Kitobni o'qish: «Tibet Kültürü»
August Hermann Francke Alman bir Tibetologtu. 1896 ve 1909 yılları arasında Ladakh ve Lahul’da çalıştı ve Ladakh vakayinamelerinin İngilizce çevirilerini yayımladı. Berlin Üniversitesi’nde ilk Tibetçe profesörü olarak ders verdi. Ayrıca Ladakh’da Moravya Kilisesi misyonerliği yaptı. Moravyalı meslektaşı Heinrich Jäschke’yle birlikte Tibetçe-İngilizce sözlüğün hazırlanmasında çalıştı.
Cemal Can Tarımcıoğlu, 1988 yılında Üsküdar’da doğdu. 2012’de İstanbul Üniversitesi tarih bölümünü felsefe yandal programıyla birlikte tamamladı. 2014’te ise askeri tarih alanında yüksek lisansını bitirdi. Aynı sene İstanbul Üniversitesi’nde yakınçağ tarihi alanında doktorasına başladı ancak 2018’in sonlarına doğru çeviri yapmaya başladıktan sonra doktorayı yarıda bıraktı. O tarihten itibaren kitap çevirileri yapmaya devam ediyor, ayrıca Marmara Üniversitesi’nde İngilizce öğretmenliği okuyor.
GIRIŞ
MÖ 200 ile MS 1900 yılları arasını kapsayan, taş üzerine işlenen kayıtlar hakkında günümüzde nispeten çok az şey bilinmektedir, bunun nedeni bu alanda henüz sistematik ve kapsamlı araştırmaların yapılmamış olmasıdır. Muhtemelen en önemli çalışma olan Leh (veya Ladakh) krallarının vakayinameleri düzenlenmiş olsa da kâğıda yazılan kayıtlar konusunda daha yapılacak çok iş vardır. Henüz bir Avrupalı tarafından incelenmemiş olan aşağıdaki tarihi eserlerden haberdar oldum: Chigtan’ın vasal şeflerine ait vakayinameler, Sakti köyünün vakayinameleri ve bana söylendiği üzere “manastırların tarihi” Bidur (Vaidurya) gserpo’da bulunur. Çok büyük bir ihtimalle, ülkede isimleri zamanla keşfedilecek daha pek çok tarihi eser mevcuttur. Bu kitapların yanı sıra, bazı köylerde toplanıp düzenlemesi gereken kâğıda yazılmış daha kısa belgeler, özellikle de birkaç krala ait fermanlar vardır ki bunlar, tarihimizin bilimsel bir incelemesi için gerekli bir ön hazırlık olacaktır. Bu belgelerden biri (Kral Nyima Namgyal’ın bir fermanı) bu sayfalarda tercüme edilmiş olarak bulunacaktır.
Şimdi Ladakh tarihçiliğinin genel karakterini, özellikle mevzubahis tarihin esas olarak dayandığı Ladakh vakayinamelerini inceleyelim. Vakayinameler, burada kullanıldıkları kadarıyla MS 900-1842 yıllarını kapsamaktadır. Ancak tarihçilik, krallığın bağımsızlığını kaybetmesiyle sona ermediği ve günümüze kadar devam ettiği için, Ladakh vakayinameleri günümüze kadar tam bin yıllık bir dönemi kapsar. Eserin karakteri, anlattığı farklı dönemlerde aynı değildir. En eski kısmı pek tarih olarak adlandırılamaz; görünüşe göre böyle olması da gerekmiyordu. Esas amacı ünlü eski Lhasa krallarının soyundan geldiklerini kanıtlamak olan Leh krallarının soyağacı olarak başladı. Dolayısıyla, yaklaşık olarak MS 900-1400 yıllarını kapsayan eserin ilk bölümü, salt isimlerden başka pek bir şey içermemektedir. 1400 yılı civarında anlatılar sıklaşmaya başlar. Bunun nedeni, ikinci hanedanın o sıralarda farklı kollara ayrılması ve bu yeni kral soyunun daha güçlü bir tarih içgüdüsüne sahip olması olabilir. Her halükârda, kayıtlar MS 1400’den sonra tam olarak dolgunluğa erişir. Yine de bir Avrupalının bakış açısına göre arzulanacak çok şey bırakır. Kâtipler Lamalardı ve onlara göre bir kralın saltanatı sırasındaki en büyük olaylar, kralın Lamalara ve manastırlara verdiği hediyeler veya tapınaklar ve mani duvarları inşa etmesiydi. Ortalama bir Avrupalının pek ilgisini çekmeyen bu olaylar için çok fazla mürekkep harcandı. Öte yandan, kralların seferleri son derece kısa bir şekilde ele alınır ve ekonomik çalışmaları hakkında hiçbir şey öğrenmeyiz. Sadece son birkaç kralın karakterleri hakkında bir fikir edinebiliyoruz ve seferler sırasında kullanılan taktikler hakkında hiçbir şey duymuyoruz. Tarihçi, seferin nihai sonucunu bize anlatmaktan oldukça memnundur. Bu nedenle, bir ülkenin tarihini işe yarar hale getirecek tüm noktaların bu Batı Tibet kayıtlarında eksik olduğunu görüyoruz ve hal böyleyken tarihçilerin naif üslubunun genellikle kendine has bir çekiciliği vardır.
Şu soru önemlidir: Ladakh tarihçileri doğruyu mu söylemektedir, yoksa onların tarihi tamamen veya kısmen uydurulmuş bir kaynak mıdır? Tarihsel bir anlatımın doğruluğunu sınamanın en iyi yolu, onu tamamen bağımsız diğer belgelerle karşılaştırmaktır. Batı Tibet’teki bir olayla ilgili bir anlatıyı yabancı bir ülkeninkiyle yalnızca çok az durumda karşılaştırabiliyoruz. Bu açıdan daha önemli olan, ülkenin dört bir yanına dağılmış olan kaya ve taş üzerine işlenmiş çok sayıdaki yazıttır. Bu kayıtlar üzerinde özel bir çalışma yaptım ve şu sonuca vardım. Yazıtlardan anlaşılıyor ki ne olursa olsun Namgyal Hanedanı’nın kralları gerçek tarihi kişiliklerdir ve onların veraset düzenleri, taş üzerindeki kayıtlarda bulunan vakayinamelerle aynıdır. Lhawang namgyal’den Tsepal dorje namgyal’e kadar hepsinin isimlerini içeren kayıtlar bulundu. Diğer ülkelerin çağdaş tarihleri karşılaştırma yoluyla gösterdiği kadarıyla, vakayinameler bunlarla çelişen hiçbir şey içermemektedir. İlk hanedana ait anlatının doğruluğunun sınanması, daha yetersiz bir yapıya sahiptir. 900-1400 yılları arasındaki zamana dair taş üzerindeki kayıtlar daha sonraki zamanlara göre daha nadirdir ve birçoğu hükümdarın özel adını içermez. Şimdiye değin bu kadarı ortaya çıktı. Kral Bum Lde’nin adı, kendisine ait bir ferman içeren Mulbe’de bir kaya üzerinde bulunur. Kalatse’de İndus üzerinde bir köprünün inşasını anlatan bir yazıt, Kral Lhachen naglug’a rahatlıkla atfedilebilir. Ancak kaya üzerinde verilen tarih ile vakayinamelerde Kalatse’nin kuruluşu için verilen tarih çakıştığı için sadece “büyük kral”dan söz edilmektedir. Yine Daru yakınlarındaki bir kayanın üzerinde, şu anda sahip olduğumuz vakayinamelerde bulunmayan bir kral adını okuyoruz: Lhachen kun ga namgyal. Bununla birlikte, adının sadece bir kısmının (Lha .... gyal) vakayinamelerde korunmuş olması oldukça olasıdır. Bu nedenle, günümüze kadar bilinen yazıtların tanıklığı, vakayinamelerin ilk bölümünün doğruluğu konusunda çok ileri gitmemektedir. Burada imdadımıza halkbilim yetişiyor. Folklor, ilk hanedanın iki kralının adını iki şarkıda korumuştur. Vakayinameler onlar hakkında söylediklerine aykırı olmayan bir eğilimdir bu. Bu krallar Nyima gon ve Jopal’dır. Ve Batı Tibet’in bir başka kralının ya da en azından prensinin adı (Prens Rinchen), Keşmir vakayinameleri tarafından doğrulanmaktadır. Elbette, vakayinamelerimiz ilk yarısının doğruluğunu kanıtlamak için daha fazla delil sunabildiğimiz için memnun olmalıyız. Bununla birlikte kronolojik olarak bile olsa, onun ifadelerine uygun olduğu ileri sürülebilir ve tarihin ilk bölümünü de bütünüyle doğru ve güvenilir olarak kabul etmeye hakkımız olduğunu düşünüyorum.
Batı Tibet vakayinameleri hiçbir durumda bir kralın saltanat zamanını tam olarak belirlememize izin vermez. Bununla birlikte birkaç kral, tarihleri tayin edilebilen diğer tarihi kişiliklerin çağdaşları olduğu için, tüm Ladakh krallarına yaklaşık bir tarih verebilecek durumdayız. İkinci hanedanla ilgili olarak, olası hatalar on yıldan fazla olamaz. Belli bir kralın saltanatının bu tarihte verilen süreden daha uzun veya daha kısa olabileceği baştan kabul edilmelidir. Ancak onun fiili saltanatının bazı yıllarının burada verilen bazı yıllarla örtüşmesi muhtemeldir. Bu kitapta verilen tüm kronolojinin dayandığı sabit tarihler şunlardır: Langdarma, MS 900-921. Kral Bum Lde’nin çağdaşı Tsongkapa, MS 1378-1441 (veya 1355-1418). Cunningham’a göre, muhtemelen İslam kaynaklarından, Jamyang Namgyal komutasındaki Balti Savaşı, MS 1580-1600. Delegs namgyal yönetimindeki Basgo kuşatması MS 1646-47 ve Dogra savaşları 1834-1842. Sabit bir tarihi olmayan en uzun süre MS 900 ila 1400 arasındadır. Bu dönem her krala yirmi beş yıl verilerek doldurulur. Avrupa kavramlarına göre, bir neslin ortalama süresi otuz yıldır. Ancak Tibetliler oldukça erken evlendikleri için burada bir neslin süresi daha kısa olabilir.
Batı Tibet tarihi için özel değer taşıyan en önemli yabancı belgeler şunlardır: (1) Kalhana tarafından yazılan Rajataranginl (Keşmir günlükleri) sekizinci yüzyılın başlarında Batı Tibet’e yapılan Çin ve Keşmir seferleri anlatılır. (2) Aynı dönem için Çin Tang hanedanının yıllıkları. (3) Jonaraja tarafından yazılan Rajataranginl (Keşmir günlükleri), on dördüncü yüzyılın başında Rinchana Bhoti’nin hayatı anlatılır. (4) Moğol tarihçisi Mir İzzet Ullah’ın, 1646-1647’deki Basgo kuşatmasıyla ilgili anlatısı. (5) Bir Dogra subayı olan Basti Ram’ın Dogra Savaşı (1834-1839) hakkındaki anlatısı, Cunningham tarafından nakledilmiştir. (6) Birkaç durumda Orta Tibet tarihi eserleri.
Bu tarih çalışmasını bir kılavuz kitap olarak kullanmak isteyenler için aşağıdaki liste faydalı olacaktır.
Dras: Antik Budist heykelleri. Bungalov yakınlarındaki Modern Dogra kalesi. Vadideki alçak tepelerde bilinmeyen kale kalıntıları. Kaya oymaları.
Shimsha Karbu: Kökeni bilinmeyen harap kale. Kaya oymaları.
Kargil: Kargil’in kuzeyindeki Sod kalesi. Suru Nehri’ne ayrılır. Kartse kalesinin kalıntıları. Şehirdeki modern Dogra kalesi.
Pashkyum: Kale kalıntıları.
Mulbe: Yol üzerindeki ilk Budist manastırı. Kayanın üzerindeki antik yazıtlar. Maitreya’nın devasa heykeli.
Bod Karbu: Köyün yukarısında bulunan tepedeki antik kent. Stagtse kalesi. Chigtan Nehri’ne ayrılır. Chigtan, eski manastır ve kale. Shagkar kalesi.
Henasku: Kalesi ve kralları. Lamayuru. Eski manastır. Wan-la’ya ayrılır. Antik kale. Hunupata, Dard kaya oymaları.
Kalatse: Köprü yakınındaki antik yazıtlar. Bragnag kalesi. Dard kaleleri. Balukar.
Nyurla: Tingmogang’a ayrılır. Ladakh krallarının ikametgâhı. Antik heykeller.
Saspola: Köprünün yakınında, Alchi Kargog antik kalesi. Kaya yazıtlar. Mağara manastırı, Nyizlapug. İndus’un sol kıyısında, Alchi, antik manastır.
Basgo: Eski kale. Kale içindeki manastır. Keşmir manastırı. Basgo Muharebesi. Mani duvarları. Likir’e ayrılır, ünlü manastır.
Nyemo: Harap manastır; eski başrahibe heykeli. Chungkar kalesi.
Daru: Antik kale. Ticaret yolu üzerindeki yazıtlı heykel.
Piang: Ünlü manastır. Kalelerin harabeleri.
Spitug: Ünlü manastır. Harabelerdeki Kaoche Manastırı.
Leh: En uzun mani duvarı. Harabelerdeki Trashi Namgyal Kalesi. Sengge namgyal Sarayı. Harabelerdeki en büyük tapınak. Namgyal tsemo tepesindeki Kızıl kolej. Camiler. Fil kayalığındaki yıkık manastır. Taş üzerinde birçok antik Budist heykeli.
Sabu: Kaleler, vb.
Sheh: Kale, chorten. Devasa heykel. Antik yazıtlar.
Chushod: Balti kolonisi.
Hemis: Manastır.
Chemre: Manastır.
Rongchurgyud: Dard kolonisi.
Hanle: Manastır.
Trashisgang: Sınırın ötesindeki ünlü manastır.
Baltistan’da
Shardo: Ünlü kale. Sadpor, eski Budist heykelleri ve yazıtları. Kapulu, şefi.
Zangskar’da
Spadurn, kale. Eski Budist heykelleri. Zangla, kale ve krallar. Stongrdze, antik chortenler. Kanika, manastır.
BIRINCI BÖLÜM
Batı Tibet Halkları Üzerine Yazan Grek ve Romalı Yazarlar
Batı Tibet’in mevcut nüfusu, ikisi Aryan soyundan ve (ikisinden sayısal olarak üstün olan) biri Moğol kökenli olmak üzere en az üç farklı halkın uzun bir harmanlanma sürecinin sonucudur. Aryan ulusları şunlardır: Gilgitli Dardlar ve Kuzey Hindistanlı Monlar (belki de Keşmir kökenlidir). Moğollar, Tibetli bir ulustur.
Bu açıklamadan sonra Herodot’a dönelim ve onun Dardlar hakkında ne söylediğine bakalım. Zira onun farklı türdeki Hintlileri tanımlarken (3. kitap 98-106) Dardlardan bahsetmemesine rağmen uzmanlar, “altın kazan karıncaların” ülkesi hakkında söylediklerinin İndus’taki Dardların topraklarına atıfta bulunduğu konusunda hemen hemen hemfikirdir. Herodot 3. kitap 102. sayfada şöyle yazar: “Kakpatyros kasabası yakınlarında ve diğer Hintlilerin kuzeyine doğru Paktyika (Afganistan: Yunanca Pashtu ve Pathan kelimelerine tekabül eder) bölgesinde başka bir Hint halkı yaşar; yaşam tarzları Baktriyalılarınkiyle aşağı yukarı aynıdır. Bunlar Hintlilerin en savaşçı olanlarıdır ve altın için gönderilenler de bunlardır; zira bu bölgede kumlu çöl bulunur. Bu çölde ve bu kumlarda köpeklerden küçük, tilkilerden büyük karıncalar vardır. Ele geçirilenlerden bazısı şu anda Pers Kralı’nın mülküdür. Bu karıncalar kendileri için yerin altında yuvalar açarlar ve bunu yaparken, bizdeki karıncaların yaptığı gibi aynı şekilde toprağı yukarı atarlar ki zaten tam da bizdeki karıncalara benzerler. Bu atılan kum altın içerir ve bu kum uğruna Hintliler çöle gönderilir… Hintliler, develerini bu şekilde kuşattıktan sonra altın için yola çıkarlar. Altın toplamaya günün sıcağında giderler çünkü o sırada karıncalar yerin altında kaybolur… Hintliler deri çantalarıyla (altın tozunun olduğu yere) geldiklerinde bu torbaları kumla doldurup bir an önce yola çıkarlar. Çünkü Perslerin dediğine göre, olup biteni koku duyularıyla anlayan karıncalar, hemen peşlerine düşerler ve son derece hızlıdırlar. Dolayısıyla Hintliler, karıncalar toplanmadan önce yola koyulamazsa hiçbiri kaçamayacaktır…”
Hint sarayındaki bir Yunan Elçisi olan Megasthenes tarafından oldukça benzer bir hikâye anlatılır. Elçi, Hintli karıncaların altını metal uğruna değil, kendileri için yuva yapmak için çıkardıklarını anlatır.
Herodot’un hikâyesini neredeyse tam olarak verdim çünkü bu hikâye, bu tür anlatıların sürekliliğine bir örnek olarak özellikle ilgi çekicidir. Birkaç yıl boyunca, şimdi tamamen Tibetleşmiş, ancak eski günlerde bir Dard kolonisi olan küçük Kalatse köyünde yaşadım. Burada Avrupalı bir halkbilim öğrencisinden bir mektup aldım.1 Böyle karıncalar varsa, altın kazıcı karıncalarla ilgili hikâyeleri göndermemi istedi. Birkaç gün sonra, ona Kalatse’de keşfedilen altın kazıcı karıncalarla ilgili iki uzun hikâye göndermeyi başardım. Ama bununla da kalmadı; Kalatse halkının inanışına göre altın arayıcısı olan karınca türü bile bana gösterildi. Bu karınca çok küçük bir yaratıktı ve bir köpek ya da tilki boyutundan çok uzaktı ama hikâyenin Hindistan’dan Yunanistan’a giderken biraz abartılmasına anlayış göstermeliyiz.
Bu masal bir yana, Yukarı İndus vadisinin altın üreten bir ülke olarak varlığının Herodot zamanından beri dünyaca bilindiği gerçeği geçerliliğini sürdürmektedir. Diğer klasik yazarlar bu bölgedeki altın üretiminden söz ederler. Ctesias, “Altın, Paktolos nehrinde olduğu gibi yıkanarak elde edilmedi,” diye yazar. Pliny’nin Fertilissimi sunt auri Dardce, Setae vero argenti (Dardların ülkesi bol miktarda altın, Setae’ninki ise bol miktarda gümüş üretir) şeklindeki cümlesi, oldukça ünlü oldu çünkü Setae kabilesi, Seth olarak adlandırılan Hintli sarraf kastından başkası değil gibi görünüyor (Cunningham).
Ülkenin bize ait olan bölgesinde bile İndus kıyılarında ilerleyip altın avcılarının eski günlerden beri orada bıraktığı izleri gözlemlemek özel bir öneme sahiptir. İndus boyunca Saspola’dan Dartsig’e seksen kilometreden fazla bir mesafe katettim ve birkaç kısım hariç dokunulmamış toprağa rastlamadım. Zemin, sanki büyük sabanlarla işlenmiş gibidir. Birçok yerde duvar kalıntıları toprak üzerinde hâlâ görülebilir. Kazma işlerine siyasi sebeplerden dolayı birkaç yıldır ara verilmiş ama Avrupalılar gözlerini bir kez daha bu eski altın tarlalarına çevirmiş durumdalar ve eski nehir bir kez daha insan altın avcılarının hararetli faaliyetlerine tanık olabilir. Burada bulunan altının rengi parlak sarıdır, o kadar parlaktır ki yerliler Avrupalıların kullandığı altının gerçek metal olduğuna hemen inanmaya hazır değildir.
Keşmirliler, Yunanlar ve Romalılar tarafından ismen biliniyordu. Batlamyus, İndus’taki Daradrai (Dardlar) ile Byas’taki Kylindrine (şimdiki Kulu) arasına yerleştirdiği Kaspeiria bölgesinden bahseder. Yunanca Kaspeiria kelimesi, literatürde yer almasa da Sanskritçe Kasmira kelimesi ile modern diyalektikteki Kasir kelimesi arasındaki orta aşama olması gereken Hintçe Kasvira kelimesini yazma girişimini temsil eder. Daha sonraki bir Yunan yazar olan Dyonysios, kendi döneminde Hintliler arasında ayakları, yani dağcılık yetenekleriyle ünlü olan Kaspeiroi kabilesinden bahseder.
Batı Tibet bölgesini ve çevresini sulayan tüm nehirler eskiler tarafından, özellikle de Batlamyus tarafından biliniyordu. Jhelum’un Sanskritçe adı Vitasta’dır ve Batlamyus orayı Bidaspes (daha eski Hydaspes yerine) olarak adlandırır. İndus şimdiki adıyla biliniyordu. Sutlej, Sanskritçe Satadru, Batlamyus tarafından Zaradros olarak adlandırılır; Byas Nehri (Sanskritçe Vipâsa), Bibasis (daha eski Hyphasis yerine); ve Chandra Bhaga, Batlamyus’un kitabında Sandabal olarak görülür.
General Cunningham ayrıca Cesi (Pliny) kabilesini ve Batlamyus’un Akhassa bölgesini Batı Tibet bölgesine yerleştirir; ancak bu varsayımlar modern bilim insanları tarafından henüz incelenmediğinden, bu soruları cevapsız bırakmak zorundayım.
Akhassa bölgesinin batısında yaşadıklarını söylediği Byltce (Balti’ye çok benziyor) ulusundan bile bahseden Batlamyus, Tibetlilerin eski bir adını koruduğuna inanılan eski coğrafyacıdır. Dabasae ulusundan bahseder ve bu durum Tibet çalışanlara, Orta Tibet’teki modern Ü (dBus diye yazılır) eyaletine dair bir Roma çevirisi olduğunu düşündürmüştür. Tibet dilinde çok garip bir telaffuz kuralı vardır. Buna göre d ve b harfleri bir kelimenin başında birleşirlerse birbirlerini geçersiz kılar. Dolayısıyla, Tibetçe dBus kelimesinin us olarak telaffuz edilmesi gerekirdi ve sondaki s harfi i haline gelebildiğinden, uzun dBus kelimesinin değişen telaffuzunun son aşaması Ü’dür. Bu ses yasası o kadar tuhaftır ki birçok filolog bunu kabul etmekte güçlük çekmiştir. Filologlar, gerçek kelimenin her zaman Ü veya US olduğunu ve d ile b harflerinin önekinin bazı kaçık bilim insanlarının eseri olması gerektiğini söylüyorlar. Bu şüphelere yanıt olarak diğer filologlar Batlamyus’a kadar geri gittiler ve onun eski Dabasae’siyle, onun zamanında dBus kelimesindeki d ve b’nin tam sese sahip olması gerektiğini kanıtladılar. Durum ne olursa olsun, çok arkaik bir karaktere sahip olan günümüz Tibet lehçeleri, günümüzde çoğu Tibet lehçesinde birbirini geçersiz kılan d ve b’nin eski zamanlarda gerçek olması gerektiğinin yeterli kanıtıdır.
Bir Göçebe Çadırı, Rupchu, Fotoğraf F. E. Shawe
Kalatze yakınlarda eski bir altın madeni, Fotoğraf F.E. Shawe
Bu lehçelerin yardımıyla, eski zamanlarda (örneğin Herodot zamanında) Tibet’teki Tibetlilerin yaşadığı gerçeği ortaya konmuştur. Aksi takdirde, MS 1000’de Orta Tibet hanedanının gelişine kadar ülkenin yalnızca Dardlar ve Monların elinde olduğunu söyleme eğiliminde olmalıyız. Ancak bu durumda Batı Tibet’in Tibet dili, MS 700 gibi erken bir tarihte tamamen geliştirilmiş olan Orta Tibet’in özelliklerini gösterecekti.
Filolojik nedenler, bizi, Dardlar ve Monların muhtemelen henüz asıl evlerini terk etmedikleri Herodot zamanlarında, eski bir Tibet göçebe kabilesinin sürülerini Batı Tibet’in ovalarında ve tepelerinde beslediğine inanmaya zorlar. Cunningham onların Gilgit’e kadar uzandığına inanıyor. Yaşamları muhtemelen günümüzün Tibet göçebelerininkinden hiçbir şekilde farklı değildi. Çok sayıdaki yak,2 keçi ve koyun sürülerinin ürünleriyle, yak kılından yaptıkları çadırlarda yaşıyorlar ve Kiang,3 yaban koyunu ve yaban yakı avlıyorlardı. Zira o zamanlar, kaya oymaları ve folklor bizi yanıltmıyorsa, tüm bu hayvanların beslenme alanları günümüzde olduğundan çok daha batıdaydı. Bu eski Dabasaeler muhtemelen şu anki çocukları kadar güçlü bir şekilde belirgin olan şiirsel içgüdüye sahipti ve benim çevirimin Binbaşı Peacock yorumunda (Ladakh Şarkıları, No. VII.) burada verilen şarkıya benzer şarkılar, antik Ladakh’ın vadileri ve tepelerinde duyulmuş olabilir.
Bir dağ yamacında sürüleri güden bir kız, vadi boyunca benzer şekilde çalışan bir gence şarkı söylüyor:
Çayırda, çayırda, yüksek çayırda rüzgâr esiyor,
Ah dinle delikanlı, ah şarkımı dinle,
Tarlada ve bahçede yetişen en tatlı çiçek
Ah dinle delikanlı, ah şarkımı dinle.
Çiçeği koparabilirsin tatlım, narin çiçeği koparabilirsin,
Ama onu elinde kabaca tutmayacaksın;
Yoksa bir anda kurur, bir saatte yok olur,
Sen acımasız, onu elinde tutmaya cesaret edersen.
Ah, ama koynuna doğru eğil, ruhuna yuva yapacak,
Yüreğinin çevresine incecik dallarla sarılacak;
Ah, delikanlı, göğsünü ona yasla, büyüyecek ruhuna,
Ve güçlü ama hassas dallarla kalbini tut.
İKINCI BÖLÜM
Monların Batı Tibet Misyonu
Hemen hemen her Batı Tibet köyünde Mon adı verilen bir veya birkaç aileye rastlarız. Bu insanlar çoğunlukla müzisyen veya marangozdur ve nüfusun geri kalanı tarafından pek az saygı görürler. Aşağı konumları, onların başlangıçta, eski günlerde fethedilen Tibetlilerden farklı bir ulusa dahil olduklarına inanmamıza sebep oluyor. Ancak Ladakh’ın birçok yerinde Monların gerçekte kim olduğunu belirlemek imkânsızdır çünkü orada, Monların yerleşiminden sonra ve Orta Tibetlilerin gelişinden önce, Dard göçleri gerçekleşti ve böylece insanların anıları belirsizleştirildi. Zangskar’da durum farklıdır. Zangskar, görünüşe göre Dardlar tarafından hiçbir zaman sömürgeleştirilmedi ve oradaki olayların gidişatı o kadar karmaşık değildir. Zangskar’a yaptığım bir yolculukta Mon kabilesiyle ilgili aşağıdaki ilginç bilgileri öğrendim:
Sakinler bana Zangskar’ın bir zamanlar tamamen Monların elinde olduğunu söylediler. Eski kalelerinin kalıntılarına hâlâ “Mon-kaleleri” deniyor. Sonra ülke Tibetliler tarafından fethedildi ve yaklaşık yetmiş yıl önce Monlar geri gelip orayı yeniden fethedene kadar bir Tibet ülkesi olarak kaldı. Zangskar’da tüm Hintlilerin, Keşmirlilerin veya Dograların Mon olarak adlandırıldığını öğrendim ve günümüzün Hintlilerine böyle denilirse Tibetliler tarafından tabi kılınan eski Monların da bir Hint kabilesi olması güçlü bir ihtimal hale gelir. Ve Zangskar’ın sonraki komşuları oldukları için ilk etapta Keşmirlilerin akla gelmesi mantıklıdır. Eski Zangskar Mon yerleşimlerinin kalıntıları arasında, eski Budist sanatının heybetli kalıntılarını keşfettim ve Zangskar ve Ladakh’taki eski Mon yerleşiminin Lamaist öncesi Budizmle bir bağlantısı olması gerektiğine dair inancım giderek arttı. Batı Tibet’in eski Hintliler tarafından sömürgeleştirilmesine dair en güçlü kanıt, yaklaşık MÖ 200’e ait Brahmi karakterlerindeki yazıtlardır. Geleneğe göre Kral Asoka (MÖ 272-231) tarafından Pataliputra’da düzenlenen efsanevi üçüncü Budist Konseyinde, Yarkent, Keşmir ve diğer birçok ülkeye Budist misyonerlerin gönderilmesine karar verildiğini biliyoruz. Budizm Keşmir’de o kadar sağlam bir yer edindi ki, Kral Kanishka’nın (MS 125-152) yönetimindeki dördüncü efsanevi konseyin Keşmir’deki Jalandhara’da düzenlendiği söyleniyor. Üçüncü ya da dördüncü konseyden sonra Budizm, Keşmir ve Yarkent arasında yer alan Batı Tibet’e götürülmüş olmalıdır. Ve Mon örneğinin açıkça gösterdiği gibi bu misyon, sadece dini bir misyon olamaz. Görünüşe göre medeni ve kolonize edici bir misyondu. Tapınaklar ve manastırlarla Budist öğreti merkezleri kurmadan gezgin göçebeleri etkilemek zor olurdu. Neredeyse boş olan topraklar gitgide daha fazla sömürgeciyi cezbetti ve dini yerleşimler zamanla köy ve kasabalara dönüştü.
Aşağıda, Zangskar’da bulunan Spadum’daki antik Budist kalıntılarının kısa bir açıklaması yer almaktadır. Sırtın nehre doğru olan yamacında, kasabanın biraz altında en az iki katlı bir Ladakh evi büyüklüğünde büyük bir kaya var. Şehre doğru bakıldığında kuzey tarafında bölge halkı tarafından rGyalba rigs lnga olarak adlandırılan derin kabartmalı beş Buda figürünün oluşturduğu bir heykel bulunuyor. Figürlerin hepsi gerçek boyutların çok üzerindedir ve heykeller tüm ekleriyle birlikte en az altı metre karelik bir alanı kaplar. Kabartma çoğu durumda kayadan on beş santimetre derinliğe kadar işlenmiştir ve işçilik, Batı Tibet’teki diğer herhangi bir antik heykelden daha iyidir. Ortadaki Buda figürü, bir sonraki kalpanın (100.000 yıllık döngü) gelecekteki Budası olan Maitreya’yı temsil eder ve diğer dört Budanın, şimdiki Budaların ve önceki üç kalpanın temsilleri olduğu söylenir. Üç noktalı bir taçla donatılmış tek figür Maitreya’dır. Diğerleri gibi o da bir nilüfer tahtına oturmuştur ve tahtının altında iki aslan vardır. Elleri önde neredeyse birbirine değer ama sağ eli sol elinin biraz üzerindedir. Maitreya’nın solundaki Buda’nın tahtının altında bir çift tavus kuşu vardır ve parmak uçları önde birbirine değmektedir. Maitreya’nın sol tarafından ikinci tahtının altında iki garuda (mitolojik kuş) vardır. Maitreya, sağ elini ders veriyor gibi havaya kaldırır. Maitreya’nın sağındaki iki Buda, sağ elleriyle yere dokunur. Heykelin o kısmı toprakla kaplı olduğu için nilüfer tahtlarının altında hangi sembollere sahip oldukları tespit edilememiştir. Bu beş Buda tasvirinin altında uzun bir piramit şeklindeki chaitya4 sırası ve bunların altında Maitreya gibi hepsi üç noktalı şapka takan bir dizi adam var. Beş Buda’nın üzerinde, sıranın her iki ucunda, kayaya açılmış iki kare girinti vardır, bunlar açıkça kirişlerin alınmasına hizmet eder. Böylece kayanın önüne dikilmiş bir salon olduğu ve salonun arka duvarını heykellerin oluşturduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda açıklanan heykellerin yanı sıra, bir dizi başka resim var: Altı metre yüksekliğinde duran Budalar ve başka yerlerde aynı kayaya oyulmuş ve daha az derin bir üslupla her boyutta chaitya.
Spadum’da terk edilmiş tapınağın üzerindeki eski heykeller. Fotoğraf T.B. Riddell.
Nehrin biraz yukarısındaki yamaçta, üzerinde alçak kabartmada daha fazla heykelin bulunduğu benzer bir kaya var. Bunlar, muhtemelen bir önceki kayada otururken bulduğumuzla aynı, ayakta duran beş Buda’yı temsil ediyor. Üçünün altında da aslan, tavus kuşu ve garuda figürlerinin ana hatları görülmektedir. Bu amblemler muhtemelen çok daha sonraki bir tarihte eklenmiştir; aksi takdirde amblemler kalan iki Buda’nın altına da oyulmuş olurdu. Sanatçı oraya ne ekleyeceğini bilememiştir çünkü onun zamanında ana heykelin o kısmı zaten toprakla kaplıydı. Kayanın her iki tarafında da kirişlerin alınmasına yarayan kare oyukları görüyoruz. Ancak en çok ilgi çekeni, kayanın altında birbirinden duvarlarla ayrılmış birkaç hücre oluşturan mağaralardır. Bunlar kesinlikle eski bir Budist manastırının son kalıntılarıdır. Ancak hücreler neredeyse tavana kadar toprakla doludur ve bir gün kazı yapılabilirse büyük bir buluş olur. Bu manastırın bir zamanlar daha büyük olduğu, üzerindeki iki kiriş oyuğu ile kanıtlanmıştır.
Artık ıssız olan bu yerde bir zamanlar canlı olan hayat, muhtemelen o günlerdeki Hint manastırlarındakinden çok farklı değildi. Keşişlerin sarı cüppe giydiği kesindir. Ancak günümüzde Zangskar’da ikamet eden bazı Lamaist mezhepler tarafından sarı cübbenin hâlâ giyilmesi büyük ilgi görüyor. Ben de bir keresinde sarı cüppe giyen iki Zangskar Lama gördüm. K. Marx, Tibet’teki Lamaların elbisesinin rengiyle ilgili olarak şu yorumu yapar: “Lamaların kıyafeti konusunda yaygın bir yanılgı var, yani Lamaların ‘kırmızı’ mezhep elbisesinin kırmızı ve ‘sarı’ mezhebin sarı olduğu şeklinde. Durum böyle değildir. Hem ‘kırmızı’ hem de ‘sarı’ların elbisesi, bildiğim kadarıyla sadece Zangskar’da yaşayan ve elbisesi de sarı olan Geldanpa’nın özel bir siparişi dışında kırmızıdır. Ancak ‘kırmızı’ mezhebinden olan Lamalar da bellerine kırmızı şapkalar ve kırmızı eşarplar takarken, ‘sarı’ ‘lamalar’ söz konusu olduğunda bunlar sadece sarıdır.” Ruhban cüppesinin asıl Budist renginin yalnızca Zangskar’da günümüze kadar korunmuş olmasının en basit açıklaması muhtemelen şudur: Zangskar, Kral Lha chen ngorub’un emrinden etkilenmemiştir, yani tüm acemiler eğitim için Orta Tibet’e gittiler ve asıl Budizm burada Lamaizm tarafından yutulmadan önce birkaç yüzyıl daha varlığını sürdürdü.
Yukarıda anlatılanların yanı sıra, Zangskar’daki antik Monlara ait diğer kalıntılara da rastladım. Zangla köyünün yakınında, yol kenarında bir yanı piramidal chaitya resimleriyle kaplı bir kaya var. Bu resimler kayaya oyulmuştur ve çizgiler kırmızı renge boyanmıştır. Stongrdze köyünde, hâlâ Mangyi mani (Monların manisi) olarak adlandırılan stupalara ve chaityalarına ait son kalıntılara götürüldüm. Onlardan geriye pek bir şey kalmamış olsa da asıl şekillerinin Zangla’daki kayanın üzerinde resmedilenlere benzediği görülebiliyordu.
Yerliler tarafından Zangskar’daki bir dizi yıkık kaleye Mongyi mkhar, “Mon kalesi” denir. Bu özellikle şunlar için söylendi: Sanid yakınlarında Drakar, Darkungtse ve Tsadar yakınlarında bir kale. Ancak antik Monların en önemli tahkimatı, müstahkem Ghor ghor köyüne uzun bir duvar suruyla bağlanan Spadum kalesi gibi görünüyor. Bu sur bir tarafta surları korurken, diğer tarafta nehir vardı. Bu tür bir tahkimat Avrupalıların anlayışına hitap ediyor, çünkü bu durumda uzun süreli bir direniş sunan bir kaleyi anlayabiliriz, suyun tükenme riski yoktur. Ancak bu ülkede neden bu kadar çok kalenin çıplak kayalıklara inşa edildiğini anlamak bizim için zor, bu durumda kuşatılan tarafın kendisine nasıl su sağladığı bir sır olarak kalıyor.
Bu, Ladakhlı Monlar ile ilgili olarak bilinen başlıca konuların bir özetidir. Günümüzde kast sisteminin altında yer alan bir Mon gördüğünde, önünde Batı Tibet’te neredeyse hiçbir zaman mükemmel olmayan heybetli sanat eserleri olan eski Budist misyonerlerin muhtemel bir torunu olduğunu kim düşünür?
Bir Mon Müzisyeninin Şarkısı
Tibet Kemanı
Trashi wanggyal adlı kemanımın,
Harika bir babası yok mu sanıyorsun!
Kurşun kalem ardıcının ilahi ahşabı
Onun yüce babası değilse, kimdir?
Trashi wanggyal denilen kemanımın
Ufak bir anası yok mu sanıyorsun!
Keçiden alınan teller
Onun küçük anası değilse başka kimdir?
Trashi wanggyal denilen kemanımın
Hiç kardeşi yok mu sanıyorsun!
Elimin on parmağı
Onun kardeşleri değilse başka kimdir?
Trashi wanggyal denilen kemanımın
Hiç arkadaşı yok mu sanıyorsun!
Kendi ağzının tatlı sesleri
Onun arkadaşları değilse başka kimdir?
Nakarat
Shab shdb ma zhig shab sbdb ma zhig,
Tse sdng ma zhig sang mol.