Kitobni o'qish: «Devlet»
ÖN SÖZ
İnsanın bir türlü vazgeçemediği tutkuları vardır. Bunların başında yüzyıllardır edebiyatın konusu olarak da gördüğümüz, geleceği öngörme arzusu gelir. Gerek insanlara doğru ve gerçekleştirilmesi gerekli olan düzenler, gerekse insanların kaçınması ve engellemesi gereken düzenler gösterilerek insanlığın gelecekte varabileceği en üst noktaya varması amacıyla miladın da öncesinden beri pek çok Ütopya ve Distopya yazılmıştır. Günümüzde sık sık bahsi geçenler arasında, kronolojik olarak ilk sırada Devlet gelir. Gerek diğer ütopyalara ve distopyalara gerekse tarihsel süreç içerisindeki siyasi düzenlere ışık tutmasıyla çağlar boyunca insanların başvurduğu sağlam bir referans olmuştur. Tıpkı düşünen her insanın sorguladığı gibi Devlet de mutluluk arayışıyla başlar: İyi insanlar mı daha mutludur yoksa kötü insanlar mı? İnsan, bu soruyu düşünürken hayatını oluşturan unsurları göz önüne alır ve hangisinin daha fazla etkisi olduğunu bulur. Kendi isteklerini gerçekleştirdikçe mi, diğer insanlara ve sosyal hayata uyum sağladıkça mı mutlu olunur? Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde “ait olma”, “kendini gerçekleştirme”nin bir ön koşulu olarak daha alt basamaklarda yer alır. Bu bağlamda, hayatta sağlam şekilde var olmanın bir koşulunu topluma uyum sağlamak olarak görebiliriz. Devlet’te pek çok yerde insanların farklı yaradılışlarından ve bireysel farklılıklarından söz edilse de öncelik her zaman toplumun refahı olup bunun korunması yolunda düzenlemeler tartışılır. Çünkü Durkheim’a göre de toplum, bireyden değil; birey, toplumdan oluşur. Fakat bu noktada bir Ütopya olarak değerlendirilen Devlet ile bir Distopya olan Cesur Yeni Dünya arasında bir fark kalmaz. İkisinde de sonunda kişilerin mutlulukları göz ardı edilip toplumun refahı sağlandığı için insanlar artık kendi mutluluklarının ne olduğunu kaybederler. Devlet’te yanlış olarak bahsedilen üç yönetim biçiminde ve doğru olduğu savunulan yönetim şekillerinde Devletin birliği ön plandadır ve artık son nokta olan tiranlıkta yalnızca bir kişinin mutluluğu söz konusudur; tiranın. Bir Ütopya olarak Devlet’te bahsedilen “ideal” düzenlemeler gerçekleştirilse bile sonunda varılacak nokta yine bir Distopya olacaktır.
Devlet bugüne kadar dilimize defalarca kez çevrilmiş olmasına rağmen bu çeviriyi özel kılan başka bir yan vardır: Orijinal İngilizce metnin çevirmeni Benjamin Jowett’in yaptığı detaylı analiz. Jowett, Oxford Üniversitesine bağlı Balliol Kolejinde öğrenimini tamamladıktan sonra hayatını oradaki görevine adadı. Üniversitedeki reformist kişiliğinin yanı sıra pek çok filozof yetiştirdi. Felsefe ve teolojiyle ilgilendi, Platon’un diyalogları üzerine dersler verip onları tercüme etti. Yayımladıkları üzerine tekrar tekrar uğraşıp yeni baskılar çıkardı. Devlet çevirisi ve analizlerine vefatından otuz yıl önce başladı ve bu eser ancak vefatından sonra, 1894’te yayımlandı. Bu baskının ilk kısmında da Jowett’in analizlerine yer verilerek yüzyıllarca üzerine pek çok söz söylenen Devlet’e çok geniş bir pencereden bakılması hedeflenmiştir. Bu heybetli eseri üç kez tekrar yazabilmesi, onun hayatını bu işe adadığının göstergesidir. Devlet üzerine yaptığı çalışmalardan hiçbir zaman emekli olmamıştır. İkinci baskı ile birinci baskı arasındaki farklar da göz ardı edilemeyecek kadar büyük olsa da üçüncü baskıda tamamen yeni bir eser ortaya çıkmıştır. Yunancadan yaptığı çeviride izlediği “Önemli olan sözcükler değil verdikleri histir.” ilkesi doğrultusunda bu çeviri de orijinal metindeki esas ruh korunarak ortaya konmuştur. İngiliz okuyucularına yol göstermek için derin Yunanca bilgisiyle metnin arasına serpiştirdiği örtülü anlamlar bu çeviride siz değerli okuyuculara da aktarılmıştır. Hayatının hiç de hafife alınmayacak kadar büyük bir bölümünü adadığı Platon’un sözlerini aktarırken söz sahibi bir konuşmacı edasıyla kaleme aldığı bu satırlar, kitaba bir çeviriden çok orijinal metin havası kazandırmıştır. Tıpkı milattan önce dördüncü yüzyıldaki Yunan okuyucularda bıraktığı etki gibi İngiliz okuyucularının da Platon’un konuşma tarzını biliyormuşçasına içeriği tamamen anlamasını sağlamıştır. İşte bu özellikler Jowett’in çevirisine özgürlük, zarafet, sadelik ve ihtişam kazandırmıştır. (Goodwin, 1893) Çeviriden önce gelen analizler ve açıklamalarla, bir okuyucunun aklına gelebilecek çıkarımlar ve varılabilecek sonuçlara geniş bir ışık tutulmuştur.
Necla Beyza ÖZKİŞİ
2021İstanbul
Platon, MÖ 428 yılında Atina’da doğdu. Soylu bir aileden gelmesinin de etkisiyle pek çok farklı konuda kendisini geliştirme imkânı bulmuştur. Sokrates’le tanıştıktan sonra felsefeyle ilgilenmiş ve hocasının vefatından sonra diğer öğrencilerle birlikte çeşitli yerleri ziyaret etmiştir. Kırk yaşında İtalya’dan döndükten sonra Akademi’yi kurarak dersler vermeye başlamıştır. Sokrates’ten farklı olarak sokaktaki sıradan insanlara değil de ne istediğini bilen seçkin insanlara ders vermek istemiştir. Akademisindeki amacı da öğrencilerini filozof birer devlet yöneticisi olarak yetiştirmektir. Bu yüzden siyaset ve ahlakı öğretirken bunları matematikle de ilişkilendirmiştir. Platon’a göre idealar dünyasıyla gölgeler dünyasını birbirine bağlayan bilim geometriydi ve bu yüzden Akademi’nin kapısına “Geometri bilmeyen bu kapıdan girmesin.’’ ifadesini yazdırdığı söylenir.
Benjamin Jowett, 15 Nisan 1817’de Londra’da doğdu. Balliol Kolejinde lisans eğitimini 1839’da, yüksek lisans eğitimini 1842’de tamamladı. 1845’te rahip oldu. Yazları Alman bilim insanlarıyla seyahatlere çıkardı. Özellikle Hegel’in felsefe tarihiyle ilgili makaleleriyle ilgilenirdi. Daha sonra politik ekonomi dersleri verirken Platon’u araştırmaya başladı. Ama asıl ilgi alanı teolojiydi. Pavlus’un Mektupları hakkında yazdığı yorumları tutucu rahiplerden çok tepki toplasa da aynı yıl Oxford Üniversitesine Kral tarafından Yunan profesörü olarak atandı. Daha sonra Platon’un Devlet’i ve diğer eski Yunan filozofları üzerine dersler vermeye başladı. On yıl boyunca dinde şüphe içerisindeydi ve sonunda On the Interpretation of Scripture başlıklı yazısıyla İngiltere Kilisesi tarafından sapkınlıkla suçlandı ama dava daha sonra düşürüldü. 1860 ile 1870 arasında üniversitede ve eğitim sisteminde pek çok reform gerçekleştirdi. Önceliği her zaman araştırma değil öğretimdi. 1871’de meşhur dört ciltlik çevirisi Platon Diyalogları’nı yayımladı. Daha sonra 1875’te gözden geçirilmiş hâliyle beş cilt olarak tekrar yayımladı. 1892’de üçüncü bir baskı daha gerçekleştirdi ama Devlet üzerinde çalışmaya 30 yıl boyunca devam etti. Bu çalışması vefatından sonra yayımlandı. 1 Ekim 1893’te vefat etti.
N. Beyza Özkişi, 1998’de İstanbul’da doğdu. 2016’da Yıldız Teknik Üniversitesinde İngilizce Öğretmenliği bölümüne girdi. Ortaokul yıllarından beri karşılaştırmalı olarak öğrendiği İngilizce ve İtalyancayla üniversite yıllarında çeşitli akademik ve edebî çeviriler yaptı. Dil ve edebiyat üzerine çalışmalarını devam ettirmek üzere 2020 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans öğrenimine devam etmektedir.
GİRİŞ VE ANALİZ
Devlet, Platon’un Yasalar’dan sonra en uzun ve -şüphesiz en değerli- çalışmasıdır. Philebos ve Sofist kitaplarında da modern metafiziğe, Devlet’tekine yakın bir yaklaşımda bulunmaktaydı; Politicus, yani Devlet Adamı kusursuzdu; devletin yapısı ve kurumları, Yasalar’da birer sanat eseri olarak ifade edilmekteydi; Şölen ve Protagoras seçkinler içindi. Fakat Platon’un diğer Diyaloglar’ının hiçbirinde aynı geniş bakış açısı ve aynı kusursuz biçim söz konusu değildir; hiçbiri Devlet’tekine denk bir dünya bilgisine sahip değildir ve eski ya da yeni, bu çağ ya da bir başkasındaki görüşleri içermemektedir. Platon’un hiçbir eserinde bundan daha derin bir iğneleme, daha muhteşem bir mizah ve imgelem ya da daha tesirli bir güç yoktur. Diğer yazılarının hiçbirinde hayatı ve onun yorumlamasını birlikte dokumaya, siyaset ve felsefeyi birbiriyle ilişkilendirmeye teşebbüs etmemiştir. Devlet, diğer Diyaloglar’ın da etrafında toplanabileceği bir merkezdir; Devlet’te felsefe, antik düşünürlerin hiçbir zaman ulaşamadığı doruk noktasına varır. (Özellikle de V, VI ve VII. kitaplarda.) Her ne kadar ikisi de doğrunun dış hatlarını ya da içeriğini tam anlamıyla çizebilmiş olmasa da diğer Yunanlar arasında Platon, Bacon’ın modernlerin arasında olduğu gibi, bir bilgi yöntemi tasarlayan ve bunu ifade eden ilk kişidir. Platon ve Bacon’ın ikisi de bilimin henüz yapılmamış olan ayrımıyla hoşnut olmak zorundaydılar. Platon, tüm dünyanın gördüğü en büyük metafizik dehasıydı ve onda, diğer bütün düşünürlerden de fazla, gelecekle ilgili bilginin tohumları da mevcuttu. Çağlar sonra bile düşüncenin ilerlemesine büyük katkısı bulunan mantık ve psikoloji bilimleri, Sokrates ve Platon’un analizlerine çok şey borçludur. Tanım teorileri, çelişki yasası, bir grup içinde tartışmanın mantıksızlığı, öz ve bir fikir veya gereken rastlantılarının, araçlar ve amaçların, sebepler ve koşulların arasındaki ayrım; ayrıca zihnin akılcı, şehvet düşkünü ve hiddetli bölümlerinin farkı ya da gerekli veya gereksiz zevk ve arzuların ayrımı; bunlar ve daha başka düşünce modelleri Devlet’te mevcuttur. Büyük ihtimalle de mucitleri Platon’dur. Yazılarında karışıklık eksik olmamasına rağmen (Ör. Devlet); tarihteki en büyük mantıksal düşüncelerin ve de bütün felsefe yazarlarını aklını kaçırma durumuna getiren düşüncenin, yani kelimeler ve nesneler arasındaki fark düşüncesinin, en çok onun gayretiyle üzerinde durulmuştur. (Devlet; Polit.; Cratylus) Ama hiçbir zaman doğruyu doğrusal bir şekilde ele almazdı, -mantık hâlâ metafizikte saklıydı- ve bütün doğruları, bütün varlığı ‘tasarladığını’ düşündüğü bilim, Aristo’nun keşfettiği düşünülen uslamlama teorisine hiç benzemiyordu (Soph. Elenchi 33. 18).
Şunu da unutmamalıyız ki Devlet, Atina’nın ve onun politik, fiziksel felsefesinin ideal tarihini içerdiği düşünülen büyük bir çalışmanın üçüncü parçasıdır. Critias’ın parçaları; Truva ve Arthur’un hikâyelerinden sonra gelen dünyaca ünlü bir kurgunun doğuşuna ışık tutmuştur. Ayrıca, on altıncı yüzyılın ilk denizcilerine ilham olmuştur. Atlantis Adası halkına karşı Atinalıların savaşını konu alan bu mistik hikâyenin, Solon’un yarım kalan şiirinde geçiyor olması gerek. Bu hikâye, Antik Yunan yazıtları ve Homeros’un şiirleri ile yakın ilişkidedir. Perslerin ve Yunanların arasındaki çatışmayı yansıtan bir Özgürlük mücadelesi (Tim. 25 C) olarak anlatılırdı. Timeos’un girişinde, Critias’ın bölümlerinde ve Yasalar’ın üçüncü kitabında da Platon’un bu ileri savını nasıl ele aldığını görebiliriz. Niçin o harika fikirden vazgeçildiği konusunda yalnızca tahminde bulunabiliriz. Belki Platon, bu kurmaca tarih içindeki tutarsızlığa karşı hassaslaşmıştır ya da belki artık ilgisini çekmiyordur ya da belki de yılların deneyimi engel olmuştur bitirmesine. Bizler kendimizi, eğer ki bu hayalî anlatı bitirilseydi Platon’u Helenik bağımsızlığa (Yasalar III. 698) karşı bir sempati sergilerken Maraton kasabası ve Salamis üstünde bir zafer marşı söylerken bulabileceğimiz hayaliyle mutlu edebiliriz. Belki orada, Atina İmparatorluğunun büyüklüğünü seyrederken Heredot’un taklidini yaparak -“Atinalıların Yunanistan’daki diğer devletleri büyüklük olarak geçmesine yol açan bu ifade özgürlüğü ne kadar da cesur!” diye haykırırdı- ya da belki de Atina’nın eski düzeninin zaferine, Apollon ve Athena’nın lütfuna atıfta bulunurdu. (Critias, Giriş)
Yine, Çiçero’nun De Republica’sı, St. Augustine’in Tanrı’nın Şehri kitabı, Thomas More’un Ütopya’sı ve daha nice aynı şekilde yazılmış hayalî devletlerin hepsi Devlet’in içinde görülebildiği için Platon, epeyce büyük bir hayran kitlesinin şefi (ἀρχηγός) ya da lideri olarak kabul edilebilir. Aristo’nun ya da Aristocuların ona Siyaset bilimindeki borçlarının büyüklüğü pek göze çarpmadı. Bunun dile getirilmesi çok daha önemli çünkü Aristo’nun kendisi bunu dile getirmemişti. Bu iki filozof, aslında düşündüklerinden daha çok birbirlerine benziyorlardı ve muhtemelen, Aristo’nun yazılarındaki bazı Platonsal parçalar hâlâ fark edilmedi bile. İngiliz felsefesinde de birçok benzeşim fark edilebilir. Sadece Cambridge Platoncularında değil, Berkeley ve Coleridge gibi büyük ve özgün yazarlarda da Platon’un fikirlerine rastlanabilir. Ortada, zihnin hayal bile edemeyeceği deneyimlerden daha üstün bir doğru var: Bizim neslimizin hevesle ortaya koymuş olduğu ve daha da yer kazanmakta olan bir inanç. Rönesansla birlikte yeni fikirler ortaya koyan Yunan yazarların üstünde Platon’un tartışılmaz bir etkisi olmuştur. Platon’un Devlet’i aynı zamanda eğitim alanındaki ilk bilimsel tez olma özelliğini taşır. Milton, Locke, Rousseau, Jean Paul ve Goethe’nin yazıları da onun torunları sayılır. Dante ve Bunyan gibi, Platon da ölümden sonraki hayatı tasvir eder; Bacon gibi, bilginin ahengi karşısında büyülenmiştir; ilk kilisede teoloji ve siyaset edebiyatının uyanışı hakkında araştırmalar yapmıştır. Onun sözleri başka çağlarda ‘ikinci el’ (Semp. 215 D) olarak kullanıldığında bile, yüce doğalarının yansımalarını içlerinde gören insanları mest eder. O, felsefede, siyasette ve edebiyatta idealizmin babasıdır. Çağdaş düşünürler ve devlet adamlarının, bilginin bütünlüğü, hukukun üstünlüğü ve cinsiyetlerin eşitliği gibi fikirlerinin çoğu onun hayallerinin öngörüsüdür.
İlk olarak, adaletli ve alnı açık Kephalos’un ele aldığı, daha sonra da Sokrates ve Polemarkhos’un ele aldığı, Thrasymachus’un çizdiği ve Sokrates’in bir kısmını açıkladığı karikatürlerde geçen, Glaukon ve Adeimantos tarafından soyutlaştırılmış ve Sokrates tarafından üretilen ideal devlette tekrar tüm hatlarıyla görülebilen adaletin arayışıdır Devlet’in ana konusu. Yöneticilerin ilk görevi, Eski Yunan tarzıyla betimlenmiş; sadece yüksek bir seviyede ahlak ve din, öte yandan sadece basit düzeyde müzik ve jimnastik, erkeğe yakışır şekilde bir şiir ve de bireyle devlet arasındaki büyük uyumu içeren bir eğitim olmalıdır. Hâl böyle olunca biz de hiçbir vatandaşın bir şeyin ‘mutlak sahibi’ olmadığı, ‘evlenmenin ya da boşanmanın’ var olmadığı, ‘yöneticilerin filozoflar, filozofların yöneticiler’ olduğu, daha başka ve oldukça yüksek dereceli, dinî ve ahlaki bilgilerin yanında fen ve sanat bilgilerinin de öğretildiği, sırf gençlik yıllarını kapsayan değil hayat boyu süren bir eğitimin sürdürüldüğü yüce bir devlet fikrini düşünmeye itiliyoruz. Böyle bir devletin bu dünyada gerçekleştirilmesi çok zor ve yapılsa bile çabuk bozulur. Asker kökenli ve onuruna düşkün bir hükûmet ancak bu ideali başarabilir. Fakat sonrasında, bu sistem bozularak demokrasiye dönüşür, pek mümkün gelmese de demokrasinin, sonunda diktatörlüğe dönüşme ihtimali vardır. ‘Yaşam çarkı tam bir turu tamamladığında’ yeni bir hayat başlamaz insanlar için. En iyisinden en kötüsüne geçeriz ve tam orada her şey biter. Konumuz sonra hemen değişir ve Devlet’in önceki bölümlerinde daha az tartışılan şiir ve felsefe konuları gün yüzüne çıkar, bunlar hakkında nihayetinde bir çözüme varılır. Şiirin, gerçeklikten üç kez uzaklaştırılarak oluşturulmuş bir taklit olduğu ve diğer coşkulu ozanlarla birlikte Homer’in de bir taklitçi olarak hüküm giydirilip sürgüne mahkûm edildiği kanısına varılır. Ve devlet fikri, sonrasındaki yaşamın gösterilmesiyle desteklenir.
Kitabın bölümlere ayrılması, benzerlerinde olduğu gibi büyük ihtimalle Platon’dan sonra gerçekleşmiştir. Aslında bölümler beş tanedir; (1) Kitap 1 ve Kitap 2’nin “Glaukon ve Adeimantos’un zekâsına hep hayran kaldım.” cümlesiyle başlayan paragrafa kadarki kısmında, ilk bölümde popüler ve sofistike adalet fikirleri çürütülür ve bitişinde de bazı önceki Diyaloglar’daki gibi, hiçbir net sonuca varılmamış olunur. Bu şekilde, genel yargıya bağlı olarak bir adalet tanımlanmaya çalışılır ve şu soruya bir cevap aranır: Bütün o kalıplardan sıyrıldığı zaman, adalet nedir? İkinci bölüm (2), ikinci kitabın kalan kısmıyla birlikte, ilk devletin ve ilk eğitimin kurgusuyla ilgili olan üçüncü ve dördüncü kitabın tamamını içerir. Üçüncü bölüm (3) beşinci, altıncı ve yedinci kitapları kapsar. Bu bölümde ana konu adaletten ziyade felsefedir. İkinci devlet, bu bölümde komünizm ilkelerine göre kurulur ve filozoflar tarafından yönetilir. Doğruyu düşünme eylemi de sosyal ve siyasi erdemler seviyesindedir. Sekizinci ve dokuzuncu kitaplarda (4) devletlerdeki ve ona denk gelen bireylerdeki çarpıklıklar başarılı şekilde incelenir. Hazzın doğası ve diktatörlük ilkesi, birey bazında çözümlenir. Onuncu kitap ise (5) artık her şeyin sonuca vardığı yerdir. Şiirle felsefe arasındaki ilişkiler nihayet belirlenir. Vatandaşların hayattaki mutlulukları da artık garantilenmiş durumdadır ve şiirle felsefenin görüşleriyle taçlandırılır.
Ya da daha genel olarak iki parçaya bölünebilir; ilk kısım (I-IV. kitaplar), Eski Yunan’a ait din ve ahlak fikirlerine örtüşür şekilde bir devlet tanımı içerir, ikinci kısımda ise (V-X. kitaplar) Eski Yunan kafa yapısına sahip devlet, felsefenin ideal krallığına dönüşür. Bu krallığa göre bütün hükûmetler çarpıktır. Bu iki görüş birbirine tamamen zıttır ve bu zıtlık, sadece dâhi Platon tarafından aydınlatılır. Devlet, tıpkı Phaidros gibi (Phaidros’un giriş kısmında görebilirsiniz.) kusurludur. Felsefenin ulu ışığı, sonunda sönüp cennete giden bir Eski Yunan tapınağının nizamını delip geçer. (592 B) Bu noksanlığın, planın büyüklüğü yüzünden mi yoksa yazarın ortaya döktüğü unsurların, zihnindeki uyumsuz uyumu yüzünden ya da çalışmanın farklı zamanlarda birleştirilmesi yüzünden mi olduğu soruları da İlyada ve Odesa’nınki gibi sorulmaya değer ama yanıtı bulunamayan sorulardır. Platon zamanında düzgün bir yayın şekli yoktu ve hiçbir yazarın da yazıtını değiştirmeye ya da ona eklemeye gönlü elvermezdi. Zaten yazdıklarından da sadece birkaç arkadaşı haberdar olurdu. Çalışmalarını bir süre kenara bıraktığını ya da zaman zaman bir başka eserine çalışmaya geçtiğini düşünmek hiç de saçma olmaz. Hatta verilen bu aralar, kısa yazılardan ziyade uzun olanlarda daha çok gerçekleşmiştir. İçeriklerine bakarak Platon’un yazılarını kronolojik olarak sıralamaya çalıştığımızda, her bir Diyalog’un bir kerede yazılmamış olması zorlayıcı bir etkendir. Bu durumun, Devlet ya da Yasalar gibi uzun yazılarda karşımıza çıkması daha mantıklı olurdu. Öte yandan, belki de Devlet’teki bu uyuşmazlıklar, filozofun birbirine yakıştırmaya çalıştığı uyumsuz ögelerden doğuyor olabilir. Ya da belki bizim gözümüze görünen bu uyumsuzluk, filozofa bu kadar bariz gelmemiştir. Yıllar boyunca büyük yazarların kendi kendilerine farkına varamadıkları bir yargı bu. Yazılarında bir bağlantı olması gerektiğinin ya da eserlerinde kendilerinden sonrakilere görünen sistemsel boşlukların farkına bir şekilde varamadılar. Edebiyat ve felsefenin ilk zamanlarında, tahmin yolları pek eskimiş ve de kelimelerin anlamları tam olarak tanımlanmış olsa da dil ve düşüncenin ilk denemelerinin içinde, şimdikinden daha çok tutarsızlık meydana çıkıyordu. Tutarlılık ise zamanla gelişen ve insan zihninin bazı muhteşem yaratılarının hepsinin ihtiyaç duyduğu bir şeydi. Bu şekilde değerlendirilen bazı Platon Diyaloglar’ı, bizim çağdaş fikirlerimize göre, biraz yarım yamalak görünüyor ama bu yarım yamalaklık kesinlikle hepsinin farklı kişiler tarafından ya da farklı zamanlarda yazıldığına işaret etmez. Devlet’in kesinti olmadan ve sürekli bir uğraşma ile yazılmış olduğu gerçeği, eserin içindeki her bir bölümde bir şekilde ispatlanabilir durumda.
İkinci başlık, “Adalete İlişkin”den ne Devlet ne Aristo ne de diğer eski filozoflar alıntılar yapmıştır. Platon’un diğer Diyaloglar’ının ikinci adları gibi daha sonraki zamanlara ait olduğu düşünülebilir. Morgenstern ve bazıları, sözde amaç olan adaletin tanımının mı yoksa devletin yapısının mı kitabın asıl amacı olduğunu sorgulamışlardır. Yanıt ise ikisinin birden olduğudur. Yani ikisi de doğrudur. Devletin düzeni adalettir ve devlet de insan toplumunda adaletin gözle görünen, somut örneğidir. Biri ruhken diğeri vücuttur. Eski Yunan’daki devlet fikrinde de tıpkı ideal insan fikrindeki gibi, adil kafa adil vücutta bulunur. Hegelci söyleyişe göre devlet, adaletin idea olması fikrine dayanır. Ya da Hristiyan dilinde olduğu gibi, Tanrı’nın krallığı içimizdedir ve bir Kiliseye ya da görünür bir krallığa dönüşür; “ebedî cennetler içinde, insan eliyle yapılmamış bir ev” şeklinde dünyevi bir yapıya benzetilebilir. Yahut Platon gibi açıklamak gerekirse adalet ve devlet birer eğriliktir ve bu eğrilik yapının her yerinde görülebilir. Devletin oluşumu tamamlandığında, adalet olgusu tamamen göz ardı edilmiyor fakat eser boyunca -birey ruhunun içsel kuralları veya sonunda öbür tarafta vuku bulan ödül-ceza sistemi gibi- farklı adlar altında geçiyor. Erdemler, alışverişteki ortak dürüstlüğün karanlıkta kaldığı bir adalete dayalı. Adalet ise dünyadaki ahenk olarak tanımlanabilen doğruluk inancına dayalı. Bu adalet, hem devletin kurumlarında hem de tanrısal toplulukların eylemlerinde görülebilir. (Tim. 47) devletin ahlaki tarafından çok siyasi yönünü ele alan ve çoğunlukla dış dünyayla ilgili varsayımlar içeren Timeos’ta bile; devlete, doğaya ve insanlara hükmetmek için aynı yasaların gerekli olduğu geçer.
Yine de bu soru hem eski hem çağdaş zamanlarda çok sorulmuştur. Doğadaki ve sanattaki bütün eserlerin tasarım olarak adlandırıldığı bir eleştiri evresi vardır. Eski yazılarda (ya da genel olarak edebiyatta) genelde asıl tasarımın içinde kavranamayan büyük bir unsur kalır. Plan, yazarın elinden çıktığı için yazarken kendisine yeni fikirler geliverir. Başlamadan önce görüşünü yazının sonuna kadar nasıl yazacağını hesaplayamaz. Kitabın tamamının altında bir anlam arayan okuyucu en muğlak ve en genel olanı kapmalıdır. Bu yüzden, devlet fikrinin sıradan şekilde açıklanmasından memnuniyetsizlik duyan Stallbaum, kendine göre doğru açıklamayı “tamamen adaletle inşa edilmiş ve doğruya bağlı olarak yönetilen bir devletteki insanların hayatının temsili” olarak yapar. Böyle genel betimlemelerin içinde bazı işe yarar noktalar olabilir ama bunların, yazarın tasarımını yansıttığı pek de söylenemez. Doğrusu şudur ki ne bir taneden bahsettiğimiz gibi birkaç tasarımdan bahsedebiliriz ne de zihnin kendiliğinden vardığı ve genel amaçla çelişmeyen büyük plandaki herhangi bir kısmı çıkarmamız gerekir. Bir binada, plastik sanatlarda, şiirde, düzyazıda ne türde veya ne derecede bir uyum aranması gerektiği, bilim alanına göre belirlenmelidir. Platon’a göre ‘yazarın amacının’ ya da ‘Devlet’in başlıca tezinin ne olduğu’ sorgusu pek de anlaşılamaz ve böylece, ikisi de boş verilmelidir. (Phaidros’a Giriş, vol. I.)
Devlet, Platon’un zihninde devlet şeklinde yansıtılan üç ya da dört büyük gerçeğin bir aracı değil mi? Yahudi elçilerinin bahsettiği Mesih’in saltanatındaki gibi ya da “Hz. İsa’nın Günü”, Tanrı’nın çile çeken kulları ya da “Şifalı kanatlarıyla bize muhteşem dini ülkülerini taşıyan Doğruluk Güneşi” gibi, Platon da kitabında betimlediği Yunan Devleti aracılığıyla aslında bize, -gözle görülen dünyadaki güneş gibi- ilahi mükemmeliyet, insan mükemmeliyeti -yani adalet- küçükken başlayan ve sonraki yıllarda devam eden eğitim, insanlığın şeytani hükümdarları ve düzmece öğretmenleri olan ozanlar, sofistler ve diktatörler, onların vücut bulmuş hâli olan bu dünya ve dünyada var olmayıp cennette varlığını sürdüren ama insan hayatının düzenini belirleyen bir krallık hakkındaki düşüncelerini aktarıyor. Güneş ışınlarının onları delip geçtiği anda cennetteki bulutların olduğu kadar kendi içinde bütünlüğe sahip bir yaratı yoktur. Felsefi kurguda karanlığın ve aydınlığın, doğrunun ve doğruyu örten kurgunun herhangi bir türü kabul edilebilir. Hepsi aynı düzlemde değildir; fikirlerden mit ve kanılara, hakikatlerden mecazlara kolayca geçiş yapılır. Bunun -en azından büyük bir kısmı- düzyazı değil şiirdir ve tarihsel olasılıklara veya mantık kurallarına göre yargılanmamalıdır. Yazar, kendi fikirlerini sanatsal bir bütün şekline sokmaya çalışmaz; fikirleri onu ele geçirir ve artık ona fazla gelmeye başlar. Bu yüzden, Platon’un aklındaki gibi bir devlet yapısının hayata geçirilip geçirilemeyeceğini ya da yazarın aklına ilk olarak Devletin dışsal yapısının mı yoksa içindeki hayatın yapısının mı geldiğini sorgulamak mantıksız kaçar. Fikirlerinin hayata geçirilemeyişiyle doğrulukları arasında bir bağlantı olmadığı ve eriştiği en üst düşüncelerin, gerçekten en üst derecede “tasarım”ı taşıdığı kabul edilir ki bu tasarım, devletin dış çerçevesinden ziyade adalet, adaletten ziyade doğrudur. Muhteşem diyalektik bilimi ve fikirlerinin organizasyonunda aslında gerçek bir içerik yoktur. Onun yerine, bütün zamanların ve varoluşun izleyicisinin, üst bilgiyi kovalaması için gerekli olan bir tür yöntem ya da güç olduğu söylenebilir. Beşinci, altıncı ve yedinci kitaplarda Platon, “kurgunun zirvesi”ne ulaşır ve bunlar; çağdaş bir düşünürün ihtiyaçlarını karşılayamasa da eserin en özgün kısımları oldukları için en önemli kısımları sayılabilirler.
Konuşmanın geçtiği hayalî tarihe -diğerleri gibi kendisi tarafından da ileri sürülen MÖ 411 yılına- dayalı olarak bir kurgu yazarı ve Platon gibi kronolojik sırayı önemsememesi (Devlet. I. 336, Semp. vb.) ile ünlü, sadece genel ihtimalleri hedefleyen Boeckh tarafından yöneltilen küçük bir soruyu uzun uzadıya tartışmaya lüzum yok. Devlet’te adı geçen kişilerle bir gün bir yerde karşılaşması, kırk yıl sonra bu eseri okuyan bir Atinalı ya da kitabı yazdığı sırada Platon için (Oyunlarından birini düşündüğümüzde Shakespeare’in yaşadığından daha büyük değildir.) bir zorluk sayılmaz. Ve bizim de canımızı sıkmaz. Yine de bu cevabı olmayan bir soru olduğu için “hâlâ sorulmaya değer” bir soru olabilir çünkü görünen o ki tarihsel açıdan, Platon zamanlarıyla tartışamayız. Kronolojik sorunları önlemek için onları zoraki bir uzlaşmaya vardırmak zaman kaybı olur. Mesela şunlar da kronolojik sorunlardan sayılabilir, C. F. Hermann’ın varsayımına göre, Glaukon ve Adeimantos, Platon’un kardeşleri değil amcalarıdır, (Apol.) ayrıca Stallbaum’un düşüncesine göre Platon, bazı Diyaloglar’ın yazıldığı tarihlerdeki kronolojik hataları bilerek bırakmıştır.
Devlet’teki başlıca karakterler Kephalos, Polemarkhos, Thrasymachus, Sokrates, Glaukon ve Adeimantos’tur. Kephalos sadece giriş kısmında görünür, Polemarkhos ilk tartışmanın sonunda çıkagelir ve Thrasymachus ilk kitabın sonunda sessizliğe gömülür. Ana tartışma Sokrates, Glaukon ve Adeimantos arasında geçmektedir. Topluluğun içinde Lysias (hatip) ve Euthydemus, Kephalos’un oğulları, Polemarkhos’un kardeşleri, yabancı bir Charmantides de vardır ama bunlar sessiz izleyicilerdir. Ayrıca bir de sadece bir kere Diyalog’da adı geçince söze giren ve Thrasymachus’un arkadaşı gibi duran Kleitophon vardır.
Evin reisi Kephalos, uygun bir şekilde fedakârlık teklif etmekle meşguldür. Neredeyse ölmek üzere olan ve kendi de dâhil bütün insanlıkla barışık yaşlı bir adam gibidir. Artık bir ayağı çukurdadır ve geçmiş hayatıyla ilgili düşünüyordur. Sokrates’in onu ziyarete gelmesine hevesli, önceki neslin şiirlerine meraklı, hayatını iyi geçirdiği için mutlu ve gençliğin verdiği arzuların iktidarından kurtulduğu için hoşnuttur. Lakırdı sevgisi, zenginlere karşı kayıtsızlığı ve ilgisi, hatta gevezeliği çok ilginç özellikleridir. Bütün zihni para kazanmayla meşgul olduğu için söyleyecek hiçbir şeyi olmayanlardan biridir. Ama zenginlerin, insanları para sayesinde sahtekârlık ve yalancılığa cezbetme avantajı olduğunu da kabul eder. Sohbete olan sevgisi, ona verilen ilahi görevden daha az olmayan ve de bütün insanlıkla, gençlerle ve yaşlılarla ilgili soruları soran Sokrates’in ona gösterdiği ilgi de gözden kaçırılmamalıdır. Hayatı bunun capcanlı bir örneği iken adaletle sorusunu gündeme getirmek Kephalos’tan başka kime yakışabilirdi ki zaten? Yalnız Kephalos’un değil, genel olarak Yunanların kafasında yaşlılıkla özdeşleştirdiği ölçülülük, varoluşun kabul edilebilir bir özelliğidir ve Çiçero’nun De Senectute’taki abartısıyla çelişir. Ömrün sonbaharı Platon tarafından olabilecek en manalı ama mümkün olduğunca da duyarlı şekilde açıklanmıştır. Çiçero’nun belirttiği gibi (Ep. ad Attic. iv. 16) yaşlı Kephalos, ne anlayabildiği ne de dramatik edebi bozmadan katılabildiği sonraki tartışmaların dışında kalmış olurdu. (Laches’teki Lysimachus, 89)
“Oğlu ve varisi” Polemarkhos, gençliğin getirdiği dobralık ve aceleciliğe sahiptir; giriş sahnesinde Sokrates’i, kadın ve çocuk konularında alıkoyması ve bırakmaması ile tanınır. Tıpkı Kephalos gibi sınırlı bir bakış açısı vardır ve hayatta prensiplerinden ziyade kuralları olan, herkesçe bilinen bir ahlaki dönemi temsil eder, babasının Pindar’dan yaptığı gibi Dimonides’den (Aristotales, Bulutlar, 1355 ff.) alıntı yapar. Ama bundan sonra da söyleyecek bir şeyi kalmaz, verdiği cevaplar da Sokrates’in diyalektiği ile ortaya çıkardıklarından başkası değildi. Glaukon ve Adeimantos gibi Sofistlerin etkisiyle henüz karşılaşmamıştı. Dolayısıyla onları reddetme ihtiyacı da hissetmiyordu. Sokrates öncesi ya da diyalektik öncesi de denebilecek döneme aittir diyebiliriz. Zaten tartışmayı beceremez durumdadır ve Sokrates de onu ne dediğini bilmez duruma getirip sersemletir. Adaletin bir hırsızlık ve erdemlerin sanatın benzeşimi olduğuna inandırılmıştır. Kardeşi Lysias’tan (Eratosth’un zıttı. s. 121), Otuz Tiran’a kurban gittiğini öğreniyoruz ama burada ne kaderiyle ilgili bir ima ne de Kephalos ile ailesinin Sirakuzalı olduğu ve Thurii’den Atina’ya göçtüğüne dair bir durum var. Phaidros’ta daha önce duyduğumuz “Kadıköylü dev” Thrasymachus, Platon’a göre Sofistlerin en kötü özelliklerinin canlı örneğidir. Kibirlidir ve rüzgâr gibi gürler. Para vermedikçe konu açmaktan kaçan, konuşmayı seven ve böylece de kaçınılmaz Sokrates’ten de kaçabilen biridir. Fakat tartışmada ancak bir çocuk gibi kalır ve onun çenesini kapatacak -Platon gibi konuşmak gerekirse- bir sonraki “hamle”yi öngöremez. Genel fikirleri ifade edebilme evresine ulaşmıştır ve bu hususta Kephalos ve Polemarkhos’tan öndedir. Fakat bir tartışma içinde bunları savunmada yetersizdir ve yaşadığı kafa karışıklığını alayla ve küstahlıkla saklamaya çalışır ama başarılı olamaz. Bunun gibi öğretilerin ona Platon ya da diğer Sofistler tarafından atfedildiği kesin olmasa da felsefenin ilk zamanlarında ahlak konusundaki ciddi yanlışlıklar kolayca büyüyebilir. Bu bilgi kesinlikle insanlara Thucydides tarafından verilmiştir ama günümüzde biz, tarihsel gerçeklerle değil Platon’un Thucydides tanımıyla alakadarız. Münazaranın eşitsizliği, bu sahnenin komikliğine komiklik ekliyor. Şatafatlı ve içi boş Sofist; içindeki bütün gösteriş kaynaklarına ve zayıflıklara dokunmayı bilen bu diyalektik ustasının ellerinde tamamen çaresiz durumdadır. Sokrates’in alayları karşısında bayağı sinirlenmiş ama gösterişli ve ahmakça öfkesi kendisini saldırganının hamlelerine daha açık hâle getirmekten ileri gitmemektedir. Laflarını onlara yedirmeye kararlıdır ya da kendi deyişiyle “ruhlarına yedirmeye” ve Sokrates’ten bir korku işareti beklemektedir. Öfkesinin durumu neredeyse tartışmanın gidişatı kadar dikkate değerdir. Hiçbir şey onun yenildikten sonraki uysallığı kadar güldürücü değildir. İlk başta tartışmayı isteksizce devam ettiriyor gibi görünür ama sonrasında rızası olduğu görülür ve hatta sonraki aşamalar için ilgisi olduğunu birkaç yerde itiraf eder. Glaukon tarafından saldırıya uğradığında (vi. 489 C, D) Sokrates onu, “hiç düşmanı olmamış, hep dostu olmuş biri” gibi esprili bir şekilde korur. Çiçero, Quintilianus ve Aristo’nun Retorik’inden; Platon’un bu kadar gülünç duruma düşürdüğü bu sofistin, sonraki çağlarda yazılarının hâlâ korunduğunu öğreniyoruz. Onunla aynı zamanlarda yaşamış olan Herodicus’un (Aris. Reto. ii. 23, 29) onun adına yaptığı oyun, “savaşta hiç cesur olmamasına rağmen” onun hakkındaki bu tanımın gerçeklikten uzak olduğunu gösteriyor.