Polis Katili

Matn
Seriyadan Martin Beck #9
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

1

Otobüs durağına vardığında otobüsün kalkmasına daha yarım saat vardı. Bir insan ömrü için otuz dakika çok da uzun bir zaman değil. Ayrıca beklemeye de alışkındı, hep erkenciydi. Akşam yemeğinde ne pişirsem diye düşündü, aynı zamanda her zaman ki gibi acaba nasıl görünüyorum diye geçirdi içinden.

Otobüs geldiğinde artık düşünecek bir şeyi kalmayacaktı. Yaşanacak son yirmi yedi dakikası kalmıştı.

Gayet güzel bir gündü, hava açık ve rüzgârlıydı. Rüzgâr erken gelen sonbaharın serinliğini hissettiriyordu ama saçları havadan etkilenmeyecek kadar spreyliydi.

Nasıl görünüyordu acaba?

Yol kenarında bu şekilde ayakta dururken kırklarında gösteriyordu. Uzun, yapılı bir kadındı. Dümdüz bacakları, geniş kalçaları ve göstermekten kaçındığı yağları vardı. Çok rahat edemese bile genelde modaya uygun giyinirdi, bu rüzgârlı günde 1930’lar stili parlak yeşil bir palto, naylon çorap ve apartman topuklu, kahverengi rugan bot giymişti. Kocaman bir sapı olan, kare, küçük bir el çantası taşıyordu. Omzuna geçirmişti. Bu da kahverengiydi, süet eldivenleri de. Sarı saçları bol spreylenmişti ve makyajına da özen gösterdiği belliydi.

Yanında durana kadar adamı fark etmedi. Adam yana eğilip yolcu tarafının kapısını açtı.

“Bırakayım mı?” dedi adam.

“Olur,” dedi, biraz heyecanlanarak. “Tabii ki. Şey sanmıyordum hiç…”

“Ne sanmıyordun?”

“Yani nereden bileyim birinin beni alacağını. Tabii ki otobüse binecektim.”

“Burada olacağını tahmin etmiştim,” dedi adam. “Yolumun üstünde ayrıca, tesadüf bu ya. Hadi atla, acele et.”

Acele et. Arabaya binip sürücü yanına oturması kaç saniye sürmüştü ki? Acele et. Adam arabayı hızlı sürdü ve çok geçmeden şehirden çıktılar.

Kadın çantasını kucağında tutuyordu ve biraz gergindi, hatta belki telaşlıydı ya da bir şekilde şaşkındı. İyi anlamda mı, kötü anlamda mı, söylemesi güçtü. Kendi de bilmiyordu.

Adama yandan baktı ama adamın tüm dikkati yoldaydı.

Ana yoldan sağa saptı, sonra hemen tekrar döndü. Aynı hareket birkaç defa tekrarlandı, yol gittikçe bozuluyordu. Artık buraya yol denebilir miydi, orası bile tartışılırdı.

“Ne yapacaksın?” dedi kadın korku dolu küçük bir kıkırdamayla.

“Görürsün.”

“Nerede?”

“Burada,” dedi ve arabayı durdurdu.

Önlerinde, yosunlu toprakta kendi tekerlek izlerini görebiliyordu.

“Şurada,” diye başıyla gösterdi adam. “Şu odun yığınının arkasında. Orası iyi bir yer.”

“Dalga mı geçiyorsun?”

“Böyle konularda asla şaka yapmam.”

Kadının sorusuna bozulmuş ya da kırılmış gibi göründü. “Ama paltom,” dedi kadın.

“Burada bırak.”

“Ama…”

“Battaniye var.”

Adam arabadan indi, arabanın önünden geçip kadının kapısını açtı. Kadın paltosunu çıkardı. Düzgünce katlayıp koltuğa çantasının yanına koydu.

“İşte.”

Adam sakin görünüyordu ama yavaşça odun yığınına doğru yürürken kadının elini tutmadı. Kadın onu arkasından takip etti. Odun yığınının arkası sıcak ve güneşli, rüzgârdan korunaklıydı. Havada uçuşan sineklerin vızıltısına temiz bir yeşillik kokusu eşlik ediyordu. Hâlâ yaz havası vardı ve bu yaz, meteorolojinin tahminlerine göre en sıcak yazdı.

Sıradan bir odun yığını değildi bu, kayın kütükleriydi bunlar, kesilip yaklaşık iki metre yüksekliğinde istiflenmişti.

“Bluzunu çıkar.”

“Tamam,” dedi kadın utangaçça.

Düğmelerini çözmesini sabırla bekledi.

Sonra bluzu çıkarmasına dikkatlice yardım etti, kadının bedenine eli değmedi.

Kadın bir elinde bluzla kalakaldı, ne yapacağını bilemedi.

Adam bluzu elinden alıp odunların kenarına yerleştirdi. Bir kulağakaçan kumaşın üstünden zikzak çizerek uçtu.

Adamın karşısında eteğiyle duruyor, göğüsleri ten rengi sütyeni dolduruyordu, gözleri yerdeydi, hatta sırtı odun yığınına paraleldi.

Harekete geçme zamanı gelmişti. Adam o kadar hızlı davrandı ki kadın ne olduğunu anlayamadı bile. Zaten tepkileri de genelde çok hızlı olmazdı.

Adam bel kısmını göbek deliğinden iki eliyle yakalayıp eteğini ve naylon çorabını haşin bir hamleyle yırtarak açtı. Adam güçlüydü, kumaş âdeta eski bir çuval bezi gibi hemen yırtıldı. Etek kadının baldırlarına düştü ve adam külotlu çorabıyla külotunu dizine kadar indirdi, sonra süt-yeninin sol tarafını yukarı çekti ve kadının göğsü ağır ve gevşekçe aşağı düştü.

Ancak o saniyede kadın bakışlarını yerden kaldırıp gözlerinin içine baktı. Tiksinti, nefret ve vahşi bir zevkle dolu gözlerdi bunlar.

Çığlık atma fikri aklının ucundan bile geçmedi. Hem zaten bir manası da olmayacaktı. Burası özenle seçilmişti.

Adam kollarını dümdüz yukarı kaldırdı, güçlü bronz parmaklarını kadının boğazına dolayıp sıktı.

Kadının ensesi odun yığınına dayanmıştı ve kadın içinden şöyle düşündü: Saçlarım.

En son düşüncesi bu oldu.

Adam boğazını gereğinden biraz daha uzun tuttu. Sonra sağ eliyle serbest bıraktı ve sol eliyle kadının gövdesini dik tutup sağ yumruğuyla karın boşluğuna olanca gücüyle vurdu. Kadın yere yuvarlanıp misk otu kalıntılarıyla geçen yıl dökülen yaprakların arasında uzandı. Çıplak sayılırdı.

Boğazından bir hırıltı çıktı. Adam bunun normal olduğunu, kadının çoktan öldüğünü biliyordu.

Ölümün kendisi hiçbir zaman güzel değildir. Ayrıca kadın yaşarken bile hiçbir zaman güzel değildi, gençliğinde bile.

Orada ormanda büyümüş otların içinde uzanırken hali çok kötüydü.

Adam nefes alıp verişi normale dönene, kalp atışları sakinleşene kadar bir iki dakika bekledi.

Tekrar kendine geldiğinde sakin ve mantıklı hareket ediyordu.

Odun yığınının arkasında 1968’deki büyük sonbahar fırtınasından kalma karman çorman dallar toplanmış, onun ilerisine de insan boyutunda, gür ladin ağaçları dikilmişti.

Adam kadını kolunun altından tutup çekmeye başladı ve koltuk altındaki kısacık kılların nemli, yapış yapış olduğunu avuçlarında hissedince tiksindi.

Geniş ağaç gövdeleri ve kopmuş ağaç köklerinden oluşan, neredeyse geçit vermeyen yerde onu sürüklemek bayağı zaman aldı ama zaten adamın acelesi yoktu. Sık ladinlerin içine metrelerce girdikten sonra, çamurlu sarı suyla dolu bataklığımsı bir çukurluk gördü. Kadını bu çukura itti ve hareketsiz bedenini çamurun altına ayağıyla bastırdı. Ama önce ona bir saniye baktı. Kadının güneşli yazdan kalma bronz bir teni vardı ama sol göğsünün derisi solgundu, açık kahverengi beneklerle doluydu. Ölüm kadar soluk da denebilirdi.

Adam yeşil paltoyu almak için geri döndü. Bir an, çantayı ne yapacağını düşündü. Sonra odun yığınındaki bluzu aldı, çantanın etrafına sarıp hepsini o çamurlu gölete taşıdı. Paltonun rengi bayağı gösterişliydi, adam işine uygun bir sopa seçip paltoyu, bluzu ve çantayı çamurun içinde olabildiğince dibe ittirdi.

Geçen on beş dakikayı, dal ve yosun toplayarak geçirdi. Çukurun üstünü o kadar dikkatlice kapattı ki oradan birisi geçse bile çamurluğu fark edemezdi.

Adam birkaç dakika durup işine baktı, sonra da tatmin olana kadar üstünde birkaç düzenleme ve oynama yaptı.

Ardından omuz silkip arabasını park ettiği yere geri döndü. Yerden pamuklu temiz bir bez alıp lastik botlarını temizledi. İşini bitirince bezi yere fırlattı. Bez ıslak, çamurlu ve ulu orta görünecek şekilde kaldı ama önemli değildi. Öylesine bir bezdi zaten. Hiçbir şeyi kanıtlamaz ve hiçbir şeyle alakası kurulamazdı.

Ardından arabayı çevirdiği gibi oradan uzaklaştı.

Arabasını sürerken her şey gayet güzel gitti ve kadın, tam da hak ettiğini buldu diye düşündü.

2

Solna’da, Råsundavägen’deki apartman bloğunun hemen önünde park edilmiş bir araba duruyordu. Logosunun kanatları beyaz, siyah bir Chrysler’di bu; kapısının, kaputun ve bagajının üstünde kalın beyaz harflerle kocaman POLİS yazıyordu. Aracın içindekilerin kimliğini daha da belirginleştirmek isteyen birisi siyah üstüne beyaz plakaya bant takmış, BIG yazısının ilk harfinin alt yarısını kapatmak istemişti.

Arabanın farları sönüktü ve içeride de hiç ışık yoktu fakat sokak lambasından yansıyan ışıltı ön koltuktaki parlak üniforma düğmelerini ve beyaz omuz apoletlerini parlatıyordu.

Yıldızlarla dolu, hoş, çok da soğuk olmayan bu ekim akşamı, saat daha 8.30 olmasına rağmen, bu uzun cadde arada sırada tamamen bomboş kalıyordu. Sokağın iki tarafındaki apartmanların pencerelerinden ışık sızıyordu, bazılarından da televizyon ekranının soğuk mavi ışığı geliyordu. Yoldan geçenler, polis arabasını görüp meraklı meraklı bakıyordu ama araba orada dikkat çekici özel bir olayla ilgili durmadığından insanlar tüm ilgisini hemen kesiyordu. Tek görünen şey içeride tembel tembel oturan sıradan iki polis memuruydu.

Arabanın içindeki adamlar da biraz aksiyona hayır demezdi. Bir saatten uzun süredir orada oturuyorlardı ve tüm ilgileri yolun karşısındaki bir apartmanın dış kapısına, kapının sağ tarafındaki birinci katta ışığı yanan bir pencereye dönüktü. Ama nasıl bekleneceğini biliyorlardı. Bunu çok kez yapmışlardı.

Daha yakından bakan birisi bu iki adamın, sıradan polis memuru olmadıklarını anlardı. Üniformalarında bir tuhaflık yoktu, omuz kemerleri, copları ve kabzasındaki tabancalarıyla kurallara tamamen uygun giyinmişlerdi. Sıkıntı şuydu ki hem sürücü yani şen şakrak bir duruşu ve cin gibi gözleri olan şişman adam hem de yanındaki arkadaşı yani daha zayıfça, biraz kamburu çıkmış, bir omzunu pencereye dayamış olan polis, elli yaşlarında görünüyordu. Kural gereği, devriye arabalarını fiziken daha dinç polislere veriyorlardı. Bu kuralın istisnaları tabii ki oluyordu ama o zaman da yaşı daha büyük polisin yanına yine gençten bir polis veriliyordu.

Tam da bu durumda olduğu gibi, yaş toplamları yüzü geçen bu ikili devriye, bir sefere mahsus bir olay olarak düşünülebilirdi. Fakat bunun bir açıklaması vardı.

Siyah beyaz Chrysler’in içindeki adamlar, sadece devriye polisi kılığına girmişti. Bu zekice kılığın arkasında gizlenenler Cinayet Büro Şefi Başkomiser Martin Beck ve en yakın iş arkadaşı Lennart Kollberg’den başkası değildi.

 

Bu şekilde kılık değiştirmeyi Kollberg akıl etmişti ve yakalamaya çalıştıkları adam hakkındaki bilgilerine dayanarak bu planı yapmıştı. Adamın adı Lindberg’di, lakabı Ekmekçi’ydi ve bir hırsızdı. Ev soymak özel alanıydı ama arada birkaç silahlı soygun da yapmış, hatta dolandırıcılığa el atmıştı fakat sonuçları talihsiz olmuştu. Hayatının uzunca yıllarını demir parmaklıklar ardında geçirmişti ancak şu anda özgürdü, en son hapis cezasını yeni tamamlayıp dışarı çıkmıştı. Martin Beck ve Kollberg başarılı olursa, bu özgürlük de kısa ömürlü olacaktı.

Üç hafta önce Ekmekçi, Uppsala’nın ortasında bir kuyumcuya girmiş, silah çekip kuyumcuyu, toplamda 200.000 kron ederinde bütün takıları, kol saatlerini ve nakit parayı ona vermeye zorlamıştı. Bu noktaya kadar her şey öyle ya da böyle iyi hoştu ve Ekmekçi bu zulayı cebe indirip sırra kadem basabilirdi, ta ki tam o esnada bir satış görevlisi, dükkânın iç kısmından birdenbire ortaya çıkana ve Ekmekçi panikleyip kadının alnının ortasına kurşun sıkarak onu oracıkta öldürene kadar. Ekmekçi kaçmayı başarmıştı ve iki saat sonra, Stockholm polisi onu kız arkadaşının Midsommarkransen’deki evinde aramaya gittiğinde adamı yatakta bulmuştu. Nişanlısı adamın soğuk algınlığı geçirdiğini ve son yirmi dört saattir evden çıkmadığını belirtmişti. Ayrıca evde yapılan aramada yüzük, mücevher, kol saati ya da nakit bulunamamıştı. Ekmekçi sorguya çekilmek üzere emniyete getirilmiş, kuyumcuyla yüzleştirilmişti, hırsız maske taktığından, adam kimlik tespitinde işe yarar bir şey söyleyememişti. Fakat polisin hiç şüphesi yoktu. Öncelikle Ekmekçi’nin, uzun süre hapiste yattıktan sonra parasız olduğunu varsayabilirlerdi, ayrıca bir ispiyoncu Ekmekçi’nin ‘başka bir şehirde’ bir iş üstünde olduğunu gammazlamıştı; ayrıca bu olaydan iki gün önce, bir tanık Ekmekçi’nin kuyumcunun bulunduğu noktada dolaştığını, muhtemelen keşif turu yaptığını ifade etmişti. Ekmekçi, Uppsala’da bulunduğunu inkâr etti ve sonunda delil eksikliğinden serbest bırakıldı.

Şimdi üç haftadır polisler Ekmekçi’yi sıkı takipte tutuyordu, er ya da geç, bu soygundan indirdiklerini ziyarete gideceğinden emindiler. Fakat Ekmekçi sanki takip edildiğini fark etmişti. İki seferinde onu izleyen sivil polislere el sallamıştı ve tek amacı, bir şeylerle oyalanmak gibi görünüyordu. Hiç parası olmadığı belliydi. En azından hiç para harcamamıştı, kız arkadaşı çalışıyordu ve ona yiyecek ve kalacak yer sunuyordu, haftada bir sosyal güvenlik ofisinden rutin bir yardım da alıyordu.

Sonunda Martin Beck olaya kendi el atmak istemişti ve Kollberg sıradan devriye memurları gibi giyinme fikrini atmıştı ortaya. Ekmekçi ne de olsa, en sivil giysili polisi bile uzun mesafeden tespit edebildiğine fakat üniformalı ekiplere karşı hep küçümseyen, umursamayan bir tavır takındığına göre, bu durumda üniforma en iyi gizli kılık olabilirdi. Kollberg bu mantıktan hareket ediyordu ve Martin Beck, birkaç çekinceyle beraber, bu fikri kabul etmişti.

İkisi de bu yeni taktiğin hemen sonuç doğurmasını umuyordu ve Ekmekçi, artık izlenmediğini fark edip bir taksiye atladığı gibi kendini Råsundavägen’deki bu adrese getirtince şaşkınlıkla karışık bir sevinç yaşamışlardı. Taksi tutmuş olması bile, resmen belli bir amaçla hareket ettiğini gösteriyordu ve ikisi de adamın bir halt karıştırdığından emindi. Onu çalıntı mallarla basıp, üstüne cinayet silahını da üzerinde bulabilirlerse, onu doğrudan bu suçla ilişkilendirebilirlerdi. İşte o zaman dosya hemen kapanırdı.

Ekmekçi bir buçuk saattir bu binanın içindeydi. Bir saat önce, kapının sağ tarafındaki pencerenin orada onu şöyle bir görmüşlerdi ama o saatten beri hiçbir şey olmamıştı.

Kollberg acıkmaya başlıyordu. Genellikle hep aç olur ve kilo vermekten bahsederdi. Ara sıra yeni bir diyet denerdi fakat sıklıkla, çabucak vazgeçerdi. En az on beş kilo fazlası vardı ama düzenli egzersiz yapardı ve fiziksel kondisyonu gayet yerindeydi. İhtiyaç anında, elliye merdiven dayamış yaşına ve cüssesine göre, şaşırtıcı derecede çevik ve atletik olabilirdi.

“Boğazımdan bir lokma geçmeyeli bayağı zaman oldu,” dedi Kollberg.

Martin Beck bir şey söylemedi. Aç değildi de, canı birden bir sigara çekmişti. İki yıl önce, göğsüne aldığı ciddi bir silah yarasından sonra sigarayı bırakmıştı.

“Benim boyutlarımda bir adam günde bir haşlanmış yumurtadan çok daha fazlasına ihtiyaç duyar,” diye devam etti Kollberg.

Eğer bu kadar çok yemeseydin, bu boyutlarda olmayacaktın ve bu kadar çok yeme ihtiyacın olmayacaktı, diye düşündü Martin Beck ama hiçbir şey demedi. Kollberg en yakın arkadaşıydı ve bu, hassas bir konuydu. Onun duygularını incitmek istemiyordu, ayrıca Kollberg özellikle açken hepten aksi olabiliyordu, Martin Beck bunu çok iyi bilirdi. Aynı zamanda Kollberg’in karısının, onu haşlanmış yumurtadan oluşan sıkı bir perhize sokmak istediğini de biliyordu. Diyet pek başarıya ulaşmamıştı, ne de olsa kahvaltı, Kollberg’in evde yediği tek öğündü. Diğer öğünlerde dışarıda ya da emniyette yiyordu ve o öğünler pek de haşlanmış yumurtadan oluşmuyordu, Martin Beck buna bizzat şahitti.

Kollberg yarım blok ötedeki, ışıl ışıl bir pastaneyi başıyla gösterdi.

“Herhalde senin…”

Martin Beck kaldırıma bakan kapısını açıp bir ayağını dışarı çıkardı.

“Tamam. Ne istersin? Dan işi çörek mi?”

“Evet, ve bir de mazarin,” dedi Kollberg.

Martin Beck bir torba tatlıyla geri döndü ve sessizce oturup Ekmekçi’nin içinde bulunduğu binayı seyrederlerken Kollberg üniformasına kırık döke döke çörekleri yedi. Çörekleri bitirince koltuğu bir tık geri itip omzundaki kemeri gevşetti.

“O kemerin içinde ne var?” diye sordu Martin Beck.

Kollberg kılıfın düğmesini açıp silahı Martin Beck’e verdi. İtalyan yapımı bir oyuncak silahtı, iyi yapılmıştı, büyüktü ve en az Martin Beck’in kendi Walther’ı kadar ağırdı ama boş kovan dışında bir şey ateşleyemezdi.

“Güzelmiş,” dedi Martin Beck. “Keşke çocukken benim de böyle bir tabancam olsaydı.”

Lennart Kollberg’in, ateşli silah taşımaya karşı olduğu teşkilatta herkes tarafından bilinirdi. Kimi bu reddedişin ardında bazı pasifist ilkeler olduğuna ve diğer polislere iyi örnek olmaya çalıştığına inanırdı çünkü kendisi normal koşullar altında polis teşkilatından tüm silahların kaldırılması görüşünün en ateşli savunucusuydu.

Tüm bunlar doğruydu ama gerçeğin sadece yarısıydı. Martin Beck, Kollberg’in bu duruşunun arkasında yatan ana sebebi bilen çok az kişiden biriydi.

Lennart Kollberg bir keresinde bir adamı vurup ölümüne sebep olmuştu. Yirmi yıldan uzun zaman önceydi ve Kollberg bu olayı hiç unutamamıştı, en kritik ve tehlikeli görevde bile ateşli silah taşımayalı yıllar geçmişti.

Bu bahsedilen olay Ağustos 1952’de yaşanmıştı, Koll-berg o günlerde Stockholm’ün Söder mıntıkasına bağlıydı. Bir gece geç vakitte, Långholm Hapishanesi’nden bir alarm gelmişti, üç silahlı adam bir mahkûmu kurtarmaya girişmiş ve gardiyanları silahla yaralamıştı. İçinde Kollberg’in de bulunduğu acil müdahale ekibi hapishaneye vardığında adamlar kaçmaya çalışırken arabalarını Väster Köprüsü’nün korkuluğuna çarpmıştı ve birisi yakalanmıştı. Diğer ikisi, köprünün diğer tarafında kalan Långholm Parkı’nın içine koşarak firar etmeyi başarmıştı. İkisi de silahlı zannediliyordu ve Kollberg iyi bir nişancı sayıldığından adamların etrafını sarmakla görevlendirilen ekiple birlikte gitmişti.

Elinde tabancasıyla suya doğru yavaşça inmiş ve köprünün ışıklarından uzaklaşa uzaklaşa deniz kıyısını takip etmiş, karanlığa kulak kabartmış ve gözlerini dört açmıştı. Bir süre sonra, koya doğru çıkıntı yapan, pürüzsüz bir granit parçasının üstünde durmuş ve bir elini suya sokmuştu, su sıcak ve yumuşaktı. Tekrar doğrulduğunda bir atış sesi çınladı, kurşun, paltosunun yakasına teğet geçip metrelerce arkasından suya düşmüştü. Bu atışı yapan adam karanlığın içinde, yukarıdaki eğimde biten çalıların arasında bir yerdeydi. Kollberg anında yüzüstü yere kapaklandı ve kıyı boyunca biten koruyucu çalıların arasında süründü. Sonra atışın geldiğini düşündüğü noktanın orada yükselen bir kaya parçasına doğru emekledi. Sahiden de o büyük kayaya ulaştığında aydınlık suyun önünde adamın silüetini seçebilmişti. Kollberg’den on beş yirmi metre ötedeydi. Tabancasını hazırlamış, başını hafif yana yatırarak Kollberg’e doğru dönük duruyordu. Hemen yanında Riddar Koyu’na inen dik bir yamaç vardı.

Kollberg dikkatlice adamın sağ elini hedef aldı. Tam parmağı tetiği çekerken birisi birdenbire hedefinin arkasında belirip kendini Kollberg’in attığı kurşunun önüne attı, attığı gibi de yamaçtan aşağıya yuvarlanıp gözden kayboldu.

Kollberg ne olduğunu hemen anlayamadı. Adam kaçmaya başlayınca Kollberg tekrar ateş etti, bu kez adamı dizinden vurdu. Sonra yürüyüp tepenin aşağısına baktı.

Aşağıda, suyun dibinde, öldürdüğü adam yatıyordu. Kendi ekibinden genç birisiydi. Birlikte sık sık göreve çıkar ve çok iyi anlaşırlardı.

Olay örtbas edildi ve bununla bağlantılı olarak Koll-berg’in adı bile anılmadı. Resmî kayıtlara göre, genç polis kaza kurşununa kurban gitmişti, tehlikeli bir suçluyu kovalarken nereden geldiği bilinmeyen serseri bir kurşun ona isabet etmişti. Kollberg’in şefi ona kısa bir nutuk çekmiş, üstünde kara kara düşünmemesini, kendini suçlamamasını anlatmış, hatta XII. Charles’ın bir keresinde baş süvarisini ve en yakın arkadaşını dikkatsizlik sonucu öldürdüğünü örnek vererek en usta adamın başına bile böyle kazalar gelebileceğini anlatmıştı. Konunun orada kapanması gerekiyordu. Fakat Kollberg bu şoku hiçbir zaman atlatamamıştı ve yıllardır, silah taşıması gerektiği her durumda sahte tabancasını yanına almayı yeğliyordu.

Devriye arabasının içinde oturmuş, Ekmekçi’nin kendini göstermesini beklerken ne Kollberg ne de Martin Beck düşünüyordu bunları.

Kollberg esneyip kıpırdandı. Direksiyonun arkasında oturmak çok rahatsızdı ve üniforma üstüne dar geliyordu. En son ne zaman üniforma giydiğini hatırlamıyordu ama kesinlikle bayağı olmuştu. Üstündekini de ödünç almıştı, küçük olmasına rağmen evdeki gardıropta asılı duran, kendi eski üniforması kadar sıkmıyordu.

Martin Beck’e şöyle bir baktı, o da iyice koltuğa gömülmüştü ve ön camdan dışarıya bakıyordu.

İkisi de sessizdi. Birbirlerini uzun zamandır tanıyorlardı; bu meslekte eskiydiler ve sırf konuşmuş olmak için konuşmaya gerek duymazlardı. Bu şekilde karanlık bir sokakta, bir arabada oturup bekleyerek, sayısız gece geçirmişlerdi birlikte.

Martin Beck Cinayet Büro Şefi olduğundan beri takip ve devriye gibi görevlere gerek duymuyordu pek, altındakiler bunları hallediyordu. Fakat bu tür görevler ölümüne sıkıcı olsa da, o yine de sık sık yapardı. Sırf şefliğe yükseldiği için mesleğinin bu kısmıyla alakasını kesmek ve vaktini büyüyen bir bürokrasinin baş belası talepleriyle uğraşarak geçirmek istemiyordu. Biri diğerini engellemese de, Martin Beck bir devriye arabasında Kollberg’le pinekleyip esnemeyi, Emniyet Genel Müdürü ile yaptıkları bir toplantıda oturup, esnememek için kendini zorlamaya yeğlerdi.

Martin Beck bürokrasiyi de, toplantıları da, müdürü de sevmiyordu. Fakat Kollberg’i çok seviyordu ve bu mesleği onsuz yaptığını hayal edemiyordu. Uzun zamandır Koll-berg polis teşkilatından ayrılmak istediğini dile getiriyordu fakat son günlerde bunu iyice kafasına koymuş gibiydi. Martin Beck onu ne cesaretlendirmek, ne de onun cesaretini kırmak istiyordu. Kollberg’in polis teşkilatıyla arasında kurduğu dayanışma hislerinin kopacak noktaya geldiğinin ve vicdanının onu daha çok rahatsız ettiğinin farkındaydı. Aynı zamanda Kollberg’in tatmin edici ve buna denk bir başka iş bulmasının çok zor olacağını da biliyordu. İşsizliğin bu denli fazla olduğu bir dönemde, özellikle gençlerin, hatta üniversite mezunlarının işsiz kaldığı bugünlerde, elli yaşındaki eski bir polis memurunun kendine yeni bir iş bulma ihtimali sıfıra yakındı. Elbette tamamen bencil sebeplerden Kollberg’in çalışmaya devam etmesini istiyordu ancak Martin Beck çok bencil bir insan sayılmazdı, bu yüzden Kollberg’i etkilemeye çalışmak aklının ucundan geçmemişti.

Kollberg tekrar esnedi.

“Havasız kaldık,” diyerek penceresini indirdi. “Memurların ayaklarını insanları tekmelemek değil de yürümek için kullandığı o günlerde devriye memuru olduğumuz için şanslıydık. Burada böyle otururken insan daralıyor.”

Martin Beck evet anlamında başını salladı. O da kapalı alanda kalmayı sevmiyordu.

Martin Beck de, Kollberg de polislik kariyerlerine 40’lı yılların ortalarında Stockholm’de başlamıştı. Martin Beck, Normalm kaldırımlarını eskitmişti, Kollberg ise şehir merkezinin dar sokak ve geçitlerini tepmişti. O zamanlar daha tanışmıyorlardı ama anıları aşağı yukarı aynıydı.

Saat 9.30 oldu. Pastane kapandı, sokak boyunca aydınlık olan pencerelerin çoğu karardı. Ekmekçi’nin ziyaret ettiği dairedeyse ışıklar hâlâ yanıyordu.

 

Birdenbire sokağın karşısında kapı açıldı ve Ekmekçi kaldırıma adım attı. Elleri ceplerindeydi, ağzında bir sigara vardı.

Kollberg direksiyona ellerini koydu, Martin Beck dikeldi.

Ekmekçi kapının eşiğinde sessizce durup sigarasını içti.

“Yanında çanta filan yok,” dedi Kollberg.

“Ceplerine koymuş olabilir,” dedi Martin Beck. “Ya da sattı. Kime gelmiş bakmak zorundayız.”

Dakikalar geçti. Hiçbir şey olmadı. Ekmekçi yıldızlı gökyüzüne bakarak akşam havasının tadını çıkardı.

“Taksi bekliyor,” dedi Martin Beck.

“Bayağı uzun sürdü anlaşılan,” dedi Kollberg.

Ekmekçi sigarasından son bir fırt çekip izmariti sokağa fırlattı. Sonra paltosunun yakasını kaldırıp ellerini tekrar cebine soktu ve sokaktan karşıya, polis arabasına doğru yürümeye başladı.

“Buraya geliyor,” dedi Martin Beck. “Kahretsin. Şimdi ne yapacağız? Onu içeri mi alacağız?”

“Evet,” dedi Kollberg.

Ekmekçi yavaşça arabaya doğru yürüdü, eğildi, Kollberg’e yan camdan bakıp kahkaha atmaya başladı. Sonra bagajın arkasından dolaştı, kaldırıma çıktı. Martin Beck’in oturduğu tarafın kapısını açtı, aşağı eğildi ve bir daha içten bir kahkaha attı.

Martin Beck ve Kollberg sessizce oturup adamın kahkahasını izlediler, esasında başka ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

Ekmekçi nihayet gülme krizini sonlandırdı.

“Evet, yani,” dedi, “sonunda rütbenizi mi aldılar elinizden? Yoksa bir çeşit kostümlü parti mi bu?”

Martin Beck iç geçirip arabadan indi. Arka kapıyı açtı.

“Bin bakalım, Lindberg,” dedi. “Seni Västberga’ya bırakırız.”

“Gayet iyi olur,” dedi Ekmekçi uysalca. “Eve daha yakın.”

Södra polis merkezine giderken Ekmekçi onlara Råsunda’da erkek kardeşini ziyarete geldiğini anlattı, ki yakınlardaki başka bir devriye aracı tarafından bu bilgi hemen teyit etildi. Dairede silah, para ya da çalıntı mal bulunamamıştı. Ekmekçi’nin üstünden 27 kron çıktı.

On ikiye çeyrek kala onu serbest bırakmak zorunda kaldılar, Martin Beck ve Kollberg de eve gitmeyi düşünebildi.

“Sizin bu kadar komik olabileceğiniz aklımın ucundan geçmezdi,” dedi Ekmekçi yanlarından ayrılmadan önce. “Özellikle şu kostümlü kısım, bayağı komikti. Ama en sevdiğim bölüm, arabanızın arkasında PIG yazdığını görmek oldu. Ben bile daha iyisini düşünemezdim.”

Onlar çok eğlenmiyordu ancak adamın gırtlaktan çıkan kahkahası merdivenlerde yankılanıyordu. Neredeyse Gülen Polis’e benzemişti.

Günün sonunda, pek bir şey fark etmedi aslında. Onu er ya da geç yakalayacaklardı. Ekmekçi, her zaman yakalanan tiplerden biriydi. Bizim polislerinse, yakında düşünecek başka meseleleri olacaktı.