Kitobni o'qish: «Sultanlığın Sonu»
SULTANLIĞIN SONU
Bekârlık sultanlıktır!
Evlilerin meseli
I
Sultanlığın Başı
Büyük zelzele İstanbul’u altüst etmişti! Eski duvarlar yıkılmış, çürük çatılar çökmüş. Sancaktar Hayrettin Mahallesi’yle üstündeki Çınar Mahalleciği sanki birdenbire asırların ağırlığı altında ezilen vahşi bir harabe hâlini almıştı. Hekimoğlu Ali Paşa Camisi’nin avlusunda Koca Mustafa Paşa Caddesi’ne inen ince yolun duvarları da on beş gün evvelki korkunç sarsıntıya dayanamamıştı. Gelip geçenler taş yığınlarının üstünden aşıyorlardı. Çınar’ın en büyük, en sağlam evi cami sokağından çıktıktan sonra sağa, yine sağa dönünce ilk gelen çıkmazın köşesine kadar uzayan ahşap bina idi. Şimdi yerinde yeller esen, şimdi yerinde havuzlu viran bir arsa, bir baldıran tarlası kalan bu ev Kaymakam Mahmut Bey isminde çoktan ölmüş bir adamındı. O vakit içinde bu kaymakamın -kocası dışarıda zabit olan- kızıyla yedi sekiz yaşındaki torunu otururdu. Merhum Mahmut Bey Ankaralıydı. Gençken memleketinde dehşetli hırçınlıklar yaptığı için hükûmet onu İstanbul’a sürmüş, zorla asker yapmıştı. Bu hırçın Anadolu çocuğu okumuş, yazmış, zabit olmuş, Kırım muharebesinde büyük yararlıklar göstererek yaralanmış, nihayet Hezargrat’taki güherçile fabrikasına müdür olmuştu. Rus muharebesine girdi; fakat sulhten sonra o kadar ihtiyarlamıştı ki artık gözleri görmüyordu. İstirahat için İstanbul’a gelmiş, bu konağı alıp yerleşmişti. Vakıa bina o vakte göre yeni bir üslupla yapılmıştı. Lakin mahalle halkı cami yolunun sağındaki konakla solundaki bu konağın vaktizamanında Hekimoğlu Ali Paşa’nın haremiyle selamlığı olduğunu söylerlerdi. Gözleri görmeyen bu ak sakallı ihtiyar, az zamanda mahallenin babası oldu. Hiç evinden dışarı çıkmadığı hâlde her işi ona danışırlardı. Ziyarete gelenleri seslerinden tanırdı. Çok dünya görmüş nikbin bir zattı. Ölünce bütün mahalle ağladı. Kazandığı hürmet konakla beraber kızına miras kaldı. Fatma Hanım, sanki Çınar’ın kraliçesi olmuştu. İmam, muhtar, bekçi her an emrine amadeydi. Kadın komşularından başka erkekler bile bayramlarda filan kapıya gelir, hâlini hatırını sorarlardı. Zelzele evleri yıkınca Fatma Hanım konağının büyük bahçesini bütün mahalleliye açtı. Belki on aile keçelerden, kilimlerden çergelerini meyve ağaçlarının altlarına kurdular. Bahçe kapısıyla havuzun arasındaki düz meydana, sanki bir kabile reisiymiş gibi Fatma Hanım’ın çadırı dikilmişti. Geceleri erkekler bir çergeye toplanıyorlar, kadınlar Fatma Hanım’ın çadırına doluyorlardı. Başka bir âlem başlamıştı. Şehir hayatından, ev hayatından birdenbire bedeviliğe dönen bu insanlar tabiatın korkunç tehdidini unutacak kadar seviniyorlardı. Mahalle kahvesinde oturmak tehlikeli olduğu için erkekler pek dışarı çıkamazlardı. Fatma Hanım bahçesindeki cemiyete “harem selamlık” teşkilatını gayet maharetle tatbik etmişti. Yeme, içme, iş, oturma, toplanma, uyku saatleri muayyendi. Sabahları erkenden erkekler işlerine gidiyorlardı. Öğleye kadar her aile kendi işiyle uğraşırdı. Öğleden sonra bir nöbet kadınlar toplanırlar, zelzele hakkında son duyulan havadisleri müzakere ederlerdi. Balat’ta bir müneccim vardı ki onun her dediği çıkardı. Mesela: “Çarşamba günü ikindi zamanı bir zelzele olacak!” derdi.
Bu bütün İstanbul’da inanılmaz bir çabuklukla yayılırdı. Bahçe halkı o saatte bahçenin ortasında küme olur, benizleri sararmış, nefesleri tıkanmış, müthiş sarsıntıyı beklerlerdi. Zelzele gelip geçti mi yine neşe başlardı. Evlerin tenhalığından sonra beklenilmeden meydana gelen bu cemiyet, bu dernek hayatı çocukları bile değiştirdi. Onlar da ayrıca toplanıyorlar, aralarında oyunlar icat ediyorlardı. Fatma Hanım’ın bahçesine göçen ailelerin içinde canca kazaya uğramış yalnız bir adam vardı: Sabri Bey! Henüz yirmi beş yirmi altı yaşına giren bu delikanlı maliyede kâtipti. Çıkmaz sokağın küçük bir evinde ihtiyar anneciği ile oturuyordu. Zelzelenin akabinde eve koşunca anneciğinin ölüsünü bulmuştu. Doktorlar “Kalp hastalığı varmış!” dediler, cenazesi umumi felaket içinde tam iki gün kaldırılamadı! Fatma Hanım işte bu dâr-ı dünyada tek başına kalan Sabri Bey’i sokakta bırakamadı.
“Şimdi han yok, hamam yok, otel yok… Zavallı nerede yatacak?” dedi.
Ona da bekârlığına bakmayarak bahçenin bir köşesinde küçük, minimini, bir kişilik bir çerge kuruldu. Sabri Bey yemeğini dışarıda yiyordu. Fakat kederinden rakıya başlamıştı. Bayağı zamanlarda donuk, mahcup bir mizaç sahibi olan bu genç, yeni dadandığı bu içki sayesinde öyle hoş bir meşrep sahibi olmuştu ki gece toplanan erkekleri anlattığı şeylerle gülmekten katıltıyordu. Saffet Bey -mahallenin ihtiyarlarından biriydi- onu dinler, dinler:
“Aman ya Rabbi! Bu zelzele bize neler gösterdi! İçimizde böyle bir meddah varmış da hiçbirimizin haberi yokmuş!” derdi.
Sabri bir hafta içinde bahçeyi düğün yerine çevirdi. Anneciğinin ölümünü unutmuştu. Hatırlatanlara:
“Dünyaya kim kazık dikecek? Bugün varsak yarın yokuz!” derdi.
Son zamanlara kadar hiç münasebette bulunmadığı mahallenin akşamcıları, şimdi aziz arkadaşlarıydı. Bu akşamcılar yedi kişiydi.
Reisleri Saib Bey, serasker kapısı kâtiplerinden otuz beşlik şişman, kumral bir zattı.
Nihat Bey’le Hamdi Efendi evkafa giderlerdi. Hüsnü Efendi yağ tüccarıydı. Ali Usta yapı kalfasıydı. Rıdvan mahallenin yorgancısıydı. Arap Salih hem mahallenin yamacısı hem de Fatma Hanım’ın uşağıydı. Konağın altındaki dükkânların birinde bedava otururdu. Meze tertibatını yapan, Samatya’da Gümüş Halkalı Meyhanesi’nin üstünde arkadaşlarına her şeyi vaktinde hazırlayan bu adamdı. Onun rakı parasını arifane ile bu akşamcılar pay ederlerdi. Zelzeleden iki gün sonra sevgili annesinin ölümüyle deli gibi olan Sabri’yi Gümüş Halkalı’ya işte bu Arap getirmişti. Mavi boyalı, eski kârgir binaya o:
“Ya zelzele olursa!” diye girmekten ürkünce:
“Meyhaneyi zelzele filan yıkmaz. Burası pirden dua almıştır!” derdi.
Hakikaten enkaz altında kalma korkusuyla ahşap evlerde oturamayan sarhoşlar bu büyük, köhne safkın altında toplanmaktan hiç korkmuyorlardı. Saib Bey, Sabri’yi görünce:
“Bize yeni bir arkadaş daha…” diye bağırdı.
“Bir akşamlık!”
“Yarın kendi gelir…”
Yalnız yorgancı Rıdvan sevinmedi:
“Ulan Arap! Sen sayımızı bozuyorsun! Şimdi sekiz olduk! Ya bu uğursuz gelirse!” dedi.
“Adam sen de…”
O akşam saat ikiye kadar içtiler. Ertesi sabah Sabri:
“Dünya varmış! Şimdi bir yaşıma daha girdim.” dedi.
Kafaları tütsüledikten sonra yıkık duvarlar arasında, fenersiz sokaklardan bahçeye dönüş hakikaten pek alaylı oluyordu. Sabri’nin sesi de güzeldi. Tam Sancaktar Yokuşu’na gelinceye kadar okurdu. Bahçeye sessizce girerler, herkes yemeğini yedikten sonra Saffet Bey’in yanına giderlerdi. Bu toplantılar bazen gece yarısını geçiyordu. Birdenbire mizacı değişen Sabri’yi kadınlardan bile tanımayan kalmadı. Zengin dayısı onu Galatasaray Sultanisi’nde okutmuştu. Fakat mektebi tamamlayamadı. Yine bu dayısının tanıdığı bir paşa onu 700 kuruş maaşla maliyeye koymuştu. Mektepte iken derslerden ziyade tiyatroya heves etmişti. Manakyan’ın, Hamdi’nin, Abdi’nin taklitlerini yapıyor, bütün hayvanların seslerini taklit edebiliyordu. Hele havlamaya başladı mı bütün mahallenin köpekleri bahçenin etrafına toplanır, uluyarak içeri gelmeye kalkarlardı.
Fatma Hanım:
“Zavallının felaketi büyük! Dar-ı dünyada kimsesi kalmadı, ne yapacağını bilmiyor!” der. Sabri’nin coşkunluğunu hoş görürdü. Saat bire geldi mi kadın erkek, çoluk çocuk bütün bahçe halkı Sabri Bey’i beklerlerdi. Mehtap da çıkmıştı. Sabri rakının neşesiyle, her gece başka bir eğlence çıkarırdı. Fatma Hanım’ın bahçesinde eğlenildiğini duyan diğer virane sakinleri de akşamları misafirliğe gelmeye başladılar. Bedevilik hayatı azıcık tesettür hırsını gevşetmişti. Kadınlarla erkekler birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Mesela Sabri’nin bulunduğu çergenin etrafına onu dinlemek için genç kadınlar, kızlar, hafif birer başörtüsüyle gelip oturma cesaretini gösteriyorlardı.
ASİLZADELER
“Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.”
“Evet, ben de bu fikirdeyim.”
“Ben de bu fikirdeyim.”
“Ben de.”
“Ben…” diye başlayıp lafını, her nedense tamamlamayan Efruz Bey yalnız “bu fikirde” değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi halis bir “asilzade” idi. Kökten, silsileden, anadan, babadan, ecdattan, taştan, topraktan asildi… Asalet yalnız kanında değil; etlerinde, sinirlerinde, lenfalarında, rielerinde, böbreklerinde, hatta kemiklerinde, kemiklerinin içindeki iliklerinde kaynıyordu. Çaya davet ettiği bu dört asil dostuna bugüne kadar kendi asaletinden hiç bahsetmemişti. Dördünü de mektepten tanıyordu. İkisi galiba Nişantaşı’nda oturuyordu. Hepsi zengindi. İçinde en beğendiği “Azizüssücufüzzırtaf”tı. Bu, ismini kendi gibi İstanbul’da hiç kimsenin bilmediği gayet meşhur, gayet büyük bir Arap şeyhinin oğluydu. Bu şeyh bir prensten büyüktü. Hemen hemen bir krala yakındı. Azizüssücuf babasının sarayını, altın mahfelli fillerini, içi civa dolu havuzlarda yüzen öd ağacından sandalları, Hint’ten, İran’dan, Turan’dan, Kafkasya’dan getirilmiş kızları anlatırken Efruz Bey kendini hayalî bir Elhamra’nın semavi bahçelerinde sanırdı. İşte bu, bir kral kadar büyük şeyhin oğlu tekrar:
“Asalet olmazsa bu memleket batar!” diyordu. Bunda şüphe mi vardı? Bunda şüphesi olan birtakım avam güruhu, reziller, fakirler, baldırı çıplaklardı. Efruz Bey çay fincanını küçük masanın üzerindeki tabağa koydu. Ayağa kalktı. Gözlerini büyülttü. Sağ kaşının ucunu biraz kıstı:
“Ben asil olduğum için tamamıyla bu fikirdeyim.” dedi, “Arıların, karıncaların, hasılı cemiyet hâlinde yaşayan bütün hayvanların bir beyleri var. Hayvandan başka hiçbir şey olmayan avam insanların da beyleri olmalı. Olmazsa…”
Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey lafını kesti:
“Meşrutiyet denilen hezeyan olur.”
“Fakat asalet meşrutiyete zıt mıdır, sir?”
Bu suali soran Müzekki Bey bıyıklarını İngilizvari tıraş ettirmiş, iri yarı, Türkçe dâhil olmak üzere on üç lisanın yazılarını yazan, lakin hiçbirinin kitaplarını okuyamayan bir gençti. Dünyada ne kadar futbol kulübü varsa hepsinin fahri azalarındandı. Babası Sabir Paşa henüz ne sürülmüş ne de tekaüte sevk edilmişti.
Nermin Bey:
“Şüphesiz.”
Efruz Bey:
“Zannetmem!..”
Münakaşalarda kaç taraf olursa o kadar tarafa tarafgir olma sanatını bilen Kâmuran Kara Tanburin Bey de:
“Asaletle Meşrutiyet birbirine hem zıttır hem değildir!..” dedi.
Annesinin otuz sene evvel Mısır Çarşısı’ndan alınan gelinlik takımlarıyla döşenmiş bu yarı alaturka, yarı alafranga odaya Efruz Bey “Salonum!” der, her perşembe öğleden iki saat sonra kibar, asil dostlarını kabul ederdi. Perşembe “kabul günü” idi. Evine asillerden, paşazadelerden başkasını kabul etmezdi. Kibar, zengin, asil bir aile içinde alafranga terbiye alarak büyümeyenler salonlara kabul edilmeye layık değildiler. Çünkü bunlar ne kadar yüksek mevkilere geçseler, hatta mebus, milyoner olsalar, yine “adab-ı muaşeret” denilen kaidelere, usullere kendilerini uyduramazlar, çizgili pantolonun altına sarı potin giyme nezaketsizliğini irtikap ederlerdi. Hele başlarından feslerini çıkarıp kapının yanındaki portmantoya bırakmamaları, salona, sokağa çıkar gibi fesle girmeleri tahammül olunur rezaletlerden değildi. Çayı tıpkı Şehzadebaşı’ndaki çayhanelerdeki Türklerin tavrıyla içerlerdi. Likör kadehini tutmasını, bisküvi almasını bilmezlerdi. Yemek yemesini, çay içmesini, reverans yapmasını bilmeyen insan mıydı? Hâlbuki bir salona ancak medeni sayılabilecek alafranga beyler girebilirlerdi. Efruz Bey’in çocukluğunda Galatasaray Sultanisi’nde tanıdığı arkadaşlarının hemen hepsi böyle “distingué”,1 böyle medeni idiler. Hususuyla bugünkü davetli arkadaşları, hepsi asildi. Biri krala yakın bir prens, diğerleri de kont, marki sayılabilirlerdi. Hepsi Terzi Mir’de giyinirlerdi. Küçük parmaklarındaki uzun tırnaklarla o kadar bedii bir tarzda şakaklarının yanlarını, burunlarının uçlarını kaşırlardı ki kendilerini görüp asaletlerine hükmetmemek mümkün değildi.
Salon sahibinin ikram ettiği Havana sigaralarını içiyorlar, elleri ceplerinde, ihtiyar koltuklara uzanmışlar, asil bir dalgınlıkla münakaşalarına devam ediyorlardı. Dizanterici Salih Paşa’nın oğlu Meşrutiyet’in esaslarından biri “müsavat” oldukça “asalet” için bir hak kalmayacağını ispata çalışıyordu. Tek gözlüğünün zinciri, yaka, kol düğmeleri, yüzükleri, saat kordonu, kravat iğnesi, hasılı dişlerinin kuronlarından potininin düğmelerini ilikleyecek alete varıncaya kadar üstünde madenden ne varsa hep altın olan Nermin Bey, mutaassıp bir asalet taraftarı idi. İnce, sarı, narin yüzünün, müphem bakışlı gözlerinin öyle baygın, öyle nezih bir hâli vardı ki buna ancak “asalet” denebilirdi. Babası çok zengindi; okuyup yazması yoktu. Bununla beraber doktordu. İlaçlarından yarım kutusu İstanbul halkınca kırk elli lira ederdi. Bu büyük adamın nereden, ne vakit geldiği pek malum değildi. Yalnız Nişantaşı’ndaki kaşanesi, Boğaziçi’ndeki çifte korulu yalıları, çatanaları, Beyoğlu’ndaki apartmanları biliniyordu. Hürriyetin ilanı akabindeki kim olduğu şimdi tamamıyla unutulan bir gazeteci, “Dizanterici Salih Paşa vaktiyle ne idi?” unvanlı gayet merak uyandırıcı bir hikâyeye başlamış, birinci kısmını neşretmişti. Bu makalede otuz sene evvel Salih Paşa’nın Tunus’ta dilencilik ettiği, İstanbul’da evvela falcılığa girişerek sonra dizanteriye ilaç vermeye başladığı, dizanteri ilacı sayesinde saraya mensup bir ak ağayla bir harem ağasının yirmi beş senelik memelerini iyi ettiği, mahareti duyulunca saraya alınıp o günden itibaren dizanteri tedavisine siyaset karıştırdığı ifşa olunuyordu. Ertesi gün herkes makalenin mabadını bekledi. Fakat bu mabat çıkmadı. Salih Paşa’nın birkaç kutu ilaç bahanesiyle bu gazetecinin ağzını kapatmış, o da yapacağı münasebetsiz müverrihlikten vazgeçmişti. Daha sonra diğer serseri gazeteciler de Salih Paşa’ya bentler uydurup şantajlar yapmaya kalkışmışlardı.
Paşanın davası hepsini mahkemeye sürükledi. Hakikati tafsilatıyla bilmedikleri için mahkûm oldular. Tabii sustular.
Müzekki Bey:
“Asalet için ilk lazım olan şey meşrutiyettir.” dedi, “İşte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan’a hâkimdir. Daha hesaba gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere bu meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan’ın, Mısır’ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek ‘asalet’ mevkisini almıştır. Asıl İngiltere’ye gelince meşrutiyet sayesinde orada her şey asillerin, lordların elinde demektir. Hatta arazi bile… İskoçya, İrlanda, Britanya, hasılı bütün İngiltere birkaç bin lordun malikânesi demektir. Halk arasında zekâsıyla, dehasıyla hükûmette yükselenler yeni baştan lord olurlar. Asalet kesbederler. Sonra yüksek mevkilere geçerler. Eğer İngiltere’de meşrutiyet olmasaydı, iki yüz elli seneden beri ‘avam’ denilen herifler ayağa kalkar, lordların canına okurlardı.”
....
Müzekki Bey, eski devirde olduğu gibi yeni devirde de babasının daima ikbal mevkisinden inmeyeceğini bilirdi. Her şey gibi meşrutiyet telakkisini de değiştiriyor, âdeta bu tarzın istibdattan daha müthiş bir idare olduğunu zannettirecek tarihî misaller getiriyordu.
Babası İngiliz taraftarıydı. Sefaret tercümanı her hafta evlerine gelir, siyasetin yeni safhalarından onlara malumatlar telkin ederdi. Hakikatte Müzekki Bey İngiltere’yi vatanından ziyade severdi. Bunu hiç saklamaya lüzum görmez, herkese çekinmeden:
“Biz, İngilizler sayesinde yaşıyoruz.” derdi, “Yoksa ne Abdülhamit bizi rahat bırakırdı ne de İttihatçılar çetesi… Başımız sıkıya geldi mi hemen onlara koşacağız. Tabii onları severiz.”
Efruz Bey’in en hoşuna giden onun bu hâliydi.
“Ne karakter, ne karakter! Sanki anadan doğma bir İngiliz…” derdi. Fakat Azizüssücuf, Müzekki’den pek hazzetmez:
“Yalnız kendini asil zannediyor!” diye omuz silkerdi.
Misafirlerinin asalet, meşrutiyet münakaşasını dinleyen Efruz Bey, meşrutiyete hiç ehemmiyet vermiyor, hep asalete ait sözlere dikkat ediyordu. 31 Mart İnkılabı’ndan sonra onun ruhunda da birden derin bir inkılap tutuşmuş, yine birden sönmüştü. Böyle politika gürültülerinin, şakşakların, adilik, cahillik olduğunu anlamıştı. Şimdi ne meşrutiyet taraftarıydı ne de istibdat.
“Ben kibarım, ben asilim. Böyle şeylerle uğraşmak bana yakışmaz!” diyordu. Kahramanlıklarını, verdiği nutuklarını, nümayişlerini, mevkilerini -hiç vaki olmamış gibi- unuttu. O kadar unuttu ki memlekette siyasi bir tebeddül olup olmadığının bile farkında değildi. Hep Beyoğlu’nda geziyor, Tokatlıyan’da arkadaşlarıyla buluşuyor, şık, mükemmel, temiz bir hayat geçiriyor, yeni metreslerden, son aşklardan dem vuruyordu. Politika avama, adi adamlara mahsustu. Bu adi, bu ne oldukları belirsiz adamlar birbirleriyle boğazlaşa boğazlaşa nihayet didinmelerinden vazgeçecekler, memleketi idare etmek için mutlaka bir gün asilleri çağıracaklar, “Gelin! Bize emredin…” diye yalvaracaklardı.
Rusya’da çarın meclisindeki azalar, âyanlar hep asildi. Almanya’da asil olmayanlar bir süvari zabiti bile olamazdı. İşte meşrutiyet ilan olunalı hemen hemen iki sene oluyordu. Hâlâ Türkiye uyanmamıştı. Hâlâ asiller aranmıyordu. Hâlâ “Bizim köylümüz arazi sahibidir. Anadolu’da hiç arazisiz esir yoktur. Esir olmayınca tabii arazisiz asil de olmaz.” diye mantık yapılıyordu. Kendisi, dostları asil değil de ne idiler!..
Beyoğlu’ndaki arkadaşlarından bir Yusuf Pinko vardı ki halis muhlis asil bir prens, hatta bir kraldı. Arnavutluk’taki çatısız şatosunda, hâlâ dedesi Büyük İskender-i Kebir Bey’den kalma heybeler, çuvallar bulunduğunu, görenler söylüyorlardı. Hele şu Azizüssücufüzzırtaf… Bir prensliğe, bir krallığa değil, hatta bir imparatorluğa layıktı. İsmindeki o tarihiyet, o kadimiyet ne ahenkli, ne derin, ne ulviydi… Onu daha küçükken Galatasaray’ın ilk sınıflarından tanıyordu. Asaletten, tarihî kıdemden anlamayan Türkler onunla alay ederler, “Hacı Zırt” diye lakap takmaya cesaret ederlerdi. Sonra Ebülhüda Efendi Hazretleri tarafından bu kadar asil bir prensin ne olduğu belirsizler içinde bulunması münasip görülmemişti. Mektepten çıkartıldı. Hususi muallimler tutuldu. Mabeyine alındı. İstanbullu çocuklar onun hakkında bin türlü iftira uydurmuşlardı. Sözde Aziz bir köle imiş… Efendisi Avrupa’ya gideceği için onu leyli olarak mektebe koymuş, Avrupa’dan gelmeyip Jön Türkler’e karıştığı mabeyinde işitilince emlaki haczedilmiş. Bu yağma esnasında küçük köle Aziz de Ebülhüda Efendi Hazretleri’ne düşmüş.
Efruz Bey bu yalanların hiçbirisine inanmazdı.
“Meşrutiyet falan laflarını bırakalım.” dedi, “Böyle adi şeyler konuşmak bize yakışmaz. Mademki biz asiliz, düşüncelerimiz de musahabelerimiz de asilce olmalı.”
“Evet.”
“Evet.”
“Evet, evet!” dediler.
Hepsi bu fikirdeydi. Efruz Bey ayağa kalktı. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Ayaklarını biraz açtı. Güzel laf söyleyeceği zaman daima bu vaziyeti alırdı.
“Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin?
Buna hepiniz cevap veriniz.”
Azizüssücufüzzırtaf:
“Millet bozulmuş da ondan…”
Nermin Bey:
“Meşrutiyet sebebinden.”
Müzekki Bey:
“Meşrutiyet daha iyice anlaşılmadığından!”
Kara Tanburin Bey de:
“Henüz mükemmel tarih, hukuk kitapları yazılmadığından!” dedi.
Efruz Bey başını salladı. Hayır… Hayır. Bunlar ciddi sebepler değildi. Asıl sebebi, hiçbiri bulamıyordu. Vakıa asildiler. Fakat asaletin ruhi, içtimai mahiyetini bilmiyorlardı.
“Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz hâlde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?”
“Doğru.”
“Evet, doğru.”
“Hakikaten doğru.”
“Hakikaten çok doğru…”
Efruz Bey en doğru sebebi bulabildiği için sevindi. Gözleri parladı. Tek gözlüğü düşecekti. Hızla cebinden çıkardığı eliyle bu mühim aleti tuttu:
“Evvela biz kendimizi, sonra birbirimizi bilelim. Birbirimize unvanlarımızla hitap edelim. Toplanalım. Birleşelim. Kuvvetlenelim. Birleşmekten kuvvet doğar!”
“Şüphesiz.”
“Evet, şüphesiz.”
“Evet, şeksiz, şüphesiz.”
“Evet, katiyen şeksiz, şüphesiz…”
Efruz Bey’i tasdik ederken misafirlerin dördü de sâri, mihaniki yeni bir hareketle ayağa kalkmıştı. Ortadaki fes rengi ipek örtülü yuvarlak masanın başına toplandılar. Mühim bir müzakerenin mukaddimesini hisseden Efruz Bey:
“Altımıza birer sandalye çekelim!” dedi.
Hepsi birer sandalye aldı. Oturdular. Dirseklerini masanın kenarına dayadılar. Konuşmak için bir ruhu çağıran ispritizmacılar gibi ciddi duruyorlardı.
Efruz Bey:
“Evvela kendimizi biliyor muyuz bakalım?” dedi.
İçlerinden “kendisini bilmeyen” çıkmadı. Hepsi prensti. Hepsi silsilelerini, cetlerini, tarihlerini tanıyorlardı. Müzekki Bey bundan altı yüz sene evvel Birinci Sultan Osman’a Britanya adasından sefaretle gönderilen ceddini, İngiltere’deki eski cetlerini bile tanıyor, su gibi ezberden sayıyordu. Sultan Osman’ın yanına gelen “Lord Conson Sgovat” ismindeki ceddi tam iki bin senelik bir ailenin son goncasıydı. O vakit “hukuk-ı düvel” kavaidini hükûmetin hariciye nezareti kabul etmediğinden sultan çok beğendiği lordu tekrar memleketine göndermemiş ve gözlerinin önünde çatır çatır sünnet ettirerek Müslüman yapmıştı. Amelî bir surette hidayete erdirilen bu zata maatteessüf tarihlerin ismini söylemediği bir prenses, Prens Orhan’ın küçük süt kardeşi verilmişse de Britanya hükûmeti bu lütfu bir tecavüz addetmişti. Türkiye’ye hemen ilan-ı harp etti. O vakit Osmanlılar’ın daha hiç sahili yoktu. İngilizler Türklerin sahile inmelerini belki yarım asır beklediler. Nihayet sahile gelen Türklerin donanmaları yoktu. Donanma tesis etmelerini de yüz elli sene beklediler. Sonra bir gün Edremit önünde ilk rast geldikleri Türk yelkenlisini batırdılar. İçindeki Rum balıkçıları esir aldılar. Bu iki yüz senelik harp hâlinden bugünkü tarihler gibi o vakitki hükûmet adamlarının da haberleri yoktu. İngiltere intikamını almış farz etti. Kendi kendine, tek başına bir sulh aktederek muahedenameyi Rodos açıklarında yine tek başına imzaladı. Bu muahedenamenin aslı şimdi kralın kütüphanesinde saklıydı. Dünyada yegâne, tek bir devlet tarafından tek başına yapılmış bir muahede olduğu için tarih nazarında paha biçilmez derecede bir vesikaydı. Lorda, Türkler evvela “Damat Con Paşa” demişlerse de “Con” kelimesinden mana çıkaramayan halk bunu “Civan Paşa”ya tebdil etmişti.
Müzekki Bey:
“İşte!” dedi, “Onun için bizim ailemize ‘Civanzadeler’ denir.”
Efruz Bey sordu:
“Niçin bu kadar eski, bu kadar asil ailenizin ismini taşımıyorsunuz?”
Müzekki Bey başını sallayarak:
“İki sebepten!” dedi, “ ‘Civanzadeler’ desem ‘Rezzakizade’ gibi pek Karagözvari oluyor. Çok alaturka bir isim! Sonra kendime ‘Müzekki Civan’ yahut ‘Civan Müzekki’ desem bıyıklarımı tıraş ettiğim için halk bundan kötü bir lakap telmihi çıkarıp aile ismim olduğunu anlamayacak.”
Kâmuran Kara Tanburin Bey:
“ ‘Müzekki dö Civan’ deyiniz.”
Ezzırtaf:
“Evet, mesela ‘Marki Müzekki dö Civan…’ ” dedi.
Müzekki Bey:
“Fakat azizim, marki diyorsunuz. Hâlbuki ben prensim!” diye reddetti.
Nermin Bey itiraz etti:
“Nasıl prens oluyorsunuz? Ceddiniz lord imiş! Hiç hükümdarlık etmemiş.”
“Hayır, prensim! Ceddim Lord Damat Civan Paşa, sonradan pek büyük bir imparator olan Orhan’ın süt kardeşini almış. Orhan ilk zapt ettiği eyalete ceddimi hükümdar yapmış.”
“Bundan emin misiniz?”
“Ben söylemiyorum azizim, tarih söylüyor.”
Efruz Bey:
“O hâlde mükemmel bir prenssiniz! Hatta biraz daha çalışsanız ceddinizin eyaletini bile elde edebilirsiniz!” dedi.
Müzekki dö Civan’a prens unvanı verilince Kâmuran Bey aslını, ecdadını anlatmak için acele etti. Bu bey, Rusya’nın Orenburg beldesindendi. Babası orada küçük bir köyün mescidinde müezzinlik eder, civarda açlıktan ölen müterakki, medeni Tatarcıkları yıkar, kefenler, gömer, böylece geçinip giderdi. Babası bir gün açlıktan ölünce öksüz kalan Kâmuran’ı yedinci defa Hicaz’a gitmek üzere olan katmerli bir hacı, yanına hizmetçi gibi aldı. Bu adam da İstanbul’da Türk hacılarına otel olan selatin camilerinin avlularından birinde mermerlerin, poyrazın tesiriyle hastalandı. Altı defa tahammül ettiği bu seyahat hayatına bu sefer dayanamadı. Öldü. Cennete gitti. Kâmuran’ın o vakit ismi “Cihanyan” idi. Küçük Cihanyan aç kalınca dilenmeye başladı. Sonra onu zabıta bir şüphe üzerine tuttu. Darülaceze’ye koydu. Küçük Cihanyan gayet zekiydi. Tatar olduğuna inanılmayacak derecede güzeldi. Orada bir kâtip hâline acıdı. Darüşşafaka’ya naklettirdi. Orada bir muallim zekâsına hayran oldu. Meccanen Galatasaray’a geçirtti. Galatasaray’a gelirken Cihanyan kendi ismini değiştirdi. “Kâmuran” yaptı. O vakitten beri zekâsı sayesinde her şeyi buluyordu. Bilhassa en lazım olan iki şeyi: Para, iltimas…
“Ben Kara Tanburin ailesindenim!” dedi, “Fakat Prens Müzekki dö Civan gibi cetlerimi birer birer sayamam.”
Efruz Bey sordu:
“İsimlerini bilmiyor musunuz?”
“Biliyorum.”
“O hâlde?”
“Fakat o kadar çok ki… Saymak mümkün değil.”
“Demek son derece eski?”
“Son derece! On bin sene evvel…”
Efruz Bey tekrar sordu:
“Bundan on bin sene evvel mi?”
“Hayır.”
“Hicret’ten mi?”
“Hayır.”
“Milattan mı?”
“Hayır.”
“Tufandan mı?”
“Hayır.”
Başka tarihî bir mebde tanımayan Prens dö Civan hayretle:
“Ya neden?” dedi.
“Hilkatten!”
“Hilkatten mi?”
“Evet, hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nurdan bir sütun içinde ‘Kutlu Yeşim Dağı’ üzerine inmişti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına düşen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara Gök Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunuyla gökten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalıyordu. İlahi bir sevk-i tabii ile geyiğin memelerine sarıldı. O saatte bu memelerden mavi bir süt gelmeye başladı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi, bir bu alageyik vardı. Gezmek için at gibi bu geyiğin üzerine biner, geceleyin üstünde yatar, acıkınca sütünü emerdi. Yavaş yavaş ilahi, nasuti her ihtiyacını bu geyikte teskin etmeye başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşamüstü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade doğurdu. Dikkat ediniz. Beş, üç, bir, dokuz! Bu dört sayı işte bunun için bütün insanlarca mukaddestir! Fakat bu prenslerin hepsi boynuzluydu. Ceddim sekizinin boynuzunu kırdı. Yalnız bir tanesini boynuzlu bıraktı. Boynuzları kırılan prensler hemen öldüler. Tek kalan boynuzlu yaşadı. Babasından kendine miras kalan alageyik ile birleşti. Evlatlarının ötesini berisini kırmadığı için hanedanı çoğaldı. Hükûmet teşkil etti. Bu aileye ‘Kara Tan-burin’ denir ki bütün Şark kavimlerince mukaddestir. Oğuzlar, Cengizler, Hülagular, Timurlar, Selçuklar, hasılı ne kadar Şark hükümdarı varsa hep Kara Tanburin ailesinin aylıklı uşağı mesabesindeydi. Henüz Türk tarihi Türkçe olarak yazılmadığı için bunları tabii bilmezsiniz!”
“O hâlde siz de prenssiniz!”
Kara Tanburin Bey güldü:
“Eğer tenezzül edersem, düşününüz.”
…
Hepsi düşünüyorlardı. Kâmuran, padişahlardan, imparatorlardan büyüktü, semavi bir aileye mensuptu. Allah’ın torunlarından biriydi.
Nermin Bey sükûtu ihlal etti:
“Bu semavi aileye mensup başka prensler var mıdır?”
“Hayır, yoktur. Vakıa Rusya’da bir iki kişi, ‘Biz de Kara Tanburin ailesindeniz.’ iddiasında bulunmuşlardı. Fakat yalanları meydana çıktı.”
“Sizin kardeşleriniz, akrabalarınız yok mudur?”
“Hayır, kimsem yoktur.”
Efruz Bey dayanamadı:
“Fakat evlenseniz… Kazara hayatınıza bir şey olursa semavi, ilahi bir aile kaybolacak.”
Diğerleri de ilave ettiler:
“Bu kadar eski, semavi bir aile olmazsa etrafında toplanılacak bir asalet kâbesi kalmayacak. Netice olarak asalet bitecek.”
“İhtimal bu semavi ailenin fenasıyla beraber kıyamet kopacak.”
…
…
Kâmuran hepsini temin etti:
“Merak etmeyiniz.” dedi, “Ben kırk yaşına gelince evleneceğim.
Bir erkek çocuğum olunca hemen kendimi iğdiş yaptıracağım.”
“O niçin?” diye sordular.
“Kıyametin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tanburin ailesinin çoğalmasını istemem. Daima o aileden bir kişi bulunmalı. Evladıma da bu prensibi talim edeceğim. Ancak, ancak… Ancak o vakit…”
***
İğdişliğe kadar varan bu büyük fedakârlığın ulviyeti karşısında gaşyoluyorlardı.
Efruz Bey:
“Size bir unvan bulmak mümkün değil!” dedi.
“Evet.”
“Evet.”
Hepsi tasdik etti. Prens, raca, emperör… Bunlar nihayet dünyevi şeylerdi.
Nermin Bey: “Eğer kabul ederseniz size ‘Semavi Prens’ diyelim.” teklifinde bulundu.
“Başka kimseye bu unvan verilmemek şartıyla.”
“Elbet.”
“Elbette…”
Prens Eternel dö Kara Tanburin!.. Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar. Prens Eternel’in badem gözleri hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte nihayet bir prens telakki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tasdik ediliyordu. O, efendisi hacının cami avlusundaki mermerler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ruhiyet ile dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden kendini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaretle bakardı. Darülaceze’de, Darüşşafaka’da kendine, kendi kendine hususi bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu vehmî ehemmiyeti ibram etmişti. Son derece mağrur, son derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gayriihtiyari bir hürmet duyarlar, kendilerini gayet büyük bir adamın huzurunda sanırlardı. Hiçbir muayyen fikri yoktu. Bugün pantürkist, yarın politürkist… Döner dururdu. Edebiyat, ilim âleminde de -hiçbir eseri olmadığı hâlde-sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini tanıtmıştı. Nazırları ziyaret eder, politika fırkalarının hepsiyle müsavi derecede münasebette bulunur, hepsine kendilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükûmetinin hem Türkiye’nin pençesinden kolaylıkla kurtulan Kefalonyalı Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu vardı. Rus sefarethanesi onu Rus tebaası tanır, bizim siyasi düşünme eziyetine katlanamayan, zavallı nüfus memurlarımız ona “Osmanlı tabiiyyetini haiz Müslim” diye Hamidiye kâğıdı verirler, yol tezkeresi doldururlardı. İstanbul’un Ruslar tarafından alınacağına, iki kere iki dört eder kadar kaniydi. Onun için Rus pasaportuna, Rus sefarethanesinin teveccühüne ehemmiyet verir, Türkiye nazırlarının kendine teklif ettiklerini söylediği mevkileri -muvakkat olduğu için- kabul etmek budalalığında bulunmazdı! Her sabah başka bir fikirle uyanır, öğleye kadar birkaç defa bu fikri değiştirir fakat her gün, her saat, her dakika, her saniye yalnız “asaleti” hususunda sabit kalırdı. Bu asalet tamamıyla Efruz Bey’i tanıyor, arkadaşlarının muhitine giriyordu. İstanbul’da bütün edebiyata intisap iddia eden kadınlarla, vezir torunları, paşa akrabaları, ne kadar “Biz asiliz efendim!” iddiasında bulunan hanımefendi varsa hepsiyle dosttu. Onları ziyaret eder; siyasi dedikodulardan, son iktisadi dalaverelerden gayet müstehziyane bahsederdi. Hasılı tam bir salon adamıydı.