Kitobni o'qish: «Gülsüm»
Bu eser, döneminin önemli kadınlarından birisi olan, Petersburg’un ünlü sayılan Bestujev Enstitüsünde öğrenim gören, 1912 yılında Balkan Harbine Osmanlı Ordusunda hemşire olarak katılıp, İstanbul’da büyük kahramanlıklar gösteren, Tatar kadınlarının şanını uzaklara yayan Çistay kızı Gülsüm Kamalova’nın hayatının hikâyesidir.
Gülsüm Hanım, Tatar halkının Abdullah Tukay, Ayaz İshakî, Musa Bigiyev, Fatih Emirhan, Fatih Kerimî, Yusuf Akçura, Türkiye’de ise Enver Paşa, Halide Edip, Ziya Gökalp gibi ulu şahsiyetleriyle görüşen biridir. Ayrıca onun Tukay’a olan sonsuz şairane sevgisi, kader göğünde, uzakta parlayan bir yıldırım gibi aydınlık ve gizemlidir. Gülsüm Kamalova Akçurina’nın hayatı genellikle inanılmaz derecede karmaşık, ibretli ve tarihî vakalar açısından zengindir.
Bu eseri tek başıma yazdım dersem, pek haklı sayılmam. Çünkü çok sayıda görüşme, söyleşi ve birçok yazarın tarihî malumatları esere temel oldu. Onların hepsine çok teşekkür ediyorum.
Yazardan
Roza Tufitullova’nın “GÜLSÜM” Romanına Giriş
Şeyh Kızı
Yirminci yüzyılın başı, Tatar halkının sosyal hayatında uyanış devridir. Bu, elbette Rus İmparatorluğunda meydana gelen değişikliklerden de kaynaklanıyordu. 1905 yılında Çar’ın vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve başka özgürlükler veren manifestosu çıkınca diğer ezilen halklar gibi Türk Tatarlar da özgürce nefes alıp millî haklarını savunmaya başlar. Bu, özellikle Tatar halkının büyük edipleri Ayaz İshakî, Fatih Emirhan, Derdmend, Abdullah Tukay’ın eserlerinde belirgin bir şekilde görülür. Sosyal hayatın her alnında olağanüstü şahıslar ortaya çıkar. Onları arasında birçok kadın da vardır. Rus imparatorluğunda yaşayan tüm Türk (ve diğer) halklarının arasında böyle bir fenomenin olmadığını belirtmek gerekir. Bunun sonucunda, 1917 devriminin ardından İç Rusya ve Sibirya’nın dinî yönetimine kadı olarak Müslüman dünyasında ilk defa bir kadın (Muhlise Bubıy) seçildi.
Roza Tufitullova’nın “Gülsüm” romanı, o dönemde Tatar hayatında önemli bir rol oynayan Gülsüm (Ümmü Gülsüm) Kamalova hakkındadır. Romanı okuduğunuzda onun, neşeli, mutlu günleri ve sonrasında da yaşadığı sıkıntılar, talihsizlikler açıkça gözler önüne serilir. O, halkımızın bir parçasıdır. Burada, iki Rus devriminden sonra ortaya çıkan umutlar, bağımsızlık arzusu, daha sonra o umutların yıkılışı, millî bir facia olarak anlatılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında roman, modern Tatar edebiyatında ibretlik bir eserdir. Bugünü anlamak için geçmişi bilmek gerekir.
Bu dönemde Rus İmparatorluğundaki Türk halkları, siyasî arenada Türk Tatar adıyla birlikte hareket ettiler. Hatta ortak bir edebî dil oluşturma arzuları da biliniyordu (Örneğin, İsmail Gaspıralı Bey’in Projesi). Ancak Rus hükümeti bu arzuları kökünden kesti. 1917 Ekim devriminden sonra da Türk halklarına karşı uygulanan siyaset, Bolşevik komünist hükümet tarafından ayrı bir dehşet ile devam etti. Ancak, bugün de Türk halklarının işbirliğine karşı olan güçlerin, kendileri için faydalı işler yaptığını kabul etmek gerekir.
Bu dönemi incelerken Tatarların Kazaklar ile ilişkilerinin sağlamlığına hayran kalırsınız. Onuncu yıllarda bile “Kazak edebiyatı bağımsız olmalı mı?” sorusu etrafında tartışıldı. Yani, Kazak edebiyatının Tatar edebî dili temelinde geliştirilmesi olasılığı tartışıldı. Modern Başkurt edebiyatı gibi…
Medreselerde, özellikle Ufa’daki “Galiye” Medresesinde yüzlerce Kazak genci eğitim aldı. Bunların arasında, gelecekte Kazak şiirinde ün kazanacak Mağcan Cumabay da vardı. Ünlü Tatar yazarı Mağcan’ın medresedeki hocası Alimcan İbrahimov, 1918 yılında “Çulpan” adındaki ilk derlemesini Kazan’da Kerimovların matbaasında neşreder.
Mağcan’ın kaderi, o dönemdeki pek çok millî aydınınki gibi sona erdi. 1929 yılında milliyetçilikle suçlanarak tutuklandıktan sonra zindana atılıp sürüldü ve 1938 yılında vurularak öldürüldü.
Mağcan’ın dilinin saflığına, öz Türkçe ahenginin yankılanışına şaşıracaksınız. Hatta, Tatarca’ya tercüme etmek bile gerekmez. Onun dili, Tukayların, Derdmendlerin, Babiçlerin dilidir. Mağcan, boşuna Derdmend’i kendisinin şiirdeki en büyük ustası olarak görmemişti.
Şair, 1920 – 1922 yıllarında Kızılyar Pedagoji okulunda müdür olarak çalıştı. Aynı zamanda burada, Gülsüm Kamalova adındaki Tatar kızı da öğretmenlik yapıyordu. Elbette, onu buraya devrimin korkunç dalgaları atmıştı. O, kocası Abdullah Akçurin’le komünistlerden kaçıp Kazaklar’ın arasına sığınmıştı.
Ancak ateş yürekli Kazak şaire, Gülsüm’ün evli bir kadın olması engel olamadı. Gönüle söz geçer mi? Şair gönlü biraz arsız oluyor galiba. Şair, soylu Tatar kızına sırılsıklam âşık oldu. Genellikle o yıllarda, Tatar kızlarla evlenmek Özbek, Kırgız, Kazak delikanlıları arasında aydınlık göstergesi sayılmış… Mağcan da daha sonra bir Tatar kızı ile evleniyor.
Mağcan’ın Gülsüm’e olan hisleri elbette samimi, içten ve gönüldendi… Yoksa gönül tellerini sızlatan o aşk şiirleri doğmazdı:
Deve göz , sihirli söz, hanım Gülsüm,
Gökte gün gülmesin, Gülsüm gülsün,
Gülsüm, Güneştir, gökte yavaş yüzmesin bilir,
Sevdirerek yaktığını nereden bilsin?
“Gülsüm Hanıma”
Şair sevdiğinin kocasına kalacağını da, sevdasının karşılıksız kalacağını da çabucak anlar. Bu büyük aşk şiirleri başlarda alev saçsa da daha sonra umutsuzlukla kaplanmıştı. Ancak onlarda epey açık, erotik sahneler de yer alıyordu. Güzel Tatar kadını şairin sevdasına az da olsa karşılık vermiş mi yoksa “Canım! Canım! Çabucak değsin göğüs göğüse, Gözler kapalı hızlı hızlı nefesini alıp…” satırları Mağcan’ın hayali miydi, şimdi sadece romanlarda kaldı. Gülsüm ve ailesi çabucak vatanlarına döndü:
Biliyorum bugün, beni bırakıp gidiyorsun,
Gümüş sulu Akidil’i geçersin.
Kara gözlüm, öldürüp git beni!
Sağ iken nasıl bırakıp gidersin?
Diyerek üzülüyor şair.
Peki, kim bu Gülsüm Kamalova?
1912 yılında Balkanlar’da Türkiye’ye karşı bir savaş başladığı bilinmektedir. Rusya basınında hemen şovenist bir gürültü yükseldi. Güya Bulgar, Sırp ve Karadağlı kardeşlerimize “Türk boyunduruğuna” karşı mücadelelerinde yardım etmek gerekiyordu! Bu mücadeleyi hükümet de destekleyip yardım ediyordu. Sonuç olarak, yüzlerce Rus askeri Balkanlar’a giderek Türklere karşı savaşmaya başladı.
Gülsüm, o zaman Petersburg’da Rus asilzadelerinin kızlarının okuduğu Bestujev okullarında eğitim alıyordu. Onlar arasından da birçok Rus kızı Bulgaristan’a hemşire olarak gitti.
Gülsüm, kız arkadaşlarını topluyor ve Türkiye’ye gidip yaralı Türk askerlerini tedavi etmek için “Hilal-i Ahmer” cemiyetine katılmayı teklif etti. Arkadaşları kabul etti. O dönemde, Rus okulunda okuyanlar, ilk önce millî terbiye alıyordu. Rus basının harekete geçirdiği şovenist kışkırtma, onları aksi yönde cesurca bir adım atmaya itti. Böylece, Gülsüm Kamalova, Meryem Pataşeva, Rukiye Yunısova, ve Meryem Yakupova İstanbul’a gittiler.
Gülsüm Kamalova’nın adı, Tatar basınında ilk defa bu olayla ilgili olarak anılmaya başladı. Türk kardeşlerimize yardım etmek için gelen Tatar kızlarından meşhur “İstanbul Mektupları” adlı eserinde Fatih Kerimî de bahseder.
Elbette, İmparatorluğun başkenti Petersburg’da bir üniversitede, istese de çoğu sıradan Tatar kızı okuyamazdı. Gülsüm, Tataristan’ın ünlü şeyhi Zakir Kamal’ın (1804-1893) en küçük kızıdır.
Şeyh, Gülsüm’ün annesi Fatma’yı ikinci eş olarak aldığında, kız yalnızca on dört yaşındaydı. Genç abıstay, evliliği boyunca şeyhe sekiz kız, bir erkek evlat verdi. Bu Fatma’nın, Tatar yazarı Atilla Rasih’in annesinin babası ile kardeş olduğunu da söylemek gerek. Annesi ise Zeytune Mevlüdova, Tukay’ın gizli sevdasıdır…
O dönemde, kız alıp kız vermenin kendine özgü kural ve kaideleri vardı. Mollalar kendi aralarında dünür olur, zenginler birbirleriyle akraba olurdu. Ancak biz son yıllarda yine bu geleneğe geri döndük, gazetelerden bakanın parlamento başkanıyla, bankacının yönetici ile dünür olduklarını her zaman okuyoruz.
Mal sevdadan önce gelir.
Ancak, şeyh Zakir, Fatma’nın yetimliğine yoksulluğuna bakmadan ilk görüşte âşık oldu ve dünürcü gönderdi. Doğrusu kız okumuş bir soydandı.
Şeyhin kızları, birer birer Tatarların ünlü ve zengin adamlarıyla evlendiler. Esma’sıyla Petersburg mollası, tüm dünyada tanınan din âlimi Musa Bigi evlendi. Öğrenci olan Gülsüm, kız arkadaşlarıyla birlikte onları çok sık ziyaret ediyordu. 1912 yılının Nisan ayının sonlarında Ufa’dan Bigilere Abdullah Tukay geldi. Gülsüm, bu haberi duyar duymaz önce arkadaşlarına ve ablalarına koştu. Ancak şair tabiatı nedeniyle kızların güzelliğini değerlendiremiyor. Hastalığa tutulduğu için onları kabul etmedi. “Biliyorsunuz ki kadın kısmı, özellikle başkent gibi bir yerde büyük okullarda okuyan hanımlar, çok nazik ve kontrolcü oluyorlar” diye bu “kabalığını” arkadaşlarına anlatıyor.
Gördüğümüz kadarıyla Kazak şairi bu tür komplekslerle mustarip değildi.
1912 yılının Kasım ayında, kendisinin çıkardığı “Vakıt” gazetesinde Balkan savaşını anlatmak için Orenburg’tan gelen Fatih Kerimî, kızları Yusuf Akçura’nın yanına götürdü. Yusuf Akçura, “Genç Türkler” hareketinin üyelerinden biridir. Kızları ünlü Enver Paşa ile tanıştırdı. Birlikte fotoğraf da çekiniyorlar. Dört hafta sonra “Genç Türkler” iktidara gelecek ve Enver Türkiye’yi yönetmeye başlayacaktı. O yıllarda, Tatarlar arasında Enver Paşa’nın adı o kadar ünlüydü ki, bu ismin halkımız arasında yayılması tamamen bu kişiyle ilgilidir. Şefkat, Talgat, Cevdet isimleri de o yıllarda Tatarlar arasında yayıldı.
Tatar kızları, sadece sıradan hemşireler değildi. Bir süre sonra Gülsüm Kamalova, Türk savunma fonuna, kadınlardan bağış toplamak gerektiği konusunda bir öneride bulundu.
Belirlenen gün, üniversiteye İstanbul’un ünlü kadınları toplandı. Onlar, vakıf için yüzüklerini, bileziklerini ve diğer kıymetli ziynet eşyalarını getirdiler. Toplantıyı, baş vezirin eşi açtı. Fatma Aliye Hanım ve Halide Edip gibi tanınmış yazarlarla birlikte Gülsüm Kamalova da konuşma yaptı. Onun ateşli sözleri neredeyse tüm Türk gazetelerinde yayınlandı.
Görünüşe göre, Gülsüm doğuştan liderdi. Tatar yazarı Atilla Rasih, şöyle yazmış; “Gülsüm Hanım, coşkulu ve güçlü tabiatlı biri… ayrıca güzel bir kadındı. Uzunca bir yüz, sürmeli, iri, kara gözler, göğsünden çıkan kalın bir ses” (“İşan Onıgı” (Şeyh Torunu) TKN, 199 s.)
İkinci Balkan savaşı Türkiye’nin bir başka yenilgisiyle sonuçlandı. Tatar kızları vatanlarına döndü. Elbette, Çar’ın polisleri, kızların nerede olduklarını çok iyi biliyordu. Kızlara, yükseköğretim kurumlarına giden tüm yollar kapandı.
Gülsüm’ü Simbir’deki (Şimdiki Ulyanovski, orada A. Kerensky, Ulyanov Lenin, Y. Akçura doğdu.) milyoner Akçurinlerin biriyle evli olan Şemsi Nisa ablası misafirliğe çağırdı. Bu vatansever kızı ağırlamak için Akçurinler büyük bir meclis düzenlediler.
Hem güzel, hem cesur, hem de eğitimli bu kızı görünce kim âşık olmaz ki… Abdullah Akçurin Gülsüm’ü kendisine istedi.
Eskiden, gençleri kavuşturmak için yengeleri çok özenle çalışırlardı. Burada da Şemsi Nisa, boş durmamıştır…
Sovyet hâkimiyeti yıllarında Gülsüm ve onunla birlikte Türkiye’ye giden kız arkadaşları, gözlerden uzak, gölgede yaşamaya çalıştılar. Mesela Meryem Yakupova, Termez yakınlarında bir köyde, aile bile kuramadan hayatına acı bir şekilde son veriyor… Diğerleri de büyük ıstıraplar çekerek, Sovyet iktidarının baskısı altında ezilip bu dünyadan ayrıldı.
Oysa bu kadınların hayatı maceralı bir romandır. Sonunda, onlardan biri hakkında yazılan, kıymetli yazarımız Roza Tufitullova’nın bu eseri çıktı.
Eserin, Türk okuru için de ilgi çekici ve ibretli olacağını düşünüyorum.
Rkail ZEYDULLA,Tataristan Halk Şairi
Kara Gecenin Beyaz Meleği
Hastalık ruhun ceketi, vücudumu devanın türlüsüyle
Her gün yamıyorum, ertesi gün yine yırtık görüyorum.
Vardı, yalnız kalıp, şiirle, şarkıyla avunduğum zamanlarım, Şarkının, şiirin yarısında göğsümü tutup öksürürüm!
“Hasta Hali” A. TUKAY
Petersburg, yine beni eşsiz güzelliği, sihirli beyaz geceleri ile karşıladı. Tabiatın bu mucizesi, şehre ayrı bir hava ve ilahî bir güzellik katıyor sanki. Ondan mıdır bilinmez, insanın onun sokak ve meydanlarından geçerken sadece parmak uçlarında yürüyesi ve sohbet ederken fısıldaşarak konuşası gelir. Sanki öyle yapılmazsa, bu mağrur şehrin gizemli ahengi hissedilmeyecektir.
Petersburg’da kalbe dokunan yerler az değildir. Buraya her gelişimde, şehrin merkezî caddelerinden sayılan Kazan Caddesinde gezinmeyi seviyorum. Hem ismiyle hem de görüntüsüyle dikkatleri üzerine çeken bu cadde, nice sırlar ve değerli hatıralar saklıyor. Zamanında, bu cadde üzerindeki 39 numaralı evde Polonyalı büyük şair Adam Mintskeviç yaşamış. Onun yanına ara sıra büyük Rus şairi Aleksandr Puşkin ve yakın arkadaşlarından şair Anton Delvig de uğrarlarmış. Daha sonra bu ev, Petersbug seferlerinde Nikolay Gogol’un sığındığı ev olmuş.
Kazan caddesinin sol tarafındaki ara sokakta yer alan 37 numaralı eve, kardeşi Olga Freydenburg’un yanına Moskova’dan ara sıra genç âşık şair Boris Pasternak da gelirmiş.
Bir süre de, caddenin 3 numaralı evinde ünlü Rus şairi Anna Ahmatova yaşamış. Onun eşsiz görünümünü taş duvarlar bile hatırlıyor sanki… Kısacası, Kazan Caddesine, hiç şüphesiz, şairler caddesi denilebilir.
Mimarî açıdan herhangi bir özelliği dikkat çekmese de bu caddede bulunan benim aradığım 5 numaralı ev de gösterişli ve nurlu bir binadır. “Kazan Misafirhanesi” olmuş bu evde, çok eskiden tanınmış şahıslar kalıyorlarmış. Bundan yüz yıl evvel, daha doğrusu 1912 yılının Nisan ayının sonunda, o evde Tatarların meşhur genç şairi Abdullah Tukay da kalmış.
…Tukay da kalmış…
…Petersburg’un beyaz gecelerine sarılıp dertli, hasretli duygularla içim dışım donmuş, ağlamaklı bir hâlde sessiz sedasız misafirhane katını izliyorum. Tüm huzursuz düşüncelerim sadece asırların küçük Abdullah’ını satan, ağlatan, “Tukay“ yapıp kederlendiren, içini döktüren, “milletim” diye can attıran acı kader, dermansız hastalıklarla acı çektiren tarafa doğru yöneliyor… İşte düşüncelerimin ne kadarı gözümün önünde saçılmış “yerde” yatıyor. Teker teker topluyorum. Ruhuna bağışlar gibi hangi rahatlatıcı ve eşsiz duaları bulacağım? Kalplerini parçalayarak şairin ruhu acıyor:
Anneciğim, en son kez sen öptüğünden beri,
Her kapıdan sürdü oğlunu sevda bekçisi.
Ey sevda bekçisi! Sen o kadar taş kalpli misin? Sen hâlâ burada nöbet mi tutuyorsun yoksa? Belki senin için “geçmiş” diye bir şey de yoktur. Öyleyse, şimdi sen, elinde bir buket zambak tutan, ak gönüllü, Tukay için can veren, soylu Tatar güzeli Ümmü Gülsüm Cokonda1’yı hatırlıyor musun? Elbette hatırlıyorsun! Cevap vermek yele savurmak gibi, diyorsundur. Ansızın düşüncelerimi sıkıştırmak istercesine, işte şu rüzgâr, yani kader rüzgârı, inanılmaz bir hız ve kuvvetle kararan bulutları buraya sürüklüyor. Göz açıp kapayıncaya kadar, soğuk ve dondurucu bir yağmur yağıyor. Muhtemelen bundan bir asır önce yaşanmış olayları hatırlatmak içindir…
…Ne yazık ki, Rusya’nın başkentini boydan boya gezmek, mücevher kaplamalı saraylarını, müze ve tiyatrolarını görmek nasip olmuyor şairimize. Petersburg’a gelince, onun ciğerini yakan verem daha da güçleniyor. Şehrin iliklere işleyen nemli, soğuk havası, şairi günlerce misafirhanede kalmaya mecbur bırakıyor. Herhâlde, burada yaşayan arkadaşları onu yalnız bırakmamaya çalışmışlardır. Şairi görüp onunla tanışmak isteyenlerin sayısı da günden güne artıyor.
Ancak, şair şimdilik kimsenin kapıyı çalmasını istemiyor. O, her zamanki gibi ellerini başının altına koyup, gözlerini yumup Musa Bigiyevler’de2 geçirdiği kara gecenin beyaz meleğini gönlünden geçirip, tekrar avunmak istiyor. Ne hikmetse, bu gizli ve ilginç hayal, sanki onun lanet öksürüğünü ve hastalığını bir an için unutturuyor.
…“Dünya kafesinden” uçup gitmeye hazırlanan çaresiz şairin yüreğine aniden, beyaz meleği gelerek şefkatle “dokunmak” istedi. Eğer melek göze görünüp yürümeye başlarsa, tabii ki… Gece meleği “beyaz sisler” içinden “süzülerek çıkıp” dile geldi. Ne kadar yumuşak, hüzünlü, sevgi dolu bir ses:
– Tukay Bey, lütfen bağışlayın. Daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Öksürüğünüz çok şiddetli. Sizin için yüreğim parçalanıyor… Şu kekikli sıcak sütü bir için. Mutlaka şifa olacaktır. Sağlığınıza kavuşunuz, diyerek nasıl ortaya çıktıysa, öylece “eriyip” yok olmuş.
Ümmü Gülsüm, şairin o denli azap çekmesini sadece duvarın ardından nasıl sakince dinlesin. Onun, yasak ve sınırlarına boyun eğmeyen, kaç ömür sevda ateşinde yanan sıcak bir kalbi var. Sevgili Tukay’ını iyileştirmek için onun bir fikri, bir sözü, bir nefesi yeterliydi sanki. Ah, hayal ile gerçek arası ne kadar derin bir uçurumsun.
Ümmü Gülsüm’ün dünürü, arkadaşının kızı Meryem’in de yüreği parçalanıyor, teni ürperiyor, çıt sesinden bile irkilip, kapının önünde nöbet tutuyor. Ümmü Gülsüm hane halkının gözüne görünmesin ve aman Musa Efendi uyanmasın. İnşallah, o bugün çocukların yanında uyuyor. “Utanmaz arlanmaz sen nasıl cüret ettin?” diye gözünü bile açtırmazlar. Tukay’ı da zor duruma sokarlar. Anlatmaya da aklanmaya da vakit bulamazsın…
– Hakikaten melek, diye düşündü Tukay, kendini yaşam ile ölüm arasında tutan boğucu öksürüğü azalınca. Ancak her şeye rağmen bu “gereksiz” duygu tüm hücreleri ve bedeniyle karıştı.
– Şu cesur ve kararlı kız öğrenciye bak! Acımış… Siz değil hanımefendi, kader acımamış. Gerekmez de. Benim maksadım, yolum başka. Benim için üzülenleri sevmiyorum ben hanımefendi, siz çok yanıldınız…
Bu ne ses yine, ilkbahardaki çimler gibi kesekli yol kenarında baş mı kaldırıyor?
– Şairim, sen bu anlarda yanında sevdiğin birinin olmasını istemiştin, değil mi? İşte “sevda bekçisi” onu senin huzurundan esirgemedi.
Ne var ki, “hikmetli gece” yine tekrarlanacaktı. “Son nefesinde yine bu “beyaz melek” indi. Bir sihir yaptı, sessizce fısıldadı ve yine öyle nur içinde çabucak eriyip kayboldu. Yeniden düşünceler birbiriyle savaştı. “Hükümdar sevda bekçisi” peyda oldu ve bu şiir sayfasını “açtı”:
Derdime benim ilaç var: Ya ölüm, ya kavuşma;
Bunların her biri bu sorgucuyu mutlu eder.
Ya canım ol, ya canımı al; Anladın mı ey güzel!
Beni yanında ölmek ile talihe eriştir.
– Ölüm meleği o kadar yakın mı ki?
– Hayır…
– E sen yanılıyorsun, benim “hayat meleğim” o değil ki.
– Biliyorum.
– Benim son şiirim de, gökyüzünün ahengi ile başka türlü yankılanacak.
– Belli, “vasiyetin” de senin gibi mukaddes ve uludur. Sen dünyaya ağlayarak gelsen de giderken şarkı söyleyerek gitmeye niyetlisin. Doğru değil mi?
– Belki. Sevda meleği, sen son günlerde çok değiştin sanki. Ama ben bu evden çabucak kaçmak, senin tarafından hayattan sürülmek istiyorum. Sen kendi aslına ihanet etmezsin değil mi?
…İşte, nihayet, Tukay dilediğince “özgür”. Arkadaşları onu Bigiyev’lerden alıp misafirhaneye götürdü. Ama o burada da soğuktan, öksürükten ve meleklerden kurtulamaz, muhtemelen.
– Yine de sağ ol, karanlık gecelerin beyaz meleği…
Şair birden irkildi, işte yine biri odanın kapısını çaldı.
– Kapı açık giriniz, dedi Tukay, belirsiz bir iç sıkıntısıyla.
Kapıdan gülümseyerek giren Avrupaî giyimli, çok güzel, uzun boylu kızı görünce bir an için şairin dili tutuldu. Kız ise o sırada şairi selamlayıp içeriye geçti. Elindeki yeni açılmış zambak buketini masaya koydu ve Tukay’ın çiçeklere şaşkınlıkla baktığını görünce:
– Çiçekler nereden mi diyorsunuz? Kavşakta Finliler satıyordu. Bu çiçekleri sizin de sevdiğinizi biliyorum. Baksanıza, Petersburg’a da bahar gelmiş, diyerek gülümsedi.
Odaya kendisi ile birlikte baharın, çiçeklerin kokusunu ve fışkıran gençlik enerjisini getiren bu kız, “Beyaz Melek” şairinin çok iyi tanıdığı biri. O, arkadaşı Fatih Emirhan’ın3 sevdiği kız Şemsi Nisa’nın küçük kız kardeşi, Çistay kızı Ümmü Gülsüm Kamalova idi. Abla-kardeş bu kızlar, sık sık “El Islah” gazetesine Fatih’in yanına gidiyorlardı4.
Bazen onların peşine Şemsi Nisa’nın ortanca kardeşi Hetime de takılıyor. Birbirinden güzel ve okumuş bu kızlar gazeteye gelince Fatih, kendini gökyüzünün yedinci katındaymış gibi hissediyor. Daha çok da sevgilisi, soylu Şemsi Nisa’nın edebiyata yönelmesini Rusça ve Fransızca hikâyeler tercüme etmeye başlamasını tüm yüreği ile destekliyor.
Kızlar arasında, cesareti ile diğerlerinde ayrılan Ümmü Gülsüm’ün kendine hevesle geldiğini biliyordu Tukay. Kazan’ın okumuş kızları arasında ona can atanlar az mı ki? Ama Tukay her zaman, kızı görmemiş gibi yapıp odadan çabucak çıkıp gitmenin bir yolunu arıyordu. Sadece bugün, misafirhanede baş başa, göz göze kalınca, görmezlikten gelmek mümkün olmadı. Duyduğuna göre, Ümmü Gülsüm Petersburg’un meşhur Bestujev Enstitüsü’nde okuyor. Bak ya, nasıl değişmiş! Rusların soylu kızlarına benzemez o… Yok yok ona en yakışanı beyaz melek suretinde gezmesi.
Ümmü Gülsüm de Tukay’ı süzüyor. Şair biraz iyileşmişe benziyor. Öksürüğü de önceki kadar korkunç değil. Yoksa diğer gecelerde Tukay’a üzülüp az mı kederlendi Gülsüm.
Odayı kaplayan rahatsız edici sessizliği Tukay bozdu:
– Sizi buraya Musa Bey mi gönderdi, dedi şair, ona oldukça katı bir tavırla.
– Hayır, hayır. Benim sizin yanınıza geldiğimden Musa Bey haberdar değil. Ben onların dairelerinde unuttuğunuz eşyalarınızı getirdim, diyerek kız, küçük çantasından masaya sigara kutusu ile saç tarağı çıkarıp koydu.
– Boşuna zahmet etmişsiniz, bir öğrenci gelip alırdı.
– Ne zahmeti, Tukay Bey, dedi kız özel bir ihtimamla.
Ama kızın şaire söylemek istediği başka şeylerin olduğu hissediliyordu. O, nihayet tüm cesaretini toplayıp söze başladı:
– Eğer sevgili şairimizin üç gece boyunca Musa Beylerde azap çektiğini görmesem buraya gelip sizi rahatsız etmezdim. Sizin gecikmeden Kırım’a gitmeniz gerek Tu-kay Bey. Kırım havası ile deniz suyu sizi çabucak ayağa kaldıracaktır. Kırım’da benimle aynı okulda okuyan Meymüne adlı bir kızın anne ve babası yaşıyor. Onlar çok iyi insanlar, bu günlerde sizi kabul etmeye hazırlar, deyip şaire telgraf kâğıdını uzatıyor. “Eğer izniniz olursa, biz Meymüne ile sizi Kırım’a kadar uğurlarız…”
Tukay’ın yüzünün birden değiştiğini gören kız sustu.
Bu okumuş zengin kızlar da adet haline getirmişlerdi. “Efendim” diye diye can sıktıkları yetmezmiş gibi birbirleriyle yarışıp beni tedavi ettirmek istiyorlar, deyip şair gayrî ihtiyarî yumruğunu sıktı. Ardından yine sert görünmeye çalışarak, sözlerine devam etti:
– Boşuna endişeleniyorsunuz hanımefendi. Bana Kırım da, İsviçre ile Finlandiya da lazım değil. Dün beni Petersburg’un en ünlü doktoruna gösterdiler. O hastalığımın geçici olduğunu söyledi.
– Bu habere ziyadesiyle sevindim. Yalnız benim buraya gelmem sizi pek memnun etmedi, deyip Ümmü Gülsüm yerinden kalktı.
Tukay “Kara gecelerin beyaz meleği, teşekkür ederim, gerisini söyleme, gerekmez, hoşça kal!” demek istedi. Ama onları söylemek nerde! O sözler dilinin ucunda kaldı.
Ümmü Gülsüm yine samimiyetini kanıtlamayı düşündü:
– Tukay Bey, söyleyeceklerim sizi canından çok seven, şiirlerinizi duaya denk gören temiz kalpli kızlarla ilgilidir. Siz onlardan yüz çeviriyorsunuz. Denize sırt çevirmeniz de şaşırtıcı. Ancak deniz size ne kadar çok ilham verirdi.
Tukay’ın gözünde zehirli kıvılcımlar gören Gülsüm, yine susmak zorunda kaldı.
– Hanımefendi, Allah size Rusya’nın başkentinde eğitim alma fırsatını hasta şairin yanında oturmanız için vermemiştir diye düşünüyorum. Sizin gibi bilim ateşiyle yanan kızlarımızı ben başka duygu ve düşüncelerle yanıyorlar diye düşünsem de sizin genellikle ufak tefek meselelerle ilgilendiğiniz ortaya çıkıyor. Milletimizin büyük değişimlerin arifesinde olduğunu az çok tahmin ediyorsunuzdur, değil mi? Şimdi halkımıza hizmet için çok fedakâr kadın ve erkek öğretmenler gerekiyor.
– Kusura bakmayın, dedi kız, duyulur duyulmaz bir sesle. Ne derseniz deyin size yardım etmeye çalışmayı ufak tefek bir iş olarak görmüyorum. Sernovodski’den size arkadaşınız Fatih Emirhan Bey vasıtasıyla yolladığım mektubumda öğretmen olduğumu ve nasıl bir öğretmen olmaya çalıştığımı açıkça yazmıştım. Öğretmen olmak benim de en kutsal hayalim.
Kızın bu sözlerinden sonra kendini aşırı gergin hisseden Tukay, ona gözlerini dikip baktı. Ümmü Gülsüm’ün yanaklarından süzülen gözyaşları onu derin bir çaresizliğe sürükledi. İçten içe, kendi kendini azarlamaya da, haklı çıkarmaya da vakit kalmadan, kapı çalındı.
– Giriniz, dedi şair, kendi sesini tanımayışına şaşırarak. Odaya gürültüyle Petersburg’da okuyan bir grup Tatar öğrenci girdi.
– Müsaade var mı, Tukay Bey?
– Selamünaleyküm, şairimiz!
–Hoş geldiniz, Tukay Bey!
–Sağlığınız nasıl? Sizi göremeyeceğiz diye o kadar endişelendik ki…
–Biz meşhur Tukay’ımızın yanındayız, ne büyük şans!
– İşte, nasip olunca…
Her biri öyle kendince sevinip, Tukay’ı yüceltip tokalaşarak şiir ile selamladı:
Bir mukaddes his ile herkes hayran bugün;
Çalıyor sazım da bayram ezgisini: bayram bugün!
Dinledim usulca eserken bayram rüzgârını,
O da söylüyor sanki; Bayram bugün, bayram bugün!
– Cokonda, sen de mi buradasın? Sen her zamanki gibi mahir ve güzelsin, dedi delikanlılar arasından en cesuru, Ümmü Gülsüm’e hitap ederek.
???Tukay zor bela hafifçe nefes aldı.
– E biz tüm şehirde seni arıyoruz. Musa Beylere de gittik. Senato meydanında gerçekleştirilecek “Ak Çeçke”5 eylemi yarına ertelendi. Meryem Hanım ile ikinize önemli bir görev veriliyor. Biliyorsundur zaten, dedi ciddi ve yaşça daha büyük görünen delikanlılardan biri.
Ümmü Gülsüm “biliyorum” der gibi başını salladı ve aceleyle kapıya yöneldi. Vedalaşmadı bile…
– E, siz neden ona “Cokonda” diye sesleniyorsunuz, diye sordu Tukay, kız çıkıp gidince.
“Ümmü Gülsüm” diye, içi sızlayan, hayal kurarak gülümseyen delikanlılardan birisi cevabı uzatmadı.
– Niye… gizemli gülümsemesi yüzünden. Ayaz İshakî6 Ağabey, Petersburg’da olduğu dönemde ona her zaman “Cokonda” diye sesleniyordu. O: “Meşhur İtalyan ressamın portresini hatırlatıyor” demişti.
–Evet, Ümmü Gülsüm’de Leonardo da Vinci’nin portresindeki gibi gizemli bir görüntü diyorsun, dedi gözlüklerinin ardından mavi gözleriyle gülümseyen Tukay.
– Onun kendi ismi yine de daha çok yakışıyor bence, dedi Tukay, delikanlılara bakmamaya çalışarak.
– Evet, yemin ederim öyle!
– Öz Tatarca!
– Çok güzel bir isim, diyerek diğerleri, gürültüyle şairi destekledi.
Tukay’ın da yüzü canlanıp pembeleşti. Gençler arasından söz ustası olanlar, şairin moralini yükseltmek için epey konuştular. Tevazu ve sabırlı olanları bu önemli görüşmeye içten içe sevindi. İnce ruhlu olanlarının yüreği kan ağladı. Tukay ve şiir ile yatıp kalkanlar şiir okudu:
Ayrılsam da senden ömrün şafağında ben,
Ey Kazan ardı! Döndüm sevip yine de sana ben.
O tanıdık kırlar, çayırlar önce duygumu çekti;
Çekince bırakmadı, geri verdi son cismimi.
……………………
Büyüktür orman: sınırları görünmez deniz gibi;
Uçsuz bucaksız, hesapsızdır, Cengiz’in askeri gibi.
Ansızın akla düşer, namları, devletleri,
Görürsün atalarımızın tüm kuvvetini.
Açılır önünde tarihten tiyatro perdesi.
Ah, dersen, biz neden böyleyiz, biz de Hakkın bendesi.
Tukay anladı ki; bunlar saf Tatar çocukları çünkü Tatarların gönlü hiçbir zaman kedersiz, hasretsiz olamıyor. İşte onlar Tukay’ı da sıcak, hasretli, sevdalı hislere büründürdüler. Şair bu gençlere minnettar kaldı. Görüşmeyi tamamlayıp onlara hediye olarak şiirsel bir ruh ekleme isteği de bu yüzdendi.
Seviyorum ben sizi, siz hakiki genç yiğitlersiniz;
Ümit var sizde, siz gerçek münevverlersiniz.
***
Tüm fikrim gece gündüz sizin hakkınızda milletim:
Sağlığın, benim sağlığım, hastalığın benim hastalığım.
Sen karşımda her şeyden kutsal ve hürmetli:
Dünyaları verseler de satmam milletimi, milliyetimi.
Tukay bir süre alkışlara ve hayranlık dolu seslere gömüldü…
– Tukay Bey, sizi yarınki “Ak Çeçek” bayramına davet ediyoruz.
– Sabahleyin gelip sizi alırız.
– Etkinlik tüberküloz hastalarına yardım etmek için düzenleniyor.
– Petersburg’daki tüm Tatar gençleri toplanacak orada.
Öğrenciler, Tukay ile görüştüklerine çok memnun olarak, ertesi gün görüşmek üzere vedalaşarak gittiler. Şair, bayrama gelmeye söz verdi.
Oda sessizleşti. Yalnız nedendir “özlem vakitleri” hâlâ huzur vermiyordu:
Uyuyorsun rahatça; geceleyin uyansan bir an,
Etrafın sessiz sedasız hiç ışık yok, atmamış tan.
O vakit gençlerin nazarında: candan üzülüp, candan sızlanıp
Ağlıyorsun, Can Zühre ile Can Tahir’e acıyıp.
Şair ağlıyordu.
Ayıp vallahi! Petersburg’daki gazeteci arkadaşları Kerim Sagid ile Kebir Bekir’e bu “meleği” şikâyet etmişti değil mi? Güya, Musa Bigiyev’lerin dar evlerini, kız öğrenciler sarmış. Doğrusu şairin fiziksel ve ruhsal durumu, onların aşırı hürmetini ve fazla iltifatlarını kabul edecek derecede değildi.
İşte yine onun çelişkili ruhu, karakteri, hastalığı, acı kaderi, sayılı günleri, sevda ve talih hakkındaki düşünceleri, sözün birleştiği gibi göğsüne gelip yapıştı… Tukay’ın ruhunda acımasız dokuz tonluk bir dalga yükseldi. Kızgın ak köpüklü, dalgalı hisler titredi, çalkalandı, dalgalandı.
– Kırım diyorsun sen “tabiatın nazlısı”. Sen ise iyi biliyorsun; o suyun sadece güneşli ve sığ yerinde yüzenler için sıcak olduğunu. Benim gibi hakikat denizinde yüzenler için durum daha farklı. Daha derinlere inildiğinde onun suyu daha soğuk ve basıncı daha güçlü. Şairin gönlünde kopan duygusal fırtınaların şiddetini, duygu ve düşüncelerimi hayat isimli en sığ denizin yuttuğunu da daha sonra anlarsın…
Ümmü Gülsüm, o anda gözyaşlarına gömülüp merdivenden inerken yalnızca bir şeyi düşünüyordu: Çabucak buradan gitmeyi! Çabucak! Ayakları onu kendi kendine Neva nehri kıyısına çekti. Bahar baharlığını yapıyor. Neva’da buzun kalktığı dönemdi. Ayna gibi su üstünde birbirinden gösterişli saraylar, evler dalgalanıyor. Buzlar eriyor. Yalnız şairin yüreğindeki buz tabakasının kaldırılması mümkün değildi.
Kaderin ebedî buzunu kırmaya, donunu eritmeye Ümmü Gülsüm’ün sıcak hisleri bile yetmez sanki. Tukay, büyük bir buz dağı gibi. Onun için senin beyaz yelkenli gemine çarpıp gitmek hiçbir şey ifade etmiyor belki. Öyle değil mi?
– Hayır, hayır, hiç öyle değil, deyip hararetlenerek gözyaşları ile kendi kendine ispatlamaya koyuldu Ümmü Gülsüm. Çünkü o, bu zamana kadar Kazan’daki Dvoryanlar kulübünde geçen edebiyat ve müzik gecesinin tatlı “düşü” ile yaşıyordu7. “Posta oyunu” onları nasıl yakınlaştırmıştı o akşam. Âşık “postacı Ümmü Gülsüm”, fırsattan istifade Tukay’a birbiri ardına mektuplar yazar ve gizemli şekilde şairin avucuna bırakır. Neden başka bir kızın mektubunu versin! Tukay da bu zamana kadar görülmemiş bir sıcaklıkla: “işte mektupları ile sevindiren güzel kız, sadece tek bir kız mı oldu, diye dalga geçiyor. Size postacı olmak çok yakışıyor. E, mektupları okumak da bayram sayılır”, diye fısıldıyor ve Ümmü Gülsüm’ün elini nazikçe tutup bir an bırakmıyor. Kızın yanakları al al olup yanıyor, bakışı yakıyor, gülümsemesi okşuyor. O mağrur, enfes boy pos, küçücük incili kalpak8, beyaz inci dişler, vişne gibi davetkâr dudaklar…