Kitobni o'qish: «İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar»
Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
ÖN SÖZ
Hiçbir sanatçı, günün yirmi dört saati boyunca hiç aralıksız sanatçı değildir; yarattığı tüm önemli, tüm kalıcı şeyler sadece ilhamın geldiği pek az ve nadir anlarda oluşur. Tarihte de bu böyledir, hayranlık duyduğumuz tüm zamanların büyük şairleri ve artistleri de sürekli yaratıcı değillerdi. Goethe’nin saygıyla “Tanrı’nın gizemli atölyesi” diye adlandırdığı tarih içinde de çok fazla önemsiz ve gündelik olay vardır. Her yerde olduğu gibi sanatta ve hayatta da görkemli ve unutulmaz anlar nadirdir. Tarih çoğu zaman bir kronikçi gibi olayları ilmek ilmek, ilgisizce, inatla birleştirir ve asırlar boyunca dayanabilen o dev zinciri yapar zira her gerilim için hazırlık, her gerçek olay için de oluşum süresi gerekir.
Bir ulusun içinden bir dâhinin çıkması için her zaman milyonlarca insanın; gerçekten tarihî bir olayın, insanlığın yıldızının parladığı bir saatin oluşması için her zaman milyonlarca boş dünyevi saatin geçmesi gerekir. Ancak sanatta bir dâhi ortaya çıkarsa o uzun ömürlü olur, zamana direnir; bu tür bir dünya saati olduğunda o, onlarca ve yüzlerce yıl karar verici olur. Tüm atmosferin elektriğinin paratonerin ucuna toplanması gibi en küçük zaman aralığına da çok miktarda olay sıkışır.
Diğer zamanlarda yavaş yavaş, peş peşe ve yan yana oluşan olaylar her şeyi belirginleştiren ve kararlaştıran tek bir anda yoğunlaşır; tek bir evet, tek bir hayır, erken veya geç bir davranış, bu anı yüzlerce cins için geri dönülemez hâle getirir ve her bir bireyin, bir ulusun, hatta bütün insanlığın kaderini belirler.
Bu tür, dramatik bir biçimde sıkışmış, kaderi değiştiren, uzun zaman süren kararların tek bir tarihe, tek bir saate ve çoğu zaman da tek bir dakikaya sıkıştığı anlar bir bireyin yaşamında ve tarihin akışında çok enderdir. Bu tür değişik zamanlardaki ve bölgelerdeki yıldız saatlerinin bazılarını -aynı yıldızlar gibi parlayarak ve sabit kalarak fâniliğin üzerinde parladıkları için ben onları böyle adlandırdım- hatırlamaya çalışıyorum. Hiçbir yerde olayların dış ve iç manevi gerçeklerini kendi hayallerimle renklendirmeyi veya güçlendirmeyi denemedim. Zira mükemmel bir biçimde oluştukları o görkemli anlarda tarihin yardımcı bir ele ihtiyacı yoktur. Tarih gerçekten bir şair, bir dram yazarı olarak yönetmişse hiçbir şair ondan fazlasını yapmayı denememelidir.
ÖLÜMSÜZLÜĞE KAÇIŞ
Pasifik Okyanusu’nun Keşfi
25 Eylül 1513
Bir Gemi Donatılıyor
Kolomb, Amerika’yı keşfettikten sonraki ilk dönüşünde Sevilla ve Barcelona’nın kalabalık caddelerinden zafer alayıyla geçerken sayılamayacak kadar çok değerli ve garip şeyler sergilemişti; o zamana kadar tanınmayan bir ırkın kırmızı derili insanları, hiç görülmemiş hayvanlar, bağrışan rengârenk papağanlar, hantal tapirler bir zaman sonra Avrupa’yı vatanları yapacak garip bitkiler ve meyveler, Hint tahılları, tütün ve Hindistan cevizi…
Tüm bunlar sevinç çığlıkları atan insanlar tarafından merakla ve hayretler içinde seyrediliyordu ancak kralı, kraliçeyi ve danışmanları en çok heyecanlandıran, birkaç küçük sandık ve sepet altındı. Kolomb’un yeni Hindistan’dan getirdiği altın pek fazla değildi; yerlilerden değiş tokuş yaparak aldığı veya çaldığı birkaç parça ziynet eşyası, birkaç külçe altın ve birkaç avuç kadar minik altın bilye, altından daha fazla da altın tozu. Tüm ganimet en fazla birkaç yüz altın sikke basmaya yeterdi.
Ancak fanatik bir biçimde o anda neye inanmak istiyorsa ona inanan ve o sırada deniz yolundan Hindistan’a gidebilmek konusunda haklı çıkan dâhi hayalperest Kolomb, gerçek bir coşkuyla bunların sadece minik bir örnek olduğunu uyduruyor. Kendisine bu yeni adalarda sayılamayacak kadar çok altın madeni bulunduğuna, bazı tarlalarda tamamen düz bir biçimde ince bir toprak tabakasının altında olduğuna dair güvenilir haberler verilmiş. Bildiğimiz kürekle kolayca çıkarmış. Daha güneyde ise daha zenginleri varmış, orada krallar bardaklarını altın kaplardan dolduruyorlarmış ve orada altının değeri İspanya’da kurşuna verilenden çok daha düşükmüş.
Her zaman paraya ihtiyacı olan kral, artık kendisine ait sayılan bu yerdeki Altın Ülkesi’ni mest olmuş bir biçimde dinliyor; henüz Kolomb’un oldukça kaçık olduğunu, onun vaatlerinden şüphe duyması gerektiğini bilmiyordu. Hemen ikinci yolculuk için büyük bir filo hazırlanıyor ve bu defa mürettebat bulmak için reklama ve davulculara ihtiyaç kalmıyor. Bu, altının neredeyse çıplak avuçla toplandığı, yeni keşfedilen Altın Ülkesi haberi bütün İspanya’yı çıldırtıyor ve altın diyarı El Dorado’ya1 gitmek için yüzlerce, binlerce insan kendiliğinden geliyor.
Ancak şimdi bütün şehirlerden, köylerden ve mezralardan hırsın getirdiği bu kalabalık oldukça karışık. Sadece armalarını daha fazla altınla kaplamak isteyen dürüst asiller, sadece atılgan maceraperestler ve cesur askerler değil; İspanya’nın tüm pisliği ile ayaktakımı da Palos’a ve Cadiz’e akıyor. Altın Ülkesi’nde kârlı bir iş edinmek isteyen mimlenmiş hırsızlar, yol kesenler, soyguncular, borçlularından veya kavgacı karılarından kaçmak isteyen kocalar, bütün haydutlar ve başarısız insanlar, sabıkalılar ve emniyet güçleri tarafından arananlar filoya başvuruyordu; bu bir araya gelmiş çılgın topluluk, nihayet bir hamleyle zengin olmaya ve bunun için de her türlü şiddeti uygulamaya, her türlü suçu işlemeye kararlıydı.
Kolomb’un o ülkelerde sadece küreği toprağa sokmak gerektiği ve hemen altın topaklarının ortaya çıkacağı hakkındaki fantezilerini birbirlerine öyle anlatmışlardı ki içlerinde durumu iyi olanlar, bu değerli metalden büyük miktarlarda taşıyabilmek için yanlarına uşaklar ve katırlar alıyorlardı.
Bu yeni sefere alınmayı başaramayan ise başka bir yolu zorluyor; maceraperestler kralın izni olup olmadığını bile sormadan daha çabuk oraya varmak ve altın, altın, altın toplamak için kendi başlarına gemiler hazırlıyordu; İspanya bir çırpıda bütün huzursuzluklardan ve tehlikeli ayaktakımından kurtulmuştu.
Española (daha sonraki San Domingo ya da Haiti) Valisi, bu istenmeyen misafirlerin kendi yönetimine verilen adayı doldurmalarını dehşetle seyrediyordu. Gemiler her yıl yeni yüklerle geliyor ve her zaman daha işe yaramaz insanları getiriyordu. Ancak gelenler de müthiş bir hayal kırıklığına uğruyordu çünkü burada ne sokaklarda altınlar vardı ne de üzerlerine canavarlar gibi saldırdıkları mutsuz yerlilerde bir zerre altın bulunmaktaydı. Bu yüzden bu azgın insan sürüsü, mutsuz yerlileri ve valiyi korkutarak, eşkıyalık yaparak ortalıkta dolaşıyorlardı. Vali boşu boşuna onlara toprak göstererek, hayvan vererek ve hatta her birisine bolca insani hayvanlar, yani altmış-yetmiş kadar yerliyi köle olarak vererek sömürgeci yapmaya uğraşırdı. Ancak hem soylu ailelerden gelenlerin hem de eski çapulcuların çiftçilikle uğraşmaya niyetleri yoktu. Buğday ekmek ve hayvan gütmek için buraya gelmemişlerdi; ekip biçmek için uğraşmak yerine ya meyhanelerde oturuyor ya da mutsuz yerlilere eziyet etmeyi tercih ediyorlardı ki birkaç yıl içinde tüm yerli halkı yok edeceklerdi. Çoğu kısa bir süre sonra öyle çok borçlanmıştı ki ellerindeki mallarından sonra paltolarını, şapkalarını ve son gömleklerini bile satmak zorunda kalmışlar ama yine de boğazlarına kadar tüccarlara ve tefecilere borçlulardı.
Bu yüzden Española’da başarısız olmuş bu insanlar için adanın saygın bir kişi olarak tanıdığı, diplomalı hukuk adamı Martin Fernandez de Enciso’nun 1510’da adaya yardıma koşmak amacıyla, kendi kolonisinde yeni bir birlik oluşturarak bir gemi hazırladığı haberi büyük bir sevinç kaynağı oluyor. İki meşhur maceraperest Alonzo de Ojeda ve Drego de Nicuesa, 1509 yılında Kral Ferdinand’dan Panama Boğazı ile Venezuela kıyılarının hemen yakınlarında ismini çok acele aldıkları bir kararla Castilia del Oro, Altın Kastilya koydukları bir koloni kurma ruhsatı almışlardı; bu kulağa hoş gelen isme ve söylenen palavralara inanarak kendinden geçen, gerçek dünyayı tanımayan bu hukuk adamı bütün servetini bu işe yatırmıştı. Ancak Uraba Körfezi’nde kurulan bu yeni San Sebastian kolonisinden altın değil, sadece tiz yardım çağrıları geliyordu. Adamlarının yarısı yerlilerle yaptıkları kavgalarda, diğer yarısı da açlıktan yıpranmışlardı. Yatırdığı parayı kurtarmak için Enciso, servetinden geri kalanı da riske atarak yeni bir yardım seferine hazırlanıyor. Enciso’nun asker aradığı haberini alır almaz bütün umutsuz insanlar, Española’nın bütün işsizleri bu fırsattan yararlanarak onunla birlikte buradan kaçmak istiyor. Sadece uzaklaşmak, alacaklılarından ve sert valinin dikkatinden kaçmak istiyorlar! Ancak alacaklılar da tetiktedir. Kendilerine çok borcu olan insanların bir daha görüşmemek üzere kaçmak istediklerinin farkındalar ve bu yüzden valiye gidip, onun özel izni olmadan kimsenin adadan gitmesine izin vermemesini istiyorlar. Vali bu isteklerini haklı buluyor. Sıkı bir gözetim ayarlanıyor, Enciso’nun gemisi limanın dışında beklemek zorunda kalıyor, hükûmetin gemileri devriye geziyor ve izni olmayanların gizlice gemiye binmesini engelliyor. Ölümden, onurlu çalışmaktan veya boğazlarına kadar borçlanmaktan daha az korkan bütün haydutlar, Enciso’nun gemisinin, içinde onlar olmaksızın yelkenlerini şişirip yeni bir maceraya doğru dümen kırışını sınırsız bir öfkeyle seyrediyorlar.
Sandıktaki Adam
Enciso’nun gemisi, Española’dan yelkenlerini şişirerek Amerika kıtasına doğru gidiyor, adanın son konturları mavi ufukta kayboluyor. Sakin bir yolculuk başlıyor ve önceleri dikkat çeken bir şey olmuyor, sadece -meşhur bir av köpeği olan Becericco’nun yavrusu olan ve kendisi de Leoncico adıyla ünlenen- iri ve çok güçlü bir av köpeği huzursuzca güvertede bir aşağı bir yukarı dolaşıyor ve her yeri kokluyor. Kimse bu güçlü hayvanın kime ait olduğunu ve gemiye nasıl bindiğini bilmiyor. Sonunda köpeğin son gün gemiye getirilen oldukça büyük bir erzak sandığının önünden ayrılmadığı dikkat çekiyor. Birdenbire, hiç beklenmedik bir biçimde sandık kendiliğinden açılıyor ve içinden aynı Kastilya Krallığı’nın azizi Santiago gibi kılıç, miğfer ve kalkanla silahlanmış, tahminen otuz beş yaşlarında bir adam çıkıyor.
Bu şekilde, şaşırtıcı cesaretinin ve zekâsının ilk denemesini yapan bu adamın adı Vasco Núñez de Balboa’dır.2 Jerez de los Caballeres’de soylu bir ailede doğmuş, basit bir asker olarak Rodrigo de Bastidas ile Yeni Dünya’ya yelken açmış ve birçok yanlış seferden sonra gemisi Española’da karaya oturmuştu. Vali, boş yere Núñez de Balboa’yı iyi bir sömürgeci yapmaya uğraşmıştı; kendisine tahsis edilen araziyi birkaç ay sonra bırakmış, iflas etmiş ve kendisini alacaklılardan nasıl kurtaracağını bilemez hâle gelmişti.
Kıyıda sıkılmış yumruklarıyla kalan öteki borçlular, gözlerini Enciso’nun gemisine binmelerine engel olan hükûmetin devriye teknelerine dikmiş bakarken Núñez de Balboa büyük ve boş bir erzak sandığına saklanıp, yola çıkma hazırlıkları esnasında ve kimsenin böyle bir kurnazlığı aklına getirmediği bir zamanda, kendisini, sandıkları taşıyan yardımcıların yardımcılarına gemiye taşıttırarak Diego Kolomb’un nöbetçilerini cesurca atlatmış olmuştu. Ancak gemi kıyıdan onun yüzünden geri dönülmeyecek kadar uzaklaştığında bu kaçak yolcu ortaya çıktı. Şimdi gemide!
Lisanslı bir hukuk adamı olan Enciso’nun da çoğu hukuk adamı gibi romantik şeylerle pek ilgisi yok. Yeni koloninin belediye başkanı, polis müdürü olarak orada böyle kaçaklarla ve karanlık kimselerle uğraşmak istemiyor. Bu yüzden hemen Núñez de Balboa’ya onu yanında götürmeyi düşünmediğini ve üzerinde insan olsun veya olmasın rastlayacakları ilk adanın kumsalına bırakacağını bildiriyor.
Ancak iş oraya varamıyor. Çünkü gemi henüz Castilia del Oro’ya doğru yoldayken -henüz daha pek bilinmeyen bu denizlerde, sadece bir düzine kadar geminin geçtiği bu yerlerde bir mucize gibi- yakın bir zamanda ismi bütün dünyada duyulacak olan Francisco Pizarro adında bir adamın yönetimindeki, kalabalık bir mürettebatı olan bir tekneyle karşılaşıyorlar. Teknedekiler Enciso’nun kolonisi San Sebastian’dan geliyorlar ve gemidekiler onları önce yerlerini kendi istekleriyle terk etmiş asiler sanıyorlar. Ancak teknedekiler Enciso’yu dehşete düşüren bir haber veriyorlar: Artık San Sebastian diye bir yer yok ve eski koloniden sadece kendileri kalmış. Komutan Ojeda kendi gemisi ile kaçmış, iki küçük yelkenliden başka bir araçları olmayanlar ise yetmiş kişi kalana kadar diğerlerinin ölmesini beklemek zorunda kalmışlar. Ayrıca bu iki yelkenli tekneden birisi de başaramamış; şimdi bu Pizarro’nun teknesindeki otuz dört kişi, Castilia del Oro’dan hayatta kalan son insanlardı.
Peki, şimdi nereye? Pizarro’nun anlattıklarından sonra, Enciso’nun adamları, bu terk edilmiş koloninin korkunç iklimli bataklığına gitmek ve yerlilerin zehirli oklarına hedef olmak istemezler; tekrar Espanola’ya geri dönmek tek seçenekleri gibi görünmektedir. Bu tehlikeli anda, Vasco Núñez de Balboa birden ortaya çıkar. Rodrigo de Bastidas ile birlikte yaptığı ilk seyahatinde Orta Amerika’nın bütün kıyısını çok iyi öğrendiğini ve o zaman, suyu altın içeren bir nehrin kıyısında, güler yüzlü yerlilerin yaşadığı Darien adında bir yer olduğunu hatırladığını söyledi. Buradaki bu uğursuz yerde değil, orada kurmalıydılar yeni koloniyi. Bütün mürettebat hemen Núñez de Balboa’nın teklifini onaylar. Onun teklifine uyarak dümeni Panama’nın dar geçidindeki Darien’e doğru yöneltirler. Önce alıştıkları şekilde yerlilerin çoğunu öldürür ve çaldıkları şeylerin arasında altın da buldukları için haydutlar oraya yeni bir koloni kurmaya karar verir ve dindarca bir şükran duygusuyla yeni şehre Santa Maria de la Antigua del Darien3 adını verirler.
Tehlikeli Yükseliş
Koloninin mutsuz finansörü, “lisanslı” hukukçu Enciso, içinde Núñez de Balboa’nın olduğu o sandığı içindekiyle birlikte zamanında denize atmadığından dolayı çok pişman olacaktır zira bu cüretkâr adam, birkaç hafta sonra tüm yönetimi eline geçirir. Bir hukuk adamı olarak yetişmiş olan Enciso, ahlaka ve düzene uygun olarak koloninin o anda ortalıkta olmayan valisinin yerine kendisi, kıdemli belediye başkanı olarak İspanya Kralı yararına yönetmeye çalışır ve sefil bir yerli kulübesinde değil de sanki Sevilla’daki hukuk bürosunda oturuyormuş gibi temiz ve ciddi kararnamelerini hazırlar. Henüz tek bir insanın girmediği bu ormanlarda, buradaki altınlar krallığa ait olduğu için askerlerine yerlilerden altın edinmelerini yasaklıyor, bu ahlaksız serseri grubunun düzene ve kanunlara uymasına çalışıyordu ancak onlar içgüdüsel olarak maceraperest kılıç adamının tarafını tutuyor, kalem adamına kızıyorlardı. Kısa bir süre sonra koloninin gerçek efendisi Balboa oluyor; Enciso canını kurtarmak için kaçmak zorunda kalıyor ve nihayet düzeni sağlamak için kralın merkezden gönderdiği talihsiz Vali Nicuesa’yı ise Balboa karaya bile çıkartmıyor; kralın yönetimini kendisine verdiği bu ülkeden kovulan vali, geri dönüş yolculuğunda boğuluyor. Şimdi artık sandıktan çıkan adam Núñez de Balboa koloninin efendisi oluyor. Ancak başarılarına rağmen içi pek rahat değildir. Zira açıkça krala karşı gelmiş ve gönderilen valinin ölümüne sebep olduğu için bağışlanma umudu da yok olmuştur. Kaçmış olan Enciso’nun şikâyet etmek için İspanya yolunda olduğunu ve er geç krala başkaldırdığı için mahkemeye verileceğini biliyor. Ancak İspanya uzakta ve bir gemi okyanusu iki kere geçene kadar daha çok zamanı var. Cüretkâr olduğu kadar akıllı da olduğu için yasa dışı yollardan ele geçirdiği hükümdarlığına mümkün olduğu süre boyunca sahip olabilmek için tek çareye odaklanıyor. O tarihlerde başarının her türlü suçu haklı gösterebileceğini ve krallık hazinesine göndereceği büyük miktarda altın ile her türlü ceza davasını hafifletebileceğini veya geciktirebileceğini biliyor; öyleyse önce altını bulmalıydı zira altın güçtür!
Francisco Pizarro ile birlikte komşu yerlilere saldırıyor, her şeylerini gasp ediyor ve bilindik bu katliamlar sırasında önemli bir başarı yakalıyor. Misafirperverliklerini haince ve çok kaba bir biçimde çiğneyip üzerlerine saldırdıkları kabile reislerinden biri olan Careta, tam öldürülmek üzereyken, ona yerlileri kendine düşman edeceğine kendi kabilesi ile bir anlaşma yapması ve sadakatinin teminatı olarak ona kızını vereceği gibi bir teklifte bulunuyor. Núñez de Balboa, yerlilerin arasında güvenilir ve güçlü bir dostu olmasının önemini hemen anlıyor; Careta’nın teklifini kabul ediyor ve daha da şaşırtıcı olan şey, o Kızılderili kıza hayatının son saatine kadar çok nazik davranıyor. Reis Careta ile birlikte etraftaki bütün yerlileri egemenliği altına alıyor ve onların üzerinde öyle bir otorite sahibi oluyor ki sonunda en güçlü kabile reisi olan Comagre de onu yanına davet ediyor.
Güçlü kabile reisine yaptığı bu ziyaret, o zamana kadar bir maceraperest ve krala karşı gelen bir hayduttan başka bir şey olamayan ve Kastilya mahkemelerince asılmasına veya balta ile boynunun vurulmasına karar verilecek olan Vasco Núñez de Balboa’nın yaşamında dünya tarihini değiştirecek bir karara varmasına sebep oluyor. Kabile Reisi Comagre onu, Núñez de Balboa’nın göz kamaştırıcı zenginliği karşısında şaşkına döndüğü, taştan yapılmış geniş bir evde kabul ediyor ve misafirine o istemeden dört bin ons4 altın hediye ediyor. Ancak şimdi de şaşkınlık sırası kabile reisinde. Zira saygıyla eğilerek kabul ettiği bu gökyüzü çocukları, bu güçlü ve Tanrı’ya benzer yabancılar, altını görür görmez bütün asaletlerini kaybediyorlar. Tıpkı zincirlerinden boşanmış köpekler gibi birbirlerinin üzerlerine saldırıyor, kılıçlar çekiliyor, yumruklar sıkılıyor, haykırarak birbirleriyle boğuşuyorlar; her biri altından daha fazla almak istiyor. Reis şaşkınlıkla ve aşağılayıcı bakışlarla bu mücadeleyi seyrediyor: Dünyanın her yerindeki doğa insanlarının, kültürlü insanların bir avuç sarı metali kültürlerinde var olan tüm ruhsal ve teknik kazanımlardan üstün tuttuğunda gösterdiği şaşkınlıktı bu.
Sonunda reis onlara hitap ediyor ve İspanyollar açgözlü bir ürpertiyle, tercümanın onlara çevirdiklerini dinliyorlar. Comagre, “Bu kadar önemsiz şeyler için kavga etmeniz, böyle sıradan bir metal için hayatınızı büyük rahatsızlıklara ve tehlikelere sokmanız ne kadar garip.” diyor. “Orada, karşıda, şu yüksek dağların arkasında büyük bir göl var ve bu göle akan bütün nehirler içlerinde altın taşır. Orada sizin gibi yelkenli ve kürekli gemilerle gezen bir halk var ve onların kralları altın kaplardan yiyip içiyor. Orada istediğiniz kadar bu sarı metalden bulabilirsiniz. Bu tehlikeli bir yoldur çünkü reisleri mutlaka sizin geçmenize izin vermeyecektir. Ama sadece birkaç gün sürecek bir yol bu.”
Vasco Núñez de Balboa, yüreğine dokunulmuş gibi hissediyor. Yıllardır rüyalara giren efsanevi Altın Ülkesi’nin izi bulunmuştu; kendisinden öncekiler her yerde, güneyde, kuzeyde aramışlardı ve şimdi eğer bu reis doğru söylediyse sadece birkaç günlük bir mesafede. Aynı zamanda nihayet Kolomb, Cabot ve Corereal gibi büyük ve ünlü denizcilerinin yolunu aradıkları ama bulamadıkları şu diğer okyanusun varlığı da ispatlanacak, böylece dünyanın çevresindeki yol da keşfedilmiş olacaktı. Bu yeni denizi kim ilk görür ve ülkesi adına sahiplenirse onun adı yeryüzünde hiçbir zaman unutulmayacaktı. Balboa, suçlarından kurtulmak ve kalıcı bir şeref kazanmak için yapması gereken şeyi anlıyor: Önce boğazı geçip Hindistan’a giden güneydeki denizi, Mar del Sur’u aşmak ve İspanya Kralı için yeni Altın Ülkesi’ni fethetmek. Kabile Reisi Comagre’nin evinde geçirilen o saatte, kaderi belirlenmişti. O andan itibaren, bu tesadüfen maceraperest olan adamın hayatının, büyük ve zamanı aşacak bir anlamı oldu.