Kitobni o'qish: «Tom Sawyer´ın Maceraları»
1
TOM’UN YARAMAZLIKLARI
“Tom!”
Cevap yok.
“Tom!”
Gene cevap yok.
“Bu çocuğa ne oldu acaba? Merak ettim, Tom!”
Cevap yok.
Yaşlı kadın, gözlüğünü öne doğru çekip çerçevesinin üstünden odaya şöyle bir göz gezdirdi; sonra tekrar gözlüğünü burnuna yerleştirip etrafına bakındı. Öyle çocuk gibi ufak tefek şeyler için gözlüğünü takmaya pek tenezzül etmezdi. Hem gözlük, onun için bir süsten ibaretti, yoksa onsuz da pek iyi görebiliyordu. Bir saniye kadar telaşlanır gibi oldu, sonra da fazla öfkelenmeden; fakat gene de eşyalara işittirecek kadar yüksek sesle bağırdı:
“Seni bir elime geçirirsem…”
Sözlerini bitiremedi; çünkü o sırada yere eğilmiş, elinde süpürgeyle yatağın altını araştırıyordu. Bu da kedinin rahatını bozmaktan başka bir işe yaramadı.
Açık kapının önüne gitti, bahçeyi kaplayan domates sırıklarını ve yabani otları gözleriyle araştırdı. Tom’dan eser yoktu. Uzaklara eriştirmek için sesini yükselterek tekrar bağırdı:
“Heeey, Tooom!…”
Birden hafif bir çıtırtı duydu ve kadının arkasına dönmesiyle küçük bir oğlan çocuğunu yakasından sımsıkı yakalaması bir oldu.
“Ah, o dolapta olacağını bilmeliydim… Orada ne yapıyordun?”
“Hiiç.”
“Nasıl hiiç?… Şu ellere bir baksana! Ya ağzına… Nedir o lekeler?”
“Bilmiyorum, teyzeciğim.”
“Ama ben biliyorum. Reçel. Evet, ta kendisi… Sana kırk defa söylemedim mi o reçele dokunursan derini yüzerim diye? Ver bakalım o değneği.”
Değnek havaya kalktı. Durum ümitsizdi.
“Aaa, arkana bak, teyze.”
Yaşlı kadın, hemen arkasını dönüp eteklerini bilinmeyen tehlikeden korumak için topladı. Çocuk, derhal koşup yüksek tahta perdeyi atlayarak öbür tarafta kaybolmuştu.
Teyzesi Polly, hayret içinde bir saniye kadar olduğu yerde kaldı, sonra gülmeye başladı.
“Ah, bu çocuk… Ben de hiç akıllanmayacağım anlaşılan… Her zaman buna benzer hileler yapmıyor mu sanki?… Bu defa aldanmamalıydım. Fakat budalalar arasında en kötüleri yaşlı budalalar oluyor galiba… Eskilerin dediği gibi, yaşlı bir köpeğe yeni hileler öğretmenin imkânı yok. Ama hınzır çocuk aynı hileyi iki kere tekrarlamıyor ki… İnsan başına gelecekleri nereden bilsin?… Ben gözlüğümü takıncaya kadar o yeni bir işkence usulü keşfediyor, sonra da her şeyi unutturup bir dakikacık olsun beni güldürmenin yolunu biliyor. Tabi, o zaman bütün kararlarım suya düşüyor, oğlana bir fiske bile vuramıyorum. Ben bu çocuğa karşı görevimi tam yapamıyorum, Allah da bilir ya… Çok yaramaz bir çocuk ama ne çare?… Zavallıcık, ölen kız kardeşimin tek oğlu. Nedense onu dövmeye bir türlü gönlüm razı olmuyor.
Başıboş bırakırsam, vicdanım beni rahatsız ediyor. Dövmeye kalkarsam bu sefer de çok üzülüyorum. Bugün öğleden sonra okula gitmeyip oyun oynayacak. Ben de onu cezalandırmak için yarın zorla çalıştıracağım tabi. Bütün arkadaşları tatil yaparken cumartesi günü onu çalıştırmak çok güç; ama dünyada en nefret ettiği şey, ders çalışmak… Artık ona biraz da teyzelik yapmanın zamanı geldi, aksi hâlde çocuğun felaketine sebep olacağım.”
Tom, okula gitmeyip oyuna daldı; pek güzel de vakit geçirdi. Tam zenci uşak Jim, ertesi gün için sobaya odun hazırlamak üzereyken eve döndü. Güya ona yardım edecekti. Jim, işin yarısından çoğunu bitirmeye çalışırken Tom da maceralarını anlatıyordu.
Tom’un küçük kardeşi (daha doğrusu üvey kardeşi) Sid, kendi payına düşen işi bitirmişti bile, zira o sessiz sedasız bir çocuktu, tehlikeli maceraperest tarafı yoktu…
Tom hem yemeğini yiyip hem de fırsat buldukça belli etmeden şeker aşırmakla uğraşırken Polly Teyze de onu soru yağmuruna tutmuştu, derdi çocuğun gizli gizli nehre girip girmediğini öğrenmekti.
“Tom, okul çok sıcaktı, değil mi?”
“Evet, teyzeciğim.”
“Dayanılmaz derecede sıcaktı, değil mi?”
“Evet, teyzeciğim.”
“Canın yüzmek istemedi mi, Tom?”
Tom’un içinde hafif bir korku uyandı. Polly Teyze’nin yüzünde bir ipucu aradı; fakat hiç belli olmuyordu.
“Hayır, teyzeciğim. Yani, çok istemedi…”
Yaşlı kadın, elini uzatıp Tom’un gömleğine dokundu:
“Ama pek de sıcak değilsin hani…” Gömleğin kuru olduğunu anladığını belli etmek hoşuna gidiyordu; ama bunun aslında sadece kendi zihninden geçirdiği bir fikir olduğunu kimseye sezdirmeden… Teyzesinin bu hâline rağmen Tom, asıl felaketin nereden kopacağını hemen anlamıştı. İkinci hareketi vaktinde tahmin ederek tedbirli davrandı.
“İçimizden bazıları başlarını suya soktu. Bak, benim bile başım henüz yaş. Gördün mü?…”
Polly Teyze, basit bir olaydan şüphelendiği için kendine kızmıştı, böylece bir kere daha bahsi kaybetmişti. Sonra gene aklına bir şey geldi:
“Tom, başını suya sokmak için gömleğinin dikişini sökmene lüzum kalmadı değil mi? Ceketinin düğmelerini çöz bakayım…”
Tom’un yüzündeki telaşlı ifade kaybolmuştu. Ceketini açtı. Gömleğinin yakası dikkatle dikilmişti.
“Hay Allah… Neyse, istediğini yapabilirsin… Okuldan kaçıp yüzmeye gittiğinden eminim; fakat seni affediyorum, Tom.”
Polly Teyze, tahmininde yanıldığı için yarı üzgün; fakat kırk yılda bir defa Tom’un itaatkâr davranmış olmasından da oldukça memnundu.
Ama Sidney, “Şey, ben Tom’un yakasını beyaz iplikle diktiğinizi sanmıştım, oysa siyah iplikle dikiliymiş.” dedi.
“Yoo, beyazla dikmiştim. Toom…”
Tom, daha fazla dinlemedi. Kapıdan çıkarken de: “Bunun için sana bir sopa çekeceğim, Sid!” diye bağırdı.
Emin bir yere gelince, ceketinin yakasının altına sokulan iki büyük iğneyi gözden geçirdi. Birinde beyaz iplik, diğerinde ise siyah iplik vardı. Kendi kendine söyleniyordu; “Sid olmasaydı teyzem hiçbir şeyin farkına varmayacaktı. Bazen siyahla diker bazen de beyazla, insan karıştırıyor. İpliklerden bir tanesinde karar kılsa ne iyi olur… Hangisini kullandığını hatırlayamıyorum. Fakat yaptıklarının cezasını Sid’e çektireceğim.”
İki dakika içinde, hatta daha bile kısa bir zamanda bütün dertlerini unutmuştu. Dertleri büyük bir adamın dertlerinden daha önemsiz olduğundan değil; ilgi çekici, yeni ve önemli bir olayla karşılaştığından zihni buna takılmıştı da ondan.
Yeni olay da şuydu: Bir zenciden yepyeni bir ıslık çalma usulü öğrenmişti, şimdi onu denemeye can atıyordu… Bu biraz da kuş seslerini andıracaktı… Tam ıslığın ortasında dili, damağa kısa aralıklarla dokundurmak gerekti. Biraz gayret ve dikkat harcayınca işin sırrını öğrendi ve yoldan aşağı yürüdü. Yeni bir gezegen keşfetmiş bir yıldızlar bilgini gibi hissediyordu kendini.
Yazın günler uzundu. Daha hava kararmamıştı. Tom ıslığı bir kere daha denedi. Önünde bir yabancı vardı; kendinden büyük bir oğlanın gölgesi belirmişti… Küçük ve sessiz St. Pittisburgh kasabasında hangi yaştan hangi cinsten olursa olsun, bir yabancının görünmesi son derece ilginç bir olaydı. Bu çocuk iyi giyinmişti, daha doğrusu hafta ortası için kılığı gereğinden fazla güzeldi. Bu, insanı hakikaten şaşırtıyordu… Başında nefis bir kep vardı, sık düğmeli mavi ceketi yeni ve zarifti. Pantolonu da öyleydi. Ayağına da ayakkabı giymişti, daha günlerden cuma olduğu hâlde… Hatta boyunbağı da takmıştı. Yabancıda bir şehirli havası vardı ki bu da Tom’u en can alacak yerinden vuruyordu. Tom, bu yeni harikaya baktıkça, yabancı, burnunu biraz daha havaya kaldırıyor, Tom da kendi kılığının gittikçe eskidiğini hisseder gibi oluyordu. Çocukların ikisi de konuşmuyordu. Bir tanesi hareket ederse öbürü de kıpırdıyordu; ama yalnızca yana doğru bir kıpırdanmaydı bu… Yüz yüze ve göz göze karşılıklı duruyorlardı. Nihayet Tom, dayanamayarak konuştu:
“Bana bak, dayak mı istiyor senin canın?”
“Hele bir dene de görelim bakalım.”
“Yapamaz mıyım sanıyorsun?”
“Yapamazsın tabi.”
“Belli olmaz.”
“Yapamazsın dedik ya!”
“Çakayım mı?”
“Hadi bakalım, erkeksen…”
Can sıkıcı bir sessizlik oldu. Sonra Tom gene sordu:
“Adın ne senin?”
“Sana ne?”
“Bana ne olduğunu gösterirsem aklın başına gelir!”
“Ne duruyorsun?”
“Kızdırma kafamı?”
“Kızdırırsam ne olacak be?”
“Kendini pek akıllı bir şey zannediyorsun, öyle mi? Bir elim arkada bağlıyken bile seni döverim istesem…”
“Ne duruyorsun o zaman? Hadisene!”
“Matrak geçmeyi bıraksan iyi edersin… Pişman olacaksın sonra?”
“Hele bir görelim!”
“ Vay beyim… Kendini bir şey sanıyorsun, değil mi? Şuna bak ne biçim şapka o be?”
“Beğenmiyorsan şapkayı başımdan atabilirsin. Hadi bakalım. Ama unutma ki o şapkaya el sürecek babayiğidi eşek sudan gelinceye kadar döverim!”
“Yalancı!”
“Babandır!”
“Sen huysuz bir yalancısın.”
“Bana bak, bir tane geçirirsem…”
“Hey, biraz daha böbürlenirsen yersin taşı kafana!”
“Cart!”
“Ha… şimdi…”
“Ne duruyorsun? Boyuna şimdi demenin ne faydası var? Yap da görelim. Üç buçuk atıyorsun da onun için değil mi?”
“Yuh! Senden mi korkacağım?”
“Tabi korkuyorsun.”
“Korkmuyorum.”
“Korkuyorsun.”
Gene sustular, biraz daha birbirlerini gözleyip kavgacı horozlar gibi birbirlerinin çevresinde dört döndüler. Sonunda omuz omuza gelmişlerdi.
Tom:
“Çek arabanı,” dedi.
“Sen çek arabanı.”
“Çekmeyeceğim.”
“Al benden de o kadar.”
Birden kapıştılar.
İkisi de ayakları bir açı oluşturabilecek şekilde açık durarak birbirlerine öfke ve nefretle vurmaya başladılar. Ama hiçbiri fırsatını bulup öbürünü yere yıkamıyordu. İkisi de kan ter içinde kalıncaya kadar mücadeleden vazgeçmedi. Sonunda dikkatli ve ihtiyatı elden bırakmadan yumrukları azalttılar, kavga da bitti.
“Sen korkağın birisin, korkak domuz seni. Ağabeyime söylersem görürsün gününü, küçük parmağıyla ezer seni.”
“Ağabeyinden korkan kim? Benim ondan büyük bir ağabeyim var. Senin ağabeyini bir tutarsa tel örgüden öteye fırlatıp atar.” (İki ağabey de hayaliydi.)
“Yalan söylüyorsun.”
“Senin demenle yalan olmaz.”
Tom, ayağının başparmağıyla toprağa bir çizgi çizdi.
“Hele şu çizginin öbür tarafına geçmeyi bir dene… Pestilini çıkartırım alimallah.”
Yabancı çocuk hemen çizginin öbür tarafına geçerek cevap verdi:
“Eee, hadi çıkarsana bakalım!”
“Kafamı kızdırma; kolla kendini…”
“Ne duruyorsun? Göster bakalım ne yapacaksın!”
“Elbette… İki sente gösteririm.”
Yabancı çocuk, cebinden iki tane kocaman bakır para çıkarıp alaylı bir tavırla Tom’a fırlattı. Tom, paraları yere vurdu. Bir saniye sonra iki çocuk yerde kirli toprağın üstünde kediler gibi yuvarlanmaya başlamıştı.
Bir dakika içinde de birbirlerinin saçlarını çekmişler, elbiselerini yırtmışlar, burunlarını tırmalamışlardı. Biraz sonra şaşkınlık devresine geldi sıra. Dövüşün yarattığı toz duman arasında Tom, yabancının yanına çöküp onu yumruklamaya koyuldu.
“Tövbe, de!”
Çocuk, yalnız kendini kurtarmaya çalıştı. Sırf öfkesinden ağlıyordu.
“Tövbe de…” Yumruklar devam ediyordu.
Nihayet yabancı çocuk boğulacak hâle geldi, nefes nefese, “Tövbe!” dedi.
“Eh, artık bu sana iyi bir ders olmuştur. Bir dahaki sefere birine çatmadan önce kim olduğuna iyi bak da öyle davran!…”
Yabancı çocuk ayağa kalkmış, üstünü başını silkerek yürüyordu; bir yandan da hem hıçkırıyor hem de burnunu çekiyordu. Arada sırada da arkasına dönüp bir dahaki sefere, Tom’u eline geçirirse neler yapacağına dair tehditler savuruyordu. Tom ise çocukla eğleniyordu. Mağrur bir tavırla yola düzüldü. Fakat o arkasını döner dönmez yabancı çocuk yerden bir taş kapıp Tom’a fırlattı. Bereket ki taş Tom’un iki omzu arasından geçip gitti. Çocuk bunu görünce geyik gibi sıçrayarak var kuvvetiyle koşmaya başlamıştı. Tom, mızıkçı çocuğu evine kadar kovalayıp nerede oturduğunu öğrendi. Bahçe kapısında bir süre bekledi; düşmanının elbette gene dışarı çıkacağını düşünüyordu. Oysa onu gören çocuk, pencerenin önüne geçmiş, camdan dilini çıkarıyor, türlü maskaralıklar yapıyordu. Nihayet düşmanının annesi kapıya çıktı, Tom’a yaramaz, terbiyesiz bir çocuk olduğunu söyleyip derhal oradan uzaklaşmasını emretti.
Tom, o gece eve bir hayli geç gitmişti. Dikkatle pencereden içeri atlarken teyzesi yakaladı. Kadıncağız Tom’un üstünün başının ne hâle geldiğini görünce, yeğenini cumartesi günü izinsiz bırakmanın şart olduğuna bir kere daha karar verdi.
2
ŞANLI BADANACI
Cumartesi sabahı nihayet gelmişti. Bu yaz sabahında her şey taptaze, pırıl pırıl ve hayat doluydu. Her kalpte bir şarkı vardı, hele kalpler genç olunca müzik dudaklara kadar yükseliyordu. Her yüzde neşe, her adımda bir bahar havası seziliyordu. Ağaçlar çiçekleniyordu, tomurcukların kokusu havayı doldurmuştu. Kasabanın ötesinde yükselen Cardiff Tepesi sebzelerle yemyeşil olmuştu. Uzaktan rüyalı, huzur veren ve insanı zorla kendine çeken hoş bir ülke gibi duruyordu.
Tom, elinde içi kireç dolu bir kova ve uzun bir fırçayla kaldırımda belirdi. Parmaklığı şöyle bir gözden geçirince yüzündeki neşeli ifade birden kayboldu, içini derin bir keder kapladı. Parmaklığın eniyle boyunu şöyle bir tahmine kalkışınca hayatı, pek anlamsız buldu. Yaşamak yalnızca bir yükten ibaretti… Kederli kederli içini çekerek fırçayı kovaya daldırdı ve en üst parmaklıktan işe başladı; aynı hareketi tekrarladı; bir kere daha yaptı. Sonra badanalanmış kısımlarla fırça değmemiş olanların arasındaki farkı bulmaya çalışınca, cesareti kırılmış bir hâlde oradaki tahta sandığa çöktü. Jim, elinde teneke bir kovayla kapıdan çıkmış ‘Buffalo Kızlar’ şarkısını söyleyerek sıçraya sıçraya yürümeye başlamıştı.
Eskiden, kasaba tulumbasından su doldurup taşımak Tom’a pek ağır gelirdi; ama şimdi fikri değişmişti. Tulumbanın başında arkadaşlarının bulunduğunu hatırlamıştı. Beyaz, melez ve zenci çocuklar her zaman orada sıra bekler, dinlenir, oyuncak satar, kavga eder, oynarlardı. Sonra Tom, tulumba o kadar uzakta olmadığı hâlde Jim’in bir saat geçmeden geri dönmediğini de hatırladı, hem de illa birini onun peşine göndermek gerekiyordu.
Tom: “Hey Jim,” dedi, “ne olur sen de biraz badana yap, suyu ben doldurayım.”
Jim, başını salladıktan sonra cevap verdi: “Yapamam Bay Tom. Kocakarı dedi bana, suyu doldur, yolda lafa dalma. Hem şey, dedi, ‘Bay Tom, sana yaptırmak ister, sen bak kendi işine,’ dedi. ‘Badana yapılırken gelip bakacağım,’ dedi…”
“Sen aldırma ona, Jim. Her zaman öyle der. Şu kovayı ver bakalım. Bir dakikaya kalmaz buradayım. Teyzemin ruhu bile duymaz.”
“Ah, ben yapamaz, Bay Tom. Yaşlı hanım kafamı kırar sonra… Yapar mı yapar!”
“O mu? O hiç kimseyi dövmez ki… Yalnız yüksüğüyle bir dokunur, o kadar, buna da kim aldırır sanki… Çok kötü şeyler söyler ama söz insanın canını acıtmaz, yani bağırmaya başlamazsa… Jim, sana bilye vereceğim.”
“Ama Bay Tom, ben yaşlı hanımdan çok korkar…”
“Hem sana yaralı parmağımı da gösteririm.”
Eee, Jim de nihayet insandı, bu kadar çekici bir teklife dayanamazdı. Kovayı yere bıraktı. Bilyeyi aldı, sargısı açılırken yaralı parmağın üzerine eğilerek derin bir ilgiyle parmağı seyre daldı. Bir saniye sonra Tom, elinde kovasını tangırdatarak yoldan aşağı koşuyordu. Jim de hızlı hızlı badana yapmaya başlamıştı. Polly Teyze de elinde bir terlik, gözlerinde zafer pırıltılarıyla tarladan eve dönüyordu.
Fakat Tom’un gayreti çok sürmedi. Bugün için hazırladığı eğlenceleri hatırlamıştı. Birden kederi büsbütün arttı. Biraz sonra hür çocuklar çeşitli eğlencelere gidecekler, çalışmaya mecbur olduğu için Tom’u alaya alacaklardı. Bunun düşüncesi bile Tom’u cayır cayır yakmıştı. Servetini ortaya çıkardı, bir defa gözden geçirdi: Oyuncak parçaları, bilyeler ve bir alay süprüntü… Belki biraz iş satın almaya yeterdi; ama bu kadar az bir servetle yarım saatlik tam bir hürriyet kazanmasına imkân yoktu… Mallarını cebine yerleştirip çocukları satın alma fikrinden de caydı. Bu karanlık ve ümitsiz anında parlak bir buluş doğmuştu kafasında…
Fırçayı eline alıp sakin sakin çalışmaya başladı. Biraz sonra, bütün çocukların arasında alayından en fazla korktuğu Ben Rogers göründü. Ben’in seke seke yürüdüğüne bakılırsa neşesi yerinde, yüreği rahat demekti. Elma yiyordu. Kısa aralıklarla “hoop” diye sesler çıkarıyor, ondan sonra da “çan, çan, çan”larla yürüyordu; çünkü aklı sıra buharlı gemi taklidi yapıyordu!… Yaklaşınca hızını azaltıp yolun ortasında bir daire çizdi. Güya Missouri Gemisi’ni taklit ediyordu. Ben, hem gemi hem kaptan hem de geminin çanlarıydı; onun için kendi kendine emir verip gene kendi kendine yerine getirmek zorundaydı.
Tom, buharlı gemiye hiç aldırmadan badanasına devam etti. Ben, bir saniye hayretle onu süzdükten sonra, “Şişşt. Başın dertte galiba?” diye sordu.
Cevap yok. Tom, fırçanın son darbesini bir sanatkâr gibi seyretti. Sonra fırçayı gene hafifçe ve ahenkli bir tavırla parmaklığa sürdü ve sonucu gözden geçirdi. Ben, hemen Tom’un yanına koşmuştu. Tom’un elmaya içi gidiyordu ama işiyle meşgul oldu.
Ben, sordu:
“Hey, dostum, demek işin var, öyle mi?”
Tom birden geri dönerek: “Yaa, sen misin?” dedi. “Hiç etrafıma bakmıyordum.”
“Şey, ben yüzmeye gidiyorum. Sen de gelmez misin? Tabi çalışmayı tercih edersen o başka… Tabi öyle olmalı…”
Tom, Ben’e baktı, “Sen buna çalışmak mı diyorsun?” diye söylendi.
“Peki, bu yaptığın çalışma değil mi yani?”
Tom, badanayı bırakıp hiç aldırış etmiyormuş gibi cevap verdi: “Belki öyledir. Belki de değildir. Bildiğim bir şey varsa o da bunun Tom Sawyer’e pek yakıştığıdır…”
“Hadi, şimdi şakayı bırak. Bu işi sevdiğini de söyleyemezsin ya?”
Tom fırçasını sürmeye devam etti:
“Neden? Sevmemek için ortada bir sebep göremiyorum. Bir erkek çocuk her gün kapı parmaklığını boyama fırsatı bulabilir mi?”
Bu sözler, olayı yepyeni bir şekle sokmuştu. Ben, elmasını kemirmekten vazgeçti. Tom, fırçasını ahenkli ahenkli, ileri geri götürüp getiriyor, sonra bir adım gerileyip yaptıklarına bakıyor, parmaklığın orasına burasına yeniden fırça vuruyor, sonucu gözden geçiriyordu. Ben, her hareketi gittikçe artan bir ilgiyle seyrediyordu. Bu işe kendini iyice kaptırmıştı anlaşılan… Nihayet, “Hey Tom,” dedi, “müsaade et de ben de biraz badana yapayım.”
Tom düşündü ve tam razı olacaktı ki birden fikrini değiştirdi.
“Hayır, hayır! Buna imkân yok, Ben. Biliyorsun, Polly Teyze özellikle bu parmaklığa çok önem veriyor… tam caddenin kenarında… biliyorsun… Arka tarafta olsaydı reddedecek bir sebep görmezdim, o da aldırmazdı. Evet, illa bu parmaklığın üzerinde çok duruyor; çok dikkatli yapılması gerek; bahse girerim ki burayı bin çocuğun, hatta iki bin çocuğun arasında bir tanesi bile istendiği şekilde güzel badanalayamaz.”
“Yaa, öyle mi? Hadi, ne olur, müsaade et, bir defa deneyeyim. Birazcık… Senin yerinde ben olsaydım, buna izin verirdim, Tom.”
“Ben, çok isterdim; ama Polly Teyzem… şey Jim istedi önce, izin vermedi; Sid istedi, ona da razı olmadı. Benim buraya neden bağlandığımı anlıyor musun? Sen bu parmaklığı badanalamaya kalkarsan ve bir aksilik çıkarsa…”
“Hadi sen de saçmalama. Senin kadar ben de dikkat ederim. N’olur bırak da bir deneyeyim. Elmanın çekirdeğini sana vereceğim.”
“Şey, peki al… Yok, yok, Ben, aayyy, bırak, bırak. Korkuyorum.”
“Elmanın hepsi senin olsun.”
Tom, fırçayı isteksiz, çekingen bir ifadeyle bırakt;ı ama kalbi sevinçten hopluyordu. Arkadaşı güneşin altında kan ter içinde çalışırken, dinlenen sanatkâr da gölgede bir fıçının üzerine oturmuş, ayaklarını sallayarak elmasını kemiriyor, bir yandan da daha birkaç masumu kandıracak hileler arıyordu. Malzeme sıkıntısı yoktu. Boyuna oradan çocuklar geçiyordu. Bunlar önce alay etmeye geliyor, sonra da badana yapmak için uzun süre kalıyorlardı. Ben, yorulunca Tom, Billy Ficher’ı bir uçurtmasına badananın başına geçirdi. O da payına düşeni yapınca, Johny Miller, bir ölü fare ve kuyruğuna bağlayıp sallamak için bir sicim karşılığında çalıştı, bu hâl saatlerce sürdü. Tom sabahleyin zavallı, serveti elinden gitmiş bir çocukken, öğleden sonra tam manasıyla bolluk içinde yüzüyordu. Daha önce bahsettiklerimizden başka şimdi Tom’un on iki bilyesi, bir mami şişesi, bir makara topu, hiçbir şeyin kilidini açmayan bir anahtarı, bir parça tebeşiri, bir kurşun kalemi, birkaç kurbağa yavrusu, tek gözlü bir kedisi, pirinç bir kapı tokmağı, bir köpek tasması (ama köpeksiz), bir bıçak sapı, dört parça portakal kabuğu, eski bir pencere çerçevesi vardı.
Aynı zamanda bir sürü arkadaşla rahat ve güzel vakit geçirmiş, hem tembel tembel oturmuş hem de parmaklığa üç kat badana sürdürmüştü. Eğer harcı bitmemiş olsaydı kasabadaki çocukların hepsini iflas ettirecekti Tom.
Tom, kendi kendine, dünyanın pek o kadar da hoş olmadığını tekrarladı. Ayrıca insan karakterinin çok önemli bir sırrını da keşfetmişti. Bir insanda bir şeyi elde etme arzusunu uyandırmak isterseniz, onu, ele geçirilmesi zor, erişilmez bir şey olarak göstermelisiniz… Bu kitabın yazarı gibi Tom da büyük ve akıllı bir filozof olsaydı, insan vücudunun yapmak zorunda kaldığı şeyin iş, böyle bir zorunluluk duymadığı şeyin de oyun olduğunu anlardı.
Bepul matn qismi tugad.