Kitobni o'qish: «İslam Tarihi»
ÖN SÖZ
Bizim toplum yapımızın, insan topluluklarını düzenleyen ve yöneten kanunların etkilerinin dışında kalamayacağını yeri geldikçe söylüyoruz. Düşünceler ve davranışlar gibi gelişme ve değişme kanununun hükmü ve tesiri altındadır. Hiçbir hâl ve fikir bu kanunun kudretine karşı direnecek güce sahip değildir. Medeni toplumlar ile henüz çocukluk çağını yaşayan; yani geri kalmış toplumlar arasında, yaşayış, giyiniş, sanat, ustalık vesaire gibi konularda ne kadar fark varsa kâinat ve onun kapsadığı şeyleri, akılla kavranan şeyleri ve beş duyu ile hissedilen şeyleri anlayış şekilleri arasında da o kadar fark vardır.
Bununla beraber bu farklar hep şekillere ve görünüşlere bağlı olup bu kadar değişken ve dirençsiz hâller içinde değişmeyen, aynı kalan esaslar da vardır. Mesela giyinme tarzı sayısız şekillere girdiği ve şimdi de sayısız şekillerde yapıldığı hâlde “giyim fikri” aynı kalmıştır.
Demek ki mesele, sabit kalan esas ile gelişmeye tabi olan görünüşleri birbirinden ayırmaktır. Yazık ki pek basit sanılan bu durum, aksine pek zordur.
Tarihî gerçeklerdendir ki insan türü, göreneğinin esiri, yeniliğin düşmanı ve esasen muhafazakârdır. Tekâmül [gelişme] kanununa tabi olacak, hatta zekâ ve vicdanı ile bu kanunun tesirini kolaylaştıracak yerde, aksine bütün idrak gücüyle direnir ve karşı çıkar bir hâl sergilemiştir. Öyle bir hâlde ki insan topluluklarının şekillerinde gelişme, ya hissedilemeyecek kadar yavaş ve ağır gerçekleşmiş yahut da ihtilal ve inkılap şekilleriyle ortaya çıkmıştır. Yavaş gelişmeler bazen gelişmenin yokluğuna, yani hiç gelişme olmaması derecesine yaklaşır ve çok kere de büsbütün ortadan kaybolarak yerine yine bir çeşit gelişme1 demek olan “gelişmenin aksi” yani gerileme kaim olur.
Gelişme kanununa karşı koymanın öyle bir derecesi vardır ki karşı koyanların korunmasını arzu ettikleri esasların bile kaybedilmesine, yani o esasların bulundukları hâlden başka bir hâle değişip dönüşmesine sebep olur.
Bütün bu söylenenlerden amacımız, uzun ve yerel bir gelişmeye ulaşmış olan Avrupalılarla ilgi kurup ve yakınlık hâlinde bulunmaya, onlarla birbirimize karışıp görüşmeye mecbur olduğumuz günden beri, bizim de gelişmeye devam ederek onların seviyesine yetişmek mecburiyetinde kaldığımızı, eğer bu zorunluluğu kabul etmezsek hayatta ve ayakta kalamayacağımızı belirtmektir. Fakat biz Doğulular için sadece bu kadarını kabul etmek yeterli değildir. Gelişmeyi sonuçlandıran sebeplerin tesirleri her yerde aynı olamaz. Avrupalıların “gelişme fikri”ni tamamen kabul etmeliyiz fakat gelişme şekillerini aynen kabul etmek, bizim için faydalı olmaktan çok zararlıdır. Çünkü onların gelişme şekilleri, ırkları, irsî yetenekleri, çevreleri, maneviyatları ile uyumludur. Onlarla bizim toplumsal yapılarımız arasında önemli farklar olduğundan Avrupa medeniyetini körü körüne taklit etmek bizim için bir ilerleme sayılamayacağı gibi; çığırından çıkmış bir millet şeklinde, insanlık meydanına taklit mal değeriyle, çıkmamıza sebep olur. Bu şekilde de hayatta ve ayakta kalamayız.
Şimdi işi, genel bilgilerden asıl konumuza getirelim. Hakikati itiraf edersek kabul ederiz ki; bizde en geri kalan ilim dalları, ilahiyat ve dinî felsefedir.2 Şimdi bile âlimler sınıfının ilim öğrenme şekli, öğrendikleri ilimlerin toplanma ve düzenlenme şekli, hele asıl ilim köklerinin dallanıp budaklanmasından meydana gelen ayrıntılı ilimler, Orta Çağ’daki şekillerinden farklı değildir. Eğer milletin bütün fertleri, Orta Çağ halkı seviyesinde kalmaya mahkûm yahut hâlâ hepsi bu seviyede olsaydı, hiçbir kötülük hatıra gelemezdi.
Fakat milletin düşünen, gelişmiş ve olgunlaşmış fertleri günden güne çoğalıyor. Ve zorunlu olarak çoğalacaktır. Bilgi ışığı ile aydınlanmış bu kişilerin, milletin üzerinde bir etki yaptığı ve yapacağı da kesindir. Bu sebeplerle dinî ilimlerle uğraşan kişiler ile bu aydınlanmış kişilerin milletle arasında her geçen gün biraz daha yabancılaşma yaşanıyor. Eğer bu âlimler, bu davranışlarında ısrarcı olursa iki ihtimal var:
1) Ya millet Orta Çağ seviyesinde cahil bir avam tabakası ile aşırı ve dinsiz olan fenciler gibi eğitim görmüş bir üst tabakası olarak iki gruba ayrılır ve âlimler yalnızca birinci grubun kabul ettiği ve yolundan gittiği insanlar olarak kalır;
2) Ya da milletin bütün fertleri birleşerek bu zamana uyum sağlamayan günümüz din âlimlerini ortadan kaldırarak kendi vicdani duygularına ve toplumun görüşlerine rehber olacak yeni bir sınıf meydana getirir.
Her iki ihtimalin de tehlikeleri vardır. Tarihin ve olayların gidişinin bize verdiği tecrübe, durumu bu gibi anlaşmazlıklardan ve ayrılıklardan sakınıp korunmayı gerektiriyor. Ne çare ki içinde bulunduğumuz zamanın gereklerini anlamayan muhafazakâr zümreye bir hakikati ya bir felaket veya zorlama anlatır. Bunun gibi ifrat sahiplerine de hakikatin anlatılması, aynı derecede müşküldür. Demek ki biz her ne yapsak, vicdani duygular ve sosyal görüşler konusunda Avrupalıların geçirdiği devirleri zorunlu olarak geçireceğiz. Şu kadar ki onlarla bizim gelişme şartlarımız ve her iki din eşit olmadığından bu devreler, çevrelerinin gerektirdiği şeylerle orantılı yani uyumlu olabilir. İşte dinini ve milletini seven düşünürlerin bütün gayretleri bu konuya çevrilmiş olmalıdır. Avrupalıların bağlı olduğu din, pek çok sırları ve hurafeleri toplayıcı ve daha doğrusu isimden ibaret bir bağlılıktan başka tarihî bir esasa dayanmamış olduğundan:
Dinsizlik namına ortaya atılan hakikatler ile din namına ileri sürülen yalanlar arasında şaşkın kalan halk, bir müddet tereddütten sonra yalanları kabulden ve hakikatleri redden acz göstererek küfrü yalana tercih etmiş ve çoğunluk dinsiz yahut Hristiyanlık dinine nispet edilemeyecek şekilde dindar olmuştur.
Fakat en fazla övülmeye layık olan Ahmed’in dini [İslam], hurafe ve efsanelerden, aklın reddedeceği ve tiksineceği gerçek dışı hikâyelerle asılsız durumlardan uzak ve insan vicdanını doyurmaya gücü yeten tabii bir dindir. Bunun içindir ki bizdeki gelişme:
Dinde olmadığı hâlde din namına ileri sürülen çürük fikirler ile dinde olduğu hâlde terk edilmiş ve gizli kalmış hakikatler arasında şaşakalmak suretinde ortaya çıkacak ve çıkmalıdır.
Bu makbul ve gerekli olan gelişmede başarılı olamazsak, Hristiyanlığın olduğu gibi, İslam’ın da – hem de haksız ve sebepsiz yere-yalnız cahillerin ve acizlerin vicdanını aydınlatmaya özgü bir meşale olarak kalacağı, aydınlanmış kişilerin ve zenginlerin çoğunun dinsiz bulunacağı muhakkaktır. Esasen Avrupa için bir felaket olan dinsizlik, Doğu için en korkunç bir afet olur.
Bunun için vatanın ve milletin selametini düşünenlerin, gecikmeksizin çalışmaları lazım gelen işlerin en önemlisi budur. Bizden daha güçlülerin henüz bu zeminde rehberlik adımını atıcı olmamaları üzerine işte biz, aczimizi millet sevgisine ve hakikat aşkına mağlup ederek ilk adımı atıyoruz.
Açıklamaya gerek yoktur ki Doğu’da en fazla ihmal edilmiş olan ilimlerden biri tarihtir, denilemez. Aksine bizde tarih, her milletten fazla yazılmıştır. Fakat bunların çoğunda tahlil ve eleştiriden eser olmayıp dinlenip işitilen şeyler üzerine olayların kaydedilmesinden, bu kitaplara birbirinin aynı dedirtecek kadar benzer manada tekrarlardan ve hatta kısmen İsrailiyyat [İsrailoğulları’nın kitaplarından alınıp aktarılan hurafemsi hikâyeler ve menkıbeler] ve hurafelerden ibarettir. Şahsi görüşler üzerine dayanarak yazılan şeylere bile hayaller ve yalanlar karıştırılmıştır. Gerçi “Siyer-i Nebi ve Menakıb-ı Ashab” gibi korunmuş eserler; Biruni, İbni Haldun ve benzeri araştırmacı bilim adamları yok değil. Ne yazık ki bunlar ufak müstesnalar olup ufak oldukları için tesirleri de sınırlı kalmıştır.
Fakat bizde iyi tarih yazılmamış olması tabii bir hâldir. Tarih felsefesi, eleştirisi ve analizi tarih yazma yöntemi henüz pek yenidir. İbni Batuta niçin Nachtigall (Nahtegal) gibi bir seyahatname yazmadı demek, Harun er-Reşid devrinde niçin tren yapılmadı demek kadar abes ve manasızdır. İslamın ilk tarihçilerini benzerleriyle karşılaştırırsak görürüz ki; onlar, zamanlarının ilim seviyesi derecesinde yazmak mecburiyetinde kalmakla beraber her olayı kaydetmek suretiyle kıymetli bir araştırma ve inceleme hazinesi meydana getirmişlerdir. Biz, şimdiye kadar millî hazinelerimizin varlığından bile habersiz kalacak derecede cehalet ve gaflet içinde vakit geçirdiğimizden Avrupa âlimleri, bizim inceleme ve araştırmasında acizlik gösterdiğimiz İslam’ı dahi, kendi vasıtaları dairesinde ve Musevilikle Hristiyanlığa tatbik ettikleri yönteme uygun olarak incelemeye başlamışlar ve bu yolda külliyetli eserler meydana getirmişlerdir. Hollandalı Oryantalist Dozy’nin yazdığı ve Doktor Abdullah Cevdet Bey’in Türkçeye tercüme ettiği “Tarih-i İslam” bunlardan biridir.
Bu eserin Müslümanlar arasında yayılması, hayretle karışık bir hiddete, nefretle karışık bir hayrete sebep oldu. Hatta bu esere birçok da reddiyeler yazıldı. Fakat itiraf etmeliyiz ki iman mahsulü olan bu reddiyelerin hiçbir fennî yani bilimsel bir kıymeti yoktu. Yalnız bir tanesinin bir dereceye kadar tarihî kıymeti vardıysa da yazılış tarzı yine bilimsel olmadığından, Dozy, bilimsel açıdan reddedilmiş ve çürütülmüş olmadı. Zaten oryantalistler arasında ileri gelenlerden biri olmayan Dozy’nin tarihi artık kocamış bir eser sayılarak ondan sonra İslam hakkında daha birçok eser yazılmıştır.
Gerçi bunlar Türkçeye tercüme edilmemişlerse de ülkemizi idare eden gençlerimizin çoğunluğu yabancı dillere vakıf olduğundan onları okuyabilirler ve okurlar. Bundan dolayı bunların, ümmetin geneli için belirsiz kalması, etkili olmalarına engel olamaz.
Bu kadar çok sayıda ve değişik olan eserlere birer reddiye yazmak, hiçbir şekilde uygun değildir. Bununla beraber bu eserlere esas olan felsefe yöntemi reddedildiği ve bu yönteme uygun olarak çarpıtma veya değiştirilen olaylar, hakiki hâllerine döndürüldüğü takdirde, Dozy’nin tarihi de dâhil olmak üzere İslam hakkında yazılan bütün yanlış eserler reddedilmiş olur.
Millî Eğitim Bakanlığında Dozy’nin tarihini ret için bir komisyon kurulması ve muhterem arkadaşlarım tarafından bu komisyona başkan seçilmem üzerine bu fikrimi kendilerine ve Bakan Bey’e açmıştım. İsteğim kabul edildi ve komisyonun ismi “Tarih-i İslam Encümeni” şekline çevrildi.
Çok yazık ki bu encümen kalıcı olmadı. Muhterem arkadaşlarımın yardım ve birikimlerinden mahrum kalmak sebebiyle bir müddet tereddüt ettikten sonra vicdanımın zorlamasına daha fazla dayanamayarak şu eseri yazmaya başladım.
Sıradan bir görenekte bile yenilik ve değişiklik itirazı gerektirici olagelmişken en samimi ve en ciddi konuları ihtiva eden bu eser konusundaki usul ve düşüncelerimizin, eleştiri ve tahlillerimizin bir itiraz selini çekeceğini biliyoruz.
Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan çıkar [Hakikat şimşeği, fikirlerin çarpışmasından doğar.] sözünün manası gereğince, biz buna memnun oluruz. Elverir ki itirazlar, millet ve özellikle büyük dinimiz için bir faydayı gerekli kılacak şekilde olsun. Ne çare ki itirazların çoğu bu şekilde olmayacaktır. Tefekkürden ayrılarak elini çekip uzaklaşmış, gelişmeye sırt çevirmiş, hakikate küsmüş bir cemaat vardır ki söyledikleri sözlerde bir mana bile olmadığını fark edemeyerek velvele edip dururlar.
İnsan bunları işittikçe, piramitlerde mumyalar nutuk söylüyor veya tarih öncesi çağların fosilleri feryat ediyor sanıyor!
Bu güruh, körün değneğini bellediği gibi, her konu hakkında sınırlı ve âdeta vezin türünden maddeler ezberlemiş olup bu vezinler dışında söz söylenebileceğini akıllarına sığdıramazlar.
Bu güruh, gelişme ihtiyacı olmayan, değişme ve bozulma kabul etmeyen dinin ana prensipleri ile gelişime tabi olmak zorunda kalan kısımları bir türlü birbirinden ayıramıyorlar.
Kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi söylemeyen olursa hemen onu hatalı buluyorlar. Hatanın kendilerinde bulunduğu ispat edilince de “Vay, sen müçtehit misin?” ayıplamasını reva görüyorlar!
“Siz içtihat buyurunuz.” denilse “İktidarımız yok.” demek gibi umulmadık bir büyüklük gösteriyorlar.
O hâlde nasıl edelim? Yahudilerin Uzeyr’i, bizim Mehdi’yi beklediğimiz gibi kıyamet, dağınıklık ve perişanlık gününe kadar müçtehit mi bekleyelim? Din ile tekniği, imanı korumak ile ilerlemeyi birlikte yürütmek isteğinde olan İslam milleti ne yapsın? Aç bir adama ne vakte kadar: “Hele bekle, ekmek yapmasını bilen yok. Öyle bir usta ele geçerse sen de açlıktan ölmezsin!” diyeceğiz? Yahut “Asırlarca evvel yapılmış ve artık taşlaşmış olan şu peksimetleri yemeye bak!” diye mi söyleyeceğiz?
Geçmiş büyüklerin gayretlerini ve kıymetini inkâr etmek haksızlıktır. Onların büyük eserlerinden istifade etmemek nankörlüğün ta kendisidir. Fakat insaf edelim. Bir zat, iyi huylu ve güçlü bir Amr bin As, farz ediniz ki zamanındaki ilim feyizlerine sahip olduğu ve ümmeti de bu ilim ve feyzlere sahip kılmak yoluna girmiş bulunduğu için bir şeyden, mesela ulaşım vasıtalarından bahsetmiş ve şu iki maddeyi meydana koymuş olsun:
1 . Nakil vasıtalarını temin lazımdır.
2. Zamanımızda öküz arabası en mükemmel nakil vasıtası olduğu için mal taşıyacak ve seyahat edecek kimselerin bu vasıtadan istifade etmesi lazımdır.
Sonra aradan asırlar geçmiş, insanlar ilerlemeler göstermiş, yollar ve nakil vasıtaları değişmiş, öküz arabalarıyla mallarını nakledenler, tren vesaire gibi mükemmel vasıtalardan istifade edenlerle artık rekabet edemeyerek ticaret eyleyemez olmuş. Nihayet bunlar gözlerini açmışlar, zamanlarının kendilerine uyulacak kişileri ve en akıllıları olmak iddiasında bulunanlara başvurarak ne yapacaklarını sormuşlar:
“Mallarımızı ne ile taşıyalım?” demişler.
El-cevap:
“Öküz arabasıyla!”
“Zira?..”
“Zira vaktiyle Amr bin As öyle demiş.”
Deseniz ki:
“A efendim, Amr bin As kendi vaktinde keramet buyurmuş. Fakat bugün şartlar değişmiş. Amr’ın iki hükmünden birincisini, kıyamete kadar doğru olanını, yani ‘Nakil vasıtalarını temin lazımdır.’ maddesini niçin atıyorsunuz da zaman ve ihtiyaç şartına bağlı kılınmış ve bundan dolayı geçici olan ‘öküz arabası meselesi’ni elde tutuyorsunuz?”
El-cevap:
“Zira içimizde Amr’dan daha akıllı kimse yok. Bundan dolayı bir yetkili gelinceye kadar öküz arabasını seçmeye mecbursun!”
Şimdi bu zavallı soru soranlar ne yapsın; iki şekilden birini kabul etmek zorunda kalıyor: Ya bunları dinlememek yahut da hâlâ öküz arabasıyla mal nakline kalkışmak, yani iflas!
Bu sunduğumuz şeylerden amacımız, müçtehitlik davası yahut şu eseri yazmak için içtihat mecburiyetinde kaldığımız değildir. Fakat artık kulaklarımız içtihat kelimesinden ürkmemelidir. Hiç olmazsa içtimai görüş ve meselelerimize ait konularda, millî yükselişimize, saadet ve hayatımıza ilişkin konularda yavaş yavaş bizden öncekilerin sözlerinden başka sözler de dinlemeye ve bunları hazmetmeye alışmalıyız.
Bu eseri yazarken bütün insanlığa hitap ettiğimizi ve hele üç yüz elli milyonluk3 kutlu bir insan topluluğunun özellikle muhatabımız olduğunu asla unutmadık. Hakka uygunluk hiç şüphesiz Allah’tandır.
Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi
BİRİNCİ KİTAP
1. BÖLÜM
TARİH
Tarih – Tarih ile Hurafelerin ve Esatirin [Mitolojinin] Farkı – Tarih ve Kavimlerin Rivayetleri – Tarih ve Tarih Öncesi – Tarih öncesinin Kısımları – Tarihin Kısımları – Tarihin Kaynakları
1. Tarih
Tarih, beşeriyetin hayat hikâyesi demektir. İnsanların varoluşundan itibaren nasıl yaşadıklarını, ne yaptıklarını, ne düşündüklerini bildiren malumatların tamamına tarih adı verilir. Önceleri tarih, bir fenn-i mahsus [başlı başına bir ilim] teşkil etmiyordu. Tarih, ilmin tarifine giremiyordu. Fakat sonraları tarih felsefesi meydana gelmiş, ahlaki, siyasi ve sosyal ilimler ile tarihin konuları âdeta birleşmiş olduğundan bugün tarih büyük bir ilmin önemli bir dalı sayılmaktadır.
2. Tarih ile Hurafe ve Esatirin [Mitolojinin] Farkı
İnsanlık henüz ilimler ve bilimler ile evrenin olaylarını anlamaya ve yorumlamaya gücünün yetmediği zamanlarda, bu olayları anlamak ve sebeplerine vakıf olmak arzusuyla sırf hayallerden ve kuruntulardan ibaret birtakım masallar icat etmiştir.
Bunlara “esatir – mythe” adı verilir. Bu masalların, tarih bakımından hiçbir kıymeti yoktur fakat insanlığa ait en önemli ruhi tecellileri bildirici olmaları itibarıyla büyük ehemmiyetleri vardır. Gerçekte mitoloji, insanların hayal güçlerindeki icat yeteneklerinin sonu gelmeyen örnekleridir. Bu itibarla mitolojinin tarih ve felsefede yeri vardır. Mitolojiden çıkan hisselerin en önemlisi, insanın bir bilinmeyen önünde kalmaya razı olmadığı ve yaratılışından kaynaklı her şeyi bilmek arzusuna sahip bulunduğudur. İnsan, bir şey için “Bilemiyorum.” demesini sevmiyor. O şeyi bilmeye çalışıyor. Bu isteğine kavuşmasına imkân verecek tecrübelerden, yani ilimlerden, mahrum bulunduğu zamanlar da uçsuz bucaksız bir umman olan hayal ve icat kuvvetine başvurmuş ve mitolojiyi meydana getirmiştir.
Hurafeler
Mitoloji ile hurafelerin farkı şudur ki: Mitolojinin dış dünyaya ait hiçbir hakikati yoktur. Sırf hayal gücüne dayalı şeylerdir. Hurafeler ise hayal ile karıştırılmış ve değişim geçirmiş gerçek olaylardır. “Hurafeler – légende”den hayal ve aslı bozulmuş kısımlar çıkarılabilirse alelade bir tarihî vaka karşımıza çıkar.
Hurafelerin, tarih bakımından önemi, mitolojiden daha büyüktür. Bir de hurafeler, mitolojiden sonradır. Mitoloji, tarih öncesi çağlarının bilinmeyen derinliklerinde başlamıştır, Yunan medeniyetiyle yok olmaya yüz tutmuştur. Hurafeler ise nispeten yakın zamanlara kadar hükmünü sürdürmüştür.
Tarihle uğraşacak kimseler için tarihî gerçek olaylar ile efsane ve hurafeleri birbirinden ayırmak son derece gereklidir. Her ne kadar bunlardan mitoloji, tarihî hakikatler ile hiçbir ilgisi olmadığı kolay anlaşılabilirse de hurafeler ile tarihî gerçekleri ve hele hurafelerin tarihî kısımları ile hayalî kısımlarını birbirinden ayırmak kolay değildir, özellikle hayalî kısımlar vicdani hususlara ait olursa zorluklar bir kat daha artar.
3. Tarih ve Kavimlerin Rivayetleri
“Kavimlerin rivayetleri – Tradition”a anane, menkulat [ağızdan ağza yayılarak duyulan şeyler], nakliyat [anlatılanlardan öğrenilen şeyler] adları da verilir. Bunlar kavimlerin nesilden nesile rivayet ettikleri gerçeklerden ve olaylardan ibarettir. Tarih bakımından rivayetlerin önemi büyüktür. Bununla beraber rivayetlerin hurafelerden ayrılması da gereklidir. Anane, genel manasıyla alınırsa tabii olarak efsane ve hurafeleri içerir. Fakat biz burada rivayetleri, “ilmî olmayan, doğru bir şekilde toplanmış ve yazılmış olmayan, bir şekilde dedelerden çocuklarına aktarılan tarihî gerçekler” manasına alıyoruz. Bu sebeple rivayetler ile hurafeler arasındaki farkın meçhul kalmamasını tavsiye ederiz.
Tarih, araştırma konusu olan birçok meselelerinde ve kısımlarında, ananelere büyük önem vermeye mecburdur ve onlara muhtaçtır. Ananeler, hurafelerden ayrılıp ayıklanmak şartıyla, en meşru tarih kaynaklarından biridir. Fakat ananelerin kötüye kullanılması tarihi kıymetten düşürür.
4. Tarih ve Tarih Öncesi
Yakın zamanlara kadar tarih, birkaç bin senelik olaylardan ibaretti. Fakat Avrupa araştırmacıları eski Mısır eserlerini, Ninova, Babil ve daha nice eski şehirlerin harabelerini, Çin, Mısır, İran vesaire eski medeniyet ülkelerinin terk edilmiş yazılı eserlerini okuyup incelemeye muvaffak oldukları zamandan beri tarih, yetmiş asırlık bir zamanı içine almaktadır.4
Bundan ilerisi için yukarıda saydığımız eserlerden bilgi almak mümkün değildir. Kaldı ki; insanoğlunun ömrüne nispetle bu yedi bin senenin pek kısa bir zaman olduğunu düşünürler öteden beri tahmin edegelmişlerse de önceleri bununla ilgili yeterli delil ortada yoktu ve olanların da kıymeti şüpheliydi. Sonraları Boucher de Perthes adında bir zatın Tufan’ın artakalan izlerini keşfetmek maksadıyla başlayan araştırmaları, tarihin kapsadığı zamanlardan daha pek çok evvel yaşamış olan insanların terk edilmiş eserlerini keşf ile neticelendi. Bu büyük ve açık yolda gösterilen gayret, az zamanda, tarihin yanı başında ve asıl tarihe başlangıç olmak üzere bir de “tarih öncesi” ilmini ortaya çıkardı.
Tarihin kapsadığı zaman, yedi bin senelik bir müddetten ibaret iken tarih öncesi, araştırmacıların bazısına göre 350,000 ve bir kısmına göre ihtimal ki 800,000 senelik bir zamanı içine almaktadır. Bizim naçizane araştırmalarımıza göre, bu senelerin sayısı hakkında kesin bir söz söylenememekle beraber, ikinci tahmin daha ziyade ilmîdir. Bu sebeple insanlığın tarihi, birisi asıl tarih ve diğeri tarih öncesi adı ile iki büyük kısma ayrılıyor.