Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Son Yaz»

Shrift:

ÖNSÖZ

Valeriy Kazakov’un “Saylamlar” “Seçmeler” adlı kitabından Türkiye Türkçesine aktardığım elinizdeki bu kitapta dört adet öykü yer almaktadır. Bunlar Altın Kuşak, Dokuz Kaptal, Son Yaz ve Ayırgış Ağaç isimli öykülerdir.

Kısaca söz konusu öykülerde Nogay halkının yaşamına, örf ve adetlerine yer verilmiş, insan onur ve erdemlerinden olan namus, edep, verilen sözde durma, komşuluk ilişkileri gibi yüksek değerler işlenmiştir.

Son Yaz adlı öykü Medey adlı çocuk şairin hayat öyküsüdür. Burada öksüz olarak büyüyen bir çocuğun garipliği, anne özlemi, öğretmen sevgisi, akraba ilişkileri anlatılmaktadır. Özellikle Son Yaz ve Dokuz Kaptal öykülerinde Nogay köylerindeki yaşamın tadını, aile ortamının sıcaklığını, ebeveynlere ve büyüklere duyulan saygıyı, hürmeti ve örf adetlere bağlılığı derinden hissetmek mümkündür.

Dokuz Kaptal adlı öyküde ise, Sibirya’ya işçi olarak giden ve oradayken dedesinin ölüm haberini alan Arslanbek’in dönüş yolculuğu anlatılmakta ve bu yolculuk esnasında hatırladığı çocukluk günlerindeki anılarına, zorlu hayat koşullarının insanların önüne çıkardığı nice engellere dair anlatımlar yer almaktadır. Öykünün ana temasını, elinde yetiştiği dedesine, kendince var olduğunu zannettiği borcu, Arslanbek’in ödemek için gösterdiği çaba ve cömertlik oluşturmaktadır.

Ayırgış Ağaç adlı öykü, yazarın bir anlamda hiciv öyküsüdür. Anadolu’da da sık sık karşılaştığımız inanç sömürüsü ve kandırmacası, Şaydat ile Molla Hacı Murat arasındaki ilişki ile anlatılmıştır. Öykünün kahramanı Erecep açgözlülükten dolayı işlediği cinayet sonrası rüya görmekte ve batıl inançların ağır baskısı altında kalmaktadır. Çektiği vicdan azabı onu, gerçek ile hayal alemini birbirine karıştırmasına sebebiyet vermektedir.

Altın Kemer adlı öykünün kahramanı Azamat’ın babası Kazbiy tarafından öldürülmüş sonrasında Nogay adetine göre taraflar barıştırılmıştır. Ancak verdiği sözde durmayan Kazbiy’in Azamat tarafından bir bahane ile öldürülerek babasının intikamının alması bu öykünün ana konusudur.

Elinizdeki bu kitap, Rusya Federasyonu Koban bölgesinde yaşayan Valeriy Kazakov’un Kiril alfabesi ile Nogay dilinde yazılmış kitabından önce latin alfabesine dönüştürülmüş sonra Türkiye Türkçesine aktarılmıştır. Çeviri yapılmıştır demekten özenle kaçınıyorum. Çünkü Türkiye Türkçesi ve Nogay Türkçesi aynı dildir. Sadece birisi Oğuz lehçesi diğeri Kıpçak lehçesidir. Aktarmada Valeriy Kazakov’un anlatımına, üslubuna ve cümle yapısına sadık kalınmıştır. Dolayısıyla sadece Türkiye Türkçesindeki öyküleri okuyan okuyucu biraz tat almayabilir, akıcılık ve anlatımda eksiklikler görebilir. Bu konuda okuyuculardan özür dilerken esas dikkat çekmek istediğim husus; okuyucuların öykü metinlerini Nogayca okumaları ve buradaki dil zenginliği, sadeliği, ses uyumunu ve akıcılığı hissetmeye çalışmalarıdır.

Belirtmek istediğim diğer bir hususta şudur ki, 1860’lı yıllarda Türkiye›ye göç eden dedelerimizden bize yadigar kalan Nogay lehçesi hızla kaybolmakta ve unutulmaktadır. Üçüncü kuşak olan ve Türkiye’de yaşayan ben ve benden büyükler bu lehçeyi bilmemize ve konuşmamıza rağmen çoğu kelimeleri unuttuğumuz için kısır bir kelime haznesine sahip olduğumuzu, cümle ve gramer yapılarını hemen hemen kaybettiğimizi tespit ettim. Çalışmamın, bir dil bilimcisinin yaptığı akademik çalışmadan daha çok kaybolan kelime haznemizi geliştirmeye, cümle yapılarını yeniden hatırlamaya hizmet eden bir çalışma olması için gayret sarf ettim. En büyük eksiklik hâlihazırda Türkiye›de basılmış bir Nogayca-Türkçe sözlüğün olmamasıdır. Temennim en kısa sürede bu eksikliğin giderilmesi ve bu çalışma benzeri yapılan yayımların sayılarının artmasıdır.

M.Kamil Sütbaş

SON YAZ

Evvel evvel zamanlarda, ilk önce hile paylaştırıldığı zamanlarda, dünyadaki bütün canlıların bir dil konuştuğu zamanlarda, hanın kızı bedev1 gezip kız doğurduğu yıllarda, gökte uçan balıklar boz serçeyi sudan kovup eğri boyu ile geniş ovalara ulaştırıp avare avare dolaştığı zamanlarda…

Babay yiğidin babası ile annesi ölür. Ölmeden bir gün önce, yiğidin babası vasiyet edip şöyle der:

– Ey, oğlum, ey oğlum. Senden çok mal seven yok, oğlum. Senden usta atla gezen yok, oğlum. Atıştığında küçük iğnenin gözünden ok geçirirsin. Savaştığında kör kılıcın yüzü ile bin kan damlattırırsın. Gözün senin yakut taş gibi masmavi. Göğsün yay gibi, belin dal gibi olsa da dinle, oğlum. Seni yalnızlık yıkar. Sende hatun yok. Bende nasip yok. Sende oğul yok. Bende torun yok. Vasiyetimi yerine getirir, sana güveniyorum, varlığını bol dağıtırsın, biliyorum!

Böyle vasiyetten sonra, Babay, yiğitlikle gezmeyi bırakarak babasının dediğini gerçekleştirmek için eline dombıra sazını alır, silahını askılığa asıp yola koyulur.

Onun dombıra sazı, bazen dünyaya üzüntü indirerek halkı ağlatır, bazen de yiğitlik indirmiş gibi sevindirerek durduğu yerde oynatır. Gökyüzünde uçup gitmekte olan kuşlar onu durup dinler, esip gelmekte olan katı rüzgârlar kesilir. Bütün dünya ozan yiğidi sever. Vardığı yerlerin kızları ona değer verir, ama ne fayda, o gönlüne yatan kızı bulamaz. Böyle kaç yıl gezip dolaştığını kimse bilmez. Ozan yiğit bir keresinde, karanlık basmış ormandan geçerken, yolunu kaybedip, albaslıya2 rastlar. Babay yiğit onun albaslı olduğunu da bilmez, ve onu bir güzel helal süt emmiş kız sanar aldanır ve onunla evlenir.

Babay’ın aldığı kız, çok güzel, bir içimlik su gibi, iki kaşının arasından ay yürüyen, örme saçları yere değen, sanki ak kuğu gibi kayarak, dingin suda yüzen güzel bir hanım olur. Birkaç yıl birlikte yaşarlar, ama bir türlü onların çocuğu olmaz. Bütün dünyada konuşulan koca yiğit günden güne ihtiyarlar, güç kaybedip düşünceli dalgın bir insan olur. Bir gün Babay’ın kulağına bir fısıltı duyulur.

“Senin karın karı değil, o oburun kızı albaslı. Zaman geçtikçe senin kanını emiyor, seni zamansız ihtiyarlatıyor. Seni emerek vampirleşiyor. Eğer babanın vasiyetini tutmak istersen dinle, yiğit. Güneş doğarken, karın tatlı uykuya daldığında, ona hissettirmeden onun saçını yolup al. Sonra saçı ateşe bırak. Böyle yapmazsan kısa sürede ölürsün.”

Bu nasihatleri dinleyen Babay, kulağına fısıldanan şeyleri yapar. O karısının saçlarınıı yolup, götürüp ateşe bırakır. Bundan sonra albaslı hastalanır. Yıllar geçtikçe, yazın uzun günlerinde, uykulu halde gezinir, beti benzi atıp, yüzü sararmaya başlar. Babay ise, değişmeden aynı halde durur.

Albaslı’nın saçı ateşe düştükten sonra, o Babay’ın kanını ememez. Bu yüzden Albaslı, her sene ben kendime baktırayım diye, başka taraflara gider. Böyle günlerde Ba-bay sorgu sualsiz, karısının evden çıkıp dolaşıp gelmesine izin verir.

Yine bir gün hanımı Babay’dan “Kocacığım, ben komşu köye gidip kendimi baktırayım mı?” diye ricada bulunur.

Kocası “Git, evet git, ben razıyım” der ve hanımına izin verir.

Albaslı hayli memnun olup, ıvır zıvırların toplayıp, evden çıkar.

Babay ise, eline dombırasını alıp yırlamaya, türkü söylemeye başlar; ama onun elindeki dombıranın içinden bir fısıltı şöyle şarkı söyler:

“Ey, ey! Söylediğinde söyleyeceğin bitmeyen yiğit idin sen, Babay. Yarıştığında rüzgârı geçen, güreştiğinde suyu durduran, rastladığında Azrail’den sorgu soran yiğit idin sen, Babay. Fırtınalı oldu yaz günün, zorlukla geçti genç günün! Eğer yiğit gibi olsan, gariplik düşmez başına oğlun olur iyi anla!” şeklindeki sözleri işitip, Babay aniden kalkarak hanımının arkasından onu aramaya gider.

Albaslı önüne arkasına bakmadan, acele ile karanlık siyah ağaca girer. Onun arkasından Babay’da gider. Fakat Albaslı yoktur. Çok arar Babay hanımını, tamamen yorgun düştüğünde, Babay bir dere görür. O dere boyunca aşağıya giderse, insan yaşayan yere çıkacağını ve kendisinin de kaybolmadan yolunu bulacağını bilir. Az mı gider, çok mu gider, birden onun önüne yıkılmak üzere olan yamuk ağaç ev çıkar. Babay o eve gelir gelmez, onun kapısı açılır ve evden ok gibi fırlayıp, toklu3 kadar büyük siyah kedi çıkarak gider. Babay’ın beynine kan sıçrar, eli ayağı titreyip, saçları diklenip, dili damağına yapışır. Babay imanın tazeler. Sonra dombırasını eline alıp çalar. Etraf meraklı, sessizdir. Babay eve girer.

Girse girsin, keçe döşenmiş odanın üst tarafında hanımının giysileri vardır, onun üstünde yeni doğmuş çocuk, tabii ki kundağından çıkamadan duruyordur. Babay onu kaldırıp alıp, göğsüne bastırır. Hem ev içinden hanımını aramaya başlar…

Çok mu az mı zaman geçer, gök gürüldeyip yer yarılır. Yer sarsılıp, ev yürür. Kapı vurulup açılır ve evin içine kedi girer. Babay’ın kanı yeni katılaşmış gibi olur. Dili damağına yapışır. Sonra Babay’ın aklı yerine gelip, dombırasını eline alıp söyler: “Ey, karışık kara dünya! Kara gün! Niye bulutlarla kaplanıyorsun? Niye dünya karıştığında bizler gibileri seçiyorsun? Allah’ın bana verdiği güç ile oğlumu korurum. Babam’ın söylediği vasiyetini can versem de, tutarım…”diyerek Babay dombıra sazına özgürlüğünü verir. Bir hayli zaman kedi sırtını kamburlaştırıp, dört ayağı ile yeri tırmalayarak durur, sonra ağlamaklı hale gelip, kuvveti gidip, sinerek yere yığılır.

O çok zamana kadar halsiz yatar, dombıra sazı sustuğunda, şöyle diyerek insan dilinde konuşur:

“Bütün dünyada söylenen yiğitlerin yiğidi. hâlihazırda sende zırh yok, hâlihazırda sende silah yok. İhtiyar gövdeli, ihtiyar Babay, elindeki çocuğu, isteğim var, sat Babay. Olurum sende ben ırgat, söylediğini yaparım, zehiri versen de arkama bakmadan içerim. Geçip giden gençliğini döndürürüm geriye. Geçip giden gençliğine kavuştururum ben seni…” Böyle sözleri söyleyerek kedi Babay’dan çocuğu ister.

Babay elindeki çocuğu yere koymadan, deminki gibi dombıra çalarak söyler.

“Çok yaşadım dünyada, yaşadığım ne fayda? Çok gezdim kırları, gezdiğimden ne fayda? Çoklarını sevindirdim, bazılarını ağlattım. Niçin gerek bana silah? Niçin gerek bana zırh? Lazım değil ölümsüzlük benim kara başıma. Lazım değil önceki düşüncesiz gezdiğim günlerim. Ne gerek var gölde yüzen kahverengi kaza, kır kıymetini bilmeye? Ne gerek var kırda yürüyen bıldırcına, göl kıymetini bilmeye? Neden gerekli bana senin hileli sözlerin? İnanıyorum sana, neden peşine takılıp kuyruğun olayım!” der…

Böyle sözleri Babay’dan işiten kedi, deli gibi esneyip, tabağa konmuş darı gibi saçılıp, kadın şekline döner. Babay’ın önünde, iki elini dilenir gibi uzatmış, hanımı durmaktadır.

– Ölüyorum. Sen ey insanoğlu, hilemin yetişmediği sevimsiz güçlü kişiymişsin. Ben senin oğlunu yiyecektim, eğer onu yemiş olsaydım, ateşe düşen saçımı yerine çıkartırdım… Sen yendin! Ama bizim mücadelemiz daha bitmedi, gelecekte sürecek. Senden doğan nesiller kısa ömürlü olsunlar. Bu dünyada neslin pişmanlıklarla yaşasın! Yer altına gittiğinde seni unutup, beni izleyip gelsinler! diyerek canını verir. Bundan sonra Babay çocuğunu göğsüne bastırıp, ağaçtan çıkıp, uzak yolları geçerek, ayaklarını yorarak, köy köyden geçip, birkaç ülkeyi aralayarak, Nogay’a gelip çatar.

Çok mu az mı geçip gider yıllar. Her bir Nogay köyünde saygıdeğer şeyh bulunur, halkını onlar anlar, halk onları anlar. Bir günün bir gününde, köyün ulu ihtiyarına, şimdiye kadar duyulmamış ses işitilip şöyle nasihat verir.

“Sen köyün değerli ihtiyarı, işittin mi fısıltının sesini, Ben fısıltı sesim. Filanca oğlu ağadan sen sağlığını sorarsan, merak edilecek şeyi görürsün. Filanca oğlu Babay’ı sen evinde bulursun. Garip canın acısa, kim olduğunu anlarsın,” diye Fısıltı’nın sesi ak sakallıyı uyandırır.

Saygıdeğer kişi, Babay’ın avlusuna gelir gelmez, odun kırmakta olan yiğidi görür ve ona bağırır:

– Ey yiğit! Kolay gelsin! Baban Babay evde mi?

Delikanlı “Evde dede. Hoş geldiniz, ak sakal, değerli misafirimiz olunuz,” der ve ihtiyarı eve alır.

Ak sakal eve girdiğinde, çok şaşırır. Evde oturan ihtiyar değil, fakat koca yiğit bir gençtir. Ak sakal hangisi babası, hangisi oğlu, ikiside ikiz gibi birbirine benzediğinden evdekileri birbirinden ayırt edemez. Olmuyor, dayanamayıp sorar.

– Yiğitler, hanginiz Babay isimli ihtiyarsınız?

İki yiğit birbirlerine bakıp şaşırırlar da sonra birisi:

Babay denilen benim. Sakal belde, otur baş köşede, der atalarımız der ve Babay misafiri odanın baş köşesine çıkarıp oturttur. Gelen misafiri gülme tutar. O birdenbire kendisini alamadan, dünyasını unutup katıla katıla gülmeye başlar ve ona iki yiğitte katılarak birlikte gülmeye başlarlar. Gelen misafir bağırsaklarını tutup güler, niye güldüğünü unutarak evden çıkıp gider. Saygıdeğer kişi evden gittiğinde, onun oturduğu yer ayna olur. Babası ile oğlu merak edip aynaya bakarlar… Aynadan tamamen birbirine benzeyen ikiz yüzlü iki genç görünür. O zamanda ikizlerden birisi diğerini kucaklayıp şöyle söyler:

– Oğlum! Benim babam, torun tombalaka hasret kalıp, seni görmeden ölüp gitti. Kabire girmeden vasiyet etti, varlığını geniş yayarsın, oğlum dedi. Sensin artık benden gelen Medey varlık, sensin artık neslimi sürdürecek varlık. Senden doğan çocuklar ozan yiğit olsunlar. Yerde temiz helal bir hayat yaşarlarsa beni gökte bulurlar. Yerde haram yaşarlarsa, kara yerin dibinde, kara boyunduruk giyerler… Al artık, oğlum, ak kefenimi benim sandıktan çıkar. Ev içini temizleyip, süpürgeyi elli iki geceye kadar odanın yukarısında tut, öyle olmazsa, benim canım çıkmaya korkar… Yarın gece ben ölsem beni yatsı vaktinde gömersiniz, beni kimseye yıkattırmadan kendin yıkarsın, son suyumu ateşe koyup kaynatıp bulaşık kuruyuncaya kadar durursun! Şimdi ise, bana zaman yetti, diyerek temiz bir yere oturur.

Ertesi gün yatsı vaktinde Aji Togay’da yaşayan halk ve bütün canlılar toplanıp sakalı beline gelmiş, beli bükülmüş ihtiyarı gömer.

Samanyolu’nun yıldızları çok parlak yanar. Yeni doğacak yıldızı özlemle beklerler…

Halk ihtiyarı gömüp, evlerine dağılmaya başladığında, mezarlar tarafından gün doğmuş gibi aydınlık olur. Köy tamamen aydınlanır. Sonra kabirden gökyüzüne yönelip, ateşli kuyruğu sönünceye kadar uzayıp gider de, Samanyolu’nun bir kenarına yerleşip kalır. O giden yıldızı Babay’ın oğlu Medey görüp: “Benim babam, sağ salim yerini buldu,” diye mırıldanır, ve evine gider.

İşte bu masal Aji Togay’da yaşayanların arasında bugün de anlatılmaktadır.

Kim biliyor, bu masalı öğrenmeseydim, bu hikâyeyi de yazacak mıydım? O, Aji Togay!…

Aji Togay’da pek çok hikâye… Hala bunun gibi pek çok bozkır hakkında söylenmeden kalan sözler var. Hepsini de söylerim demek olmuyor, söylemesen de, yürekteki düşünceler durmuyor.

Gece yarısı olmuştu. Samanyolu’nun yıldızları parlayıp duruyorlar. Onlar gökyüzünden bakıp bozkırlarını özleyip duruyorlardı. Özlüyorlardı önceki günlerini, insan olarak yaşadıkları hallerini. Samanyolu’nun içinde bugün güçlü yanıp parlıyordu küçük yıldız, kara toprağı çok özlemiş Babay yıldız. Bozkırlar için bu hal, ot kokusu her zaman sevimliydi. Asker dağının rüzgârının esintilerini estirip, etrafa çiçek kokusunu bolca yayıp, yer nefesini derin alarak, bozkır uyuyordu…

Emis’in elindeki beyaz kumaş başörtüsü, rüzgârdan dalgalanıp, çocuğa bayrakmış gibi göründü. Kendisi ise, Aji kaya’nın4 en ucunda duruyordu. Etraf bembeyaz çiçeklerle giyinikti. Çocuk eğilerek, gür yetişmiş çiçekleri toplamak istediğinde, onların başları kendiliğinden kopup gidiyor, beyaz kelebeklere dönüşüp, kanat çırpıp uçuyorlardı. Annesi de ellerini bağlayarak iki gözünü kırpmadan, aşağıdaki demir yola dikilip bakıyordu.

“İşte, oğlum, geliyor bizim babamız!” deyip uzaktaki, kibrit kutulardan dizilmiş treni gösterdi. Oğlu katıla katıla gülüyordu. “O tren değil, o kibrit kutuları…” Sonra, Medey dikkat edip bir daha baktığında, kibrit kutusu sandıklarının siyah dumanını tüttürüp arka arkaya giden tren vagonları olduğunu anladı.

– E-e-eey! Tren! Ne çok ağır geliyorsun? Senin gibi tren olur mu? diyerek acele edip treni özlüyordu.

Ama trenin aceleci tavrı görünmüyor, annesi de başörtüsünü rüzgâra dalgalandırıyordu. Annesi mezar taşı gibi donup kalmıştı. Medey daha da bir şeyler söyleyip bağırayım diye hazırlanıp, terleyip trene baksa, gelmekte olan uzun tren değilmiş, fakat uzun hem de göz kamaştırıp parlayan yeşil yılan imiş. Önde duman çıkararak gelmekte olan lokomotif değilmiş, o siyah ağzını geniş açıp, iki dişini parlatıp keskinleştirmiş, yılanın başı imiş. Yüreği yarılan, ödü kopan çocuk annesinin eteğini tutup, saklanmak istiyor. Ama annesi de yokmuş, çocuk beyaz kelebek beyaz kozada sıkışıp, boğulup gidiyorken, cin sesle bağırdı ve irkilerek uyandı.

Medey kendi de bilemedi, nasıl ayağa kalktığını, ev içindeki lambayı yaktığını. O an yaşadıklarının gerçek mi rüya mı olduğunu anlayamıyordu.

Diğer odadan, sessizce, parmaklarının üzerine basarak üzerindeki yapraklı gömleğini aceleyle düğmeleyerek, yeğeninin kaldığı odaya Şaydat girdi.

– Hay Allah Medey, ne oldu sana, oğlum? Şaşırdın mı akıllım? Bismillah de, gözüm! İmanını topla. Çıplak ayakla yerde durma, soğuk geçer, diyerek yanıp kavrulup, bin söz söyleyip, çocuğun etrafında bin kere döndü.

Kim biliyor başından okşayıp, sandalyeye oturtarak, örtü ile sarmaladığından mı, ya da durmayıp acıma duygusu ile söylediği sözlerden mi, zavallı çocuk dayanamadan, kendi kendine hüngür hüngür ağlamaya başladı. Şaydat ise, çocuğu daha da bağrına bastırarak, içinden: “Ah, seni, keşke yaşasaydılar. Birlikte olsalar ne olurdu, çocuklarını kucaklarına bastırıp büyütmüş olsalardı, diyerek düşündü, hem o düşünceler onu boğup iki gözüne kan sıçratıp ağlattılar. Medey ise Şaydat’ı kucaklayarak, içini çekiyor ve rüyasına gelen yılanı aklından çıkaramadan duruyordu. Hem de kendini tutamadan ağladı.

Şaydat “Ağlama, akıllım, ağlama gözümün nuru. Sen artık büyüdün, sana ağlamak yakışmaz, gözüm,” dedi ve kendini tutamadan o da ağlamaya başladı.Ne yapayım? Nereye gidip ağlayayım, biricik kızkardeşimin yüzünü nasıl unutayım. Dünya gibi güzel kızkardeşimi nasıl dünyaya indireyim? Zamansız kara yere gideni, kara yerin, kabrin koynundan nasıl çıkarayım? Garip, kara yazılı, dünyadan zamansız göçtü, bizi talihsiz bıraktı yahu! diyerek ağıt yaktı.

Medey, Şaydat’ı sıkarak kucaklamaya devam etti. Burada işte o Şaydat’ı annesi Emis’e çok benzetti. Medey artık ağlamayı kesti. O, Şaydat’a acıyıp, susturmak istedi: “Ağlamasana, anne, ağlamasana,” diye yalvardı.

– Ben ağlamayayım da kim ağlasın, pişman Emis zavallıyı nerden unutayım, diyerek Şaydat’ı avutup sakinleştirmek istedi. Eğer Şaydat’ın kocası Mahmut gelmemiş olsaydı, bu halde, ikisi de ne kadar zaman oturacaklarını, bilmiyordu.

– Vay, sen ne acayip insansın? Çocuğun neden ödünü patlatmaya çabalıyorsun? Niye çocuğu üzüyorsun, diyorum sana? diyerek hanımına baktı.

Mahmut hanımını “Delirmişsin! Aa, derhal gidip yat. Senin yüreğin bir şeye de faydasız! Gidip yerini bul diyorum,” diye azarladı. Şaydat, aklını toplayıp, göz yaşlarını sildi ve çocuğu sevip, itina ile, iki yanağından yumuşak öpüp, çıkıp gitti.

Medey’in omuzuna ellerini koyarak, Mahmut biraz düşünceli durduktan sonra “Niye uyumuyorsun yiğit?” dedi.

Medey cevap vermedi. Rüyasında gördüğünü söylemeye utandı hem başını öne eğip ses çıkarmadı. Mahmut Medey’i kendince anladı. “Bu ne kadar içine kapanık bir çocuk ya? İçine kapanıp ağzından laf alınmayan can. Ses çıkarmıyor baksana. Yatılı okulda seni kimse de sevmiyordur!” diyerek içinden çocuğu kötüledi. Dışından: “Yatıp uyu, yiğit. Yaşam denen zorlu şey, hem açık yürekli insanları sever. Yiğit gibi ol! Yarın Musa’nın arabası ile yazlıklar tarafına, sonra Vodohraniliş’e gidip dinlenip geliriz,” diyerek çocuğun gönlünü alıp, çıkıp gitti.

Ne Mahmut ne Şaydat bilmiyordu çocuğun niçin ağladığını, bilmiyorlardı nasıl kötü, korkunç rüya gördüğünü. Şaydat Emis’i aklına getirip yine de ağlıyordu. Mahmut divana uzanıp sigara tüttürüyordu. Sesizlik evden gitmiş, sessizlik ile beraber uyku isteği de gitmişti.

– Fena, uğursuz çocuk, dedi Mahmut hafifçe sadece Şaydat’a duyurmak için. Meraklanıyorum nasıl yaşıyormuş bu yatılı okulda? Çocuklar onun öfkesini döküp dövüyorlar mı ki. Mahmut, Şaydat’ı söze çağırıp “Geziyordur yaramazlık yapanlara yakalanıp,” dedi.

Şaydat da, fısıltıyla, sadece Mahmut’a işittirmek için “Gel bırak, şunu sen! Gözün çıksın! Görüp kabul etmeden (sevemeden) gidiyorsun zavallıyı! Özlüyordur babasını! İsmi lazım değil!” dedi.

Mahmut ağzına geleni söyleyip kurtulmuş gibi oldu, hanımına yaklaşmadan da kalmayarak “Niye kötülüyorsun Amit’i? Onda ne suç var?” dedi

Şaydat yattığı yerden kalkıp “O değil mi Emis’i zamansız kara yere gömen? O değil mi bu çocuğu deli eden?” diyerek kocasına kızdı.

Kocası sözünü kesti.

Şaydat “Omurgası kopar, alkolik, yer yüzünden yok olur! Nerde olduğu belirsiz, çürüyüp leşi kalır!” diye beddua etmeye başladı.

Mahmut hanımının hâlini pek iyi biliyordu, hem o ses çıkarmadı, yatarak dinlemeye devam etti. O vakitte Mahmut kendi de bilmiyordu, neden o söz çıktı, Amit’i lanetlemek neden icap etti? Ama ses çıkarmadan sinip yatmaya devam etti. O, Şaydat’ı artık kolaylıkla durduramayacağını anladı. Mahmut Medey’i düşünüyordu. Ne edip edip bir gün yatılı okula gitmek, hem Medey’in kimler ile arkadaş olup yaşadığını bilmek gerektiğini düşünüyordu.

Birkaç ay oldu Medey yatılı okula gideli, ama Mahmut bir kere de gidip çocuğun hatırını soramadı, birkaç kere Şaydat ona, “Yürü çocuğu görüp gelelim dese, zamanım yok“ diyerek gitmedi. İşte o zamanlarda Şaydat Mahmut’a: “Çocuk sevmez, soyka!” derdi ve küserek şehre yalnız kendisi giderdi. Dönüp gelse, sevinçli, hem kısmetli olup ev içinde ileri geri yürüyerek övünürdü.

– Duyuyor musun? Bizim Medey bütün yatılı okulun ağzından düşmüyor. Öğretmenler çok övüyorlar. Ne okuması, ne düzeni, kızlardan da hamarat, böyle alamet genç diye ağızları ağızlarına değmiyor. Fotoğrafı da uzun koridorda öğretmenler ile beraber asılmış. Yeni gelen, gelse de, sağ olsunlar, çok güzel imrenerek bakıyorlar, diyerek övünüyordu.

Mahmut hanımını dinleyip tek bir güzel kelimesini tekrar eder dururdu. Sonra hanımından: “Sen bana tütün getirdin mi!” diye sorardı. Minat ise: “Unutmuşum,” deyip kocasını kızdırırdı. Böylece geçip gitti zamanlar. Artık Mahmut’un yatılı okulunu kendisini görmek istiyordu. O şeyleri kendisi bilmek istiyordu. O, olacak olsa, hemen kalkıp giderdi, öyle pek acele ediyordu.

Başka bir odada, Medey yalnız başına yatıyordu. Ev içinde lamba parlak yanıyor, pencereden nehir tarafından başka sesler de işitiliyordu. Onların gürültüsünü horoz sesleri bozuyordu.

Medey’de uyumaya güç yoktu. Nedeni ise onun Fatima’yı hatırlamasıydı. Yatılı okula geldiğinde, Medey’i götürüp bir kızın yanına oturttular.

– Bugünden sonra Medey sen burada oturacaksın!, diyerek ilk günden başlayarak Fatima ile onu sıra arkadaşı yaptılar.

Medey hiçbirsöz ağzından çıkarmadan varlığı yokluğu belirsiz oturdu, Fatima da başını yeni gelene çevirmeden, konuşmadan oturuyordu. Yalnız, öylece çok zaman geçmedi, üçüncü ders başladığında, “Senin soyismin, aileninki ile niye aynı değil?”diye Fatima aniden sordu. Me-dey şaşırdığından ne söyleyeceğini bilemeden, Fatima’nın gözlerine baktı.

– Konuşma! diyerek öğretmen Medey ile Fatima’nın dikkatlerini kendisine aldı. Tanışmaya acele mi ediyorsunuz? Acele etmeyiniz, hemen birbirinizi gagalamaya başlıyorsunuz! dedi ve derse devam etti.

Ama Fatima Medey’in tarafına eğilip ağırdan fısıldadı.

– Sen şiir de yazıyorsun değil mi? Biz senin şiirlerini gazetede okuduk.

Medey de öğretmenden çekinip hem de Fatima’nın söylediklerini sınadı; ancak bir şey anlamadı: “Dalga mı geçiyor, ya da içtenlikle mi söylüyor bu kız,” düşünceleri onu kapladı.

* * *

Fatima bir defasında, bir cumartesi günü Medey’i evlerine misafirliğe çağırdı.

– Medey, babam seni çağırıyor, dedi. Bize, köye misafirliğe gidelim.

Sonra gülümseyerek elinden tuttu. Medey ses çıkarmadı, hem kendisi fazla dikkat etmeden arkadaşının dediğini dinleyerek arkasından takip ederek çıktı. Medey, Fatima’yı çok beğeniyordu. Başka şekilde söyleyecek olursak onu seviyordu. Ama onun hakkında sınıfta hiç kimseye bir şey söylemiyor, Fatima’nın kendisine de hissetirmemeye çalışıyordu. Fatima da Medey’i seviyordu. Böyle, ikisi çok iyi dost oldular. İşte bugün Fatima’nın babası jiguli5 marka arabasıyla kızını evine götürmeye geldi. O, her cuma gelip Fatima’yı götürüyordu. Hem o vakitlerde Medey kendisini çok yalnız görüyordu. O, Fatima’nın gelmesini dört gözle, özlemle beliyordu.

– Yürü, babam ile tanıştırayım, diyerek kız genci yatılı okulun bahçesinden çıkardı.

Ateş gibi yanan kırmızı Lada6 marka araba dünyanın altını üstünü getirip “Boni M” şarkılarını çalıyordu. Uzun boylu, şirket kotu ile mavi gömlek giymiş şahıs arabayı bez ile siliyordu. Göz kararı ile onu Fatima’nın babası diyerek söylemek de olmuyor. Niçin denilse, Fatima Medey’e “Benim babam işçi” diye söylüyordu. Hem onun çok büyük kütüphanesinin var olduğunu duymuştu. Bundan dolayı ki, Medey Fatima’ya yavaşça:

– Oradaki senin baban mı? diye sordu.

– Tabii ki! dedi Fatima şaşırıp kalan suratı ile Medey’e bakıp. Benzemiyor muyuz?

– Kim bilir, dedi Medey. Sonra aklını toplayan insana benzeyerek. Ne genç insan o? Ben onu senin erkek kardeşin gibi gördüm, dedi.

Fatima gülmeye başladı. O hiçbir zaman böyle şeyler hakkında düşünmemişti. Böylece Fatima Medey’e başka göz ile bakarak:

– Sen tam da bizim annemiz gibi konuşuyormuşsun. O, ben sizin gibi, gençlik günlerimde şöyle idim, ihtiyarlayınca öyle böyle, diyerek konuşuyor.

Fatima sözlerini bitirir bitirmez koşarak gidip babasını kucakladı.

Fatima babasına gülümseyerek “İşte, bu benim arkadaşım, bizim şairimiz Medey,” dedi

Fatima’nın babası elini uzatıp Medey’e uzattı.

– Ben Fatima’nın babasıyım, adım Zelimhan! diyerek gerçekten bir büyük insanla tanışmış gibi elini sıktı.

Fatima, babasını arkadaşı ile tanıştırarak “Medey’in babası jeolog yani yer bilimci, şimdi uzakta, bir iki aya kadar dönüp gelecek,” dedi

– Medey’in kulakları, sonra, iki yanağı kızarıp gitti. O ilk defa kendisinin yalan söyleyip oturduğunu anladı. Hem kendi kendinden utanıp, yer yarılıp içine girecek gibi oldu.

Fatima’nın babası çocukları arabaya oturtup, iki gün için şehirden alıp gitti.

Araba içinde Medey kendisine doğru yer bulamadan sıkıldı. Fatima ise babasının yanına oturup, gayet neşeli geçen haftanın haberlerini söyledi. Medey ise: “Yalanım çıkmasaydı,” diye üzülüyordu.

O, Fatima ile yeni tanıştığı günlerde, bir keresinde Fatima “Medey, senin baban da şair mi?” diye sordu.

– Yok.

Fatima, Medey’e söz vermeden “Eee, bildim,” dedi Senin baban öğretmen ya da bilim adamı?

– Yok. Benim babam, dedi genç.

Fatima “Jeolog. Bildim mi?” dedi ve Medey’in gözlerine bir acayip sevgi ile baktı.

İşte o gün, işte öyle gözler, işte öyle ses Medey’e yalan söyletti. O, kendi babasının kim olduğunu söylemeden, Fatima’nın hoşuna gitmek isteyip cevap vermedi. Bir şey demedi.

Fatima gururlandığından, kendisi övünmeye devam etti:

– Nereden bildim söyleyeyim mi? diye sordu.

– Nereden?

Fatima “Nereden biliyorum, birinci olarak, senin baban şimdiye kadar, bir kere de velilerin toplantısına da gelmedi. Bu demek ki memur. Doğru mu söylediğim? Yalnız kim olduğunu bilmiyorduk biz,” dedi.

“Biz dediklerin kim onlar?” diye Medey, Fatima’ya dikilip baktı.

– Bizim sınıfın kızları. Senin babanın ne iş yaptığını öğrenmek için meraktan başımız şişti. Olmadığında gidip öğretmenden sorduk. Öğretmen bilmiyorum, gizli deyip, daha da başımızı döndürdü. Fatima habere çok kızmıştı.

Medey ise, çok büyük şaşkınlığa düştü. “Onlara benim babamın kim olduğunu bilmek neden gerekiyordu? Ben onların babalarını sormuyorum ya… Sağ olsun öğretmenimin babamın nerede olduğunu söylemediğine,” diyerek ağır düşüncelere daldı.

Fatima “Benim babam, işçi,” dedi. Olduğu için herhangi bir müdür onunla dost olmayı seviyor. Bizim kütüphanemizde nice kitaplar var, öyle kitaplar yatılı okulun kütüphanesinde de yok, dedi gururlandı Fatima.

Bundan sonra Medey, Fatima ile babası hakkında konuşmadı.

* * *

Medey uyuyamadı. O yatakta sağa sola dönerek daha düşüncelere daldı. Fatimalara ilk geldiği gün, onların güzel inşa edilmiş iki katlı evi, üzüm ağaçlarının yaprakları ile güneşten korunmuş, düp düz beton avlu Medey’e, masal evleri gibi göründü.

– Medey gel, ben sana bütün odalarımızı göstereyim, dedi Fatima, ninesi ve annesi ile kucaklaştıktan sonra.

– İşte bu mutfak odası. Burada ninem ile annemin tencereleri ve hem kendilerine gerekli kap kacakları duruyor.

Fatima gururlanarak “Buradaki silahları görüyor musun, bunları babam bütün Kafkasya’yı arayıp araştırıp bulup getirmiş,” dedi.

Medey’in gözleri patlayacak kadar büyüdü. Böyle ilginç şeyleri o ilk defa görüyordu. Duvarda her türlü alet edevat vardı. Burada geçmiş zamanlara ait gümüş kamalar, altın kaplanmış bel kemerleri, çok çeşitli eski tabancalar, tüfekler ve kerohlar7 asılmıştı. Birisi birisinden güzel yapılmış kamçılar duvarın çeşit çeşit yerlerine asılmışlar. Köşede ak koç gibi kamçı ve türlü türlü boynuzlar duruyordu.

– Bunları baban mı toplamış? diye şaşırdığını gizlemeden Medey Fatima’dan sordu.

– Tabii, daha da toplanacak şeyler çok, işte orada duran tüfeği görüyor musun? İşte o tüfek, iki yüz yıl önce yapılmış. Babam onu iki bin manete8 satın almış, dedi Fatima, muhteşem tabancayı göstererek.

– İki bin mi? İki yüz yıl önce yapıldığı için mi?, dedi Medey.

Fatima daha da gururlanarak “Bizdeki şeyler hiçbir müzede de yok, onlar onda hazine,” dedi.

Medey, “Fakat size neden gerekli bu şeyler?” diye sordu.

Fatima, göz kapağını, kaşını gererek “Onları babam bana topluyor, ben onun tek kızıyım,” dedi

– Sana mı? Sana neden gerekli, sen erkek değilsin de.

Fatima, Medey’i başka odaya çağırarak “Ben nereden bileyim? Babam söylemedi,” dedi.

Girdikleri odalarda olmayan her türlü şey vardı. Me-dey çok şeylere meraklanıp bakıp, bir odadan diğerine geçmeyi istemiyordu. En sonunda, onlar, Fatima’nın babasının oluşturduğu kütüphaneye girdiler. Büyük oda, uzunlamasına da ve enlemesinede duvar boylu boyunca raflar ile dizilip yapılmışlar ve onlar kitaplarla doldurulmuşlardı. Medey o kadar kitabı, kitapçıda da görmemişti. Hepsi de yepyeni.

– Bunların hepsi de sizin mi?

Fatima, övündüğünü gizlemeden “Tabii, bu evde olan şeyler bizimki,” dedi. Neden ise Medey raflardaki kitapları eli ile sıvazlayıp gitmeyi istedi. O arada eve Zelimhan girdi. O, çocuğun elini yayıp, avuç içleri ile kitapları tuttuğunu görerek “Oğlum, kitaplara dokunma, onları kirletirsin,” dedi ve Fatima kızım gidin, ninen size yemek yiyiniz diyor,” diye ekledi. Çocukları evden çıkardı.

– O günden başlayarak Medey neden gerekli kitapları raflara dizmeye, eğer onları okumayacaksak diye düşündü ve o şeyin anlamını çıkaramadı. Orada Medey’in aklına baba yurdu geldi. O geçen günleri, yazdığı şiirlerini aklına getirdi.

1.Bedev: Doğurmayan insan
2.Albaslı: Masal kahramanı, canavar
3.Toklu: Bir yaşını doldurmuş kuzu
4.Aji Kaya : Koban nehri kenarındaki kayalık yer
5.Jiguli: Rus araba markası
6.Lada: Rus araba markası
7.Keroh:
8.Manet: Kafkas para birimi

Bepul matn qismi tugad.

6 095,55 s`om