyade muvaffak olanlara ikramiyeler tevzi olunuyor. Bu sayede mesela Zürih gibi bazı memleketler balkonlarından birer çiçek bahçesi taşan binalarıyla baştanbaşa bir şehr-i müzehher hâlindedirler.
Bepul matn qismi tugad.