Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Anayurt – I»

Shrift:

“Hırsız var!”

Aydınlık bir geceydi. Yirmi dokuz hanenin bulunduğu bu küçücük köyde böyle bir ses hiçbir zaman duyulmamıştı. İnsanlar sadece ezan, şarkı, kişneyen atların, böğüren öküzlerin, uluyan köpeklerin, karanlık bahçelerde öten kuzgunların seslerini geceleyin evlerinde, avlularında ya da kapıları önünde bir yana yaslanarak duyagelmişti. Gece yarısı bu köy iyice sessizleşir, canlılar uykuya dalar fakat köyün ortasındaki ırmak, bitmek bilmeyen şarkısıyla doğayı överek şırıl şırıl akardı. Alçak evler bahçelerin kerpiçten yapılmış duvarlarıyla bütünleşmişti. Öyle tavanları bitişik evler buralarda yoktu. Bu köyün hayvanları, tavuk, kaz, ördekleri de kendi evlerinin önünden geçebiliyordu. Onları korkutan tehditkâr sesler, kaba davranışlar da buralarda yoktu. Her yer sükûnet içinde ve huzur doluydu.

“Hırsız var!”

Korkunç bir ses köyü adeta yerinden oynattı. Köyün köpekleri hırçın hırçın uluyarak sokağa doluştu. Horozlar ötmeye, öküzler böğürmeye, atlar kişnemeye başladı. Evlerde ışıklar yanıp, insanlar şaşkın bir halde ev giysileriyle sokağa döküldü.

Birbirlerine “Bağıran kim?” diye sormaya başladılar. Telaş içinde:

“Sanki deprem oldu yahu!”

“Şimşek çaktı desene!”

“Sel bastı galiba!” diyerek köyün öbür tarafına doğru koştular.

Köyün güney tarafında tek başına bulunan ev, ırmak kenarındaki bahçelerin içindeydi. Avlu duvarları yüksek, kapıları sağlamdı. Ev sahibi, insan içine pek karışmazdı. Kirli kırmızı başörtüsünü çenesinden bağlayan, gün batıncaya kadar yalın ayak yürüyen, az konuşan bu tuhaf kadın, köydeki komşularından asla ekmek, çay istemez; ekmek yaparsa diğer kadınlar gibi süt bulmak için çocuklarını kimsenin evine göndermez, düğünlere gitmeye mecbur kalırsa ayakkabı, başörtüsü veya gömlek ödünç almak için komşuların evine bir adım atmazdı.

Bugün, işte bu kadın konuşmaya başlamıştı:

“On metre Rus kumaşı, üç metre kadife, yeni ceket, deri çizme, ühü… ühü… ühü… Allah’ım… O hırsızın elinde çıban çıksın, ciğerleri çürüsün. Ühü… ühü… ühü!” Ulu Ahun isimli ev sahibi, koyu kaşları altındaki açık sarı, iri gözlerinden daima kuşku saçan, koyu sakallı, göğüs kılları kıvrımlı, yaz boyunca bez pantolonunu dizinden yukarı dürüp, koyun yününden yapılmış kuşağını dizinin aşağısına sarkıtıp durmadan çalışan bu iriyarı çiftçi, yere çömelerek feryat ediyordu:

“Oğlumu evlendireceğim diye dört seneden bu yana kazandıklarımın hepsini bu sandıkta biriktirmiştim. Bunu Allah’tan başkasına söylememiştim. Nereden bileyim bu hırsızlar çatı penceresinden ip sarkıtarak eve girsinler! Duymamışım bile! Farenin kıpırtılarını dahi duyunca uluyan dişi köpeğe ne olmuş ki, hırsızlar sandığı açıp servetimi çuvala sokup kaçıncaya kadar uyumuşlar, yazıklar olsun! Eşim aniden uyanarak beni dürttü, gözümü açınca birisi hemen saray evden çıkıp başıma tokmağını dayayarak:

“Kıpırdama, yoksa kelleni uçururum!” diye bağırdı. Dayandım. Canım kurtulsun da, malım mülküm elden giderse gitsin dedim. Ama eşim dayanamayarak “Bunlar çeyiz!” diye çığlık atınca az kalsın başına tokmak vurulacaktı. Ben hırsıza gövdemle engel olarak dışarı kaçtım ve ‘Hırsız var!’ diye tüm gücümle bağırdım.”

Ulu Ahun, hırsızların önce avluya, sonra bahçeye geçip ırmağı takip ederek yürüdüğünü, sonra ata binip kaçtığını, avluda eşi Hepizihan’ın bir hırsızın bacağını yakalayıp ısırdığını, eşini korurken tokmak yediğini, iki köpeğin hırsızları kovalayıp gittiğini, hırsızların bir kırbacı kaldığını, nefes nefese anlatıp duruyordu.

“Tamam!” dedi Haşim Palavracı isimli ince, iri gözlü bir genç, gözlerini oynatarak. “Uzun boylu, bıyıklı dedin değil mi? O zaman hırsız Ahmet’tir!”

“Hayır, Sefer’dir!”

“Hırsız Gani’dir! Kesinlikle odur! Uzun boylu diyorsun, o zaman Gani olmayacak da kim olacak? Ondan uzun boylu kim var bu köyde?”

“Hayır, Gani fakirlerin malını çalmaz.”

“Uzun zamandır Ulu Ahun’a Ulu Bay diyoruz, onun tarlası az olduğu halde malı çok, o da zengin!”

“Hey aptal! Hırsız Gani’dir. Hakide Bay, Murat Hacı, Sedir Beyler gibi ahırlarında sürü sürü at, dana, koyunları, depolarında tahıl, sandıklarında ise altın, gümüş olan zenginlere darbe vuran mert bir hırsız. Ulu Ahun’un çeyizini Ahmet, Sefer gibi alçak hırsızlar çalmazsa, Gani gibi yiğitler ona asla göz dikmez!”

“Bu kesinlikle serflerin işidir!”

“Hayır, bu Rusların işidir! Bugünlerde Çileklerden de büyük hırsızlar çıkıyor.”

“Bekçi koymak gerek, güvenlik için tedbir alalım! Her birimize otuz günde bir defa bekçilik görevi düşer. Korkma! Eşine ben bakarım.”

Mahallenin ileri gelenleri, imamı, müezzini ve kadılık görevinde bulunan Mira isimli fakir, hazırcevap, et yemeye düşkün, kısa boylu, göbekli bir adam, sabah namazından sonra Ulu Ahun’un avlusuna girdiğinde güneş doğmaya başlamıştı.

“Beye dava dilekçesi yazıp, bütün mahalle sakinlerince parmak basalım!” diye elini kılıç gibi salladı Mira Göbek. “Bu tabii ki serflerin işidir. Atlar hacımın otlağına girmiş. Savdan Bay, izciliği iyi bilen bir Kazak’tır. Tilkinin bıraktığı ize bakarak erkek mi dişi mi olduğunu bile anlar. Murat Hacı’nın otlağı hırsızların yuvasıdır. Dava dilekçesi yazalım!”

“Mira Kadı’nın dediğini yapalım!” dedi mahalle imamı, gözlerini kapatıp göğsüne düşen bembeyaz sakalını parmaklarıyla sıvazlayarak.

“Şeng Duben1 atamıza yazalım, başkan atamıza yazalım…”

“Kim yazacak? Kime yazacağız?” dedi mahallenin en zengin adamı, böbürlenerek ve kısa sakalını avuçlayarak:

“Siz yazın imam, Mira Kadı söylesin!”

“Öyle olsun, hadi yazın imam hazretleri!”

“Ben okumayı biliyorum ama yazmayı bilmiyorum!” dedi imam üzülerek:

“Üstelik kâğıt, kalem de yok.”

“Sizde hangi yetenek var? Ne yapabilirsiniz imam hazretleri! Dört ho2 vehbi tarlanızı ekiyoruz, ekinleri biçip bağlıyoruz, hatta harmana getirip topluyoruz ama siz yine de tahılı karlara bulaştırıp zorlukla ayırıp alıyorsunuz. Eşiniz çalışmasa o da yok!”

Köyün en zengin adamı, yüz ho tarlanın, dört büyük bahçenin, bir ahır koyunun, on sekiz öküzün, altı atın ve çatısının üzerindeki ot saman, kaba yoncaları eskiyip kararmış, ağıl ve ahırların arkasındaki gübreler yükselip tavanla denkleşen bu büyük evin mutasarrıfı Muhtar Bay, mahalle imamını zaman zaman böyle azarlardı. Çünkü bu imam, Yenihisar’dan bu mahalleye ilk geldiğinde Muhtar Bay’ın babası, Osman Hacı’ya hizmet etmek için dört yıl kavun ekmiş, hayvan gütmüş, su taşıyarak ve odun keserek çok çalışmış ancak hiçbir işi bayı memnun edemediğinden hep kötülenmişti. Hacı da onun ismini bilmeden, ölünceye kadar “Kaşgarlı” diye çağırmıştı. Muhtar Bay babasının kötü sözlerine mirasçı olmadığı halde bu imamı nedense avlu hizmetkârı gibi görüyordu. Bugünlerde Muhtar Bay iflas etti, babası öldükten sonra kardeşleri evlerini ayırıp mirası bölüştü. Bu yüzden onun tarlası ve malvarlığı büyük oranda eksilip sadece aylık hizmetçi ve bir çobanı işe alabilecek bir duruma düştü. Mahallenin imamı ise kölelikten kurtuldu. Şimdi onun büyük bir evi, iki atı, altı öküzü, on beş koyunu, bir de yağ değirmeni var. Onun tarlasını cemaat ekiyor, buğdayını mahalledekiler biçiyor, hatta harmanı başkası savurup tahılı samandan ayırıp, ambarına taşıyordu. Onun için, imam ezik büzük gözükse de mahallenin orta halli zenginlerinden sayılırdı. Muhtar Bay bundan endişe duyuyordu. Eğer kendi tarancılarından3 Fatiha ile İhlâs surelerinden başka bir kaç sure bilen birisi çıksaydı, “Kaşgarlı ”yı buradan kovarlardı. Bu yüzden Muhtar Bay ona sert davranmaktaydı:

“Söyleyin, kim yazacak? Kime yazacağız bu dava dilekçesini?”

“Nuri yazsın!” dedi imam, bembeyaz sakalını uzunca sıvazladıktan sonra:

“O çocuk yazabilir.”

“Kim o? Bizim Ziyek’in çocuğu mu?”

“Evet, o çocuk Muhtar Bay.” dedi mütevelli birden heyecana kapılıp ve ekledi:

“Ziyek, çocuğunu şehirde okutuyor. Çocuğumu okutup Mesut Bey gibi, Rahimcan gibi bilgili adam yapacağım diyor. Bizim mahallenin okuma yazmayı bilen ilk adamı şu Ziyek’in çocuğu oldu, Muhtar Bay.”

“Sevaplı iş, çok sevaplı iş!” diye konuşmaya başladı imam:

“Beni de rahmetli babam elimden tutup Kaşgar Hanlık Medresesi’ne götürmeseydi Abdulkadir Damolla, Kutluk Şevki gibi büyük âlimleri görebilir miydim? Nuri eğitim gördüğü için Hakimbey Hoca, Muttali Halife, Zordun Müftü, Turdu Ahun bayları görmüş! Üç meslek şiarının Çincesi ve Uygurcasını da ezbere biliyormuş. Çok akıllı bir çocuk olmuş. Sevaplı iştir. Peygamberimiz, kendisi okuma yazmayı öğrenememiş, ama ona çok değer vermiş. Köpeklerinize bile ilim öğretin demiş.”

“Ne saçmalıyorsun Kaşgarlı!” dedi Muhtar Bay sinirlenerek:

“Peygamberimiz öyle mi demiş?”

“İşte bu küfürdür.” dedi imam sakalını sıvazlayıp:

“Buna inanmamak küfür sayılır.”

“Küfür mü dedin?” Muhtar Bay birden öfkelendi:

“Sen, Kaşgarlı ne biliyorsun? Bizim eve şehrin tüm zenginleri, büyük âlimleri gelmişti, kuzu eti yiyip kımız içip aylarca evimizde kalmıştı. Biz altı oğlan okulda eğitim görmediğimiz halde büyüklerin sözlerini, hatta Hakimbey Hoca’nın sözlerini de duymuştuk. Ama “Köpekler de okumayı bilsin.” sözünü hiç duymadık. Sana göre biz köpekten daha mı aşağıyız yani? Senin gibi işsiz güçsüz bir yabaniye çorba, kemik verdiğimize pişmanım.”

“Beyim, ben bu sözü size söylemedim, kendimce…”

İmam fena korktu. Görkemli sakalı öyle bir titredi ki bu köyde uzayıp bu köyde ağarmış bu ünlü sakalın böyle titrediğini şimdiye kadar kimse görmemişti.

“Boşver muhtar!” dedi onunla beraber büyümüş bir çiftçi. Ona laf dokundurarak ekledi:

“Öyle ya, Nuri’den başka kimse okuma yazmayı bilmiyor bu mahallede.”

“Bu taşra köyde desene, bir Mahmut Çucang4’dan başka kimse okumayı bilmiyor.”

“Nuri’yi çağırın!” dedi Muhtar Bay, kendine gelerek:

“Çocuk yazsın, sen söyle imam, çenesi düşük, at yarışmasına katılabilecek kadar ağzı laf yapan bir Kaşgarlısın!” Muhtar Bay herhangi bir kavgayı şakaya, matemi düğüne dönüştürmeyi seviyordu.

“Ne diyeceğimi önceden düşündüm.” dedi Mira Kadı ağdalı konuşarak:

“Çocuk yazar, ben söylerim.”

“Kime yazacağız?”

Herkes sustu.

“Şeng Duben atamıza yazacağız elbette!” dedi biraz önce sakinleşip benzi kanlanmaya başlayan imam.

“Size kalırsa ahırdaki öküzüm kısır kaldı, ne yapacağım diye dava mektubu yazarsınız imam hazretleri!”

“Vehbi yere baştan su gelmedi diye beylere dava dilekçesi yazan adam bu!”

“Lavaşın yağı iyice arınmamış diye Kasım Tersi üzerinden beylere dava açan adam bu!”

“Pantolon ipliğini tutturamıyorsa mütevelliyi çağıran…”

“Sakalı kaşınsa, kaşıntı yaptı diye biti hükümete şikâyet eden adam bu.”

Hırsızın tehlikesi, Ulu Ahun’un, Hepizihan’ın feryadı bir anda unutuldu, köylüler sanki hiçbir şey olmamış gibi kahkaha atmaya başladılar. Böyle bir ortamda herkesi yönetmeye alışmış Muhtar Bay, simsiyah, kalın sakalı arasındaki bembeyaz dişlerini göstererek gülüp onları espriye boğuyordu:

“Rahim toygar, hadi öt!”

“Musa Karga, bir şey konuş!”

“Hemra Semer, niye susuyorsun?”

“Sultan Kilim, Nadir Köpek, Dursun Kancık…”

“Hay hay Muhtar Bay kardeşim, bugün matem günüdür, yarı matem günü! Ulu Ahun’un on senedir toplanan malı çalındı. Serfler bize zulüm ediyorken biz çiftçiler duyarsız kalarak gülmeye devam mı edeceğiz? Onlar üzerinden dava açalım. Bakın, Nuri de geldi. ” dedi, Mira Kadı tane tane konuşarak.

“Selamün Aleyküm!” Nuri elini göğsüne koyup biraz öne eğilerek selam verdi.

“Aleyküm Selam ve berekatuhu!” dedi, imam yerinden hafifçe kalkarak.

“Aleyküm selam, gel oğlum!” dedi Mira Kadı da kıpırdanıp:

“Allah’ıma şükürler olsun, bize yetiştin.”

“Geldin mi? Şu hasır üzerine geç!” dedi Muhtar Bay, ırmak kenarındaki yazlık çay evinin taraçasına serilen hasır üzerinde bağdaş kurarak oturan mahalle büyüklerinin yanındaki yeri işaret ederek:

“İyi eğitim görmüşsün, boynuz kulağı geçer dedikleri bu olsa gerek.”

Kısa kollu beyaz gömlek giymiş, deri kuşak bağlanmış mavi pantolonlu, mavi şapkalı, deriden yapılmış yeni terlik giyen zayıf, beyaz yüzlü, kara gözlü, karakaşlı, on dört, on beş yaşlarında olan bu yakışıklı çocuğa herkes imrendi. Böyle bir kıyafet de böyle bir yüz de bu mahalleye yabancıydı. Üstelik onun selam vermesine de bir bak!

“Sağ olun, ayakta dursam da olur.” dedi çocuk, biraz mahcubiyetle:

“Kalem kâğıt da getirdim.”

“Süt kâğıtmış yahu!” dedi imam, kâğıdı avucuna koyup:

“Bu kalem de Rus malıymış!”

İnsanlar kâğıt ve kalemi elden ele alıp sıvazladı, hatta kokladılar.

“Harika!” dedi Muhtar Bay, Nuri’nin omzuna elini koyarak:

“Bizim mahallenin ilk bilgini sensin, herkesten önce şehre gidip okudun, aferin sana! Kardeşlerim şunu bilin ki Ziyek5 başkalarının evinde köle gibi çalışarak oğlunu şehirde okutmuştur!”

“Kaç sene oldu hey Ziyek?”

“Köpek yılı vermiştim okula…”

“Bırak köpek yılı falan laflarını, dört sene oldu mu?”

“Evet…”

“3 Eylül 1934’te ‘Ruşen Okulu’nun birinci sınıfına girdim.” dedi Nuri, çınlayan sesiyle.

“Şimdi hangi yıldayız?” dedi Muhtar Bay, şaşkına dönüp.

“Allah’ın izniyle 31 Haziran 1938.” dedi Mira Kadı övünerek.

“Hadi başlayalım, kâğıdı kirletmeyelim, kurşun kalemi kırmayalım kazara…”

Masa yerine kırmızılaşmış, düzgünleşmiş ekmek tahtası konuldu, Nuri’nin eline herkes bakakaldı. O, “Hemiçiski” kalemini ıslattıktan sonra kâğıdın başına “ Erz” (dava dilekçesi) başlığını yazdı. Bunu görünce herkes aynı sesle:

“Ayy, harika!” dediler.

* * *

Abduömer Bey’in evinin kapısı büyüktü. Odalarında tavan penceresi vardı. Avlusu üzüm telleriyle bürünmüş, kucak yetmez büyük direğe nefis ama yağlı lambalık kenetlenmişti. Sol tarafta at ağılı ve depo, sağ tarafta ise bahçe kapısı gözüküyordu. Karşı tarafa bakarsanız eve giren kapıyı görebilirdiniz. Çift kanatlı dış kapıdan içeri girdiğinizde, sağ tarafta kerpiçten yapılan büyük taraça, çam ağacından çatı omurgası, çatı direkleri, kare şeklindeki çatı penceresi, bahçeye bakan kare şeklindeki parmaklı iki pencere, misafir odasının taraçası üzerine serilen sade siyah kilimler, kilimler üzerinde minderler, dizilmiş yastıklar, üç basamaklı misafir odası kapısı, sol tarafta mutfak kapısı gözüküyordu. Misafir odasının tavan penceresi, süslü duvar ve tavanı, duvar oyuğu, evin içine serilen nar modeli, İran modeli görkemli Hoten halıları, ipek halılar bu köydeki başka evlerde bulunmuyordu. Nuri, misafir odasının içine girinceye kadar her şeye dikkatle baktı. Kâtip, onun yazdığı mektubu, beye okuyunca, bey hayret ederek:

“Kim yazmış bu mektubu?” diye sordu.

“Ziyavdun isimli bir fakirin oğlu olan Nuri yazmış.”

“O çocuğu bana getirin!” diye buyurdu bey, düşünceli bir şekilde çenesini sıvazlayarak:

“Şaşılacak bir şey değil mi bu? Lafına bak bu herifin! Hırsızların çoğalması yurdun iyi yönetilmemesinden kaynaklanır demiş!”

O, düşüncelere daldı. Hırsızlar gerçekten haddini aştı. Hırsız Gani, Abduömer Bey’in kafes gibi korunmuş avlusuna girerek kaplan gibi dört köpeğini zehirli etle uyuşturup şehirden yeni gelen Rusların torna arabasını çalarak tarla yoluyla kaçıp Kaş Nehri’nden geçirip Samiyüz’deki otlağına götürmüştü. Bey, onun izini takip ederek otlağına girdiğinde Hırsız Gani henüz terini siliyordu.

“Bak! İzimden geldiğine bak bu kel kartalın.” dedi beyi görüp:

“Bu iki çerisinin kılıcına ne diyeyim, erkek isen sen de arabayı çekerek götür evine, benim gibi!”

Bey “Kel kartal” lakabını duyunca çok sinirlendi ama hiçbir şey olmamış gibi oturan, dev gibi gövdeli, açık sarı, korku verici yüzünü çiçek izi sarmış bu adama ne yapabilirdi? Hırsız Gani’nin çıplak vücuduna çekinerek baktı. Hırsızın göğüs kasları nehirdeki balık gibi sıçrıyordu. Kazıtılmış başını sıvazlayan parmakları beşli çatal gibi kaba, bilekleri alaca öküzün budu gibi iri ve sağlamdı.

“Abdu Gani kardeşim, seni merak ederek geldim buraya. Sayarsam yirmi iki küçük ve altı büyük dere, üç ırmak, bir nehirden geçirmişsin arabayı. Herhangi bir at, öküz bile senin yaptığını yapamaz, on öküzün gücü varmış sende kardeşim!”

“Bu yüzden iki çeriyi beraber getirdim desene! Hey Car-kın, misafirlerin atını al!”

“Nuri’yi getirdim.” Kısa boylu, mavi gözlü, sarı bıyıklı, tıknaz bir adam beye yaltaklanarak seslendi:

“Kısrak ata bindirerek getirdim bu hocayı.”

“Gel!” Bey, eşiği önüne gelen on beş yaşlarındaki yakışıklı çocuğa bakarak zorla gülümsedi.

“Ziyek’in oğlu musun?”

“Evet, Ziyavdun’un oğluyum.” diye cevap verdi, mavi gömlek, mavi pantolon, başına şapka, ayağına deriden terlik giyen şehirli çocuk, beyin karşısında dimdik durarak.

“Nerede okuyorsun?”

“Şehirde.”

“Onu biliyorum, şehrin hangi yerinde?”

“Döngmahalle’deki Ruşen okulunu bitirdim. Şimdi Eksinir’in önündeki kolejde okuyacağım.”

“Anladım, Damolla Callap’ın evinin önünde, Novgort’a giden yolun sağ tarafında bulunan, tavanı tenekeden yapılmış okul mu?”

Nuri, beye şaşkınlıkla baktı. Siyah sakallı, bıyıkları kalın, göğüs tüyleri açıkça gözüken, çukurlaşmış ve biraz kırmızılaşmış iri gözleri geniş koyu kaşları altında parıldayan, burnu epey büyük bu adamın böbürlenip düzensiz cümle, yanlış kelime kullanarak konuşması, onun cahil, okuma yazmayı bilmeyen birisi olduğunu gösteriyordu. Bu adam nasıl olur da on iki yüz beylik büyük bir alandaki yirmi binden aşkın çiftçiyi yönetebilirdi ki? Nuri sürekli kitap, dergi okuyordu. Sovyetler Birliği, şimdiki Şeng Duben ve onun idaresi hakkında birçok şey öğrenmişti. Şehirde öğrenci arkadaşları ile Sovyet birliğinde eğitim görmüş öğretmenlerinin sözlerini duymuştu. Hakimbey Hoca’nın, Paşa Hoca isimli oğlunun, Tayyipzat Halife isimli büyük zatın tarih, toplum, siyaset, coğrafyayla ilgili konuşmalarına kulak vermişti. Haydarof isimli dil öğretmeni de onlara dilin fonksiyonu, kuralı, anlamı hakkında, doğru söylemek, doğru yazmak, güzel konuşmak, güzel yazmak hakkında çok bilgi vermişti. Ona göre, yanlış söylemek medeniyetsizlik, medeniyetsizlik ise barbarlıktı.

“Neye gülüyorsun?” dedi bey, kendinden emin olamayarak.

“Yanlış bir şey mi söyledim şehirli?”

“Hayır, doğru söylediniz beyim, kolej orada.”

“Sizi bizimkiler mi okutuyor, yoksa Ruslar mı?”

“Uygur, Tatar, Özbek, Kazak, Rus, Çinli öğretmenler var.”

“Peki, sen o kadar çok dil biliyor musun?”

“Onlar bizim dilimizle konuşabiliyor.”

“Anladım! Hırsızların çoğalması yurdun iyi yönetilmemesinden kaynaklanır diye yazmışsın, bunu sana kim öğretti?”

“Ben onu kitaplardan öğrenmiştim.”

“Kim yazmış o kitapları?”

“Sovyetler Birliği’nin kitaplarıdır.”

“Sen Rusça biliyor musun?”

“Hayır, onlar Tatarca, Özbekçe kitaplar.”

“Ne? Niye böyle garip konuşuyorsun çocuk? Tatar dediğin Nogay, Özbek dediğin Andicanlı mı?”

“Evet.”

“Onların yazısı bizimkiyle aynı mı?”

“Hayır, Latince.”

“Ne? Latince dediğin Rusça mı?”

“Ona benziyor, Avrupa’daki ortak yazı.”

“Daha da garip konuşuyorsun, ne dedin? Avrupa dediğin Moskova mı?”

“Moskova da Avrupa da altı kıtanın birisi…”

“Bırak bırak anlamak daha da zorlaştı. Yeter, şimdi kendi dilinde söylesene! O sözü, şu kıta yazdı desene!”

Nuri, kendini gülmekten zor alıkoydu. Önünde duran, korku verici bu adamı çok geride kalmış, bin bir gece öykülerindeki haydutlara benzetti. Bu adam nasıl olur da mahalle halkının meselelerini halledebilirdi? Mahalledeki çiftçilere acıdı. Bey esnedi, sonra geğirdi. Bu iki davranışı Nuri’yi tiksindirdi. Onun öğretmeni bu tür davranışlarla alay ederdi. Bir defasında Nuri, sınıf arkadaşı olan kızın yanında aniden esnemişti. Deri ticaretiyle uğraşan zengin bir adamın kızı olan arkadaşı şaşkınlıkla bakarak:

“Esnerken elinizle ağzınızı kapayın.” demişti. Nuri utançtan yerin dibine girmişti. Şimdi o, bu iki davranışın çirkin olduğunu biliyordu. İçinden “Bu adamda böyle tiksindirici hareketlerden daha kaç tane vardır acaba?” sorusu geçti. Derken bey, sağ elini koynuna sokup koltukaltını kaşımaya başladı ve birden kaşlarını çatıp ona seslendi:

“Niye ayakta duruyorsun? Doğruyu söyle, burada hırsızlar gerçekten çok. Kazakların dışında bizim içimizde de ondan fazla ünlü hırsız var. Hırsız Sefer nehir kıyısındaki bozkırın kaplanı oldu, Hırsız Gani Kaş kıyısının kaplanı, Hırsız Ahmet, Hırsız Hoşur, İmir Hemze Yaban domuzu, Sidir Av köpeği, İbrahim kancık… Hepsi hırsız. Bunların çoğu çiftçi, onların gözü zenginlerde… Fakirlerin öküzleri kışın dışarıda yatıyor, hırsız gelmiyor. Zenginler evlerinin korkuluklarını kenetleyip, köpeklerini bağlayıp, ağıllarına bekçi koyup mallarını korumuş olsa da hayvanları sürü sürü çalınıyor. Hatta bu hırsızlar hükümet bankasına bile girdi. Doğru, hırsızlar çok. Bu benim yeteneksizliğimden mi? Neden böyle yazdın orospu çocuğu? Bunu şu Muhtar domuz veya Mira Süngü mü yazdırdı sana? Doğruyu söyle, yoksa…”

“Hayır, onlar demedi, kendim yazdım.”

“O zaman neden hükümeti eleştirdin?”

“Hükümeti eleştirmedim. Sadece büyük, küçük beyler iyi çalışsın istedim beyim.”

“Ben seni hapse göndereceğim, anladın mı? Bugün göndereceğim. Sen! Köpek yavrusu! Okuluna orada devam edeceksin!”

“Ben suç işlemedim, üstelik on beş yaşındayım. Hukuk beni destekliyor.”

“Ne dedin? Hukuk? Benim sözüm hukuk değil mi? Seni orospunun… ”

Sözünü tamamlayamadı. Sarı saçlı, güllü etek giyen bir kadın eve telaşla girdi:

“Haksızlık yapmayın bey!” Bu kadın beyin şehre yerleştirdiği, iki kızını okutmakta olan küçük eşiydi:

“Bu çocuğun sözü doğru, onun söylediklerini Sabiha ile ikimiz duyduk, çocuk doğru söylüyor. Elinizden gelirse bu çocuğu değil, Hırsız Gani’yi hapse götürün. Gelininizi herkesin önünde alıp kaçan Hırsız Seferi yakalatın!”

“Yeter Asiye!” dedi bey, dört zenginle mücadele ederek beş yüz koyun harcayıp eline geçirdiği bu eşine yalvararak:

“Bu haramzadeye şöyle bir çıkıştım, bana küsüp sakın gitme yanımdan!”

“Sabiha bu çocuğu tanıyormuş. O sadece okulda değil, bütün şehirde harikaymış. Yurdunuzun gözdesiymiş. Dört eşinizden on üç çocuğunuz var ama birisi bile okuma yazmayı bilmiyor. Gözde çocuğunuz Kamerdin, medresede dört sene okumasına rağmen Kuran okumayı hala başaramadı. İşte! Çocuk olsun, Nuri gibi olsun! Onu çocuklarınıza örnek yapın. Bu çocuk matematikte birinciymiş. Şiir yazabiliyor, resim yapabiliyor, dutar6 çalıp şarkı söyleyebiliyormuş. Puşkin, Abdullah Tokay, Nevayı gibi harika bir çocukmuş… ”

“Harikaymış!” dedi bey, kendine çeki düzen vererek:

“Yukarıya geç oğlum, misafirim ol. Nogay ablan seni peygamberi över gibi övüyor. Hey halayık, kuzu kesin, kımız getirin, evimize değerli bir misafirimiz gelmiş!”

Beyin güzel bahçesindeki büyük karaağaçlar, kucaktan aşan kavak ağaçlarının dallarındaki kargalar o kadar çoktu ki sanki dünyadaki tüm kargalar buraya toplanmış gibiy di. Sarıcık ve yusufçukların güzel sesleri geliyordu. Yabani tavşanlar koşuyordu. Bahçe sanki rivayetlerdeki esrarengiz ormanlığa benziyordu. Bahçenin ortasında bir ırmak akıyordu, kenarındaki kavaklar iki kenar arasında uzanarak hem köprü hem de salıncak olmuştu. İçi çürüyüp boşalan kavak ağaçlarının arasında akdut ağacı vardı. Belki nice yüz seneden beri meyve verip gelmişti. Sık elma ağaçları arasındaki çimenlik daha da huzurluydu. Yatarsan döşek, takla atarsan yastık, sırtüstü yatarsan esrarengiz bir dünya.

“Böyle bir bahçe şehirde bile yok.” dedi Sabiha. O, on beş yaşında olmasına rağmen oldukça güzel, uzun kollu beyaz bluzundan göğüsleri belirmeye başlayan, uzun iki örgülü saçı gür ve parlak, ince ve uzun boylu bir kızdı:

“Ben bu bahçeyi seviyorum, tıpkı şahların bahçesine benziyor.”

“Doğru.” dedi Nuri, kızın sevimli yüzüne bakıp:

“Bu şahane bir bahçedir. Sanem canım, şah bahçesinin size özel olduğunu bilemedim, dediği işte bu olmalı!7

“Yapmayın!” Kız, nar gibi kızarıp yere baktı:

“Böyle konuşursanız buradan kaçıp gideceğim!”

Nuri utancından yanındaki ırmağa baktı. Eğilip bükülen söğüt dalları, hareketli akan açık sarı bahar sularını doyumsuzca öpüyordu. Koyu ağaçlar arasından gürleyerek kalkan serçeler, onların başındaki eski karaağaç dallarında şevkle ötüyordu. Aşığını defalarca çağırıp yorulan Zeynep “Kakkuk…ka…ka…kakku!” diye yorgun bir sesle inliyordu. Uzaklarda bir aygır kişnedi, kavak ağacı dallarının tepesinde şahin ve sungurlar öttü, güvercinler gökte gül şeklini oluşturarak uçtu. Haziran ayının bütün güzelliği sanki şu anda kendini gösterdi, insana huzur vermek için kendini bağışlayan doğa, kendi evlatlarını tüm sevgisiyle karşıladı. Nuri’nin damarlarında sanki kan değil ateş akıyordu. Kalbi bir anda kora dönüştü, vücudu yıldırım çarpmış gibi silkindi. Hayatında emsali görülmemiş bir heyecanla sarhoş olmuştu. Diline hâkim olamıyordu. Konuşkanlığı, cesurluğu gitmişti. Yere bakarak, yeni konuşmaya başlayan bir çocuk gibi kekeledi:

“Hayır… Siz Sabiha…”

Sesine, çocukluk karamsarlığı, bitmekte olan fakir arzuları, sessiz feryadı sinmişti. Zengin kız ile fakir oğlan arasında mutluluk değil sadece facia olurdu. Fakirlerin arzusu zenginlere yabancı gelirdi. Güzel hayal meyvesiz ağaçtır, ben hayalimle mutlu olmaya alıştım. Sabiha ile Abduömer Bey’in bahçesinde değil, hayal bahçemde ömrüm boyunca beraber olayım, diye düşündü ve erken solmuş çiçek parçacıkları gibi kırıldı:

“Ben gideyim artık.”

“Daha erken.” dedi kız, saçının ucunu çözerek:

“Size soracaklarım var.”

Kızın arkasından çekinerek yürüyüp eski bir dut ağacının yanına geldi. Dut dalları tatlı dutlarla doluydu, yerde de vardı, ayak basmak zordu. Yerdeki en temiz, tatlı dutları seçerek yediler.

“Ağaca çıkıp yiyelim, bakın, kara serçe bile daldan koparıp yiyor.” diyerek güldü kız.

Onun gülmesi tambur sesi gibi tatlı, porselen sesi gibi ince ve bulmaca gibi esrarengizdi.

Nuri, kızın bir yerine dokunsa yanacakmış gibi hissederek kaçıp ağaca tırmandı. Kız da yalın ayak bir şekilde onun yanında tırmanmaktaydı. Nuri üç kola ayrılmış dalın üzerinde oturup, avucunu tatlı dut taneleriyle doldurdu. İnci taneleri gibi cilalı, tatlı bu meyveyi ağzına nasıl soksun? O küçük yaşlarından beri en tatlı, güzel meyveleri annesi veya kardeşine vermeye alışmıştı. Gayriihtiyarî bir şekilde aşağıya baktı, baktı da bu bakışıyla kızın bakışları denk geldi. Kızın kendisine bakan gözlerine, gülümseyen dudaklarına aşırı mutluluk ve istekle bakınca kızarıp telaşlanarak elindeki dutu kıza sundu. Kız elleriyle dallara tutunmuştu, ağzını açtı. Nuri dutun birini onun ağzına attı ve heyecandan rüzgârda sallanan söğüt dalı gibi titredi. Nuri akşamleyin mahallesine doğru yayan yürüyerek yola çıktı. Beyin bahçelerle kuşatılan mahallesi, dört tarafa giden binek arabası yolları geride kaldı. Nuri, bahçelerden kuş gibi hızlı geçip, mahallenin duyarlı köpeklerini ulutmadan ana ırmak kenarına geldi ve çiftçilerin suyu izleyerek oluşturduğu patika yoluyla güneye doğru yürüdü. O, hiçbir zaman bugünkü gibi heyecanlanmamış tı. Önündeki Sar Dağı’nın karlı zirvelerine, yamaçlarındaki çamlarına, İli Nehri’nin öbür kıyısındaki uçsuz bucaksız bozkırlara şairane duygularla baka kaldı. Git gide uzaklaşmakta olan bey otlağına sık sık dönüp baktı. Orası sanki Nuri’yi çağırıyor, benim ömürlük yiğidim ol diye yalvarıyor, ona insan hayatındaki en güzel şeyi takdim ediyordu. Ama gizli bir güç onu buradan gitmeye, arkasına dönüp bakmamaya sürüklüyordu.

Karlı doruklara baktı. Doruklar bulutlara kadar uzanmış, bulutlar ise uçsuz bucaksız göğe bağlanmıştı. “Böylesine yüksek iki tepe!” dedi, patika kenarındaki çalıların fidanlarını okşayarak. “Murat, maksat nedir? Ya onun yolu? Lomonosof, Darvin, Puşkin gibi adam olmaktır. Lomonosof on dört yaşında ilkokula girmiş, çalışarak âlim olmuştur. Üstelik yedi fenden âlim… Newton evlenmemiştir, Nobel de öyle. Sevgi ve rahata düşkünlük adamı mahveder. Evet, o kızı unutmam gerek, arkama dönüp o mahalleye bakmamam gerek…” Böyle dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Önünde yine Sabiha belirdi. Onun ırmak kenarında ve çimenlikte söylediği sözler Nuri’nin aklına geldi… Kız, annesinin “Baban Almatı’da kurşunla vurularak haksız yere infaz edilmişti. Baban iyi eğitim görmüş, Rusçayı iyi bilen, yakışıklı bir Uygur yiğidiydi. Ben Onunla Moskova’da tanışıp, Almatı’da evlenmiştim. Baban zengin adamın kızını aldığı için Bolşevik’ten çıkartılmıştı, sonra Almatı’da Alaş Orda, Şeyhul İslam iddialarıyla idam edildi. Rahmetli baban “İki kızımı alıp Gulca’ya git, okutup iyi yetiştir diye ikaz etmişti. Benim gibi eğitim görmüş Tatar kızı çocuklarını eğitmeyi nazara almasaydı, bu kaba saba beyin küçük hatunu olur muydu? Benim vücudum hayat sürüyor fakat ruhum ölmüştür. Sizler çok çalışıp okuyup yararlı adam olun” sözünü gözyaşlarını dökerek söylemişti. Nuri hayalinde, yaya yolunda çalıları kucaklayıp gözyaşlarını dökerek “Hoşçakal Sabiha, sevgi sana göre de bir uçurumdur. Şansımız varsa annen ile baban gibi bir büyük şehirde karşılaşırız. Sana söz veriyorum, ilk sevgimle yaşayacağım, tıpkı Newton, Nobel, Nevayi gibi…” diye Sabiha ile gıyaben vedalaştı.

* * *

Ziyavdun oğlunun talebini asla geri çevirmemiş, oğlu da babasına aşırı talepte bulunmamıştı. Oğlu bugün “Baba, ben şehre girip Musabayofların fabrikasında çalışayım. Tatilin sona ermesine bir ay kalmış. Biraz da para kazanayım, burada zamanım boşa gidiyor” dedi.

Baba, oğlunun iki günden beri dalgın, gamlı olduğu nu fark etmiş “Benim beş çocuğumun kaygısıyla çabalayıp durduğuma dayanamamış.” diye düşünmüş olsa da oğlunun böyle bir talebi ortaya koyacağını hiç beklememişti. O, birkaç seneden beri oğlunu okutmak için, ekin ürünlerini karlara bulaştırıp zorlukla elde ettikten sonra dört çocuğuyla eşini binek arabasına oturtup şehirdeki sıradan zenginlerin ahırları yanındaki karanlık hem de küçük bir odalı evi, kı şın üç ho buğday karşılığında kiralayıp, at arabasıyla geçinerek yaşıyordu. Köydeki geniş, rahat evi ve bahçesini bırakıp başkasının avlusunda sıkılarak gün geçirdi. Eşi, ev sahibinin ekmeğini yapıp bulaşıklarını yıkayıp avlusunu süpürerek kışı geçirmeye alıştı. Kendisi horoz öttüğü zaman evden çıkıp, yatsıdan sonra alaca atı ile birlikte yorgun bitkin bir hale geldiğinde eve dönüp bugün kar çığı taşıyıp ya da Pilici kömür ocağından kömür alıp satıp kazandığı parasını sayarak her gün kazandığı parasının yarısını eşine teslim ederdi ve “Bunları biriktir hatun, oğlumuz şehir çocuklarının önünde sıkılmasın” derdi. Dört seneden beri böyle yaşadı. Bugünlerde ona “Ziyek şehirli” lakabı da yakıştırılmıştı. Dört seneden buyana katlandığı zorluklar, döktüğü alın terini bu akıllı oğlu hesaba katmış olmalı. Değilse Hüseyinbay’ın fabrikasında kireç, asit kokusunda nefesi tıkanarak çalışmak onun aklına nasıl gelebilirdi?

“Ne diyorsun oğlum! Neyin eksik, neyi satın almaya paran yetmedi? Önce bunu söyle!”

“Maksat bu değil baba, kendi alın terimin meyvesini tatmak istiyorum!”

“Öyleyse evde tat bakalım.” dedi Ziyavdun, oğluyla gurur duyarak: “Yarından itibaren yonca bağla. Sen gidinceye kadar buğday olgunlaşır. Görmüşsündür, büyük tarlaya beş ho buğday ekmiştik. İyi yetişmiş, başakları büyük, sapları simsiyah, arasında bir tane arpa, yulaf bile bulamazsın. Allah nasip ederse bir ho tarladan on hodan fazla ürün alabiliriz. Elli ho buğdayın on beş hosu harca gitse otuz beş hosu kalır. Tohum ve azık için on beş hosu kalırsa da yirmi hosunu satacağız oğlum. Üç ho tarladaki keten, bir ho arpa, iki ho yulaf da iyi yetişti. Kırağı çalıncaya kadar ürünleri toplarız. Kardeşlerin Bera ile Dera da çalışabilecek yaşa yetişti. Bera buğday biçen dört adamın buğdayını bağlayıp ekmek parasını kazanabiliyor. Her gün yedi yüz bağlam ot bağlayacak kardeşin. Dera da harmanda at binmeyi biliyor, çaycılık yapabiliyor. Buğday tarlasındaki yaban otları o iki kardeşin temizledi. Ata su ve ot vermek, yemlik temizlemek, tavuk ve köpeklere yem vermek onların işi oğlum. Onlar bağdaki kuru otları biçip binlerce karaağacın dallarını budayıp üç bin bağlam dal odun topladı. Bunların hepsini annenle iki kardeşin birlikte yaptı oğlum. Bu sene Allah nasip ederse üçüncü kardeşin Hemra’nın sünnet düğününü yaptıktan sonra şehre taşınacağız. Evimize Muhtar Bay’ın çobanı Kama Kazak’ı yerleştiririm.”

1.Şeng Duben—Şeng Şisey, Dönemin Şincan’daki Çinli yöneticisidir. Duben—Çince kelimedir, askeri ve idari yönetici demektir.
2.Ho— Yüz ölçüsü birimidir. Bir ho altı buçuk ara denk gelir. Ayrıca ağırlık birimi olarak da kullanılır. Bir ho 64 kg’a denk gelir.
3.Tarancı—çiftçi, özellikle Kuzey Şincan bölgesindeki çiftçiler.
4.Çince kelime, bölüm başkanı
5.Ziyavdun’un halk dilinde söylenişi
6.Dutar—iki telli bir çalgı aleti
7.Burada Nuri “Garip Sanem” destanından alıntı alarak espri yapmıştır.
9 480,14 s`om