Kitobni o'qish: «Beyaz Lale»
FON SADRİŞTAYN’IN KARISI
Yarım Mizah
O gün İstanbul’da kalsam bile hiçbir iş yapamayacaktım. Müthiş, acı, anlatılmaz bir sinir nöbeti yine beni kıvrandırıyordu. Bu korkunç hâli bilmeyenler ne kadar mesutturlar! İnsanın birdenbire bütün ümitleri, bütün zevki, bütün neşesi kaybolur. Gözünün önünde hayat hava, ufuk, her şey kararır. Dostlar düşman görünür. Sevgililerden nefret edilir… Ben işte bu sinir denilen ateşsiz cehennemin içine düşünce kendimi kırlara atarım. Tenha korular, sevinçli mazilere benzeyen gölgeli yollar, dallarda geçmiş bir saadetin canlı hatıraları gibi uçuşan kuşlar bana ilahi bir teselli füsunu ile tesir eder; hafiflerim. Beynimdeki ağırlık yumuşar. Şakaklarımın ateşi söner.
O gün yine böyle perişan bir hâldeydim. Hafiflemek, beynimdeki granit ağırlığını yumuşatmak, başımın kaynayan hararetlerini söndürmek için bir Boğaziçi vapuruna atladım. İlkbahardı. Tatlı bir rüzgâr esiyor… Vapur ilerledikçe aklım başıma geliyor gibi oluyordu.
Açılıyordum…
Güvertedeydim; görülmemiş kuşlara mahsus beyaz, pembe, mor yalılara, yeşil korulara, mavi tepelere bakıyordum. Gözlerimdeki kırmızı karanlık silindikçe kulağım da işitmeye başladı. Dizlerimde, bileklerimde, omuzlarımda yorgun ağrılar hissediyor, geniş geniş gerinmek istiyordum. Biraz doğruldum. Başımı sağa çevirdim; müthiş, iri, kıpkırmızı bir Alman yanıma oturmuş, gayet beyaz bir keten mendille terini siliyordu. Birbiri üstüne attığı bacaklarına, kalın dizlerine, dokunulsa kan fışkıracak sanılan tombul ellerine baktım. Sonra gözlerimi sararmış ellerime, takallüs etmiş dizlerime çevirerek…
“Ah, ne sıhhat!” dedim. Hem gayriihtiyari düşünmeye başladım, işte bu, sinirleri kas içinde kaybolmuş kavi, gürbüz bir mesuttu! Kim bilir ne güzel yiyor, ne iştiha ile içiyor, ne kadar kolaylıkla hazmediyordu. İnce ceketinin üzerinden kalın vücudunun kabarıklığı belli oluyor, sağ cebinden kocaman bir gazete tomarı görünüyordu. Bir rüya kadar rabıtasız, intizamsız tedailerle Almanya’yı, Almanlıktaki sırrı, Almanların sıhhatini, saadetini, neşelerini hatırlıyordum. Bu nasıl bir milletti! Kendi gibi fertleri de kavi, muntazam, mesuttu!
İşte şu yanımda oturan, tıpkı nöbet bekleyen bir askerdi. Sivil esvap giymiş bir asker… Mendilini devşirdi. Büyük bir intizam ile iki kat, dört kat, sekiz kat, nihayet on altı kat yaptı. Cebine koydu. Gazetesini okumaya başladı. Vapur, biraz sonra, bir iskeleye yanaşıyordu. Çıkmak için kalkanlardan bir Türk, bu can, bu kan abidesine doğru geldi. Gayet arsız bir Türkçe ile:
“ Vay, Fon Sadriştayn…” diye haykırdı. “Nereye böyle?”
“Tarabya’ya.”
“Ne yapacaksın?”
“Almanya’dan bizimkinin bir akrabası gelmiş.Onun adresini anlayacağım.”
O kadar güzel Türkçe söylüyordu ki insan vücudunu, yüzünü görmese, ismini işitmese, şivesine aldanacak, Türk diyecekti. Vapur tekrar kalktı. Alman gazetesine devam etmedi. Mendili gibi dikkatle katlayıp cebine koydu. Sahillere bakmaya başladı. Bilmem nasıl oldu, nazarlarımız birbirine çarptı. Mavi, iri, biraz kanlı Alman gözleri. Fakat o kadar sevimli, o kadar hoş ki…
Ben, arkamdan bile birisinin bana baktığını hisseder, rahatsız olurum. Herkes benim gibi midir bilmem! Artık mor tepeli, beyaz yalılı, cennet sahillere bakamıyor, Alman’ın gözlerini üzerimde hissediyordum. Evet, bana bakıyordu. Hissimde yanılmamak için yavaşça gözlerimi çevirdim. Hemen onun gözlerini gördüm; gülüyordu. Ağzıyla değil, bütün yüzüyle, bütün vücuduyla gülüyordu:
“Beni tanıyamadınız mı?” dedi. Şaşırarak:
“Hayır.” dedim.
“Hâlbuki ben sizi tanıdım.”
“Yanılıyorsunuz, Her.” diye gülümsedim. “Benim hiçbir Alman tanıdığım yoktur.”
“Ben Alman değilim.”
“Nesiniz?”
“Türk…”
“Hâlbuki isminiz?”
“Ha, ismim.” diye lafımı kesti. “Demin benimle konuşan gevezeden işittiniz. Fon Sadriştayn, değil mi? Bu benim ismim değil, lakabımdır. Benim isimim ‘Sadrettin’dir. Çok zayıflamışsınız amma, yine sizi tanıdım. Ben sizin sınıf arkadaşınızım.”
Dikkatle tekrar yüzüne baktım. Hayır, hayır… yanılıyordu! Ben böyle bir Herkül’ü mektepte değil, hatta bütün hayatımda görmemiştim. O ne göğüstü Yarabbi!
“ Yanılıyorsunuz efendim, dedim, mektepte iken arkadaşlarımın en uzun boylusu, en kuvvetlisi bendim. Sizin gibi iri yarı, dev gibi bir adam, mektebimizde değil hatta memleketimizde yoktur.”
………
Alman gülmeye başladı:
“Biraz haklısınız, dedi, fakat benim vücuduma bakmayınız. Gözlerime bakınız. Mektepte İken, hatta iki üç sene evvel ben son derece cılızdım. Mektepte siz, bütün arkadaşlarım benim cılızlığımla eğlenir, arkamdan hep ‘ Yuha! Serçe Pehlivan…’ diye haykırdınız. Serçe Pehlivan! Şimdi hatırlıyor musunuz?”
! ! !
Ağzım bir an açık kaldı. Kollarım yanıma düştü. Öyle büyük, öyle hayalin kabul edemeyeceği bir hayret içindeydim ki… Kendimi toplayamıyordum. Mazinin birden önüme açılan hatırası içinde Serçe Pehlivan’ı, Sıska Sadrettin’i gördüm. İri mavi gözlü, ince, zayıf, bitkin bir çocuk! Jimnastik muallimi onu derste daima bir tarafa ayırır: “Sen, yalnız seyret oğlum.” derdi. O kadar zayıftı ki, muallim eğer barfikse asılacak olursa, kollarının mutlaka kopacağını söylerdi. Hayır, hayır… Bu mümkün değildi. Sıska Sadrettin, yürümeye, lakırdı söylemeye, gülmeye üşenen Serçe Pehlivan… Gayriihtiyari başımı sallıyor:
“Hayır, hayır.” diyordum.
Alman:
“Vallahi ben işte, Serçe Pehlivan’ım!” dedi.
Fakat nasıl oluyordu? Bu mümkün müydü? İnsan bu kadar değişebilir miydi? Her şeyin bir hududu vardı. Bir sıska ne kadar kuvvetlense bir Herkül, bir sıhhat heykeli olamazdı.
Güldüm, dudaklarımı kıvırdım:
“O hâlde abıhayat içmiş olmalısınız.”
“Evet, abıhayat içtim.” dedi. “Fakat Hızır aleyhisselamınki gibi, hiç sabahı olmayan gecelerin içinden aylarca giderek bulunmuş gizli bir membadan değil…”
“Ya nereden?”
“Kırk sekiz saatlik bir yerden, Almanya’dan!”
Bu laftan bir şey anlamadım. Anlamadığımı o da gördü, güldü.
…
“Açık söyleyeyim.” dedi. “Almanya’ya gittim. Bir Alman kızıyla evlendim. Alman kadınının ne olduğunu siz bilmezsiniz. Bütün Almanya, bütün Almanlık, bütün Almanlığın zenginliği, Alman ordusunun kuvveti Alman kadınının eseridir… Ben Alman kadınıyla evlenmezden evvel tartılır, tamam otuz okka gelirdim. Bugün doksan beş kilo geliyorum. ‘Almanya’nın yirmi milyon nüfusunu yarım asırda altmış yetmiş milyon yapan’ Alman kadını, beni de üç sene içinde otuzdan doksan beşe çıkardı. Eğer Alman kadınını tanısanız buna asla şaşmaz, belki pek tabii görürdünüz.”
………….
Hararetle Alman kadınını anlatırken dolgun bileklerine, geniş kalçalarına, iri göğsüne, kaim boynuna, kıpkırmızı yüzüne bakıyor, mektepteki mahut sıska, solgun “Serçe Pehlivan”dan böyle bir harikanın nasıl zuhur edebileceğimi düşünüyor, bir türlü gözlerime, kulaklarıma inanamıyordum. Lafını kestim:
“Rica ederim, nasıl Almanya’ya gittiniz? Nasıl evlendiniz? Nasıl abıhayat içtiniz? Şunları anlatınız. Almanya’ya dair malumatım var. Nafile zahmete girmeyiniz.” dedim.
Fon Sadriştayn:
“Pekâlâ, gayet basit!” diye başladı anlatmaya… Dinlerken sinirleniyor, göğsümde sıkıcı bir ağırlık duyuyordum.
“Mektepten çıktıktan sonra seninle hiç tesadüf etmedik. Dışarı gittiğini işitmiştim. Benim başıma neler geldi, neler… Hükûmet dairelerinde, kalem müdürlerinden, mümeyyizlerinden, kapıcılardan hiçbir tanıdığımız olmadığı için tabii hiçbir kaleme giremedim. Girsem de tabii hiç terakki edemeyecektim. Mecburiyet tahtında hükûmet memuriyetinden vazgeçtim. Biraz resim yaptığımı bilirsin. Almancaya da çalışmıştım! Çat pat konuşuyordum. Anadolu Şimendifer Kumpanyası’na müracaat ettim. İmtihan oldum. Resim şubesine girdim. On lira maaşım vardı. Anam, babam, ben pek küçükken ölmüşler; beni halam büyütmüştü. Onunla oturuyordum. Fakat bilmem niçin, her gün daha ziyade zayıflıyordum. Halam dermansızlığıma baktıkça: ‘Evlenmelisin Sadrettin.’ diyordu. “Senin rahata ihtiyacın var. Bekârlık sana yaramıyor…” Ben de bu lafa inandım. Evlenmeye kalktım. Maaşım yetişmezse halam da ayda birkaç lira verecekti. Kız aramaya başladılar. Her gün evden görücü gittiler. Nihayet gayet şık, gayet güzel, Fransızca konuşur, piyano çalar bir kız buldular.
Akrabalarımızdan birinin evinde güya bizi tesadüf ettirdiler. Konuştuk. Birbirimizi beğendik. Bu zayıf, açık sarı saçlı, saz benizli, sinemalarda aşkla elem rollerine çıkan aktrislere benzer narin bir kızdı. Canlanmış, insan şekline girmiş bir şiirdi. Uzatmayayım… Nişanlandık. Nikâhlandık. Düğün oldu. Karımı gelin gibi halamın yanına almıştık. Bir ay kadar asayiş yolunda gitti. Karım yemeklere iniyor, odasında oturuyor, bir de sokağa gezmeye çıkıyordu. İkinci ayın başında halam: ‘Bu gelin değil, Allah’ın cezası…’ diye söylenmeye başladı. Bir akşam geldim. Karım karşıma geçti. Çatık kaşla sordu:
‘Sen beni hizmetçi kız diye mi aldın?’
Tabii: ‘Hayır.’ dedim.
‘Öyleyse niye aldın?’ diye tekrar sordu.
‘Zevce diye…’
‘Bu hâlde ben bu evde durmam.’
‘Niçin?’ diye aptallaştım.
‘Bana halan iş gördürmek istiyor.’ dedi. ‘Ben hiçbir iş yapamam. Yapmadım. Hem de yapmayacağım. Yarın buradan çıkartır yahut beni bırakırsın. Ben annemin evine gideceğim.’
Ellerini tuttum, biraz sabretmesini, öfkesi geçeceğini söyledim. Nerede?
‘Nafile, nafile… Vallahi durmam!’ diye boyuna yemin ediyordu.
Annemden kalma bir evim vardı. Onu rehine koyarak bir ev tuttuk. Bir ev tutmak nedir? Bilmezsiniz belki… Ben o vakit öğrendim. Daha kapıyı açmadan üç yüz lira bitti. Bir aşçı, iki hizmetçi tuttuk. Fakat hatırlayınız ki maaşım on lira… Odun, kömür, gaz, erzak, yağ falan parası yirmi lirayı geçiyordu. Altı lira da evin kirası… Etti yirmi altı… Karım da on lira tuvaleti için istiyordu. Etti otuz altı… Hâlbuki maaşım on lira… Evi sattım. Elime bin iki yüz lira kadar bir şey geçti. Bu para ile bir buçuk sene yaşadık. Ama ben istikbali düşünerek üzülüyor, zayıflıyor, perişan oluyordum. Bir gün kendimi muayene ettirdim. Doktor:
‘Dikkat ediniz, verem başlıyor.’ dedi. Ne yapacağımı şaşırdım. Hâlim, karımın umurunda değildi. Müteharriki bizzat bir tuvalet makinesi gibi temizleniyor, pudralanıyor, boyanıyor, giyiniyor, geziyor, tozuyor, geliyor, yemeğini yiyor, yatağına yatıyor, rahat rahat uyuyordu! Eve pislikten girilmiyordu. Aşçı ile hizmetçinin elinde kalmıştık. Karım hatta mutfağın nerede olduğunu bilmiyordu. Hazır param bittikçe ben de yürek üzüntüsünden zayıflıyordum. Korktum. O vakit tartılmadım. İhtimal yirmi okkaya kadar inmişimdir! Yaz gelince fena hâlde hastalandım. Yatağa düştüm. Doktorlar ümitlerini keser gibi oldular. Mutlaka tebdilhavaya gitmemi söylediler. Yürüyemiyordum. Dizlerim tutmuyordu. Nihayet kumpanyadan üç ay izin aldım. Kalan paramla Almanya’da oturan bir arkadaşımın yanına gittim… Meşrutiyet’ten sonra elektrikçilik öğrenmek için İstanbul’dan ayrılmış, Almanya’da ev bark düzerek bir daha dönmemişti. Siz deminden beni tanıyınca nasıl şaşırmışsanız ben de onu görünce tıpkı sizin gibi şaşırmıştım. Enine boyuna belki birer metre büyümüş, genişlemişti.
‘Aman, nedir bu hâl, sana ne olmuş?’ diye ağzım açık kalınca:
‘Şaşma yavrum, burası Almanya’dır.’ dedi. ‘Burada yaşamak sanatı bilinir. Sen de biraz kal. Görürsün.’
Hakikaten bir hafta geçmeden gördüm. Öğrendim. Arkadaşım:
‘Boşuna masrafa lüzum yok. Bizim evde yatarsın. Fazla bir odamız var. Kiracı bulamadık. Senden yirmi mark alırım. Orada yatarsın. Yemek için de her gün birer mark eder. Yalnız, yalnız masraf parası… Pişirmek parası almayız. Ayda elli mark. Burada yer, burada içer, dışarıda on para harcamazsın. Çamaşırlarını biz bedava yıkarız. Yalnız bira masrafı ayrı…’
‘Ben bira içmem.’ diyecek oldum.
‘Öyle şey olmaz, cahilliği bırak.’ diye güldü. ‘Birasız burada yaşanmaz. Bira içmezsen iştahın açılmaz. Çok yiyemezsin. Yine sıska kalırsın.’
Arkadaşımın evine misafir oldum. Bira içmeye, yemeye, çok yemeye, bir fil kadar yemeye başladım. Midem bozulmuyor, pek güzel hazmediyordum. Üç ay içinde tanınmayacak bir hâle geldim. En ziyade şaştığım şey bu kadar az para ile bu kadar çok şey yiyebilmemizdi. Arkadaşımın fabrikadaki gündeliği bir bir üstüne ayda sekiz lirayı geçmiyordu. Bu sekiz liranın içinden hem ev kirası veriyorlar, hem yiyorlar, içiyorlar, hem, evet hem de para biriktiriyorlardı. Yemek, çamaşır, dikiş dahil olmak üzere evin bütün işini arkadaşımın karısı yapıyor, yine her akşam gezmeye çıkıyor, pazar günleri bizimle beraber uzun gezintilere gelebiliyordu. Bu şaşılacak bir şeydi. Ben çok çalıştığını, yorulup yorulmadığını sorduğum zaman güler:
‘Ben, sevgili İmparatoriçemiz kadar çalışıyorum. Niçin yorulayım?’ derdi. Sonra hemen sevgili İmparatoriçelerinin hayatını, hiç hizmetçi kullanmadığını, son derece iktisada riayet ettiğini, hatta büyük çocuklarının esvapları eskiyince atmayıp bir yaş daha küçük çocuklarına giydirdiğini, yegâne kızını hep eski esvaplarını bozarak süslediğini, imparatorun iktisat faziletlerini, masraflı oluyor diye en lezzetli yemeği hatta bir defa bile yemekten vazgeçtiğini anlatmaya başlardı. Bu iri, bu canlı, bu güzel, bu kuvvetli kadının beyaz temiz dişlerini göstererek, gülerek söylediği bütün bu fazilet, bu iktisat menkıbelerini dinlerken gayriihtiyari İstanbul’u, kendi hayatımızı, zayıf karımın müsrüflüklerini, beşer liraya ancak ikişer defa giyilen bluzları, beşer mecidiyelik ipekli çorapları, her iki ayda bir Kalivrusiye yirmişer liraya yaptırdığı tayyörleri otuzar liralık el dantelalarını hatırladım. İstanbul’a dönmek saatleri yaklaştıkça içimde bir sıkıntı peyda oluyor, büyüyor, beni hasta ediyordu. Bu rahatı, bu saadeti, bu fazileti memleketimde mümkün değil bulamayacaktım. Istırabımı arkadaşıma açtım. Acıdı. Bana hak verdi. Fakat:
‘Bu rahat, bu saadet, bu fazilet Almanya’nın toprağında, taşında, coğrafyasında değil, Alman kadınındadır.’ dedi. ‘Almanya’nın saadetini, refahını, zenginliğini Alman kadını yapar. Sana bir Alman kızı bulalım. Onunla evlen. İstanbul’a dön. Tıpkı Almanya’daki intizam, Almanya’daki istirahat içinde yaşarsın.’
Bu, olabilir miydi? Evli olduğumu söyledim. Karımı boşarsam birkaç yüz lira nikâh verecek param olmadığını anlattım. Arkadaşım:
‘Hiç korkma.’ dedi. ‘Alman karısı seni on lira ile Türkiye gibi ucuz bir yerde yüz liralık refah içinde yaşatır. Bir senede hiç borcun kalmaz. Ölümden kurtulursun.’
Düşündüm, taşındım. Alman kadınını gördükten sonra benim müsrif, şık karım hayalime korkunç bir hasar kâbusu gibi geliyordu. İstanbul’a dönmek, borç içinde, rezalet içinde sürünerek aç, sefil ölmek… Yahut Alman kadını denilen bir mesudiyet makinesi alarak her şeyi silkip atmak… Rahat, müsterih, mesut yaşamak… Bu iki yoldan birisine mutlak gidecektim. Ölüme mi? Yaşamaya mı? Ölümü tercih edemiyordum. Gayriihtiyari İstanbul’daki zenginlerin, en çok maaş alan memurların müsriflik, idaresizlik yüzünden çektikleri sefaletleri, en zengin paşaların, beylerin ölümlerinden bir ay sonra çoluk çocuklarının hemen dilenecek derecelere indiklerini aklımdan geçirdim. İdaresiz, iktisatsız, intizamsız bir hayatın paraca ne kadar talihi olsa, yine istikbali kapkaraydı, İstanbul’daki evimden, karımdan ürktüm. Kurtulmak, yaşamak için… Kati bir ilaç, bir dermandı. Bir abıhayattı! Tekrar evlenmeye karar verince kız bulmak uzun sürmedi. Arkadaşımın dostlarından birinin akrabası olan şimdiki karımı bir pazar bana takdim ettiler. Pek hoşuma gitti. Babası iki sene evvel ölmüş bir mühendisti. Nişanlandık. Kızın küçük bir cihazı vardı. Nikâhlandık. Size yemin ederim ki, resmî evrak ücretinden başka on para masrafım olmadı. Balayı yapar gibi İstanbul yolunu tuttuk. Karım birinci sınıf yolcular arasında seyahat etmemize razı olmadı. Aldığımızı gazetenin parasına varıncaya kadar bir deftere yazmaya başladı: ‘Para kazanmak erkeğin, kazanılan paranın iştira kuvvetini arttırmak da kadının vazifesidir.’ diyordu. İstanbul’a geldik Beyoğlu’nda bir otele indik. Ben yokken zavallı eski şık karım kendisi gibi şık, zarif bir tek gözlüklü beye âşık olmuş… Onun arzusuyla hemen ayrıldık. Yeni karımı evime getirdim. Ahçı ile hizmetçileri görünce şaşırdı. ‘Bizde bankerler bile ayrı ahçı, ayrı hizmetçi tutmaz.’ dedi. Her üçünü de savdırdı.
‘Evde ne iş olursa ben yaparım!’ diyordu. Yemek, çamaşır, dikiş, temizlik, bulaşık, tahta silmek, kunduraları boyamak filan… Geldiğimizin ertesi akşamı evin kirasını sordu. Ben:
Altı lira, deyince hayretinden gözleri patlayacaktı.
‘Hiçbir adam varidatının yarısından ziyadesini ev kirası verir mi?’ diye şaşıyor, Türkiye halkının hiç hesap bilmediğini söylüyor:
‘Siz de bir, iki, üç, dört, beş, on, yirmi, otuz var mı? Yazınızda rakam işaretleri var mıdır?’ diye tuhaf sualler soruyordu. Evvela möbleleri sattırdı. Paralarını bankaya koydu. O ay evi de bıraktırdı. Haydarpaşa’da bir Alman evinin üst katını sekiz mecidiyeye kiraladı. Burası mutfağıyla, abdeshanesiyle, ayrılmış bir apartman dairesi gibiydi. İki odası vardı. Birini yatak odası yaptı, birini oturma… Bu ikinci odada hem misafirlerimizi kabul ediyor, hem de yemeğimizi yiyorduk… Rahat, mesut yaşamaya başladık. Kira dahil olduğu hâlde aylık masrafımız tam beş lira ediyordu. Maaşımdan artan beş lirayı karım her ay bankaya götürüyor, mobilyalardan aldığımız paranın üzerine ekliyordu. O vakitten beri her ay beş lira harcıyoruz. Ben saat sekizde gara gidiyorum. Her gün öğleüstü karım bir sefer tasıyla yemeğimi, ekmeğimi ayağıma getirir, her akşam gelir, beni alır, beraber gezeriz. Saat altı buçuğa gelince beni gezintide yalnız bırakır, eve döner, yedi buçuğa kadar yemeği hazırlar, ben gelince yemeği hazır bulur, otururum. Yemekten sonra kemanla klasik parçalar çalar klasik şiirler okur. On birde hemen yatarız. Karım altıda yataktan kalkar. Kahvaltıyı hazırlar. Benimle beraber çarşıdan o günkü zahireyi almak için çıkar. Pazar günleri yaz olsun, kış olsun mutlaka dağlara gezmeye çıkarız. Akşama kadar gezeriz. Karıma göre en güzel eğlence kırda yayan gezmek, kırların havasından istifade etmektir. Üç senedir işte hayatımız bu program içinde geçiyor. Bir gün daha bu program bozulmadı. Geçen sene maaşım on beş lira oldu. Karım bunun masrafımıza hiçbir tesir yapamayacağını söyledi. Her ay bankaya beş lira yerine on lira götürmeye başladı. Karımın fikrince masraf varidata göre değil, ihtiyaca göre yapılırdı. Varidat artabilirdi. Fakat varidatın artması masrafın çoğalması için mantıkî bir sebep olamazdı. Masrafın, yine ihtiyaç derecesinde kalması gerekirdi. Bunu ben de muhakeme ettim. Doğru buldum. Bu kadar basit, bu kadar doğru bir hükme acaba Türkiye’de kaç Türk sahiptir? Bir Türk’ün aylık varidatı yirmi beş lira iken otuz lira oldu mu, hemen evini değiştirmeye, daha fazla bir hizmetçi tutmaya kalkar. Hâlbuki bizim kumpanyanın müdür muavini yüzlerce lira maaş aldığı hâlde masrafı ihtiyacına göredir. Yani tıpkı benimki gibi… Onun karısı da hizmetçi, aşçı, uşak kullanmaz. Çarşıdan erzağını bile kendi pazarlık eder, kendi alır, kendi evine getirir. Karım:
‘Ancak doğacak çocuklar masrafa bir şey ilave ettirir.’ der. ‘Çünkü ihtiyaç değişir. Masraf da o ihtiyaca uymalı…”
Evet, nihayet bizim de bir gün masrafımızın çoğalması gerekir gibi oldu. Karım gebeydi. İşte ben asıl iktisat faziletinin ne olduğunu karımın gebeliğinde gördüm.
‘Bir hizmetçi tutsak… Sen gebesin. Rahatsız oluyorsun!’ dedim. Karım katiyyen reddetti. Gebeler için yürümek iş görmek gerektiğini, gebelikte oturmanın intihardan, havaleye, ölüme koşmaktan başka bir şey olmadığını söyledi. Hiç tertibimiz bozulmadı. Yine sabahları pazara gidiyor, gara yemeğimi getiriyordu; akşamları beraber geziyorduk. Karnı büyüdü. Sekiz aylık, galiba dokuz aylık oldu. Ben:
‘Pek yaklaştı artık bir adam tutsak.’ dedim.
‘Daha vakit var, daha vakit var!’ diyordu. Bir gün, yine sabahleyin evden çıktık. O pazara sapmak için benden ayrıldı. Öğleyin yemeğimi getirdi. Akşamüstü geldi, beni aldı. Biraz gezindik. Gayet bol bir manto giymişti. Yine akşam yemeğini hazırlamak için bir saat evvel benden ayrıldı. Ben arkasından eve gelince her vakitki gibi sofrayı hazır buldum. Oturdum, yemeğe başladık. Tam yemek ortasında Öbür odadan:
‘Viyak, viyak.’ diye bir seda gelmez mi?
‘Bu ne?’ dedim. Karım tavrını bozmadan, gayet tabii bir şey söylüyormuş gibi:
‘Çocuk!’ dedi. ‘Bugün doğurdum…’
Gözlerimi açtım. Ben hâlâ bir Alman kadının ne olduğunu tamamıyla anlayamamıştım.
‘Ne diyorsun?’ diye haykırdım. ‘Ebe nerden buldun?’
‘Ebesiz doğurdum.’ dedi. ‘Ebe hekim demektir. Ben hasta mıyım? Ebeye ne lüzum var?’
‘Ne vakit doğurdun?’ diye tekrar haykırdım. Karım istifini bozmadan cevap verdi:
‘Senin yemeğini gara bıraktıktan sonra dönerken ağrı duydum. Eve geldim. Muşambaları, siliyordum. Ağrı ziyadeleşti. Banyoyu doldurdum. Çamaşır leğenini hazırladım. Doğurdum. Çocuğumu yıkadım, sardım, yatırdım. Kendim de yıkandım. Sonra yemeği hazırladım. Gezmek için geldim, seni aldım. Şimdi gelince beş dakika kadar süt verdim…’
Hemen ayağa kalktım. Odaya doğru, bu kendi kendine doğan çocuğumu görmeye koşuyordum. Beni tuttu:
‘Otur, rica ederim. Yemeğin intizamını bozma. Kalkınca gidip görürsün…’ dedi.
Yemekten sonra küçük bir sepetin içine yatırılmış yavrumu gördüm. Açık mavi gözleri tıpkı annesininkine benziyordu. Şimdi altı aylık oldu. Henüz masrafımızda bir ziyadelik yok… Karım dört beş yaşına girmeden bir çocuğun hiçbir masrafı olamayacağını söylüyor. Bir hafta geçmeden çocuğun uyuması, ağlaması, yemesi intizama girdi…”
……………..
“Oh, azizim, ne çabuk… Tarabya’ya geldik. Ben buraya çıkacağım. Veriniz elinizi sıkayım. Anladınız ya ben niçin otuz okkadan doksan beş kilo oldum. Alman kadını… Alman hayatı… İntizamla istirahat! İşte saadetin! Allaha ısmarladık. Her pazar yayan Çamlıca Tepesi’ne çıkarız. Sen de gelirsen, orada görüşürüz. Allaha ısmarladık…”
“Madama benden ihtiramlar!” dedim. Elimi sıktı. Kalktı, hızla yürüdü. İskeleden inip diğer yolcuların arasında kayboluncaya kadar arkasından baktım. Vapur kalktı. Göğsümden asabi bir ağırlığın yükseldiğini, nefes aldırmayacak gibi boğazıma tıkandığını duyuyordum.
Artık, mesut olmak için…
……………..
Görünmez bir kâbusun önünden kaçar gibi gözlerimi ovuşturdum. Üzerinde temiz martıların uçuştuğu koyu prusya mavisi denize baktım. Karşı sahil mor tepeleri, beyaz yalıları, koyu nefti ağaçlıklarıyla sanki ebedî bir keyif uykusuna dalmış gibiydi. Fon Sadriştayn’ın uzvî istirahatından, her anına mantıkla hesap karışan saadetinden, çamaşır yıkayan, yemek pişiren, tahta silen, kundura boyayan aşkından tiksiniyordum. Ta orada… Şu küçük yalıcıkta müsrif, hesap bilmez, saz benizli, narin, şık bir kadınla borç içinde, manevi, maddi ıstıraplar içinde; tabiatın uyuşuk sükûnu karşısında sessiz, mahmur yaşamak daha tatlı değil miydi?
Açık mavi, ebediyetten kopmuş canlı köpük parçaları hâlinde, güvertenin üzerinden, sürü sürü geçen martılar:
“Evet…”
“Evet, evet.” diye hüzünlü sesleriyle bağrışıyorlar, sanki benim ruhumun meyus sualine göklerden ilahi bir cevap veriyorlardı.
Bepul matn qismi tugad.