Polis Katili

Matn
Seriyadan Martin Beck #9
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

6

“Ben ömrüm boyunca birçok hödükle tanıştım,” dedi Per Månsson, “ama Bertil Mård kadarını görmedim.”

Månsson’un Regements Caddesi’ne bakan balkonunda oturmuş, güzel günün keyfini çıkarıyorlardı.

Martin Beck, sırf eğlencesine Malmö otobüsüne binmişti ve muhtemelen Sigbrit Mård’ın bitiremediği yolun tümünü seyahat edip bitirmişti.

Aynı zamanda otobüs şoförünü sorguya çekmeyi denemişti ama beyhudeydi çünkü adam yedek şofördü ve o gün mesaide değildi.

Månsson iri yarı, keyfine düşkün bir tipti, yaşamı hafife alırdı ve pek abartılı tabirler kullanmazdı. Ancak şimdi şöyle dedi:

“O adam bence hödüğün önde gideniydi.”

“Deniz kaptanlarının çoğu tuhaftır,” dedi Martin Beck. “Genellikle çok yalnız oluyorlar, eğer baskıcı tiplerse, çok haşin ve otokrat davranabiliyorlar. Dediğin gibi, ayıya dönüşüyorlar. Tek konuştukları insan, şefleri oluyor.”

“Şefleri mi?”

“Baş Makinist.”

“Ah.”

“Çoğu çok içki içer ve tayfasına zorbalık eder. Ya da onlar yokmuş gibi davranır. Arkadaşlarıyla konuşmaz bile.”

“Gemiler hakkında çok bilgilisin.”

“Evet, hobimdir. Bir keresinde bir gemide geçen bir dosyayı çözmüştüm. Cinayet. Hint Okyanusu’nda. Bir yük gemisinde. Hayatımda üstünde çalıştığım en ilginç dosyaydı.”

“Eh, ben Malmöhus’un kaptanını tanıyorum. Gayet düzgün bir arkadaş.”

“Yolcu gemileri genelde farklıdır. Sahipleri farklı bir memur yerleştirir oraya. Sonuçta, kaptanlar yolcularla sosyalleşmek zorunda kalır. Büyük gemideyse, bir kaptan masası vardır.”

“O ne?”

“Yemek salonunda kaptanın kendine ait masası. Birinci sınıf yolculardan en ağır topları ağırlayıp eğlendirmek için.”

“Anladım.”

“Fakat Mård şileplerle denize açılırdı. Arada keskin bir fark var.”

“Evet, adam bildiğin kibirliydi,” dedi Månsson. “Bana bağırdı ve karıma küfretti. Aşağılık herif. Kendini çok ahım şahım bir şey sanıyordu. Kaba ve ukala. Ben gayet rahatımdır ama orada resmen tepem attı. Bunun için çok uğraşılması gerek.”

“Geçimini nereden kazanıyor?”

“Limhamn’da bir birahanesi var. Hep aynı hikâye. Ekvador’da mı, Venezuela’da mı ne, karaciğeri iflas edene kadar içmiş. Orada bir süre hastanede yatmış. Sonra şirketi onu eve postalamış. Temiz sağlık belgesi vermemişler, böylece bir daha gemide çalışamamış. Anderslöv’de karısının yanına taşınmış ama geçinememişler. Şişenin dibini görüp kadını dövmüş. Kadın yaka silkmiş, ondan kurtulmak istemiş. Ama adam istememiş. Yine de kadın boşanmayı başarmış.”

“Nöjd, onun ayın 17’si için iyi bir mazereti olduğunu söyledi.”

“Evet, sayılır. Alem yapmak için feribotla Kopenhag’a gitmiş. Ama çürük bir mazeret bu. Bence. Ön salonda oturduğunu iddia ediyor. Feribot bugünlerde on ikiye çeyrek kala kalkıyor, eskiden tam on ikide kalkardı. Adam salonda yalnız olduğunu ve garsonun akşamdan kalma olduğunu söyledi. Ekipten bir kişi içeride bozuk para atılan makineyle oynuyormuş sadece. Ben de genelde o vapura binerim. Garson, ki adı Sture, her zaman akşamdan kalmadır, göz altları torba torba. Ve aynı çalışan, genellikle orada dikilip makineye bir kronluk bozukluk atar.”

Månsson içkisinden höpürdeterek bir yudum içti. Hep aynı şeyi içerdi, cin ve üzüm suyu aromalı soda karışımı. Bu bir Finlandiya-İsveç spesiyaliydi, Gripenberger adını pek tanınmayan bir memur ve asilzadeden almış.

Malmö’de hava güzeldi. Şehir pek yaşanabilir bir yer değildi.

“Bence Bertil Mård ile şahsen konuşmalısın,” dedi Månsson.

Martin Beck başıyla onayladı.

“Feribottaki tanık onun kimliğini teyit etti,” dedi Månsson. “Hafızana kazınıyor dış görünüşü. Tek sıkıntı, bu tür olaylar her gün yaşanıyor. Feribot buradan aynı saatte, genelde aynı yolcularla yola çıkıyor. Çalışanların, iki hafta sonra birisini hatırlamasına bel bağlayamazsın, doğru günü mü hatırlıyorlar, emin olamazsın. Sen adamla kendin bir konuş, bakalım sen ne düşüneceksin.”

“Ama sen onu çoktan sorguya çektin, değil mi?”

“Evet ve pek ikna olmadım.”

“Arabası var mı?”

“Evet. Batı Yakası’nda oturuyor, kolun uzunsa buradan bir taş atımı uzaklıkta. Mäster Johans Caddesi no 23. Anderslöv’e arabayla gitmesi yarım saatini alır. Aşağı yukarı.”

“Bunu nereden çıkardın?”

“Ara sıra gidip gelmiş sanki.”

Martin Beck soruyu üstelemedi.

Günlerden 3 Kasım Cumartesi’ydi ve yaz havası vardı. Aynı zamanda tatildi, Azizler Günü’ydü, ama Martin Beck, buna rağmen Kaptan Mård’ın huzurunu bozmayı planlıyordu. Adamın dindar olma ihtimali oldukça düşüktü.

Kollberg’den hiç ses çıkmamıştı. Belki de Växjö’yü beğeneceği tutmuştu da bir gün orada takılmaya karar vermişti. İyi ama neresini beğenecekti ki? Belki de birisi yasa dışı kerevitlerle onu baştan çıkarmıştı. Elbette dondurulmuş kerevit artık bulunuyordu ama Kollberg kolay kolay kanmazdı. Hele hele kerevit konusunda.

Rhea o sabah telefon edip neşesini yerine getirmişti. Her zamanki gibi. Bir yıl içinde Martin Beck’in hayatını değiştirmiş ve onu bir zamanlar sevdiği, ona iki çocuk ve çokça güzel anlar veren bir kadınla sürdürdüğü yirmi yıllık evlilikten daha fazla tatmin etmişti. Rahatlıkla sayabilirdi. Bu yüzden ‘vermek’ kötü bir kelimeydi. Bu işte birliktelerdi, değil mi? Evet, belki öyleydi ama Martin Beck hiçbir zaman karısıyla bu hissi yaşamamıştı.

Rhea Nielsen ile her şey bambaşkaydı. Özgür ve açık bir ilişki yaşıyorlardı. Belki de fazla özgür ve fazla açıktı, arada bir Martin Beck böyle hissediyordu. Ama öncelikle ve hepsinden önemlisi, bu garip biçimde kusursuz kadına karşı olan sevgisini aşan bir birliktelik bilinci yaşıyordu. Onunla birlikte, daha önce hiç mümkün olmayan bir biçimde insanlarla sıkı fıkı olmaya başlamıştı. Rhea’nın Stockholm’deki binası diğer apartmanlardan oldukça farklıydı. Buraya komün de diyebilirdiniz, ancak bu hafife alınmış terimin garantilediği ama çoğunlukla hayali olan, negatif imaları barındırmıyordu. Komün hayatı yaşayan insanlar esrar içer, tavşan gibi sevişirdi. Günün geri kalanında bir sürü saçmalık geveler ve makrobiyotik gıdalar yerlerdi, kimse çalışmaz, günlük yaşarlardı. Komün üyeleri genelde kendilerini hain bir toplum sisteminin kurbanları gibi görürdü. Genellikle LSD alır, uçabildiklerini sanır ya da uçlara erişebilmek için arkadaşlarının karnına sivri topuklarını batırır ya da intihar ederlerdi.

Martin Beck yakın zamana kadar komünler hakkında bunları düşünüyordu, en azından zaman zaman ve kısmen. Bu düşüncenin altında kesinlikle bir doğruluk payı vardı.

Martin Beck konumu sayesinde özel raporları okuma fırsatını yakalayabiliyordu. Raporların çoğu siyasiydi ve onları doğrudan gizli belgeler için açtığı gönderilecekler sepetine atıyordu, belgeler de orada temizlenmek üzere bir sonraki bürokrata aktarılmayı bekliyorlardı. Ama genelde kendi mesleğiyle bağlantılı gibi gözükenleri okuyordu. Mesela intihar, gittikçe ilgisini çeken bir konu başlığı olmaya başlamıştı ve bu konuda gizli yazılar artan bir sıklıkla ortaya çıkıyordu. Vaziyet hep aynıydı: İsveç, rapordan rapora artan bir farkla dünyaya öncülük ediyordu. (Emniyet Genel Müdürü’nün diğer bütün talimatlarında talep edildiği gibi bu bilgi de dışarı sızdırılmamalıydı.) Buna mukabil açıklama değişiyordu. Diğer ülkeler istatistik hilesi yapıyordu. Uzun süredir revaçta olan tutum Katolik ülkeleri hedef tahtasına koymaktı ama başpiskopos ve polis teşkilatının yüksek katlarındaki dini bütün polis müdürleri bu duruma itiraz etmişti. İstihbarat teşkilatı da itiraz ediyordu. Gerekçeleri papazları uzun süre casus olarak kullanamamalarıydı. İstihbaratın esrarengiz havaları, saklamaya çalıştıkları bilginin kesinlikle dışarı çıkacağı anlamına geldiğinden Emniyet Genel Müdürlüğü’nde rahat bir nefes alındı. Dedikodulara göre Emniyet Genel Müdürü’nün kendisi İsveçli papazlara karşı kuşkularını dile getirmişti. Bunlardan bir kısmı Kızıllar tarafından örgütlenmişti. Papazların İsveçli komünistleri ispiyonlaması ya da Sovyetlere karşı kararlı bir tutum alması düşünülemezdi.

Ancak bu her zamanki gibi öylesine bir söylenti. Dışarı çıt çıkmasın der insan bazen şakayla. Ancak sadık ezberciler kalıbı değiştirmezdi. Dışarı çıt çıkmayacak, o kadar.

Hepsi buydu.

En sonuncu intihar manifestosunun dikkat çekici noktaları şunlardı: Kendini vuran ya da Väster Köprüsü’nden atlayan çoğu kişi aslında bir güzel kafaları çekip sarhoş olduğundan, üstüne de bir şişe uyku hapı içtiğinden ölüyordu ve bunlar kazara zehirlenme olarak adlandırılıyor ya da tamamen istatistiklerden çıkarılıyordu, bu da çok hayırlı oluyordu.

Martin Beck bu konuları çok düşünüyordu.

Månsson, Gripenberger’ine biraz üzüm suyu döktü. Bir süredir konuşmamıştı ve kılık kıyafetinden anlaşıldığı kadarıyla da bir yere gitmeyi planlamıyordu.

Üstünde bir atlet, pijama altı ve havlu terlik vardı, ayrıca bir de bu takımın bir parçası gibi gözüken bir bornoz.

“Karım birazdan burada olur,” dedi. “Genelde saat üçte damlar.”

Månsson anlaşılan beş günlük bekâr günlerine geri dönmüştü, haftanın beş gününü yalnız, hafta sonlarını da karısıyla geçiriyordu.

İki ayrı evleri vardı.

“Güzel bir sistem,” dedi. “Doğru, bir yıl filan Kopenhag’da bir kız arkadaşım oldu. Şahaneydi ama biraz fazla oldu. Eskisi kadar genç değilim ben de.”

Martin Beck yanındaki adamın söylediklerini bir an düşündü.

Doğru, Månsson ondan büyüktü ama taş çatlasın iki yaş büyüktü.

“Ama devam ettiği sürece bana çok iyi geldi. Adı Nadja’ydı. Hiç tanıştın mı, bilmiyorum.”

“Hayır,” dedi Martin Beck.

Birdenbire konuyu değiştirmek istedi.

“Bu arada Benny Skacke neler yapıyor?”

“Fena değil. Artık komiser oldu ve fizyoterapist sevgilisiyle evlendi. Geçen baharda küçük bir kızları oldu. Bir pazar günü dünyaya geldi, beklenenden biraz erken oldu. Benny, o sırada Minnesberg’de futbol oynuyordu. Hayatındaki bütün önemli olayların hep futbol oynarken başına geldiğini söylüyor. Ne demek istiyor, Tanrı bilir.”

 

Martin Beck, Skacke’nin neyi kastettiğini adı gibi biliyordu ama hiçbir yorum yapmadı.

“Ne olursa olsun iyi bir polis,” dedi Månsson. “Onun gibilerden artık az bulunuyor. Maalesef burada mutlu olmadığını hissediyorum. Bu şehre nedense hiç alışamadı. Neredeyse beş yıldır burada ama bence hâlâ Stockholm’ü özlüyor.

“Onca yer dururken,” diye ekledi felsefi bir edayla ve bardağındakileri mideye indirdi.

Sonra abartılı bir jestle kol saatine baktı.

“Ben artık gitsem iyi olur,” dedi Martin Beck.

“Evet,” dedi Månsson. “Tam da sana Mård’ı ayık yakalamak istiyorsan, öyle yap diyecektim. Ama tabii asıl neden bu değil.”

“Ya?”

“Hayır. Biraz daha kalırsan, on beş dakika sonra karımla tanışırsın. Bu durumda da giyinmem gerekir. Karım biraz gelenekseldir ve benim önemli polis şeflerinin karşısında bu kılıkta oturmamdan hiç hoşlanmaz. Sana taksi çağırayım mı?”

“Yürümeyi yeğlerim.”

Martin Beck, Malmö’ye daha önce defalarca gelmişti ve yol iz bilirdi, en azından şehir merkezinde.

Ayrıca hava güzeldi ve Martin Beck, Bertil Mård ile konuşmadan önce aklındaki düşünceleri bir gözden geçirmek istiyordu.

Månsson’un, onu varsayımlarla bezediğinin bilincindeydi.

Zaten bu dosya da varsayımların başrolde olduğu bir vaka olacaktı.

Varsayımlar asla iyi olmazdı. Düşüncelerini tamamen etkilemelerine izin vermek, onları yok saymak kadar tehlikeliydi. Bir varsayımın, önceden geliştirilmiş olmasına rağmen, doğru olabileceğini her zaman hatırlamak zorundaydı insan.

Martin Beck, Mård’ı değerlendirmek için can atıyordu. Yakında yüz yüze geleceklerinin farkındaydı.

Birahane tatil günü olması sebebiyle kapalıydı. Månsson, Mäster Johans Caddesi’ndeki evi gözetlemesi için bir polis görevlendirme zahmetine girmişti ve Mård evden ayrılacak olursa haber vermesini tembihlemişti.

7

Polis memuru, bir evi gözetlemiyormuş gibi yaptığı bir parodiyle televizyona çıksa büyük başarı elde ederdi. Ayrıca ev çok küçüktü ve iki yandaki binalar yıkıktı. Memur sokağın karşısında, elleri arkasında, gözleri uzaklara dalmış fakat durmadan kapıya uzun uzun bakışlar atıyordu.

Martin Beck biraz uzakta durup seyretti. Bir dakika falan geçti ve çaylak polis sokakta yürüyüp kapıyı yakından inceledi. İsim tabelasını dürtükledi. Sonra tekrar dikildiği noktaya dönüp özenle umursamaz bir ifade takındı, arkasında herhangi bir uygunsuzluk olup olmadığını kontrol etmek için kendi ekseni etrafında döndü. Gizli ya da hassas görevlere atanan diğer birçok polis gibi siyah ayakkabı, koyu mavi çorap, üniforma pantolonu, açık mavi gömlek giymiş ve koyu mavi kravat takmıştı. Buna sarı bir kep, kocaman parlak düğmeli ve manşetleri kırmızı sarı işlemeli deri bir ceket eklemiş, yakasına da Martin Beck’in bile Malmö Futbol Kulübü’ne ait olduğunu bildiği beyaz ve gök mavisi renklerinde bir atkı atmıştı. Ceketi sağ tarafta şişkinlik yapmıştı, sanki altında bir şişe içki duruyordu.

Martin Beck yaklaşınca yılan ısırmış gibi sıçradı ve sanki kepinin siperliği varmış gibi selam vermek için elini kepine götürdü. Hemen rapor vermeye başladı.

“Binadan kimse ayrılmadı, Başkomiserim.”

Martin Beck tanınması karşısında yaşadığı şaşkınlıkla bir saniye sessizce dikildi. Ardından uzanıp atkıyı baş ve işaret parmağı arasında yokladı.

“Annen mi ördü?”

“Hayır, efendim,” dedi genç adam kızararak. “Örmedi. Kız kardeşimin erkek arkadaşı yaptı. Adı Enok Jansson efendim ve çok güzel örgü örer, aslında postanede çalışıyor, işi var. Televizyon seyrederken bile örgü örebiliyor.”

“Mård arka kapıdan çıkmış olabilir mi?”

Çaylak polis daha da çok kızardı.

“Ne?” dedi. “Ama bu imkânsız.”

“Öyle mi?”

“Şey, efendim, aynı anda evin hem önünde, hem de arkasında duramam sonuçta. Bu mümkün değil. Siz… Efendim, bu yüzden beni şikâyet etmeyeceksiniz ya?”

Martin Beck hayır anlamında kafasını salladı. Karşıdan karşıya geçti, polis teşkilatının bu garip gençleri nereden bulduğunu merak etti. “En azından doğru ev,” dedi çocuk onu takip ederek. “Üç kere gidip kontrol ettim. Kapıda Mård yazıyor.”

“Ve değişmedi?”

“Hayır, efendim. Sizinle birlikte gireyim mi? Yani ihtiyacımız olursa, tabancam filan yanımda. Telsizim de gömleğimin altında, o yüzden kimse göremez yani.”

“Hoşça kal,” dedi Martin Beck, zile elini götürerek.

Bertil Mård zil daha çalmadan kapıyı açtı.

Onun da üstünde üniforma pantolonu vardı; siyah pantolon, yelek ve tahta sabolar. Dün gece içtiği içkilerden kalma koku etrafını leş gibi bir duvar şeklinde çevreliyordu, tıraş sonrası losyonuyla karışıktı ve kocaman ellerinden birinde bir şişe Florida Water ve açık bir ustura tutuyordu ki usturayı çaylak polise doğru salladı.

“Kim bu palyaço?” diye bağırdı, “iki saattir orada dikilmiş, evime bakıyor?”

“Bir kanun adamına hakarettir bu,” dedi çaylak polis ukalaca.

“Seni bir daha görürsem, seni küçük sivil piç, kulaklarını keserim,” diye haykırdı Mård.

“Bu da bir memuru tehdit…”

“Hiç değil,” dedi Martin Beck, kapıyı arkasından kapatarak. “Hiç değil…”

“Ne demek ‘hiç değil’?” dedi Mård. “Ne oluyor ya?”

“Sen bir dakika sakinleş.”

“Sakinleşmem. Rahat bırakılmak istiyorum. Kostümlü çocukların beni gözetlemesini istemiyorum. Dahası, ben istediğimi alırım, alışkanlığımdır. Ya sen de kimsin? Siktiğimin başkomiseri mi?”

“Aynen,” dedi Martin Beck.

Adamın yanından geçerek iki adım attı ve odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. İçerisi sanki elli kişi uyumuş ve bu uyuyanlar insan değilmiş gibi kokuyordu. Pencerelerin önlerine yağ lekeli eski battaniyeler ve yırtık pırtık yorgan içleri çivilenmişti, içeriye çok az ışık giriyordu. Ama köşelerden kaldırıp dışarı bakmak mümkündü. Bir duvar dibine haftalardır, belki de aylardır toplanmadığı belli olan bir yatak konmuştu. Bunun haricinde mobilya olarak dört sandalye, bir masa ve büyük bir gardırop vardı. Masada bir bardak ve iki şişe 120-derece mavi etiketli, kaçak Rus votkası duruyordu, şişelerden biri boştu, diğeri yarı doluydu. Bir köşede kocaman bir kirli çamaşır yığını istiflenmişti ve arka kapıdan mutfak görünüyordu, dağınıklığı ve pisliği tarif etmek imkânsızdı, ayrıca Mård’ın tıraş olmayı yarıda bıraktığı banyo da seçiliyordu.

“108 ülke gezdim,” dedi Mård. “Hayatımda böyle bokluk görmedim. Polisler senin peşinde. Sosyal güvenlik senin peşinde. Ya da maliyeciler, yeşilaycılar, devlet dairesi ya da her ne sikim deniyorsa. Ya da elektrik şirketi, gümrük ya da nüfus müdürlüğü ya da sağlık bakanlığı. Hatta siktiğimin postanesi bile, ben posta mosta istemiyorum.”

Martin Beck, Mård’a daha yakından baktı. Heybetli bir adamdı, rahat 1.85 boyunda vardı, en az 125 kiloydu. Siyah saçlı, koyu kahverengi, keskin gözlüydü.

“Söylesene Mård, tam 108 ülke olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu Martin Beck.

“Bana Mård deme. Herkesin bana eski kankasıymış gibi davranmasından hoşlanmam. Bana ‘beyefendi’ ya da en azından ‘efendim’ dersen iyi olur. Nereden mi biliyorum? Çetelesini tutuyorum çünkü. Yüz sekizinci ülke Yukarı Volta’ydı. Kazablanka’dan oraya uçakla gittim. 107. ülke Güney Yemen’di. Ama yemin ederim en berbat yerdi. Kuzey Kore ve Honduras’ta hastanede yattım, Makao, Dominik Cumhuriyeti, Pakistan ve Ekvador’da da. Ama hayatımda burada, Malmö’de geçen yaz gördüğümden daha kötü bir hastane görmedim. 1890 yılından kalma gibi duran bir koğuşa tıkıldım. İçeride yirmi dokuz kişiydik ve on yedi tanesi yeni ameliyattan çıkmıştı. Sonra sıçtığımın sosyal hizmet çalışanları gelip ne diye sızlandığımızı soruyorlar. Ağzımızı açmamamız gerekiyor, ne de olsa bedava ya! Vergiciler ensene sülük gibi yapışmışken. Bana söyler misin, şu içine sıçtığımın hükümeti nasıl hâlâ iktidarda? Böyle şeylerden dolayı insanları astıkları bir sürü yere gittim ben.”

Mård etrafına bakındı.

“İçerisi de pis,” dedi. “Temizliği pek beceremiyorum. Nasıl yapıldığını bilmiyorum.”

Boş votka şişesini alıp mutfağa taşıdı.

“İşte,” dedi. “Daha iyi oldu. Şimdi ben sana bir soru sormak istiyorum. Burada ne halt dönüyor? Ben tıraş olurken o geri zekâlı neden kapımı tırmalıyor? Günde iki kere tıraş olurum muhakkak, sabah altıda ve öğleden sonra üçte. Her zaman da kendim tıraş olurum. Ustura kullanmayı severim. Daha temiz oluyor.”

Martin Beck konuşmadı.

“Bir soru sordum,” dedi Mård. “Cevap da alamadım.

Sen kimsin? Evimde ne bok yiyorsun?”

“Adım Martin Beck, polisim. Başkomiserim ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Cinayet Büro’nun amiriyim.”

“Ne zaman doğdun?”

“25 Eylül 1922.”

“Pekâlâ. Bir değişiklik yapıp soruları soran olmak eğlenceliymiş. Ne istiyorsun?”

“Karın 17 Ekim’den beri kayıp.”

“Eee?”

“Nerede olduğunu merak ediyoruz.”

“Peki, ama daha önce de söyledim ya, Tanrı aşkına, bilmiyorum. 17 Ekim günü ben Malmöhus denen tren feribotuna oturmuş, bir şeyler içiyordum. Tamam, kafayı çekiyordum. Şehirdeki tek düzgün vapur bu. Bu ülkede adam gibi yaşayamıyorsun, bu yüzden çoğunlukla Kopenhag vapurlarında oturup içiyorum.”

“Bir çeşit pub işletiyorsun, değil mi Kaptan Mård?”

“Evet, benim adıma iki kadın işletiyor. Tanrı şahidim, mekân temiz, her yer temizleniyor, yoksa onları limana sepetlerdim. Ara sıra ben de içki servisi yaparım. Ne zaman geleceğimi asla önceden bilmezler.”

“Anladım.”

“Cinayetle ilgili bir şeyler geveledin.”

“Evet, mümkün. Birisi onu kaçırmış gibi gözüküyor. Senin mazeretin de tam net değil.”

“Mazeretim gayet net ve sağlam. Ben Malmöhus’taydım. Ama komşu evde bir seks manyağı yaşıyor. Eğer Sigbrit’e bir şey yapmışsa, o karıyı kendi ellerimle boğarım.”

Martin Beck, Mård’ın ellerine baktı. Esaslı elleri vardı. Herhalde bir ayıyı boğabilirdi.

“‘Karıyı’ dedin. ‘Onu’ boğardın yani.”

“Onu kastetmedim aslında. Ben Sigbrit’i seviyorum.”

Birdenbire Martin Beck aklından bir sürü şey geçirdi. Bertil Mård sağı solu belli olmayan, çabuk parlayan, tehlikeli bir adamdı. Uzun yıllardır emirler verirken kendisi çok az şey yapmaya alışmıştı. Muhtemelen çok iyi bir denizciydi ve karada yaşamaya adapte olmakta zorlanıyordu. En kötü ihtimal de dahil olmak üzere her şeyi yapabileceğine inanılabilirdi.

“Hayatımın trajedisi Trelleborg’da doğmuş olmamdır,” dedi Mård. “Hiç istemediğim bir vatandaşlıkla. Tek seferde bir aydan, bilemedin iki aydan uzun dayanamadığım bir ülkede. O zaman bile hastalanana kadar her şey iyi hoştu. Ama Sigbrit’i severdim, hemen hemen her yıl onu görmeye eve gelirdim. Birlikte iyiydik. Sonra yine yola çıkmam gerekirdi. Sonra bu kahrolası olay oldu. Karaciğerim iflas etti ve muayeneden geçemedim.”

Sessizce bir dakika boyunca durdu.

“Çık artık,” dedi birdenbire. “Yoksa delirip çeneni kıracağım.”

“Tamam,” dedi Martin Beck. “Eğer geri dönersem, büyük ihtimal seni içeri atmak için geleceğim.”

“Canın cehenneme,” dedi Mård.

“Karın nasıldır? Nasıl biridir yani?”

“Seni hiç ilgilendirmez. Çık dışarı.”

Martin Beck kapıya doğru bir adım attı.

“Hoşça kal Kaptan Mård,” dedi.

“Bir dakika,” dedi Mård birden.

Florida Water şişesini masaya koyup usturayı katladı.

“Fikrimi değiştirdim,” dedi. “Neden, bilmiyorum.”

Oturup kendine bir kadeh votka koydu.

“Sen içer misin?”

“Evet,” dedi Martin Beck. “Ama şu anda değil ve sek ılık votka hiç değil.”

“Ben de bu şekilde içmezdim,” dedi Mård. “Bir yardımcım ya da boğazımı temizlediğim anda elinde kırılmış buz ve limon dilimleriyle bana koşan bir miçom olsaydı mesela. Bazen pub’ı satıp buralardan alıp başımı gideyim, Panama ya da Liberya’ya açılayım diye düşünmüyor değilim.”

Martin Beck masaya oturdu.

“Tek sıkıntı, hiçbir zaman kendi komutam olmaz. En iyi ihtimalle benim gibi birinin sağ kolu olurdum. Buna da tahammül edemem. O orospu çocuğunu boğardım.”

Martin Beck hâlâ sessizdi.

“Ama en azından açık denizlerde geberene kadar içebilirdim. Sigbrit’i istiyorum ve bir de gemi istiyorum. Şimdi ikisi de yok elimde. Buralarda, geberene kadar da içemiyorum çünkü muhakkak en yakındaki meraklı işgüzar gelip burnunu sokuyor.”

Odada etrafına baktı.

“Sence ben böyle yaşamak istiyor muyum?” dedi. “Sence bu bokluğun içinde yaşamayı seviyor muyum?”

Elini masaya şap diye vurduğunda bardağı neredeyse tepetakla döndü.

“Hayır, ne düşündüğünü biliyorum,” diye kükredi. “Sigbrit’e bir şey yaptığımı sanıyorsun. Ama yapmadım. Bunu kafanıza sokamıyor musunuz? Kahrolası polisler, dünyanın her yerinde hepiniz aynısınız. Polisler sahil domuzlarıdır, gemiye binip biraz içki ve sigaranızı almak karşılığında başınıza bela açmamaya yararlar anca. Millwall’daki pezevengi hatırlıyorum da, o rotada çalışırken vardı bir tane. Sıradan bir ‘aynasız’. Her halat attığımızda orada dikilirdi, selam verir, ‘Evet, efendim,’ ve ‘Görüştüğümüze sevindim, Kaptan,’ derdi, bizden ayrılırken de öyle bir alkol ve tütün yüklenmiş olurdu ki portatif iskeleden karaya zor geçerdi. Burada da aynı şey.”

 

“Ben senin alkol ya da tütününden istemiyorum.”

“O zaman ne sikim istiyorsun?”

“Eski karına ne olduğunu öğrenmek istiyorum. O yüzden sana nasıl biriydi diye soruyorum. Karakteri nasıldı?”

“İyiydi. İyi biriydi. Ne dememi istiyorsun? Onu seviyorum. Ama beni enselemek için yola çıkmışsın. Anderslöv’deki o polis sana birkaç kere onu dövdüğümü söylemiştir. O herifin bana bir kere yumruk attığını biliyor muydun? Bir tarafı yemez sanırdım. Bütün hayatım boyunca sadece bir kavgada yenildim, o da dörde karşı birdi. Antwerp’te. Ama o haklıydı, ben haksızdım ve biliyordum.”

Martin Beck, Mård’a düşünceli düşünceli baktı.

Adamın kendini iyi bir görünüm verecek şekilde sunmaya çalışıyor olması mümkündü.

“Uzun bir süre evli kaldınız,” dedi Martin Beck.

“Evet. Biz evlendiğimizde Sigbrit daha on sekiz yaşındaydı. İki ay sonra gemiye binip açıldım. Ondan sonra da ben hep gemilerdeydim ama her sene bir iki aylığına eve gelirdim ve o zamanlar birlikte iyiydik.”

“Cinsel anlamda mı?”

“Evet. Beni severdi. Üstünden tren geçmiş gibi olduğunu söylerdi.”

“Yılın geri kalanı boyunca ne olurdu peki?”

“Bana sadık olduğunu söylerdi, ben de hiçbir zaman aksini düşünecek bir sebep görmedim. Ama hep bir ay boyunca azgın olmasını, sonraki on bir ay hiç yapmamasını garip bulurdum. Bunun yalan olmadığını söylerdi. Üstünde düşünme derdi.”

“Ya sen?”

“Eh, elbette, ne zaman bir limana yanaşsak, kerhaneye giderdim.”

“108 ülkenin hepsinde mi?”

“Hayır, kerhaneleri hiç saymadım ama herhalde sayısı yüksektir. İstersen bazılarının adresini verebilirim. Bazı ülkelerde fahişe yok ama. Bir tanesini hatırlıyorum. Romanya’da. Eski bir tekneyle üç ay Köstence’de mahsur kalmıştık ve şehirde bir tane bile fahişe yoktu. Trenle Bükreş’e gittim. Orada da yoktu. Hayatımda hiç öyle bir şey görmemiştim.”

“Eee, ne yaptın peki?”

“Pire’ye gittim. Binlerce vardı. İçtim, yatıp kalktım ve iki hafta yataktan çıkmadım. Evet, Tanrı şahidimdir…”

Mård gözlerini içkisine dikti ama içmedi.

“Şimdi senin aklından geçen şu; denizciler her limanda kerhaneye koşmaktan başka bir şey yapmazlar, bu da sadece bir şeyi gösteriyor.”

“Neyi?”

“Denizciler hakkında pek bilgin olmadığını. Aynı baş makinistle yedi yıl boyunca yelken açtım. Bergkvara’da karısı vardı. Yemin ederim, o yedi yıl boyunca bir kadına bile el sürmedi. Bence bayağı iyiydi. Öyle bir adam olmak lazım. Tanıdığım böyle başka denizciler de var.”

“Eve gidince ona ne diyordun?”

“Sigbrit’e mi? Eh, doğal olarak ona deli gibi sadık olduğumu, kara iznimin çıkmasını beklediğimi söylüyordum. O yüzden tek yapmam gereken eve geldiğimde vücudumun her yerinde diş izleri olmamasını sağlamaktı. Çok şükür penisilin var. Ama Sigbrit’e, başka kadınlara yan gözle bile bakmadığımı söyledim. Yeminler ettim. Şimdi de itiraf etmezdim de, artık çok geç. Artık bir önemi yok.”

“Sigbrit ölü olduğu için mi yani?”

Martin Beck, adamın kırılacağını beklediyse de bunda yanılmıştı. Mård içkisinden bir yudum alırken oldukça sakindi.

“Beni tuzağa düşürmeye çalışıyorsun sanırım,” dedi sakin sakin. “Ama işe yaramaz. Öncelikle şunu anla ki ben tren feribotundaydım ve ikincisi de, bence Sigbrit ölü değil.”

“Sence nerede peki?”

“Bilmiyorum. Ama senin aklından bile geçirmediğin bazı şeyler biliyorum.”

“Mesela?”

“Sigbrit züppenin tekidir. Bir denizcinin karısı olmak, o güzel evde oturmak onun için şahaneydi. Hem kendi maaşı, hem benim maaşımla her şey yolundaydı. Ayrıca benim hep kenarda biraz param olurdu. Sonra ayrıldık, tamam, ama beni evden attıktan sonra neden benden para alsın dedim, o yüzden ona nafaka falan bağlamadım. Sanırım boşanmadan sonra durumu zorlaştı.”

“Neden ayrıldınız?”

“O küçücük sıkıcı kasabada yapacak bir işim olmadan bütün gün pinekleyip durmaya dayanamadım. O yüzden bütün gün içtim, ona ayakkabılarımı sil, evi temizle diye bağırıp çağırdım, onu habire dövdüm ve o da bıktı sonunda. Sebebini anlayabiliyorum. Sonrasında çok üzüldüm. Şimdi burada bütün gün oturup üzgün olabilirim. On beş yıl boyunca her gün iki şişe votka içtim diye dertlenebilirim. Şerefe!

Mård içkisini kafaya dikti. İçkisi yaklaşık iki yüz elli gram gelirdi ve alkol derecesi de 120’ydi, ama su gibi içti, suratını bile buruşturmadı.

“Bir şey sormak istiyorum,” dedi Martin Beck.

“Neymiş?”

“Boşandıktan sonra onunla cinsel ilişkiye girdiniz mi?”

“Tabii. Arabayla gidip kaç kere onu düdükledim. Ama bayağı zaman oluyor. En az bir buçuk yıl geçmiştir.”

“Peki o zaman bunun hakkında ne diyordu?”

“Gene bir ekspres tren üstümden geçmiş gibi hissediyorum diyordu. Şahane. Yaşlandıkça amı da büyüdü ve daha sulandı. Ben hâlâ aramızı düzeltebiliriz diye umuyordum ama artık çok geç.”

“Niye?”

“Birçok sebepten ötürü. Birincisi ben hastayım. Ayrıca aslında ortada düzeltecek bir şey de yok. Çoğunlukla yalan ve aldatmaya dayanan bir evlilik, değer miydi? Tek yalan söyleyen ben olsam bile. Hâlâ Sigbrit’i gerçekten seviyorum.”

Martin Beck bir an düşündü.

“Kaptan Mård,” dedi, “kendi ağzınla söylediklerinden anlaşıldığı şekilde, kadınlarla kayda değer sayıda tecrübe yaşamışsın.”

“Evet, böyle ifade edilebilir. İyi orospular bir şeyi iyi bilir. Nasıl sikişileceğini bilirler. Ne olmuş?”

“Karın cinsel anlamda tutkulu bir kadın mı ya da kadın mıydı diyelim?”

“Hem de nasıldı. Her yıl sırf kakara kikiri yapmak için bir ay Anderslöv’de pineklemedim ben.”

Martin Beck kararsızdı. Konuşma uzadıkça neye inanacağına karar vermekte zorlanıyordu. Mård’dan hâlâ hoşlanmıyor olduğundan bile emin değildi.

“Şu 108 ülke meselesi,” dedi. “Hatırlayabilmen beni çok etkiledi…”

Mård elini arka cebine sokup bir şey çıkardı. Bir dua kitapçığı kalınlığında, deri ciltli bir defterdi.

“Dediğim gibi, ben hep çetelesini tutarım. Bak şimdi.”

Sayfaları çevirdi, içleri notlarla dolu gibiydi. Kâğıt çizgiliydi ve çizgileri çok sıktı.

“Al,” dedi Mård. “Bütün liste burada. İsveç, Finlandiya, Polonya, Danimarka diye başlıyor, Res’ül-Hayme, Malta, Güney Yemen ve Yukarı Volta diye bitiyor. Elbette Malta’ya bundan çok önce gitmiştim ama bağımsızlığını ilan edene kadar onu listeye eklemedim. Bu çok iyi bir defterdir. Yirmi yıl evvel Singapur’dan almıştım ve hayatımda bir daha bunun gibisini görmedim.”

Defteri arka cebine soktu.

“Hayatımın kütüğü de diyebiliriz,” dedi. “Bir insan hayatı için tek ihtiyacın bunun gibi bir defter. Çoğu insana çok daha küçüğü de yeter.”

Martin Beck ayağa kalktı.

Mård da aynı şekilde.

Fişek gibi ayaklandı, kocaman ayaklarını uzattı. “Ancak birisi Sigbrit’e bir şey yapmışsa, bırak icabına ben bakayım. Bu yüzden kimse ona el sürmemiş olsa iyi olur. O bana ait.”

Kara gözleri çakmak çakmak alevlendi.

“Onu lime lime ederim,” dedi. “Bu eller daha önce kimleri lime lime etti.”

Martin Beck adamın ellerine baktı.

“Belki ayın 17’sinde ne yaptığını biraz daha sıkı düşünmelisin, Kaptan Mård. Mazeretin pek geçerli görünmüyor.”

“Mazeretmiş,” dedi Mård iğrenerek. “Ne için?”

Odada iki uzun adım attı ve dış kapıyı açtı.

“Şimdi cehenneme kadar yolun var,” dedi. “Çabuk, tepemin tasını attırmadan git.”

“Hoşça kal, Kaptan Mård,” dedi Martin Beck kibar kibar.

Adamın yüzünü ışıkta görünce göz aklarının sarı olduğunu fark etti.

“Sahil domuzu,” dedi Mård.

Kapıyı güm diye çarptı.

Martin Beck yaklaşık yüz metre boyunca kasabanın merkezine yürüdü.

Sonra dönüp limana doğru gitti. Savoy’a gelince bara girip oturdu. “İyi günler,” dedi barmen.

Martin Beck başıyla selam verdi.

“Viski,” dedi.

“Her zamanki gibi yanında buzlu su?”

Martin Beck bir daha başını salladı.

Bu bara girmeyeli dört sene geçmişti. Hafızası kuvvetli insanlar hâlâ vardı demek ki.

Uzun bir süre elinde içkisiyle oturup düşündü.

Adamla ilgili nasıl bir çıkarımda bulunacağını gerçekten bilemedi. Mård’ın onu bir şekilde kandırdığını düşünür gibi oldu ama gerçekten nasıl biri olduğundan emin olamadı.

Mård ya düpedüz dürüsttü ya da başından sonuna kurnazdı. Her iki koşulda da insan öldürmekten biraz fazla sık söz etmişti. Bir süre sonra Martin Beck başka şeyler düşünmeye başladı. Bu otelde bazı anıları vardı, içlerinden en az biri güzeldi.

Bir viski daha söyledi.

Bunu da bitirince parasını ödeyip oradan kalktı, kanaldan karşıya geçti ve tren istasyonunun önünde bekleyen taksi sırasına doğru yürüdü. Sıranın en başındaki arabaya bindi.

Bepul matn qismi tugadi. Ko'proq o'qishini xohlaysizmi?