Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Veysel Çavuş», sahifa 2

Shrift:

SEZA’NIN KOCASI

Hısımdan akrabadan altı-yedi kız var ki birtakımının gelinlik çağları geldi yetişti, birtakımının da eli kulağında… Bunların hepsi elimde büyüdüler, hepsi beni severler, benim de artık son arzum, bunların saadetlerini görmekte kaldı!..

Ben şu dünyada, zaman zaman birçok işler yapmaya çalışmış idim. Bir zamanlar şair olacaktım, bir zamanlar büyük bir muharrir. Bir aralık, büyük bir devlet adamı olmak hevesine düştüm. Hatta haricî memuriyetlere bile talip oldum. Nihayet, bir vakitler de müverrih olduğuma kendim bile kail olacak21 oldum. Lakin artık bugün, itiraf edeyim ki bunların bir kısmını hiç olamadım, birtakımını da pek fena taklit edebildim. Mesela, şiirlerimi okumaya benden başkası tahammül edemezdi; yazdığım makalelerin, hikâyelerin ise kıraatine22 ben bile tahammül edemedim. Haricî memuriyetlerde kumara alışmaktan başka kârım olmadı. Bir tarafta istidat göstermeye müsait zemin zuhur etmediğine hamlederek kendi kendime teselli buldum.

Müverrihlik bahsine ise en son geldim ve vâkıâ çok da eser okudum ancak o kadar güzel şeyler gördüm ki cesaretim kalmadı, bir satır, ne olur bir satırcık olsun yazmaya kendimde kuvvet bulamadım.

Şimdi yaş altmış, ben ise “Mütekaidin-i Memurin-i Devlet-i Âliye’den…”23 Kendi çoluğum çocuğum yok ise de bunların hepsi benim kızlarım gibi!.. Hele bir-ikisinin babalarından, analarından ziyade bana muhabbetleri bulunduğuna hiç şüphem yoktur. Dünyada hiç olmazsa bunların saadetlerini görmek istiyorum ve bunların saadetlerini düşündükçe hepsine, kendi hayalimde birer koca bulabiliyorum. Mesela filanın şöyle bir kocası olursa bahtiyar olur, filana da şöylesi olmalıdır… Yalnız, sıra Seza’ya gelince tereddüt ediyorum, acaba Seza nasıl bir koca bulacak diye düşünüyorum. Çünkü bu öyle bir kız ki ne kolay kolay anlaşılır ne de anlatılır. Bir defa gayet zeki. Kendisi şen ve alaycı görüldüğü hâlde hissiyatını ketmetmekte son derece kuvvetli. Ötekiler gibi biraz fazla yürürse yorulmaz, moda deyince çıldırmaz, çok gülerse sinirini tutup sonra yarım saat ağlamaz! Vücudu mütenasip ve kuvvetli, bir esvabı arkasına uydurmak için korsesini fazla çekmeye yahut doldurmaya hacet yok. Kendisine yaraşmayan tavrı, taklitçiliği yok. Okuyup yazması da ötekilerden fazla, fıtraten de müsait ve müstait.24 Kuvvetli bir hafızası var. Hissiyatına mağlubiyeti de enderdir. Demir gibi soğuk ve katı düşüncelerden zevk alır. Biraz da mağrurdur, hatta müstehzidir. İnsanların amansız tarafını bulur ise âdeta zalim olur. En fenası, herkesle alay ettiği, oturup konuştuğu hâlde, filanı beğenip tercih ettiğini hissettirmez ki insan ona göre bir kıyas yapsın…

“Seza filancayı sever misin?”

“Bilmem!.. Hiç düşünmedim.”

Seza’nın şiir tarafı pek az, hesap tarafı pek çoktu. Âdeta sevmeye bile düşünerek muvaffak olacağına kanaatim var gibiydi.

“Seza tahattur ediyor musun İzzet Bey’i; bana ne kadar methetmiş idin! Galiba Fehime sana haksızlık etti!”

“Aldanıyorsunuz dayı bey, Fehime o zaman bana isimden bahsetmemek için yemin verdirmiş idi. Ne ise sonra hanım yengem size ilham etmiş oldu.”

Görülüyor ki Fehime ile laubaliyiz… Ötekilere pek serbest davranır isem de onlar hiçbir vakit Seza gibi olamadılar, benden utanırlar, odada çokça koca lakırtısı olsa kalkar kaçarlar. Seza hiç oralarda değildir. Kendisinden pek çok bahsettirmeyi de iyi biliyor. Seza, yaradılıştan idare olunacak bir kadın idi. Kocası idaresini ona bırakacak olursa fena bir ev kadını olacağını görüyorum lakin onu idare edecek erkek tasavvuru da bence mümkün değildir.

Kendi kendime Seza’yı genç bir zabite verecek oldum… Faraza bıyıkları kesik, kalpağı Kafkasvâri iki taraftan çekilmiş, kılıcı koltuğunda, alamod25 bir zabit. Eminim ki Seza iki günde onu şaşırtacak, zavallı yürümesini bile unutacak. Seza’yı şöyle ağırca, durmuş oturmuş bir beye versek onu da iki günde divane edip akıldan çıkaracaktır. Ona zaten akıldan çıkmış bir koca lazım olduğunu düşünemiyor imişim. Bakınız, tesadüf bunu ne kadar güzel düşünüp halletti.

Bir aralık birader rahatsız olmuştu, bizim Urumeli’de bir parça arazi vardır ya onun işlerini yüzüstü bırakmamak için beni oraya göndermişti. Üç-dört ay kadar orada kaldım. Son günlerde Seza bana iki mektup yazdı bir defa da telgraf çekti. Ne zaman İstanbul’a döneceğimi soruyordu. Tuhaf buldum, bir şey de anlamadım.

İstanbul’a geldiğimin ikinci günü haber almış, geldi. Bana bilmem nasıl münasip getirip Moda Jimnastik Kulübü’nden bahsetti. Oraya hiç gidip gitmediğimi sordu.

“Hiç gitmedim.” dedim.

“Dayı bey, yarın oyun var, gider misiniz?” diye sordu.

“Kızım, vâkıâ spora merakım var ise de sureti mahsusada26 kalkıp da Moda’ya gidecek kadar değil. Bir sırası düşerse, giderim.”

“Ama dayı bey, yarın büyük bir oyun var!”

Bir parça şüphelenir gibi oldum:

“Sen hiç oraya gittin mi Seza?”

“Evet gittim… Kadınlar da gidiyor!”

“E, pekâlâ! Ne gördün bakayım?”

“Dayı bey! Bir bey var. Tamam iki metre yüksek atlıyor.”

“Ya… Nasıl bey bu!..”

“Bilmem, genç bir efendi. Hem dayı bey, size açıkça bir şey söyleyeyim mi? Diyorlar ki o bey güya bizim eve haber göndermiş… Güya, görücü gibi!”

“Ya!.. Seza, a kızım neden deminden beri beni yorup duruyorsun, söyle bakayım ne münasebetle bu delikanlı sana talip çıkıyor?”

“Canım dayı, ben ne bileyim! Bana da Selime söyledi. Bana göre, Fehime’nin kocasının münasebetsizliği olacak, onun arkadaşı mı imiş, ne imiş…”

“E, pekâlâ, bu bey seni tanıyor mu?”

“Hayır…”

“Aaa! Nasıl olur. Fehime’nin kocası tanıştırmayı düşünmemiş olabilir mi?”

“Dayı bey, artık ben de öteki kızlar gibi sıkılacağım ama size tanımıyorum diyorum ya! Beni gördü ama tanımıyor.”

“Nerede gördü?”

“Canım, biz Selime ile Ali Bey’in evine gitmiş idik, oradan çıktık, gelirken sarı evin önünde karşı karşıya geldik. Orada gördü.”

“Gördü de yani ne yaptı?”

“Ne yapacak, hiç… Döndü döndü arkasına baktı.”

“Arkasına baktığını ne biliyorsun?”

“Canım dayı bey… Ben de baktımdı. Gördüm diyeceksiniz, değil mi? Hayır. Selime’ye söyledim, o baktı, ben başımı bile çevirmedim.”

“Haaa, şu madde, anladım. Lakin Selime tuhaftır. Bu zat ne iş yapıyor imiş?”

“Bunun iki tane makarna fabrikası varmış dayı bey, babası da kereste tüccarı imiş diyorlar.”

“Âlâ! Kereste tüccarı, makarna fabrikası… Sakın bu bizim Hacı Alizâdelerin küçük oğlu olmasın!.. Dur hele!.. Ben onun babasını tanırım. Âlâ!.. Eee, Seza! Anan, baban ne diyorlar?”

“Onlara kalırsa hemen verecekler. Ben size niçin sık sık mektup yazdım!..”

“Doğru Seza! Ben anlamalıydım. Pekâlâ, sen ne diyorsun bakayım? Artık ciddi konuşuyorum, ben daha bu işi pek o kadar anlayamadım.”

“Kızlar ne der, dayı bey?”

“Ne diyecekler? Türlü şeyler derler elbet!”

“Ben bir şey demedim buna, emin olunuz. Yalnız…”

“Evet, söyle söyle!”

“Alık malık bir şey değil, ağzı burnu da yerinde.”

“Yani çehresi bayağı sana cazip göründü desene…”

“Hiç de değil! Ben, bilirsiniz gözlüklü adamı sevmem, o ise daha genç yaşında gözlük takmış.”

“Canım gözlüklerini sevmezsin, o da gözlüklü olur ama sen de bu gözlüklüyü seversin, yahut hesabına uygun gelir.”

“Artık bilmiyorum.”

Seza’yı daha ziyade söyletmenin kabil olamayacağını gördüm ve tabii ertesi günü biz, saatinde Moda Kulübü’ne damladık. Burası bir İngiliz kulübü, seyirci de gelirse kabul ediyorlar.

Bugün fazla olarak şampiyonluk müsabakası varmış. Ancak yüz kadar sporcu, bir bu kadar da meraklısı geniş meydanın içinde kayboluyordu. Ortada birtakım genç, tüvana27 adamlar soyunmuş, dökünmüş duruyorlardı. Sonra çan çaldı, oyun başladı. Evvela, muhtelif kulüpler hep birden bir geçit yaptılar, arkadan oyunlar başladı. Hammer28 attılar, kısa koşu, uzun koşu, disk filan derken iş atlamaya geldi, bizde de heyecan başladı.

Biraz daha geçti, sırıkla yüksek atlama müsabakası ilan olundu. Ortaya dört genç çocuk ayrıldı. İlkin tereddüt ettim, bunlar âdeta çocuk idiler, sonra tarif ile Seza’nın talibi olanı buldum. Şimdi hatırlamıyorum ancak ilkin galiba hiçbir hüküm veremedim. Atlamalar yaptılar, atlayanlardan ikisi muvaffak olamayarak çekildiler, kaldı iki kişi ki bunlardan biri Istrati isminde bir Rum genci idi. Diğeri de Hasan Bey dedikleri genç! O zaman kalbim çarpmaya ve onun kazanmasına dua etmeye başladım.

Vâkıâ aferin Seza’ya, nişanlısı bir vücuda malik ki filan yeri fazladır veya noksandır denemez. Vâkıâ bir parça ufarak ise de herhâlde son derece mütenasip ve pembe derisinin altında gayet kuvvetli adalâtın gerildiği, işlediği ve bütün vücudunun havada bir yay gibi atıldığı, sonra ayaküstü düştüğü görülüyordu.

İkisi de atlıyor ve hakem heyeti muttasıl irtifa artırıyor. Bir buçuk metreden de atladılar. Uzun sırığı tutup uzaktan koşarken, insan, azim ve metanetin canlandığını görüyor, mütehassis oluyor. Eğer Hasan Bey kaybetseydi bizar olacaktım, belki de bu divanelikten sarfınazar etmesini tembih edecektim. Lakin netice onun lehine oldu. Hasmı iki metre seksen üç santimetrede üç defa tahta düşürdü. Hasan atladı ve birinciliği aldı. Sonra başka oyunlara geçtiler. Ben artık alakadar olmadığım için çıkıp gidecek iken parmaklığın kenarında Seza’nın gözdesini arkadaşlarının arasında gördüm ve birden yanına sokulup ben de tebrik ettim. Çünkü tanıyan, tanımayan herkes tebrik edebiliyordu. Ben fazla olarak dedim ki:

“Siz filanın mahdumusunuz;29 pederinize mahsus selam ederim. Sizin gibi bir evlat yetiştirmiş olduğuna memnun olabilir. Ben filanım..”

Benim adımı işitince dikkat ettim, şöyle bir durdu; galiba beni tanımış olacak, ondan sonra biraz fazla nezaket göstermek istedi. Baktım, henüz pek genç olmakla beraber nazik ve iyi bir çocuk.

Eve gelince Seza’yı bahçede yalnız buldum. Şeytan kız belli ki beni beklemiş ve yalnız görmek için ötekilerini savacak birer vesile bulmuş. Beni görür görmez, güya sabahtan beri onunla meşgul imiş gibi:

“Aman dayı bey, bu taraftaki güllere tamamen bit düşmüş. Bakınız sizin sevdiğiniz sarı gülü ne kadar berbat etmişler.” dedi.

“Evet kızım, artık şair olmaya başladığın belli! Üç senedir bu böceklerden kurtaramadığım güller hakkında şimdiye kadar sizlere verdiğim konferansların tesirinden memnunum.” dedim.

“Eğleniyorsunuz dayı bey.” dedi. “Yine paşanın bahçesinden mi geliyorsunuz?”

“Hayır Seza, seni daha ziyade üzmek istemem. Hasan Bey’ini gördüm, elini sıktım ve seni tebrik ederim, Hasan Bey bu sene birinciliği kazandı.” dedim ve ilave ettim:

“Seza, senden ancak bir-iki yaş büyük bir adama varıyorsun, seninle o nasıl olacak bilmiyorum ancak sen o kadar iyisin ve delikanlı da o kadar iyi bir çocuk ki bu mesele hakkında nikbin olmaktan başka bir şey yapamıyorum.”

Düğünden sonra altı ay geçmiş idi, ben tekrar İstanbul’a geldim. Seza’yı ilk gördüğümde beyini sordum.

“Beyim değil, kedim.” dedi.

Ve benim hayretim üzerine izah etti:

“Geçen akşam karyolanın ayak ucundan girdi.”

“Nasıl?”

“Nasıl olacak! Yerden sıçradı, tahtanın üstünden atladı, yorganların üstüne çıktı.”

“Allah Allah! Ee, karyola çökmedi mi?”

“Ha! İşte asıl kedilik burada ya! Bizim oda eşya ile doludur. Bunların arasında faraza masanın kenarında baş aşağı durduğu hâlde bir şey kırılmaz, karyolanın ayak ucundan atlamak suretiyle yatağa girmeye dün akşam karar verdi; mahareti derkârdır.30Ben onun yatağa bu suretle vüruduna hayret ederken o, gözlüklerini çıkarıp yanındaki masanın üstüne koydu ve kapıya daha yakın geldiği cihetle badema31 bu suretle karyolaya girmenin pek muvafık olacağını cevaben irat buyurdu.

Geçen gün pek mühim bir havadis söylemek üzere kar-şımdaki sandalyeye oturmasını teklif ettim. Sandalyeye arka taraftan bir oturdu ki görseniz hayret edersiniz. Artık emin oldum ki, odada ne yapsa bir şey olmayacak lakin geçen gün bahçeye balkondan atlamak suretiyle inmiş ki hiç olmazsa dört metre vardır.”

Seza’nın hâl ve tavrından bir hayret ve teslimiyet nümayan32 oluyordu, gördüm ki, kocasının çelik vücudu onu mağlup etmiş.

“Sonra korkuyorum ki… Evet, âdeta korkuyorum ki bir çocuğumuz olacak!” dedi.

“Neden Seza?”

“Evet, o kim bilir nasıl acayip, kambur sambur bir şey olacak…”

“Haksızsın Seza.” dedim. “Görünüyor ki kocan aslan gibi bir delikanlı… Ben galiba yanıldım. Onun karyolaya ayaktan girmesi bahsine gelince sen elbette ona da bir çare bulacaksın.”

GARİP ALIŞVERİŞ

Toz duman içinde insanlar gezinir, kağnılar gıcırdar, hayvanlar bağırır… Geniş bir kırın ortasında pazar kurulmuş! Bir yanda istasyon; makinelerİ haykırır, vagonları bir yoldan ötekine götürür, getirir. Ekin ambarlarının kapılarından, ölçülen ekinin tozları taşar, her tarafta kilecilerin sesleri duyulur: “Beş-altı… Yaz! Bir dalya daha… Yüzden bir eksik! Bodos’a parasını ver!”

Başlarına fes giymiş, üstüne ak yemeni bağlamış, iki taraftan zülüflerini çıkarmış sırma işlemeli, çuha saltalı,33 bol basma şalvarlı, Haymana’nın aşiret kadınları öküzleri yedekler, davara çevirir, çocuklarına bağırırlar. Bu kadınların bazıları ortaya dökülmüş, renk renk çuvalların başında oturuyorlardı. Bunlar köyüne, memleketine göre kırmızı, peştamalı burmalı yahut yalnız başörtülü fukara kadınlarıydı. İçlerinde altın takınmış yeni gelinlere de rast geliniyordu.

Ayaklarının altından toz kalkıyor ve bir bulut gibi, bir sis gibi bozkırı sarıyor, istasyonu örtüyordu. Bu tozun içinde her şey gizleniyor, renkler soluyor, çevre örtülüyor, yalnız güneşin kızgın sıcaklığı mukavemet ederek toprağa kadar geçiyor ve insanları iki ateş arasında bırakıyordu.

Tozdan, sıcaktan ziyade leş kokuları da insanı sersem edecek derecede idi. Tekâlif ile alınan asker malında ölen hayvanları öteye beriye atmışlar, köpekler yemiş, kalan parçalar kokuyordu. Bundan başka, burada her gün hayvan da kesilmekte imiş! Leşler tozlara karışmış, boynuz, barsak parçaları yerlerde sürünüyordu.

İzdiham ziyade idi; askerleri selametlemeye gelen analar, kadınlar, çocuklar birbirine karışıyordu. Ağlayan, dalgın dalgın kocası ile konuşan kadınlar vardı. Bir köylü öküzlerini çekerek, meçhul bir adama bağırarak bu izdihamı yarmaya çalışıyor, çuvalları çiğniyor, adamlara çarpıyor, gözü dünyayı görmüyordu. Bu izdiham içinde, dikkat ettim, en az olan şey gürültü idi. Bu kadar darlık içinde sıkıntıyı, bu kadar azap ve ızdırabı toplayıp oradan kaldırmak tuhaf bir temaşa idi. Köylü uzaktan birini çağırmak isterse kendi şivesinin tarif olunmaz bir hususiyeti olan gevrek, âdeta deruni bir sesle bağırıyor. Bu seste bile bir sükûn var! Sanki genişlik içinde dağılmak, uzaklara yayılmak için bağrılmış bir şey!.. Nasıl tabir edeyim? Bu izdihamda sesler, bir tuhaf şeydi…

Bu pazar yerinde gidip gelen, söyleşen ve başka bir sesle âdeta bilmediğimiz bir sesle bağıran birkaç kişi gözüme ilişiyordu. “Bunlar kimdir?” diye sordum. “Simsarlardır, tüccara mal alıp satarlar!” dediler. Bunlardan birkaçı Ermeni idi, bir-iki tane de efelerden! Uzun püskül, sıkma lapçın,34 silahlık, yazma yemeniden bir dildâde fesi ve püskülü orta yerden boğma çevreli… Köylülerin ellerini sıkıyorlar ve koparacak gibi kollarını sallıyorlar, heriflerin kulaklarının dibinde bağırıyorlar. İçlerinden yalnız bir tanesi onlara benzemiyordu; kırklık bir adam, kırca sakallı, uzun çehreli, güler yüzlü, sivrice burunlu, geniş alınlı bir çehre ki daha ilk nazarda bir aşiret adamı olduğuna insanın şüphesi kalmıyor.

Çehresine rağmen kendisinin şehirli olduğunu öğrendim. Yüzünde zekâ ve cebrü şiddet asarı pek ziyade nümayan idi. Şemsi-oğlu derlermiş! Başka iş görmez, yalnız pazarlarda ekin simsarlığı edermiş. Köylüleri iğfalde ondan mahir kimse yokmuş. O, âdeta namuskârâne ömür süren, çok yorulup ekmeğini kazandığına kail bir adam edasında idi ise de fevkalade bir şey yaptığı fikrinde olmadığı çehresinden okunuyordu. Birini aldattığı ve sersem edip elinden malını bir para ucuza aldığı vakit, diğerlerinin yüzünde uçan memnuniyet havası onda yoktu zira o kail olmuş idi ki onun zekâ ve dirayeti bu gibi işleri elbette her zaman yapabilirdi.

Şemsioğlu, pazara gelen arabaları yarım saat uzaktan çevirmek fedakârlığını da ederdi. O kimlerin nereden geldiklerini bilirdi. Arabalar uzaktan görününce Şemsioğlu köyüne, adamına göre kâh derviş kâh sofu olur, hemen namaza dururdu. Kandıramadıklarının pazarlık için elini tutar, o kadar sallar o kadar bağırırdı ki nihayet herif sersem olur, şaşırır, istediğini verirdi. Bu pazar yerinde bu garip alışverişi görmek lazımdı.

Şemsioğlu’nun cebinde beş-on numune, yanında mal sahibi olan köylü her tüccarın mağazasına uğruyor, köylü farkında olmadan Şemsioğlu istediği numuneyi gösteriyor, tüccar da tabii gördüğüne göre fiyat veriyor, nihayet Şemsioğlu haklı çıkıyor, ondalıkçı olduğuna kanıyorlar ve mal orada satılıyordu. Şemsioğlu, tüccara iyilik olsun diye kileciye de bir tembih geçerdi. “Sıcacık ölçüver!” Bu ora tabirince “şöyle usulü ile, güzelce, bihakkın gibi” bir manaya gelirdi.

Bir gün, bir tesadüf, bir tüccarın mağazası önünde Şemsioğlu’nu pazarlık üstünde gördüm. Köylünün kırk beş yarım malı varmış, bunu alıverecek! Bir türlü herifi kandırmaya muvaffak olamıyordu. Haylice sersem olduğu hâlinden belli oluyor ise de yine kendini bırakmıyor, bir para aşağı indirmek mümkün olmuyordu. Şemsioğlu âciz kalınca daha şedit tedbirlere müracaat lüzumunu hissederek lakırdı arasında herifin kafasını sallamaya, yumruk indirmeye başladı.

Acınacak bir hâl idi… Köylü sesini çıkarmıyor, yumrukları kabul ediyor ve metanetini damla damla ziyan eyliyordu. O zavallı, pazarlıkta bu hâlleri mübah görüyordu, zannederim. Çünkü kabul olunmuş, teessüs etmiş bir davranıştı. Çünkü zaten hesap kitap yoktu. Köylü ne getirdiğini, ne kadar getirdiğini, ne ölçü ile kaç paraya sattığını bilmezdi. Köyde gaz tenekesi ile ölçer, kasabadaki belediye kilesine uymaz, ayrıca hırsızlık edip çalarlar, tutamaz…

Bir gün, yine bir tüccarın mağazasında oturuyordum. Altı-yedi tane Yabanovalı geldi. Bu tüccarın istasyondaki ambarına pirinç satmışlar, paralarını alacaklar. Ellerinde ambar memurunun pusulasını gösterip, para istediler. Kâtip soruyordu: “Kim kaç okka verdi? Hepsi kaç okka, kaç para eder?”

Onlar cevap veremiyorlardı. Kimisi sokağa, duvarlara bakıyor, birisi de muttasıl, “Orada yazılı!” deyip duruyordu.

Böyledir ya!.. Bir zaman belediye okka ile alışverişi usul koymuş ki kile hilekârlığının önüne geçilsin… O zaman bu mazlumlar, bu hesapsız insanlar, ekinle taş toprağı doldurup kantarı kendi taraflarına getirmek hususunda kusur etmemişler!..

1916

BİR GENÇ EFENDİNİN DEFTERİNDEN

Dört-beş evin erkeği bir ben kaldım. Kimi yaralandı geldi, tekrar gitti, kimi şehit oldu…

Ben de gidecektim ya! Bizim valdenin ısrarı… Öteye beriye gitti, yalvardı, yakardı. Bir nezarette tercümanlıkla yakayı kurtardık.

O zamana kadar hısım akrabaya pek uğramazdım. Hatta inanınız, birçoğunu da tanımazdım. Güzide bile, o kadar yakın akraba iken evlerine ya bir defa gittiğim olurdu ya iki…

Ancak ortada erkek kalmayınca, bu dört-beş evin âdeta vekilharcı35 oldum. Bereket versin, semtler yakın. Ben zavallı ki, o güne kadar bir okka üzüm, bir arşın basma almamış idim. Bu evlere neler taşımadım!.. Hele Güzide’ye…

Anası, bir zavallı ihtiyar, sofu bir hanımcık, başını seccadeden kaldırmaz; hizmetçileri emektar bir Rum karısı ki bardak, tabak kırmaktan başka elinden bir marifet gelmez.

Bakkaldan yağlarına, pazardan pırasalarına kadar alıp taşımak bana düştü.

Saraçhanebaşı’na yakın bir yerde oturuyorlardı. Evleri, ne bizim eski evler gibi ne de yeni salonlarımıza benzerdi… O zamana kadar dikkat etmemiştim. Güzide ne hoş bir kadın… Yirmi üç yaşlarında kadar olması gerekir, parlak ela gözlü. Yanaklarından mı, bu parlak gözlerinden mi, burnundan mı, nereden bilmem bir hâli var ki insanı tahrik eder. Kendisi az söyler… Konuştuğu zaman kadınlardan bahsetmekten, modadan, fena ahlaktan, genç kızlardan şikâyet etmekten hoşlanır.

Kocası burada iken galiba benden kaçardı, dikkat etmemiştim. Zaten evlerine de uğramazdım ya… Kocası buradan gidip ben, bizim valdenin sıkı tembihi ile Güzide’ye vekilharç tayin olunduktan sonra, kaçmaya imkân yoktu. Çünkü et, ekmek hesabı verilecek, basma kumaş beğendirilecek… Ne Güzide hesaptan çok anlar ne de ben! Oturup, beraberce para sayıp hesap çıkarmak lazım. Bir-iki defa bunu kapı önünde yapmaya çalıştık, olmadı. Nihayet aradaki kaçgöç kalktı.

Güzide’nin üç yaşında bir kızı var ki şüphesiz beni babasından fazla sever. Çünkü zavallı yavru, şu geçen üç senede babasını ancak on beş gün gördü. Ben de doğrusu, bu minimini yavrunun hatırı için, diğer akraba evlerine haftada üç defa uğrarsam, buraya dört defa, beş defa hatta altı defa uğrar oldum.

Bir zaman sonra şu iki sualin zihnimde dolaştığını hissettim. “Güzide acaba kocasını sever mi? Güzide acaba beni beğeniyor mu?”

Severse sevsin!.. Beni de beğenmezse beğenmesin!.. Ne çıkar! Benim gibi parasız uşak bulduktan sonra, isterse beğensin derim ama gizlice kendi kendime de dargınlık yapardım hatta inanır mısınız, Güzide’ye dargınca durduğum, uğramayı azalttığım bile olurdu. Şüphesiz onun bir şeyden haberi yoktu. Bir defasında beni merak edip “Dün, evvelki gün uğramadı, hasta mıdır?” diye eve kadar gelmişti bile… Divaneliktir ya ancak itiraf ederim ki bu dargınlıklarıma hem güler hem de ne bileyim hoşlanırdım. Vâkıâ, beğenirse fena mı olur? Güzide gibi hoş bir kadın insanı beğense fena mı?

Bir aralık ne sebep oldu bilmem, daha sık uğramaya başladım. Hatta bir gece onlar yemeğe oturacaklarmış, beni de salıvermediler, beraber yemek yedik.

Bir gece sonra da geç gidebilmiş idim, çocuk uyumuş, ana kız yalnızca oturuyorlardı. Bana da bir yorgunluk kahvesi teklif ettiler. Sahiden de yorgundum, oturdum. Bir aralık valdesi namaza kalktı, biz yalnız kaldık. Elimde, o gün daireden aldığım harp gazeteleri vardı. Güzide merak etti, sandalyelerimizi lambaya yaklaştırıp beraberce bakmaya başladık. Güzide hafif bir koku sürmüş, yaklaşınca hissettim. Hafif lakin müessir36 bir koku… Gazetelerin sayfaları gitgide daha yavaş dönmeye başlıyordu.

Birçoğunu anlayamıyoruz, ben de zaten Alamancayı pek az bilirim ya!.. Kelimeler de aksi gibi gözümün önünde karışıyor, dumanlanıyor… Yorgunluktan olacak… Kulaklarımın ateş gibi yandığını, yüzüme kan çıktığını hissediyordum, sersemlikle başlarımızı daha ziyade resimlere sokuyorduk. Bir dakika geldi ki ben, ne oluyorum diye düşünmeye mecbur oldum, vaziyeti terk etmek muhaldi. Önümüzde kara kalem bir levha, galiba Goriç havalisinden bir yer. Güzide’nin dirseği hafifçe dizime dokunuyor ve bir saçı, bir tek tel saçı kaşımın ucuna sürünüyordu.

Dışarıda bir ayak sesi oldu. Toplandık. Annesi geliyordu. Sanki o gelirse ve gazeteleri görürse kabahat olacakmış gibi, ikimiz birden kapı tarafına bakmışız. Az daha bana, “Topla gazeteleri, ayrılalım..” diyecekti zannettim. Sayfaları çabuk çabuk çevirdi.

Valdesi geldiği vakit, yeni memure olmuş bir komşu hanımı çekiştirip dedikodu yaptık. Bir-iki gece sonra tekrar uğradığım zaman da yine böyle bir bahis üzerine mübahase uzadı, haylice geç kalmışım, giderken hizmetçi kadın uyumuştu, kendisi bana sokak kapısına kadar refakat etti. Zahmet etmemesini rica ettiğim hâlde zaten kapıyı sürmeleyeceğini söyleyerek aşağıya kadar indi. Veda ederken güya daha edilecek birçok lakırtılar varmış da ancak söyleyemiyor imişim gibi kapıyı çekip gidemiyordum.

O esnada Güzide, pek seyrek ziyaret ettiğimden, daha sık gelmekliğim lazım olduğundan bahsetti; ben de kapının karşısındaki mahalle kahvesinde gece gündüz birtakım boş gezen heriflerden sıkıldığımı, girip çıkarken görürlerse elin ağzı acayip, hele böyle zamanda her türlü lakırtı edebileceklerini, bunlardan çekindiğimi söyledim. Arka kapı açık olsa, geç erken bahçe tarafından gelmenin daha muvafık olacağını da ilave ettim. Arka kapı münasip ise de bunun valdeye karşı nasıl olacağını dermeyan eder gibi oldu. Sanırım, ziyaretlerimi valdeden de gizlemek mümkün ise de hizmetçi var… Hizmetçi kolaymış… Çocukla beraber bulunuyormuş… Çocuk yatınca o da yatıyor… Vâkıâ valde de yatsıyı kılar kılmaz uyukluyor… Bakalım, bir-iki akşam sonra münasip bir zaman olursa… Kapı açık olursa ben bahçe üstündeki odada otururum.

Bilmem cevap verdim mi? Herhâlde bu lakırtılar böyle iptidası, intihası olmadan karışık, duman içinde geçti.

Sokağa çıktığım vakit bir garip divane gibiydim. Ayaklarım titriyordu, sallanıyor gibiydim. Mamafih, bundan sonraki ziyaretlerimi arka kapıdan tekrara cesaret edemedim.

Bir gündüz uğradım, evde yoklardı. Yalnız hizmetçiyi gördüm, akşamüstü dışarı çıkmışlar, benden öteberi istemişlerdi, onları bıraktım. Ertesi gün, onlar bize gelmişlerdi. Giderken merdivende konuşuluyordu, bize buyurunuz filan lakırtıları oldu, o zaman güya yalnız Güzide’ye söylermiş gibi, “Bakalım yarın akşam bir vakit bulursam gece uğrarım.” dedim. O gün dairede, ne olursa olsun arka kapıdan girmeye karar verdim. Lakin hem karar verdim hem de pek ziyade merak ediyordum ki acaba akşam olursa arka kapıdan girebilecek miyim?

Gece, dar sokağa saptığım vakit yüreğim şiddetle çarpıyordu. Sokak boş ve karanlıktı. İmaretin yüksekte, ufak pencerelerinden yalnız birinde sönük bir ışık vardı. Ben kapının yerini biraz daha yakın sanıyordum. Daha derince imiş…

Ufak kapı kapalıydı. Tuttum, açılmadı. Dönecektim, kurtuldum diyecektim ve sevinecektim. Ancak birdenbire oradan ayrılamadım, kapıyı bir kere daha, daha kuvvetlice ittim. Hafifçe kımıldadı ve gıcırdadı. Bu gıcırtı bana o kadar büyük bir gürültü gibi geldi ki bırakıp kaçacaktım. Evdekiler uyandılar, bütün mahalle ayaklandı, şimdi her taraftan koşuşacaklar gibi geliyordu.

Kapı yavaş yavaş kendi kendine açıldı ve tak diye arkasına vurdu. Ufak bahçe, büyük dut ağacının gölgesiyle daha ziyade karanlıktı. Korkarak bu karanlığa bir müddet baktım, kaldım.

Görünüyor ki Güzide yoktu. Ev, simsiyah duruyordu, aşağı odaya gidip oturacağımı vadettiğim hâlde, bunun hiç de kabil olmadığını gördüm.

Duyduğum şedit heyecan daha ziyade kalmama engel oldu; kapıyı dahi kapamayarak geri dönüp derhâl kaçtım.

Caddeye çıktığım zaman içimde üç türlü ses duyuyordum. Birincisi, “Zaten bir çocukluk idi, senin budalaca hayallerin… Bunlar olur şey mi zannedersin!” diyordu. Öteki, “Her vakit işlemeyen bir kapı neden açık kalsın, şaşkın! Güzide seni odada beklerken uyumuş kalmıştı, anlayamadın mı?” diyordu. Bir başka ses de ses gibi değil, âdeta bir pençe gibi yakamdan yapışmış, beni eve sürüklüyordu.

Düşünebilecek bir yer lazımdı ve o dakikada yalnız yatağımda düşünebileceğimi hissediyordum.

Odamda acele soyunup, lambayı söndürdüm ve karanlıkta, yorganların arasına sokularak biraz sükûn bulabildim. Hiç olmazsa kapılarını kapamalıydım diyordum. Yarın kapıyı açık görürse benim geldiğimi anlayacak; bu âlâ! Acaba cesaret edemediğimi hisseder ve bana güler mi diye de düşünüyordum. Ertesi gün gitmedim, daha ertesi gün uğradım. Mutat veçhile çehresi sakin idi ve gözlerinden bir şey anlamak mümkün olamıyordu.

Aradan bilmem kaç gün geçti, bir akşamüstü uğradım. Hizmetçi kadın kapıyı açtı.

“Küçük hanım hasta.” dedi.

“Nesi var?” dedim.

“Bilmem! Soğuk almış diyorlar…”

Valdesi, merdiven başından seslendi:

“Gel efendi oğlum, Güzide üstünüze afiyet rahatsızdır. Üşütmüş.” dedi.

“Yukarı kadar çıkıp acaba odasına kadar gitmek lazım mı?” diye düşünürken valdesi tekrar çağırdı.

“Buyursanıza…”

Yukarı çıktım. Güzide yatağında gülüyor. O zamana kadar odasına girmemiş idim. Karyolası o kadar süslü değil ancak o hafif ve müessir lavanta kokusu duyuluyor ve nedense bana dokunuyordu.

“Geçmiş olsun, ne oldu böyle? Doktor getirdiniz mi?”

“Hayır, doktorluk bir şey değil, göğsüm üşümüş. Buyurup otursanıza!”

Oturdum. Küçük kızcağız da dizlerimin üstüne çıktı, şuradan buradan konuşmaya başladık. Bazı şeyler almıştım, onları gösterdim. Bizim hemşire için beğendiğim bir kumaşın bir eşini de Güzide’ye hediye olarak getirmiştim. Onu da verdim. Pek ziyade memnun oldu. Çok şükür hâli iyi idi.

Ertesi akşam daireden erken çıktım, ilkin eve uğrayıp yemek yedim, sonra Azize halanın bir mektubu vardı, onu vermeye gittim. Onlar da beni bir parça tuttular, âdeta vakit yatsı olmuştu.

Dün hasta bırakıp bugün de hiç uğramamak pek ayıp olacaktı! Koşarak oraya gittim. Belki uyumuştur diye kapıdan sorup dönecektim. Hizmetçi kadın Güzide’nin beni görmek istediğini söyledi. Gittim. Yatağın içinde oturuyordu. Kocasına ufak tefek gönderecekmiş, bir bohça hazırlamış, onu postaya vermemi rica etti. Valde, çocuğu almış yatmış. İkimiz yalnızdık. Oturdum kaldım. Lakırtı uzadı, o da konuşuyor, lafı kesmiyordu.

Karyolanın tam yanında oturuyordum.

“Burası sıcak, kabalağınızı çıkarsanıza!”

Terliyordu, yanakları al al olmuştu. Bilmem nasıl oldu:

“Hararetiniz var mı?” dedim ve elimi yorganın üstünde duran elinin üstüne koydum. Ne o elini çekebildi ne ben çekebildim.

“Çok şükür hararetiniz yok!” diyecektim, galiba böyle söylemek istiyordum. Ancak kelimeler ağzımdan çıkmadı zannederim, boğazımda düğümlenir gibi oldu. Onda da ilk gördüğüm günkü heyecan vardı. Sesim boğuldu, titremeye başladım. O bana bakmayarak dedi ki:

“Siz, bahçeden gelirim demiştiniz! Havalar serin oluyor, bir akşam galiba uyuyakalmışım.”

“Aman, affedersiniz…” diyebildim ve gözlerinin içine bakmaya başladım.

O yorganın dikişleri ile oynayarak ve mutatı veçhile hafiften gülerek:

“Yaa.” dedi. “Hem söz verirler, adamı soğukta bahçelerde bekletirler hem de gelmezler…”

İnanınız başım dönüyordu. “Aman, affedersiniz…” diyebiliyordum. Ayakta olsam şüphesiz düşerdim.

Şu münasebetle aklıma gelmişken söyleyeyim. Bütün ahlaki kaideler bir tarafa azizim, genç bir kadın tarafından beğenilmek, onun size malikiyetini duymak ne kadar lezzetlidir. Görüştükçe telakkinin ilk hararetini söndürüp bir minderin kenarında yan yana, âlemin ahvalinden şikâyet etmek, dedikodu etmek, böyle felaket günleri geçiren memleketlerde zuhur eden fesad-ı ahlaktan şöyle afaki dem vurmak, sonra fırsat olursa yeniden tutuşan kalpleri söndürmek… Ne kadar tatlıdır!..

1916
21.Kail olmak: Razı olmak, inanmak.
22.Kıraat: Okuma.
23.Osmanlı Devleti memur emeklileri.
24.Müstait: Yetenekli.
25.(Fr.) Alamod: Moda olan.
26.Mahsusada: Özel biçim.
27.Tüvana: Kuvvetli, dinç, canlı.
28.(İng.) Hammer: Çekiç.
29.Mahdum: Oğul
30.Derkâr: Bilinen, belli.
31.Badema: Bundan sonra.
32.Nümayan: Görünen.
33.Saltalı: Bir tür kısa ceket.
34.Lapçın: Tabanı meşinden olan mest.
35.Vekilharç: Kesedar.
36.Müessir: Dokunaklı, etkili.

Bepul matn qismi tugad.

30 991,63 soʻm

Janrlar va teglar

Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6862-71-5
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi