Kitobni o'qish: «Perili Köşk»
Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu?
Vatan, ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan
Bu serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında meyus ve muzdarip Selanik, sanki gündüzki nümayişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi, baygın ve sakin uyuyordu.
Rıhtım tenha idi… Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştü. Katolik kilisesinin hâkim ve müstevli çanı saat üçü vuruyor, hiddetli bir ahenkle bazı yavaşlayarak bazı coşarak devam eden haris tanini karanlıklara yayılıyor, altınlı iktisat ve menfaat rüyaları gören müsterih Yahudi mahallelerinin üzerinde dalgalanıyor, sonra ta yukarılara, mert ve sessiz Türk mahallesinin sık ve geniş çatılarına doğru yükseliyordu. Kenara çarpan siyah köpüklü deniz, hava gazlarının donuk ziyalarından uçan ölüm renginde tenevvürlerin içinde, keder ve elem sedaları çıkararak ağlıyor, sanki bu nihayeti görünmeyen sabahın açık ve mavi ufkunu, beyaz ve mor sisli Olimpos Dağlarını, o mazi ve esatir vatanını yutan, yok eden muvakkat ademin, bu siyah ve müfteris gecenin gizli kinlerini faş etmek istiyordu… Biraz ötede, tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilerisinde, denize inen küçük merdivenin başında, hareketsiz ve mücessem bir gölge dimdik duruyor, önündeki korkunç karanlığın derinliklerinde fennin bir hayat ve cesaret nuru gibi dolaşan, görünmez düşmanları arayan büyük gözünü, Karaburun’un projektörünü seyrediyordu. O kadar dalgındı ki, bekçinin İkinci Cadde’deki yaya kaldırımına intizamsız fasılalarla inen sopasını, geç vakit yeşil masadan dönen zengin ve ecnebi kumarcıların acul arabalarını duymuyor, lastik tekerlekli landonlar içinde geniş ve yüksek şapkalarının altına üşümüş gibi büzülen yarım gecelik sarhoş âşıklarıyla dudak dudağa öpüşerek geçen artistlerin, medeni ve necip Garp’ın vahşi Türkiye’ye bir hediyesi olan bu kibar ve mümtaz orospuların arsız kahkahalarını işitmiyordu. Güya bir kısmı eriyerek deniz hâlinde, ayaklarının dibinde fısıldayan bu kesif ve umumi karanlık gözlerinden ruhuna giriyor, bütün damarlarına yayılıyor, kalbine doluyor, şuurunu müphem bir yokluğa döndürüyordu. Bu yokluk içinde bir an, sersem, hissiz, kaybolurken Karaburun projektörünün birden zuhuru uyuşuk dimağında yeni ve beklenilmez parıltılar alevlendiriyor, onu düşünmeye sevk ediyordu. Bu zavallı mütefekkir gölge, gayet muhterem bir genç, mühendis Kenan Bey’di. Ecnebi ve Levanten mahfillerinde, taassup ve hayvanlık denilen Türklükten nefretiyle, Türklüğe yani medeniyetsizliğe karşı olan garazıyla, Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, gen ve şuhluğuyla meşhurdu. Tahsilini Paris’te bitirmişti. On bir sene evvel memleketine dönünce –her Paris’ten gelen gibi o da– dolgun bir maaşla İzmir’e gitmiş, orada âşık olduğu güzel bir İtalyan kızıyla izdivaç etmişti…
....İşte bu gece ne yapacağını bilemiyordu! Kırk sekiz saatin feci ve inanılmaz tarihi sinirlerine dokunmuştu. İki defa Depo’daki yalısının önüne kadar gitti. Fakat içeri giremedi, tekrar arabaya atladı. Döndü. Lanetlerden kaçan bir hain, arkasından koşulan bir mücrim gibi karanlık sokaklarda kaybolmak istedi. Dolaştı, dolaştı. Tekrar rıhtıma çıktı. Hırsız adımlarla deniz kenarına geldi. Uykuda gezen bir adam tavrıyla “Bu nasıl olur? Bu nasıl olur?” diye sayıklıyor, işittiklerinin, gördüklerinin, gazetelerde, ilavelerde okuduklarının sahih olmasına akıl erdiremiyordu. Acaba bunlar bir rüya, bir kâbus muydu? Fakat uyanıktı. Bunu duyuyordu. Şişen kalbi göğsünü acıtıyor, rutubetli bir hararet şakaklarını yakıyor, ateşli bir sıtma insafsız ve görünmez zehirli kelepçeler gibi bileklerini sıkıyordu. Yirminci asrın orta yerinde, fertlerin, cemiyetlerin, devletlerin ve milletlerin hakları tamamıyla taayyün etmiş ümit olunurken bu korsan hücumu beklenilir miydi? Bu ne kadar şeni bir cinayetti… Düşüncelerini daha ziyade ilerletemiyor, beyni uyuşuyor, dizleri kesiliyor, görmek için bir şey arıyormuş gibi karanlıklara bakıyordu.
O harbi hiç sevmezdi. “Harp, hayattır!” diyen filozofun kırmızı bir canavardan başka bir mahluk olamayacağını iddia eder, uzviyetteki “mücadele” fiilinin içtimaiyatta, insanlıkta da lazım ve mecburi bulunduğunu fenle, tecrübe ile gösteren Darwin’den nefret ederdi. Hakikate dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan o tembel, korkak ve hasta mütefekkirlerin müşterek şiiri, “insaniyet” hülyası onun mezhebi idi. Asıllarını, menşelerini, ikinci sebeplerini bilmediği bir sürü “fazilet”, hayalindeki seraptan mabette, dumandan yontulmuş büyük ve vücutsuz putlar gibi yükselir; bu ismi var, cismi yok Allahların karşısında o daima ruhuyla secde ederdi. Dokuz senedir masondu… Müfrit ve muhakeme kabul etmez bir saliki olduğu franmasonluktan başka dünyada bir hakikat olamayacağına bütün vicdanıyla kanaat ederdi. Ne anane, ne mazi, ne vatan, ne kavmiyet tanırdı. Irk ve muhit nazariyesini, ruhu ve fikri hasta bütün zavallılar gibi inkâra kalkardı. Ne olduğunu vuzuhla bilmediği bir gaye, “fazilet ve insaniyet” fikri, muayyen ve sabit manası olmayan bu umumi ve müphem iki kelime bütün mantıklara, bütün muâkalelere, bütün fenlere, bütün hakikatlere isyan eden yırtıcı ve vahşi bir din gibi, dimağını dumura uğratmış, ruhunu katletmiş, onu müteharrik ve yaşar bir ceset hâlinde bırakmıştı. Evet, o, dörtte üç buçuğu Yahudi ve Levanten olan sadık kardeşleri ve kamaradları arasında mühim bir nüfuz ve itibara malik, gayet mutaassıp bir masondu! Yakında “granmetr” bile olacaktı!
Birden:
“Oh…” dedi.
Sanki bu karanlıklardan çıkan görünmez bir el kalbine ateşten bir hançer saplamıştı; hem Selanik’teki İtalyan Mason Locası’na mensuptu… Bunu hatırlamak bütün mevcudiyetini sarstı. Sonra yine düşünmeye başladı. Ölüyorum zannetti. Yalnız kalbinin yeniden sıcak bir zehirle dolduğunu, göğsünün parçalanacak gibi acıdığını duyuyordu. Hâl ve tarih birbirine karışarak hezeyan hâlinde dimağına hücum ediyor, meçhul bir ağız tarafından kulaklarına fısıldıyormuş gibi rabıtalı rabıtasız birçok vakalar aklından geçiyor, birden ruhu, hissi, fikri, vicdanı, idraki değişiyor, tutuşturucu bir humma nöbeti varlığını eritiyor, “Ah, insaniyete hizmet eden Avrupalılar!” diye söyleniyordu.
Avrupalıların evvelden ehemmiyet vermediği, hatta bazı pek tabii bulduğu hareketleri ansızın aklına geliyordu, ilk defa Fransa’yı hatırladı. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyuyor, sahranın silahsız, saf, masum, munis, haluk ve asil evlatlarını mitralyözlerle öldürüyor, asude şehirleri, sakin yuvaları seri ateşli toplarla yıkıyor, hiçbir kabahati olmayan koca bir milleti esir yapıyor; vatanlarını, mallarını çalıyor; ırzlarını, hayatlarını, ruhlarını zapt ediyordu. Cezayir, Tunus, Sahrayıkebir, Senegal, Madagaskar ve ilah… Son fethettikleri yerle, zavallı Fas’la, Avrupa’daki kendi vatanlarının yirmi mislinden ziyade bir araziye sahip olmuş bulunuyorlardı. Bu gaddar Avrupa’nın sathı ancak on milyon kilometre murabbaıydı. Hâlbuki Afrika’daki Fransız müstemlekesi on milyon üç yüz bin kilometre! İnsaniyete Fransızlardan daha ziyade hizmet etme fikrinde bulunan İngilizlerin yalnız Afrika’daki müstemlekesi on milyon kilometre murabbaından biraz eksikti. Bir vakitler; umumi sulhtan en çok bahsedildiği zaman, meşrutiyete, hatta cumhuriyete malik en muntazam idareli, küçük, fakat namuslu bir hükûmetceğizin üzerine aç ve kudurmuş bir hayvan gibi atılmış, onu çatır çatır paralayarak yutmuştu. Zavallı Transval’in yalnız bir günahı vardı: Zenginliği, altın madenlerinin bol bulunması! Almanya, İspanya, hatta Portekiz ve Belçika’nın da cesim müstemlekeleri vardı. İşte Afrika taksim olunmuştu. Bu, o kadar aşikârdı ki… Koca kıtada ancak Habeş ve Liberya gibi bir iki yerli ve müstakil hükûmetceğiz kalmıştı. İtalya’ya da müstemlekesi dar gelmişti… Şimdi beklenilmeyen, ümit ve tahayyül olunmayan bir dakikada Trablus’a saldırıyor, elli senedir süren “Afrika’yı Latinleştirme” faciasının son perdesini açıyor yahut kapıyordu. Bu nasıl insaniyet idi? Bu insaniyetin vahşilikten, barbarlıktan, yamyamlıktan ne farkı vardı? Silahsız Afrika’yı tamamıyla zapt eden bu yırtıcı, insafsız, müthiş Avrupalılar, Asya’yı da paylaşıyorlar; bu tecavüzlerine soğukkanlılıkla: “Şark Meselesi!” diyorlardı. Milyonlarca adamı insan yerine saymıyorlar, onlara hayvanlardan daha aşağı muamele ediyorlardı. Kendi memleketlerinde yalancıktan gülünç insaniyetler gösteren, şefkat pazarları, şefkat müesseseleri tesis; hatta hayvanları himaye cemiyetleri teşkil eden bu dolandırıcı, alçak Avrupalılar; zavallı Çin ahalisinin sıhhat ve afiyetini, neslinin istikbalini muhafaza için afyonu menedince, birden kuduruyorlar; bütün alacalarını meydana çıkarıyor; “Ticaretimize ziyan gelir!” diye bu talihsiz hükûmeti sıkıştırıyor, korkutuyor, tekrar afyona müsaade ettiriyorlardı… Ticaretlerini üç yüz milyon insanın sıhhat ve afiyetinden, istikbalinden daha kıymetli görüyorlar, üç yüz milyon Çinliye memleketlerindeki köpekler kadar ehemmiyet vermiyorlardı. İngiltere, Hindistan’ın kanını emiyor, bütün hazinelerini Avrupa’ya taşıyor, iki yüz doksan beş milyon insanı hizmetçi hayvanlar, yani at ve eşek gibi, her haktan mahrum, kendi hesabına çalıştırıyor; Rusya, Türk yurdunu akla gelmez gaddarlıklarla çiğniyor; İngiltere ile üç bin senedir yaşayan kadim bir milleti viran olan İran’ı haritadan silmek, yeryüzünden kaldırmak için ittifak ediyordu. Türkiye’nin taksimi de muhakkaktı! Çünkü Asya yağmasına onu engel görüyorlardı. Evvela onu zayıf bırakmak, mahvetmek lazımdı. Hemen bir asır evvel Avrupalılar aleyhimize kalkmışlar, Navarin’de donanmamızı yakarak Yunanistan’ı icat etmişlerdi. Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Şark-ı Rumeli, Cezayir, Tunus, Kıbrıs, Mısır, Sudan yağmaları birbirlerini takip etmiş, nihayet son idam kararımız Reval Mülakatı’nda verilmişti. Meşrutiyet ilan edilince sözde bu karar tehir edildi. Hâlbuki bu tehir tamamıyla yalandı… Bizi dünya yüzünden kaldırmak için çizilen plan duruyordu. Bosna-Hersek zorla alındı. Meseleler yine bakiydi: Makedonya meselesi, Arnavutluk meselesi, Girit meselesi, Boğazlar meselesi, Şark-ı Anadolu meselesi, Mezopotamya meselesi, Irak meselesi, Suriye’nin İstiklali meselesi, Arabistan meselesi ve ilah… Bu meseleleri Avrupalılar birer birer halledeceklerdi. Yalnız hepsinin münasip vakitlerini bekliyorlardı… Bunları süratle düşünmek beynini döndürüyor, onu, asılmak için ipe doğru yürüyen, celladın satırı altına başını uzatan masumun duyduğu o mütevekkil, ümitsiz, fakat necip korku ile titretiyordu. Vücudunda hiç kuvvet kalmadığını hissediyor, sebepsiz gözyaşlarıyla ağlamak, denize bu erimiş adem gecesine atılmak, mahvolmak istiyordu. İşte Trablus meselesinin hâlli zamanı gelmişti. O da herkes gibi bunun farkında olmamış, uyurken hançerlenen bir adamın uyanarak lakin ne olduğunu anlamayarak ölmesi gibi, his ve muhakemesini birden kaybetmişti. Başı fena hâlde ağrıyor, şakaklarından kanlarının uğuldayarak geçtiğini işitiyor, karşısındaki kuzgun ve nihayetsiz karanlığa bakıyordu. Karaburun’un projektörü tekrar doğdu. Bu, uzun ve münevver bir hattı. Seri bir daire çizdi. Olimp’e dikildi. Şimdi gözleri bu ufki nura dalıyor, bu nurun içinde mavi deniziyle, açık semasıyla, sevimli kalesiyle, beyaz minareleriyle, latif ve sade evleriyle, yüksek hükûmet sarayıyla, Mensiye Mahallesi’nin sağındaki yeşil hurma ormanıyla Trablus’un hayalini görüyordu.
Alçak düşman bu güzel memleketi topa tutmuş, zapta kalkmıştı ve ortada hiçbir sebep yoktu. Bu derece kaba bir tecavüze kimler cesaret ediyorlardı? Bu milletin içinde namuslu insan yok muydu? Bu millet baştan aşağıya kadar korsan mıydı? Hükûmetleri bir ahlaka, bir vicdana sahip insanlardan mürekkep değil miydi? Düşünüyordu… Projektörün nuru tekrar söndü. Ufki ve beyaz Trablus hayali kayboldu. Gözleri yine karanlıklarda kaldı. İtalya Başvekili Gioletti, Hariciye Nazırı San Julianos da, Avrupa’da hükûmet adamlarının çoğu gibi mason değil midirler? Şöhretli granmetrleri, mason hükümdarları, mason prensleri, mason lordları, mason milyonerleriyle “Yalnız insaniyet, başka bir şey yok!” diyen fran-masonluk şimdi neredeydi? Başı dönüyordu. Düşeceğini zannetti. Biraz geri çekildi. Yukarı doğru yürümeye başladı. Yanından geçen devriyenin polisi “Kimdir bu?” der gibi yüzüne bakıyordu. Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını; kavmiyetsizliğin, milliyetsizliğin, “Beynelmilelcilik ve Masonluk” hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derece gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden “Ben neyim?” diye kendi kendine soruyor, fakat “Türk’üm!” demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş kıymetsiz bir cesetten başka bir şey olmadığını idrak ile hiddetinden ve utancından ağlamak istiyordu. O da Türkleri dünya yüzünden kaldırmak için birbirleriyle tamamıyla ittifak etmiş olan Avrupalıların naçiz bir kulu, muti bir hizmetçisi, memluk bir kölesi değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların âdetlerine, ananelerine, terbiyelerine, muaşeretlerine, muhitlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu? Ecnebilerden aldığı ehemmiyetsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirirdi?
Türkleri, Türklerin vatanını mesele mesele taksim edip taksit ile maddi olarak parçalamaya çalışan bu yağmacı ve doymaz Avrupalılar manevi hücumlarını da ihmal etmiyorlardı. Lisanlarını, maariflerini, ahlaklarını, terbiyelerini, âdetlerini nesir ile bir asırdan beri içimizde yalnız isimleri “Türk ve Şarklı” kalmış müthiş bir “renksiz ordusu” teşkil ediyorlar; bu “renksiz”lerle mukavemetimize saldırıyorlar, bizi zayıflatıyorlar, milliyet ve Türklük fikrini franmasonluk efsanesiyle boğuyorlardı. Düne gelinceye kadar kendisi bile “Türk’üm!” demeye sıkılmıyor muydu? Ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin sanını bilmeyen, inkâr eden, milliyetinden utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz vardı? Düşünüyor ve hızlı hızlı gidiyordu. Gümrüğün arkasına, yeni apartmanların hizasına gelmişti.
“Nereye gidiyorum?” dedi.
Sabaha ancak birkaç saat vardı. Bu gece yatmayacak mıydı? Fakat nerede yatacaktı? Evini, yalısını hatırlayınca soğuk bir titreme duydu. Oraya nasıl gidecekti? Artık o eve girerse nefretinden ve hiddetinden, elem ve nedametinden ölmeyecek miydi? Tekrar döndü. Beyni sulanmış da kafasının cidarlarına çarpıyormuş gibi, her adımda başında dayanılmaz bir acı duyuyordu. Yürüdü. Yürüdü ve şuursuz bir hareketle Splandit Palas’ın önüne geldi. Camlı kapıdan görünen aydınlık ve taş koridorun nihayetinde, bir sandalye üzerinde garson uyukluyordu. Çan düğmesine bastı. Garson birden uyandı ve çabuk adımlarla kapıya geldi. Açtı. Bu, kır bıyıklı, kırk yaşında tahmin olunur bir Rum’du.
“Oda var mı?” diye sordu.
Garson anlamamış gibi yüzüne baktı. Sözde Türkçe bilmiyordu. Biraz tereddütten sonra:
“Malista…” dedi.
Fakat karşısındakinin Rumca bilmediğine intikal edince tekrar iğrenç bir Yahudi Fransızcasıyla ilave etti:
“İl ya, il ya, veuillez entrer!”
Mermer basamaklı merdivenin başına gelince garson geride kaldı. Yine o yalnız Selanik’e mahsus olan bozuk ve yanlış Yahudi Fransızcasıyla:
“Siz çıkınız mösyö, yukarıda odanız gösterilecek.” dedi.
Bir düğmeye bastı. Yukarıda bir zilin çalındığı işitilir gibi oldu. Merdiveni yavaş yavaş çıkıyor, başının ağrısından gözleri kapanıyordu. Kendisini ortadaki salonun açık kapısı önünde buldu. İçeride gayet sarı saçlı, beyaz esvaplı bir Avrupalı kadınla başı açık ve esmer bir delikanlı konuşuyor ve gülüşüyordu. Gözlerini ovuşturarak gelen kuvvetli, çirkin ve biçimsiz garson onu sağ tarafta tek yataklı odalardan birine götürdü. Çiy ve beyaz aydınlığı söndürüp yalnız kalınca arkası üstü karyolaya uzandı. Soyunmaya, hatta potinlerini çıkarmaya takati yoktu. Gözlerini kapadı. Kollarını başının üstüne çaprazvari koydu.
Uyuyamıyor, başının zonkladığını duyuyor, evini düşünüyordu! İhtimal, zevcesi bu akşam onu beklemiş ve kim bilir ne kadar merak etmişti! Ama nasıl gidecekti? Kırk sekiz saattir birbirini takip eden vakalar, haberler, onu şaşırtmış, mevcudiyetini, ruhunu değiştirmiş, muhakemesini perişan etmişti. Şimdi ne kadar müşkül bir mevkide kalmıştı? Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentesinin, hastanesinin, hatta konsoloshanesinin armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmış, heyecanlı nümayişler yapmıştı. Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz hepsi kovulacaktı. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktı…
Başının ağrısından gözleri yaşarıyor ve akacak gibi oluyordu. Yüzükoyun döndü. Gözünün önüne zevcesi, çocuğu, evi geliyordu. O hiç böyle bir günü düşünmemiş, bu ana kadar mesut yaşamıştı. Bir garplı ile, bir İtalyan’la izdivaç etmek, hayatını birleştirmek ona pek tabii görünmüş, hatta iftihar edilebilecek bir mümtazlık gibi gelmişti. Avrupa’dan geldiği seneyi, gençlik ve bekârlık günlerini hatırlıyor, mazisi, sesli bir sinematograf süratiyle hayalinden geçiyordu. Grazya’yı ilk defa İzmir’de bir baloda görmüş ve hayret etmişti. Bu kız eski Roma tarzında fantezi esvaplar giyiyor ve tıpkı İmparator Adriya’nın metresi Antinous’a benziyordu. Avrupa’da tahsili esnasında sanat tarihini tetebbu ederken hep Luvr Müzesi’ne gider, saatlerce bu latif gözdenin heykeline bakardı. İzmir’de bu heykelin canlısını görmek onu deli ediyordu. Grazya’ya hemen âşık olmuştu. Evvela babasına kendisini takdim ettirdi. Bu, Mösyö Vitalis isminde bir İtalyan mühendisti. Mesleklerinin bir olması ahbaplıklarının çabuk ilerlemesine sebep oldu. Mösyö Vitalis’in hükûmette görülecek işleri; memlekette çevrilecek birçok dalaveresi vardı. Bu Genç Türk’e, mal bulmuş mağribî gibi sarıldı. Evine kabul etti. Onu âdeta kendisine fahri bir tercüman, fahri bir komisyoncu yaptı. Fahri ve bedava olmakla beraber gayet terbiyeli olan bu hizmetçi, ona istediği kadar iş buluyor, hilelerine, ihtikârlarına, vurgunlarına yardım ediyor, hükûmetteki müşküllerini bir dakikada hallediveriyordu. Hem bu Türk zengindi. Kızına gayet kıymetli hediyeler veriyordu… Fakat bedava ve sadık tercümanının kızına âşık olduğunu, onunla izdivaç etmek istediğini duyduğu vakit çok hiddetlendi. Bir Türk’e kızını vermek… Bu mümkün müydü? Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına, hasılı bir Türk’e nasıl kız verilirdi? Şiddetle reddetti. Aradan birkaç ay geçti. Lakin tuhaftı; kızı da bu Türk’ü istiyordu. Mösyö Vitalis, gençliğinden beri İspanya’da kurduğu şatoların temellerini birden kazılmış gördü. Büyük bir menfaat onu bekliyordu… Biraz filozoflaştı, biraz âlimleşti. İtalya’da, aç ve sefil günlerde bütün ruhuyla itikat ettiği sosyalizm nazariyeleri tekrar muhakemesine avdet etti.
Bir gün kızına dedi ki:
“Zanneder misin, bu Kenan bir Türk’tür?”
Grazya tehalükle:
“Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir. Ve bir Türk olamaz…” diye cevap vermişti.
Sonra uzun uzadıya hasbihâl ettiler. Mösyö Vitalis, kızına tarihten, ensabiyat ilminden bahis açtı; Bizans İmparatorluğu’nu zapt eden Türkler ancak bir avuçtu…
Bugün görülen Rumeli ve Anadolu ahalisi hep Rum’du. Fakat zorla dinleri tebdil edilmişti. Evet, Kenan da bir Rum çocuğuydu. Türkiye, Avrupalılar tarafından taksim edildikten sonra, hiç şüphesiz, Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum, eski dinlerine dönecek, Hristiyan olacaklardı… Mösyö Vitalis böyle anlatıyor, bütün Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya olmadığını ve hatta bunu aklı eren malumatlı Türklerin de itiraf ettiklerini ilave ediyor; Grazya şaşıyor ve seviniyordu. Kenan tekrar davet edildi. Bu musahabeler yanında açıldı. Tarihleriyle, eserleriyle, ananeleriyle, kahramanlıklarıyla şöhret kazanan daha Abbasiler zamanında Garp’a üşüşmeye başlayan milyonlarca Türk’ü, Karamanlıları, Selçukluları, Akkoyunluları, Karakeçilileri unutarak, Osman hanedanının zuhurundan birkaç sene evvel Rumeli’ye, Vardar Vadisi’ne geçen bahadır Türklerin vücudunu inkâr ederek, o da, Türkiye’de hiç Türk bulunmadığını tasdik etti.
Baba kız hayalleriyle Kenan’ı Rum olarak kabul ettikten sonra, izdivacı o kadar imkânsız görmediler. Mösyö Vitalis iki sene evvel ölen babasından Kenan’a on beş bin liralık bir miras kaldığını öğrenmişti. Bu mühim bir para idi, hususiyle Türkiye’de. Sonra Şark meselesi halledilince, yani Türkiye, Avrupalılar tarafından parça parça taksim edilince en büyük mevkileri böyle Kenan gibi mütefennin, Avrupa’da tahsil görmüş, yerlilerin ruhuna vakıf, muktedir adamlar işgal edecekti. Evet Grasya’nın talihi iyiydi… Mösyö Vitalis izdivaca müsait göründü. Lakin birkaç ehemmiyetsiz şartı vardı. Kenan, izdivaçtan evvel iratlarını satacak, kızına beş bin lira verecek, Türk âdetlerine sadık kalmış mutaassıp akrabalarıyla asla münasebet ve ülfette bulunamayacak, doğacak çocukları İtalyan terbiyesi görecek ve İtalyan olacak. Grazya, her hususta serbest bulunacak… Kendisine de bazı teşebbüslerinde kullanılmak için, borç gibi, beş bin lira verilecek! Kenan, hemen İstanbul’a gitmiş, satılacak şeyleri satmış, bütün şartları kabul ederek Grazya ile birleşmişti, iki sene içinde birbiri üstüne iki erkek çocuğu olmuştu. Gayet mesuttu. İtalyan âdetini takip ederek çocuklarını numara ile çağırıyorlar: “Primo, Sekundo!” diyorlardı. Sekundo iki sene evvel hastalanmış ve ölmüştü. Şimdi yalnız Primo ile kalmışlardı… Mösyö Vitalis, meşrutiyetin ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini vehmederek binlerce lira ile on parasız geldiği İtalya’ya gitmişti. Orada bir çiftlik almış, işten el çekmişti. Kızına ve damadına her hafta bir kartpostal ve her ay uzun bir mektup gönderiyordu…
Acaba bu tecavüzün üzerine neler yazacak, İtalyan armadasının galebesini, İtalyan askerinin kahramanlıklarını nasıl methedecekti! Kenan bilmediği bir yerinden yaralanmış gibi yüzünü buruşturdu. Uyuyamıyordu…
Şimdi babası Grazya’yı ve kendisini İtalya’ya çağırmayacak mıydı? Ne yapacaktı? Gidecek miydi? Hayır… O hâlde…
Acaba Grazya, tabiiyetini tebdil etmeye razı olacak mıydı? Çocukları vardı! İşte on seneye yakın birbirlerini o kadar seviyorlardı… Şakaklarından soğuk terler akıyordu. Cebinden mendilini çıkardı. Yüzünü sildi. Saçlarını parmaklarıyla karıştırdı. Gözlerini açtığı vakit pencereden, dışarısının aydınlanmakta olduğunu gördü. Sabah oluyordu.
Ömründe ilk defa bütün geceyi uykusuz geçiriyordu. Ayağa kalktı. Gerindi. Başı ağrıdan uyuşmuş gibiydi. Pencereye yaklaştı. Sokağa baktı. Karşıki binanın ikinci katındaki balkona yaşlıca bir kadın birtakım örtüler asıyor ve rıhtımda koyu lacivert bir deniz, koyu lacivert bir sema altında uzanıp gidiyordu. Sokağın içinde birkaç Yahudi kavga eder gibi konuşuyor, yirmi otuz kişilik bir gürültü husule getiriyordu. Döndü. Tekrar yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Uyuyamıyor, içinden “Ne yapacağım? Ne yapacağım?” diyor, hiçbir karar veremiyor, ıstıraptan, azaptan kıvranıyordu…
***
Otelin kapısından çıkınca gözleri kamaştı. Büyük bir güneş zeval noktasına yaklaşmış, ortalığı çiy, şedit ve beyaz bir ziya içinde bırakmıştı. Deniz sakin ve mavi idi. Arabalar, tramvaylar, yine eskisi gibi geçiyor, herkes sanki eskisinden biraz daha hızlı yürüyordu.
Tramvaya binmedi. Beyazkule’ye kadar yayan gitmek istedi… Evvela deniz kenarını takip etti. Bu taraf çok tenha idi. Tek tük birkaç kişi geçiyordu.
Sonra yine binalar cihetine saptı. Meyus bir çehre rast gelmiyordu. Aksine şapkalıları daha şen, daha mesut görüyordu. Tüccar kâtipleri, mağaza memurları, kendi kendilerine hayali bir ehemmiyet veren tatlı su Frenkleri, hasılı bütün bu renksiz ve Türklüğe düşman güruh, seviniyordu, iyice dikkat etti. Hariçten biri gelse mutlaka bugün bir bayram var zannedecekti. Asabileşiyor, dişlerini sıkıyor, dudaklarını ısırıyor:
“Sevininiz hainler, sevininiz! Bizim felaketimiz sizin için saadettir!” diyordu.
Beyazkule’ye geldi. Duvarları yıkma ameliyesi tatil olunmuştu, İttihat Bahçesi’nin önünde durdu. Asker Kulübü’nün karşısında boş bir araba duruyordu. “Binsem mi?” diye düşündü. Vazgeçti. Ne oldukları belirsiz, irili ufaklı çocuklar, Fransızca ilaveleri birbirlerine okuyorlar, katılacak derecede gülüyorlar ve itişiyorlardı. Güneş yüzünü yakıyordu. Hava gazı direğinin dibinde birkaç ecnebi kadınla birkaç şapkalı duruyor ve tramvayı bekliyordu. Erkekler şüphesiz yeni başlayan harbi, düşman filosunun muzafferiyetini anlatıyorlar ve kadınlar mesrur bir merakla dinliyorlardı. Nihayet uzaktan yaklaştığı görülen tramvay geldi. Ağzı ağzına dolu idi. Yalılarda oturanlar öğle yemeğine dönüyorlardı. Yer yoktu. Arkadaki arabaya atladı. Kondüktörün mevkiinde ayakta durdu. Herkes birbiriyle konuşuyordu. Türkçe bir kelime geçmiyordu. Dikkat etti. Tramvayın içine baktı. Kadın erkek hepsi şapkalı idi. İğne atılsa yere düşmeyecek olan bu koca müteharrik ve umumi maskenin içinde kendisiyle beraber ancak üç fesli vardı. Diğer iki fesli de tramvayı idare eden adamla biletçi idi.
Tramvay yürürken bu vicdan ezici mağlubiyet ve perişanlık manzarasını görmemek için artık dışarısını seyrediyordu. Yalısına yaklaşmıştı. Neden sonra tekrar dikkat etti. İşte aksi gibi bir fesli geçmiyordu. Hep şapkalı, şapkalı, şapkalı… Kendi kendini teselli etmek, bütün bütün yeise ve ümitsizliğe bırakmamak istedi:
“Garip tesadüf?” dedi. “Bu kadar yolda bir feslinin geçmemesi pek garip…”
Küçük, zarif yalısı ölmüş gibi sessizdi. Bütün panjurlar kapalıydı. Bahçeden geçti. Taş merdiveni çıktı, çana bastı. Hizmetçi kız geldi. Kapıyı açtı. Asabi bir istical ile sordu:
“Madam nerede?”
“Sabahleyin araba getirtti. Dışarı çıktı.”
“Primo?”
“O da madamla beraber gitti…”
“Madam bir şey söylemedi mi?”
“Hayır…”
İçeri girdi. İki yol sandığı hazırlanmıştı. Demek Grazya yolculuğu düşünüyordu. Burasını ilk defa görüyormuş gibi duvarlara, perdelere, möblelere, eşyalara bakıyor, hayret ediyordu. Bütün bu muhitte Türk hayatına, Türk ruhuna ait bir gölge, bir çizgi bile yoktu. Birden Bursa’daki çocukluğunun geçtiği baba evini hatırladı; sofada rahat ve beyaz örtülü divanlar vardı. Odalar gayet temiz ve halı dolu idi. Kubbe tarzında yapılmış nakışlı tavanda, asılı yaldızlı kafesinin içinde bir kanarya daima öter; merdiven başındaki ceviz ağacından eski ve guguklu saat, alaturka saat başlarını haykırarak onun gürültüsünü keserdi. Babasının odası gözünün önüne geliyordu. Buraya selamlık da derlerdi. Alçak sedirleri ve kalın halılarla döşeli olan bu geniş oda ağır vişne rengindeki perdeleriyle biraz karanlıkça idi. Duvarlarda eğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, piştovlar asılı idi. Hatta bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş, kınından çıkararak ona birtakım siyah lekeler göstermiş:
“Bunlar ne? Biliyor musun?” diye sormuştu.
O ne olduğunu anlamayarak:
“Çok kirlenmiş, temizletelim.” cevabını vermişti.
Hâlâ duyuyor gibi oluyordu; o vakit babası gülümsemiş ve büyük eliyle minimini sırtını okşayarak:
“Hayır oğlum.” demişti. “Bunlar kir değil! Bunlar düşman kanı… Bu kılıç bize dedelerimizden kaldı. Babam da, ben de onunla harbe gittik. Bu kılıç yedi muharebe gördü. Üzerindeki düşman kanı en büyük kıymetidir, temizlenmez…”
Sonra bir gün yalnızken hizmetçiye diğer kamaları ve irili ufaklı kılıçları indirtmiş, kınlarından çıkararak bakmıştı. Hepsi, hepsi kanlıydı ve bu kanlar düşman kanıydı… Yine bu odadaki baş sedirin üstünde etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş büyük bir levha vardı, iki sütun üzerine, kırmızı ve ince çiçekler içine yazılmış olan bu satırları daima okur, hatta ezberlerdi. Bu sert ve temiz, sanki altın ve çelikten yapılmış bir kaside idi. Mertlik nasihatleri veriyor, mert bir Türk ruhundan saçılıyor, iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye ediyordu. Bazı mısraları işte aklına geliyordu:
Geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni!
Korkma düşmandan ki, ateş olsa yandırmaz seni!
Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!
Son mısra bir nakarat gibi tekerrür ederdi. Babası ne kadar genç dururdu! Gelen misafirler, ağalar da ona benzerlerdi. Bu levha güya kalplerinin, ahlaklarının tercümesiydi… Harem tarafı da hayalinde dalgalanıyor, başı yeşil örtülü annesiyle, daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini görüyordu. Şimdi bu muazzez vücutlardan, kendi aslından, esaslarından ne kadar uzaktı! Tahsilde iken babası ve annesi ölmüştü. Amcasının yanına giden hemşiresi, orada yerlilerden birine varmıştı. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş ne akrabalarını görmüş; hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla sattırmıştı.
Hayalinden uyanıyor, etrafına bakıyordu. Duvarlarda esatire ait resimler, eski Roma ve Yunan manzaraları vardır. Askıda Primo’nun mektebe giderken giydiği geniş hasır şapkası, ortadaki yuvarlak masanın üzerinde Progres ve Journal de Salonique gazetelerinin nüshaları duruyordu. Buradan kaçmak istedi. Ama hangi odaya gidecekti… Yukarı çıksa Mösyö Vitalis ile Madam Vitalis’in büyük kıtadaki resimleriyle karşılaşacaktı. Salona girdi. Bir pencere açtı, panjuru itti. İçeriye aydınlık doldu. Oh… İstemeyerek duvarlara göz gezdirdi. Garibaldi’nin, Victor Emmanuel’in resimleri müsterih ve muzaffer iki hâkim gibi ona bakıyorlardı. Diğer mukabil satıhlarda Vatikan’ın, Napoli’nin yağlı boya manzaraları asılmış duruyordu. Ve bu ev kendisinin idi… Düşünüyor, düşünüyor, düşündükçe iki gündür farkına vardığı mevcudiyetinin aşağılığını, sefaletini, adiliğini, mefkûresizliğini anlıyor; kaybettiği kavmiyeti, unuttuğu milliyeti, kıymeti, kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyuyor:
Bepul matn qismi tugad.