Kitobni o'qish: «Çınaraltı Konuşmaları»
Meçhul Bir Filozof
Evimin bir penceresi, uzaktan yeşil bir sırta bakar. Oraya tırmanmak için bir keçi yolu buldum. Dün öğleden sonra, o sırta kadar yürüyerek gittim. Orada, göğe kadar uzanmış bir çınar ağacının gölgesi altında, güzel bir istiğrak köşesi buldum. Uzaktan kanatlarını açmış bir kartal gibi görünen yüce ağaç, dünyanın hay ve huylarına çok uzak olmakla beraber yine o dünyadan geniş bir ufku kanatları altına almıştı. Burada, bir masa ile iki sandalyeden başka oturacak bir şey yoktu. Sandalyelerden birinde oturarak, uzak ufukları temaşaya daldım. Biraz sonra, ince bir Bağdat abasına bürünmüş, kırk beş yaşlarında, fesli ve pantolonlu bir zat gelerek selam verdi. Ve karşımdaki sandalyede oturdu. Sigara tabakasından iki sigara çıkararak birini bana uzattı.
Ben sigara içmediğimi söyledim. Kendi sigarasını tellendirdikten sonra, şu sözleri söylemeye başladı:
“Burası, insanoğlunun ayak basmadığı gizli bir köşedir. İnzivaya çekildiği günden beri her gün ikindi saatini burada geçiririm. Siz de benim gibi bir münzevi filozofsanız her akşam burada birleşebiliriz. Çünkü münzeviler de kendileri gibi dünyayı uzaktan seyreden insanlarla görüşmeye muhtaçtırlar.”
Biraz durduktan sonra tekrar söze başladı:
“Münzevi demek içtimai bir vazifesi olmayan bir insan demek değildir. Ben karşıdaki beyaz renkli binada ruh tabibiyim. Bu bina asabi hastalıkları tedavi eden bir sanatoryumdur. Yirmi seneden beri gayriuzvi sinir hastalıklarını tedavi etmekle uğraşıyorum. Demek ki eski zaman münzevileri gibi değilim. İnsanlardan uzak olmakla beraber insaniyetten uzak değilim.”
Ben merakla şu suali sordum:
“İnsanlarla insaniyet birbirinden ayrılabilir mi?”
“Evet, ayrılabilir. Bence insaniyet, ilim, sanayi, edebiyat, felsefe hülasa umumiyetle medeniyet adını verdiğimiz şeylerdir. Ben fertlerle hakiki bir dostluğa iştirak etmeksizin bu şeylerle meşgul olabilirim.”
“İnsanlardan kaçmanızın sebebi nedir?”
“İnsanlar, ekseriya insanlığı terk ederek ihtiraslı ve heyecanlı mücadelelere girişirler. Bense ihtirastan, heyecandan ıstırap duyarım. Hayatımı daima sekinet içinde, vect içinde geçirmek isterim. İşte insanlardan uzak yaşamamın sebebi budur. Hars ve medeniyet gibi insaniyet hazinelerine gelince, bunlardan da mahrum kalmaya razı değilim. Ruhumu vecitlerle dolduran insaniyetin büyük mefkûreleridir. Hülasa, ben yalnız ihtiraslardan, heyecanlardan kaçıyorum. Çünkü ben, rahatı ve huzuru sekinetli ve vecitli bir hayat içinde yaşamakta buldum.”
“Beni de bu hayatınıza iştirak ettirmek lütfunda bulunduğunuz için çok teşekkür ederim. Sizin umdelerinize tabi bir müridiniz olmaya çalışacağım. Çünkü hayat mücadelesinin bu asırda aldığı ihtiraslı ve heyecanlı şekil, beni de ruhumdan hasta etmiştir. Umarım ki günde bir saat kadar sizin kurtarıcı sözlerinizi dinlersem, bu hastalıktan tamamıyla kurtulacağım.”
“Pekâlâ, her gün ikindiden sonra buraya geliniz. Burada insanları hariçten beraber temaşa edelim. Ruhunuzdan kin, haset, dedikodu gibi garezleri çıkarmaya çalışınız. Az zamanda ruhunuzdaki hastalıkların tamamiyle şifa bulduğunu göreceksiniz.”
Her gün ikindiden sonra bu çınar altında birleşmeye karar verdik. Ayrılırken bu meçhul filozofa sordum:
“Burada konuştuğumuz sözleri Cumhuriyet gazetesine yazabilir miyim? Çünkü bu gazete için benden makale istiyorlar. Çok faydalı olan irşatlarınızdan başkalarının da faydalanmasına müsaade etmez misiniz?”
Şu cevabı verdi:
“İnsanlarla uzaktan konuşmayı ben de çoktan beri arzu ediyordum. Siz de buradaki konuşmalarımızı neşrederseniz benim de bu eski arzum tatmin edilmiş olur.”
(Cumhuriyet, 8 Mayıs 1924)
Tebessüm
Dün akşam gene yüce çınarın altında meçhul filozofla birleştik. İnsanlığın ilk mümeyyiz alametinin ne olduğunu sordum. Şu cevabı verdi:
“Yeryüzünde, insanlık ‘tebessüm’ün ilk görünüşüyle beraber başlamıştır. İnsanlardan evvel, bu kara toprak üzerinde tebessümden eser görülmezdi. Tebessüm insana mahsustur. Hiçbir hayvan tebessüm etmez. Mantıkçıların insanı ‘hayvanı dahik’ diye tarif etmeleri bundan olsa gerek. Benim ruhlar üzerindeki tecrübelerime göre de tebessüm insanlığın mümeyyiz alametidir.
Ben hasta ruhları, sinirli insanları daima yüzlerinin tebessümlü olup olmamasıyla teşhis ederim. Sinirli adamların yüzleri gülmez, tebessümden mahrum bir çehre gördüğüm zaman derhâl bunun bir sinir hastasına ait olduğunu anlarım. Tebessüm, ruhun sağlamlığı kadar saadetin de müjdecisidir. Beşikteki çocuğun ilk tebessüme başladığı gün, aile saadetinin tamamlandığı gündür. Çocuğun ilk mürebbisi, annesinin tebessümüdür. Sonraları birçok gözyaşı akıtan aşkın ilk başlangıcı da tatlı bir tebessümdür. Dostlar arasındaki samimiliği gösteren de tebessümdür. Ben, milletlerin hayat kabiliyetlerini de fertlerindeki tebessümlerle ölçerim. Yazık ki bizde zahit babalarla zahit mürebbiler tebessümü yasak ettiklerinden, münevver Türkler en az tebessüm eden bir sınıf teşkil etmişlerdir. Eski Türkler daima mütebessimdiler, bundan dolayıdır ki halkımız güler yüzlüdür.
Bence yapacağımız inkılapların biri de ‘Tebessüm İnkılabı’ olmalıdır. Evet milletimiz daima şen ve şetaretli olmalıdır. Her işte muvaffak olmak için başlıca şart, müteşebbislerinin mütebessim olmasıdır. Yüzü gülmeyen adamlar hiçbir işte muvaffak olamazlar. Mesela yüzü gülmeyen bir avukat, en haklı bir davayı mutlaka kaybeder. Yüzünde tebessümü eksik olan bir aktris ne kadar güzel olsa şöhret kazanamaz. Yüzü gülmeyen bir muallim talebelerinin ruhuna hiçbir hakikat sokamaz. Yüzü gülmeyen bir tabip hastalarını tedavi edemez.
Bir balcı, dükkânını en âlâ ballarla doldurduğu hâlde gelen müşterilere hiç bal satamazmış. Bir gün arifin birine şikâyet etmiş:
‘En iyi ballar benim dükkânımda olduğu hâlde gelen müşteriler, ballarımı beğenmeyerek gidiyorlar. Hâlbuki komşularımın balları iyi olmadığı hâlde müşterileri hiçbir zaman eksik değildir. Bunun sebebi nedir?’ ”
Arif şu cevabı verir:
“Sebebi şudur ki sen bal satıyorsun, amma çehren sirke satıyor.”
“O hâlde, milletimizi tebessüme alıştırmak için ne yapmalı?” diye sordum.
“Evvela dinin zahitlik demek olmadığını herkese anlatmak lazımdır. Din hiçbir zaman tebessümü menetmemiştir. Peygamber efendimizin çehresi daima mütebessimdi. Bundan dolayıdır ki onu bir kere gören, artık yanından ayrılamazdı. İslamiyette zahitlik yoktur. Bu hâl, ‘la ruhbaniye fil İslam’ hadisi şerifiyle ilan edilmiş iken sonraları her nasılsa gittikçe koyulaşan bir zahitlik dinimize girerek onun ruhunu değiştirmiştir.
İslam ümmetinde musikinin, raksın, tezyinî sanatların, resimle heykeltıraşlığın inkişaf etmemesine sebep, dinimiz değil, ona fuzuli olarak girmiş olan zahitliktir.
Zahidin görüşüne göre ruha şetaret veren her şey haramdır. Hâlbuki İslamiyet, müstevli şetaretiyledir ki az zamanda dünyanın büyük bir kısmına intişar etmiştir. Menakıp kitapları gösteriyor ki evliyalar da peygamberler gibi daima mütebessim imişler.
Bugün halkı tetkik ediniz. Mütebessim vaizleri severler ve vaazlarına devam ederler.
Fakat kaşları çatık, yüzü gülmez bir vaiz herhangi bir camide vaaza başladı mı caminin müdavimleri günden güne eksilir. Demek ki bu millet tebessümsüz çehreleri sevmiyor.
Saniyen çocuklar, kadınlar ve halk üzerinde yapılan muhtelif baskılar yüzlerindeki bu tebessümleri uçurmuştur. Bir mektebe girdiğiniz zaman, bütün çocukların tebessümsüz olduğunu görürseniz muallimlerinin çocukların üzerinde baskı yaptığına derhâl hükmediniz. Bazı muallim çehreleri vardır ki falakadan daha korkunçtur. Babaların bazısı da kendi çocuklarına daima ekşi bir yüz göstermeyi itiyat etmişlerdir. Birçok kocanın da karıları üzerindeki tesiri aynı suretledir.
Amirin maiyetine, ustanın çırağına hele köy ağalarının köylülere gösterdikleri yüz daima huşunetlidir.
Cumhuriyetin en esaslı vazifesi, bütün baskıları kaldırıp yerine tatlı muameleleri koymaktır. Tatlı muamelelerin delilleri ise çehrelerdeki tebessümdür. Tebessümü münevver gençlerin çehrelerine yeniden iade ediniz, göreceksiniz ki bugünkü kesretli intiharlar da haddi asgariye inecektir.”
(Cumhuriyet, 9 Mayıs 1924)
Velayet ve Sulta
Dün gene Çınaraltı’nda meçhul filozofla beraberdik, ona şu suali sordum:
“İnsanın en kudretli silahı olan tebessümü dudaklardan çalan hangi kuvvettir?”
“Fransızca ‘autorite’ kelimesini, bazı kimseler ‘sulta’, bazıları da ‘velayet’ diye tercüme ediyorlar. Bence bu iki tercüme de doğrudur. Çünkü ‘otorite’ iki türlüdür. Bir otorite vardır ki ona hürmetle ve muhabbetle itaat ederiz: ‘Velayet’tir.
Diğer bir otorite daha vardır ki ona korkarak, tiksinerek itaat ederiz. Bu da ‘sulta’dır.
Ahlakçılarla inkılapçılar, yalnız velayeti meşru görürler; onlarca ‘sulta’ gayrimeşru ve izalesi vacip olan bir kuvvettir.
İnsanlar totemli semiye devrinde iken, yalnız velayet vardı; ‘sulta’ yoktu. Semiyenin reisi ferdî hiçbir kuvvete malik olmayan bir memurdan, bir cumhur reisinden ibaretti. Avustralya vahşilerinde bu hâli görüyoruz.
Şimali Amerika’nın garp taraflarında ‘Tilnkit, Haida, Kuvakiult’ adlı kavimlerde semiyenin totemi, semiye reisi tarafından gasbedi-liyor. Totem, ferdîleşerek, hâkimiyet maşerden ferde geçiyor. ‘Velayeti amme’ yerine de ‘sultai hassa’ kaim oluyor. İşte derebeyliği böyle başlıyor.
Derebeyi iptida, kendi semiyesini, sonra kabilesine ait bütün semiyeleri, daha sonra, aşiretin diğer kabilesini sultasına alarak, nihayet bütün aşirete hâkim oluyor. Ailenin asabe enmüzecinde, zevilerham, asabenin sultası altına giriyor. Asabenin bir nevinde de ailenin reisi, bütün asabesini ve kendi çocuklarıyla karısını sultası altına alıyor. Yani bunları öldürmek ve astırmak kudretlerine malik oluyor. İşte bu aile enmüzecinedir ki ‘pederşahi aile’ adı veriliyor. Ve en nihayet bir aşiret beyi, bütün diğer aşiretleri ve şehirleri hâkimiyeti altına alarak ‘sultan’ adını alıyor. İşte, fertlerin ruhları üzerinde daimî bir tazyik icra ederek, ruhlarından neşeyi ve dudaklarından tebessümü kaçıran bir sultadır. Bununla beraber, sultalar yalnız siyasi sahalarda kalmıyor. Din ki en tatlı ve ruha en samimi şetareti veren bir müessesedir. Bu da zühdün ve taassubun ona hulul etmesiyle, sulta sahibi oluyor. Ahlak, cahil mürebbilerin ve muallimlerin elinde sultanlı bir hâkim vaziyetine giriyor. İktisadi hayat da bugün sermayedarları, yarın ameleleri sulta sahibi kılıyor. Gazeteler de bazen tehdit vaziyeti alarak sulta sahibi olmaya çalışıyor.
Hülasa, zavallı insanlar gerek aileler ve gerek cemiyet içinde birçok sultanın tahakkümü altında kalıyorlar. Bütün bu sultalar kalplerdeki şetaretin, dudaklardaki tebessümün düşmanıdır. Tebessümü milletin fertlerinde yeniden umumileştirmek için, bütün bu sultaları kaldırmak lazımdır.”
“Velayet, hürmet duygusu uyandırdığına göre onda da bir nevi sulta mahiyetinin bulunması lazım gelir. Çünkü hürmet duygusunu tahlil edersek bunun sevgi ile korkudan mürekkep olduğunu görürüz.”
“Korku iki türlüdür: Birincisi babamızdan korkmak, ikincisi yılandan korkmakla temsil edilebilir. Tabii babamızdan korkmak, yılandan korkmak gibi değildir. Babamızdan korkmamız onun sevgisini ve teveccühünü kaybetmek endişesinden ibarettir. Zahitleri istisna edersek, bizim Allah’a karşı olan korkumuz da babamıza karşı olan korkumuz gibidir. Çünkü Allah’a karşı olan korkumuz da onun muhabbet ve teveccühünü kaybetmek endişesinden ibarettir.
Bir çocuğa sormuşlar, Allah’tan mı korkarsın yoksa yılandan mı? Zeki çocuk şu cevabı vermiş: Allah’tan korkarım, yılandan da ürkerim. Demek ki bu çocuğa göre korku ile ürkmenin manaları ayrıdır. İşte, velayetle sulta da böyledir. Velayeti hem severiz hem de ondan korkarız. Sultadan ise ürker ve nefret ederiz.”
“Bu ifadelerinizden anlaşılıyor ki memleketin her müessesesinde sultayı kaldırmak, onun yerine velayeti ikame etmek lazımdır.”
“Cumhuriyetin hakiki manası da bu değil midir?”
“Evet cumhuriyet demek bütün bu sultaları kaldırmak demektir. Cumhuriyet velayetlere hürmet eder. Yalnız sultaları kaldırır.”
“Cumhuriyet aynı zamanda hürriyetin azami bir derecesi demektir. Velayetler, hürriyeti takyit ve tahdit etmezler mi? Nasıl oluyor da velayeti hürriyete münafi görüyorsunuz?”
“Velayet, hürriyetimize tamamiyle malik olduğumuz hâlde, hürmet ettiğimiz bir maşerî kudrettir. Velayet, hatta zerre kadar bile hürriyetimize tecavüz etse derhâl mahiyeti değişir, sulta hâlini alır. O hâlde, hürriyete mugayir bir velayetin tasavvuru bile gayrimümkündür. Velayet olmasa cemiyette inzibat olmaz. Hürriyet de olmasa terakki vücuda gelmez. Şimdi tamamiyle anlaşıldı ki Türklerde şetaretle tebessümü yeniden uyandıracak amiller sultasız bir velayet, mefkûreli bir hürriyettir. Çünkü şetaretin ve tebessümün bir membası da mefkûrelerdir. Bunu da yarınki musahabemizde izah edeceğim.”
(Cumhuriyet, 10 Mayıs 1924)
Mefkûre
Dün yine meçhul filozofla birleştik. Ona gayriuzvi sinir hastalıklarının ne demek olduğunu sordum; şu cevabı aldım:
“Sinirler uzvi olduğu hâlde, gayriuzvi sinir hastalıkları tabirinde aşikâr bir tenakuz vardır. Fakat bunlara bizim sinir hastalığı dememiz ve Avrupalıların ‘nevroz’ demesi, asabi arızalarla tecelli etmelerinin neticesidir. Bazı tabipler bunların sebeplerini dahilî guddelerin az yahut çok faaliyetinde görüyorlar. Ben bu uzvi sebebi reddetmemekle beraber, içtimai sebeplerin de bunlar üzerinde müessir olduğunu tecrübelerimle meydana çıkardım.
Misal olarak ‘psychastenie’ hastalığını alalım, bunun manası ‘ruh zayıflığı’dır. Bu hastalığı Doktor Pierre Jeanne keşfetmiş ve ona bu ismi vermiştir. Cemiyet içinde bazı fertlerle temas etmek, insanı ruh zafiyetine uğratır. Bazı fertlerle temas etmek de, ruh zafiyetine duçar olmuş bir ferdi bu hastalıktan kurtarır. Mesela, kaynanaların gelinlerine daima kalp kıran ve gönül inciten sözleri ve çatık kaşlarıyla öfkeli çehreleri, gelinlerin ruhlarını daima bir tazyik altında bulunduran amillerdir. Bunun gibi bazen bir koca kendi karısına yahut bir anne kendi kızına, bir büyük kardeş, küçük kardeşine kaynanalık yapar.
Doktor Pierre Jeanne diyor ki: ‘Bana bir hasta getirdikleri zaman, hastanın ailesi içinde onu bu hâle getiren asıl ve büyük hastayı ararım. Hastalığı husule getiren amil bu büyük hastanın tazyikleridir. Büyük hasta, zayıf ve düşük olan ruhunun kuvvetini ve seviyesini yükseltmek için bir münebbihe muhtaçtır. Bu hasta ekseriya şu münebbihi, daima yanında bulunan birisi üzerinde tahakküm yapmakta bulur. Yaşlı bir kadın, ekseriya ruhu düşük bir kadındır. Bunun pençesi altına düşecek mahluk ya gelini yahut kızıdır. Kızını tazip etmeye ekseriya şefkati mânidir. Bu suretle, bütün tazyiklerini gelini üzerine çevirir. Böyle bir kadının gelini yoksa kendi kızı onun yerine geçer.’ Bir kadın dermiş ki: ‘Ben kızımı haksız yere azarladığımı biliyorum. Fakat böyle yapmasam ben hasta olacağım.’
Bazen de bir fertle temas etmek hasta bir ferdi tedavi eder. Yine Doktor Pierre Jeanne diyor ki: ‘İki genç kız ağır surette ruh zafiyetine uğramıştı. Bunlar bir gün birbirine rast gelir, dertlerini birbirine anlatır. Karşılıklı anlaşma neticesi birisi diğerine ‘Sen delisin!’ der, öteki de evvelkine ‘Sen de delisin!’ cevabını verir. Bu son hitaplar ikisine de derhâl şifa verir. Bunlar, beraber yaşamaya karar vererek aynı odada yaşamaya başlarlar. Beraber bulundukça ikisi de sağlam bir hayat yaşar. Fakat kötü zan sahibi komşular, bunlar aleyhine beraber yaşadıkları için dedikodu çıkarırlar. Kızlar ismetli oldukları için ayrılmaya mecbur olurlar. Fakat ayrılır ayrılmaz ikisi de tımarhanelik hasta olur.’ Doktor Pierre Jeanne bunlara der ki: ‘Halkın dedikodusuna bakmayınız. Vicdanlarınız sizi itham etmezse başkalarının ithamlarının hiçbir kıymeti yoktur. Siz ikiniz beraber yaşamaya mecbursunuz. Çünkü birbirinize olan tesiriniz hastalandırıcı değil, şifa vericidir.’ ”
“Bu hastalığın ilacı nedir?” diye sordum.
“Bu hastalığın ilacı, evvela hastalığın sebebini ortadan kaldırmaktır. Hastayı herhangi adamın tazyiki bu hâle getirmiş ise iptida onu hastanın yanından uzaklaştırmak lazımdır. Doktor Pierre Jeanne, evin içinde bazen bir kaynanayı yahut emektar bir kadını, meşum tesirinden dolayı evden çıkartmıştır.
Çok kere bir genç ile bir taze kız arasındaki nişan mukavelesini bozmaya ve bazen de evli iki genci birbirinden ayırmaya lüzum görmüştür.
Hastalığın menfi ilacı budur. Müspet ilaca gelince bu da münebbihlerden biridir. Hastanın ruhunu zafiyetinden kurtararak onun seviyesini yükseltecek, herhangi bir münebbihtir. Bazı hastalar üzerinde bir kadeh şampanya yahut bir şişe bira iyi bir tesir yapar. Fakat bence bu maddi münebbihlerin yerine manevi münebbihlere müracaat etmek daha faydalıdır. Bu manevi münebbihler ise, mefkûrelerdir. Mefkûre vecitle dolduran ve insana kendisi için hayatını, servetini, her şeyini feda ettiren bir yaşayış tarzıdır.
Mefkûre, galeyanlı içtimalardan doğar. Hususiyle, milletin büyük bir tehlikeye duçar olduğu yahut büyük bir zafer kazandığı zamanlarda milletteki bütün ruhları istilası altına alır. Böyle zamanlarda herkes mefkûrelidir. Çünkü mefkûre şeniyet hâlini almıştır. Fakat bu galeyanlı hâl devam edemez. Çünkü bir taraftan ruhları yorar, diğer cihetten iktisadi hayata mâni olur. İktisadi faaliyetler için, ruhların sekinetli ve sükûnlu olması lazımdır. Asıl hüner, içtimai galeyanlar olmadığı zamanlarda ruhunda mefkûreyi canlı olarak yaşatmaktır. İşte mefkûrenin bu şekli, ruh düşüklükleri için daimî bir münebbihtir ve gayriuzvi ruh hastalıklarını esaslı bir surette tedavi eder.”
(Cumhuriyet, 11 Mayıs 1924)
Türklerin En Zayıf Noktası ve En Kuvvetli Noktası
Dün ikindiden sonra yine Çınaraltı’na gittim. Meçhul filozof orada idi. Selamdan, hâl ve hatır soruşlarından sonra, şu suali sordum:
“Türkler hangi noktada çok kuvvetlidir ve hangi noktada çok zayıftır? Buna dair fikirlerinizi lütfen söyler misiniz?”
“Türk milletinde maşerî vicdan çok kuvvetlidir, bu hususta sair Şark milletlerine benzemez. Diğer Şark milletlerinde, henüz aşiret ve feodalizm teşkilatı kalkmamıştır. Bu sebeple, onlarda yalnız zümre-vi vicdanlar kuvvetlidir. Türklerde ise aşiret ve feodalizm teşkilatları kalmadığı ve her Türk köyü Avrupa köyleri gibi bir komün mahiyetinde bulunduğu için umum millete şamil gayet kuvvetli bir maşerî vicdan vardır. Türkler, nice defa harp ve felaket zamanlarında, bu maşerî vicdan sayesinde, büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar göstererek, cihan efkârı ammesinde (halk efkârında) muhterem bir mevki kazanmışlardır. Türkleri askerlik hususunda birinci derecede bir millet yapan işte bu hususiyesidir (hassasıdır). Türklerin tehlike zamanlarında daima bir rehberin arkasında birleşerek harikalar göstermesi mümkündür. Hususiyle, bu rehber hem kahraman hem de dâhi olduğunu fiiliyatla ispat etmiş bulunursa bütün millet, tamamiyle tereddüt ve şüpheden ari olarak, her türlü tehlikeye onunla beraber atılmaktan çekinmez. Bu ruhi ve içtimai kudret, Avrupa’nın en kudretli milletlerinde bile bu derece kuvvetli değildir.
Tehlike ve harp anlarında daima Türk milletinin mucizeler göstermesini bekleyebiliriz ve Türklerin hiçbir millette görülmeyen fedakârlıkları yapacağından emin olabiliriz. Türk milletinin daima güvenebileceğimiz en esaslı kudreti budur.
Türklerin en zayıf noktasına gelince, bu da taksimi amalinin (iş bölümü) kâfi derecede derinleşmemiş olmasından ibarettir. Taksimi amal, fertlerin mütehassıs olmasını ve yalnız mütehassıslara kıymet verilmesini icap ettirir. Bizde şimdilik mütehassıslar azdır ve umumi malumat sahiplerine, hezarfenlere daha çok kıymet veriliyor.
İşte en zayıf noktamız da budur. Bundan dolayıdır ki en yüksek mefkûrelere doğru atıldığımız ve en cezrî inkılapları yapmak cüretini gösterdiğimiz hâlde, her işin mütehassıslarını bulamamak yüzünden, tatbikatta süratli ve hatasız olamıyoruz. Bu noktadaki eksikliğimizi itiraf ederek derhâl çaresine tevessül etmeliyiz. Mütehassıs yetiştirmek için Avrupa’ya çokça talebeler göndermemiz ve yetişmiş mütehassıslarımız varsa onlara dört elle sarılmamız lazımdır.
Gustave Lebon başka bir filozoftan naklen diyor ki:
‘Fransa’nın birinci derecedeki elli mühendisi, elli kimyageri, elli mimarı, elli tabibi, elli ziraatşinası, elli erkânıharbi, elli hukukçusu, elli iktisatçısı, elli maliyecisi birdenbire vefat etse Fransa milleti bir an içinde mahvolur; fakat ihtisasla alakadar olmayan bütün idare heyeti bir an içinde hayatı terk etse Fransız milleti bunların yerine daha iyilerini bularak, yine eskisi gibi yaşamaya devam edebilir.’ Biz, maşerî vicdanımızın çok kuvvetli olması sebebiyle, Avrupa’nın en kudretli milletlerinden biriyiz.
Fakat taksimi amalimizin henüz başlangıç devresinde bulunması ve az miktarda bulunan mütehassıslarımıza da kâfi derecede kıymet vermeyerek en ziyade iş görecekleri mevkilerden uzaklaştırmamız, milletimizi terakki sahasında daima yerinde sayar bir hâle getirmiştir ve bu yolu takipte ısrar edersek hiçbir zaman asri bir millet olamayacağımızdan ve Avrupa medeniyeti camiasına giremeyeceğimizden emin olmalıyız.”
Yine sordum:
“Bu milletin en büyük mefkûreleri nelerdir?”
Şu yolda cevap verdi:
“Bu milletin en büyük mefkûrelerini dört mefkûrede icmal edebiliriz: 1. Milliyetçilik, 2. Halkçılık, 3. Garp medeniyetçiliği, 4. Cumhuriyetçilik.
Türk milleti bu gayelere ulaşmak için maşerî vicdan kuvvetiyle, neler yapmak mümkünse hepsini yaptı. Fakat yalnız ihtilaslar, taksimi amal ve mesleki teşkilatla yapılması lazım gelen şeylere henüz başlamadı bile! Bu eksikliğimizi tamamlamaya çalışmak en büyük borcumuzdur. Bunun en süratli çaresi ve en kolay tedbiri Avrupa’dan mütehassıslar getirtmektir. Ben, Avrupa sermayesinin memleketimize girmesinden korkmadığım gibi Avrupa’nın siyasi mahiyette olmayan hakiki mütehassıslarına da tamamiyle güvenirim. Medeniyet beynelmilel olduğu gibi onun mümessilleri olan hakiki mütehassısları da beynelmilel insanlardır. Mesela Pasteur’ün keşiflerinden bütün milletler fayda görmüşlerdir. Diğer bütün kâşiflerin ve muhterilerin faydaları da günden güne bütün medeniyet âlemine şamil olmaktadır.”
Ben yine sordum:
“Taksimi amal bu kadar ehemmiyetli bir amil olduğuna göre, onun derinleşmesinin büyük içtimai değişmelere sebep olması lazımdı. Bu değişmeleri niçin görmüyoruz?”
Şöyle cevap verdi:
“Avrupa’da Rönesans’la başlayan bütün inkılaplar, taksimi amalin cemiyet hayatında yeni bir amil olarak tesire başlamasının tabii neticelerinden ibarettir. Mesela ‘Rönesans’ medeniyette inkılap olduğu gibi, ‘reform’ dinde inkılap, ‘renovasyon’ felsefede inkılap, ‘revolüs-yon’ siyasette inkılap, ‘feminizm’ kadınlıkta inkılap, ‘sosyalizm’ iktisatta inkılap ve “içtimai terbiye” terbiyede inkılap demektir.
Taksimi amalden evvel bu inkılaplara dair hiçbir ize tesadüf edilmezdi. O zaman, yalnız maşerî vicdandan doğan maşerî müesseseler ve mefkûreler mevcut olabilirdi. O zamanki insanlar yalnız maşerî vicdana ve maşerî şahsiyete maliktiler. Ferdî vicdanla ferdî şahsiyet henüz fertlerde teşekküle başlamamıştı. Fakat taksimi amal derinleştikten sonra, iptida, mesleki vicdan, sonra da ferdî vicdan vücuda gelmeye başladı. Ferdî vicdan, ferdin cemiyetteki din, ahlak, hukuk, sanat, lisan, siyaset, aile gibi müesseseleri kendine mahsus bir nüansta görmesi, millî zemin üzerinden kendi doğan nakışları işlemesi demektir. Ferdî şahsiyet sahibi esaslarda kendi milletiyle mütesanit olmakla beraber, bunların tefsirinde tamamiyle şahsidir.
Taksimi amalden doğan bu yeni ruha ferdin istiklali denilir ki Avrupa’da bugünkü terbiyenin üç hedefinden biridir. Diğer iki hedef de çocukların inzibatlı ve fedakâr olarak yetiştirilmeleridir.
Görülüyor ki taksimi amal, içtimai tekâmülü iki büyük kısma ayıran en mühim amildir. İçtimaiyat ilmi, cemiyetleri, taksimi amalli olup olmamalarına göre iki büyük cinse ayırmıştır:
Kıtavi cemiyetler, müteazzi (organize) cemiyetler.
Bunlardan kıtavi cemiyetlerde yalnız müşterek vicdan vardır. Henüz, taksimi amal kâfi derecede vücuda gelmemiştir. Müteazzi cemiyetlerde ise maşerî vicdandan başka, taksimi amal ve onun neticesi olan ihtisas da teşekkül etmiştir. Yukarıda saydığımız inkılaplar milletlerin kıtavi cinsinden müteazzi cinsine geçtiği zamanın zaruri ve tabii neticeleridir. İşte, bugün Türkiye bu merhalede bulunuyor. Düne kadar kıtavi bir cemiyettik. Bugünden itibaren müteazzi bir cemiyetiz. Şu kadar ki bu yeni hayatın henüz başlangıcındayız. Taksimi amalde ileri gittikçe yeni hayatta daha zengin olacağız ve gittikçe daha ziyade müteazzi bir cemiyet oldukça, Avrupa milletlerine medeniyetçe de müsavi olacağız.”
(Cumhuriyet, 12 Mayıs 1924)
Bepul matn qismi tugad.