Kitobni o'qish: «Anadolu Uygarlıkları»
Oğuzhan Karadirek, 1992 yılında İzmir’de doğdu. Adnan Menderes Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında klasik ve geç Roma mimarisi ile Türk-İslam sanatı alanlarına ilgi duymaya başladı. Pek çok antik kentte kazılara ve yüzey araştırmalarına katıldı. Mezun olduktan sonra ilk olarak Nysa Antik Kenti’nde sanat tarihçisi olarak çalıştı. İlerleyen dönemde Aydın Büyükşehir Belediyesi KUDEB (Koruma, Uygulama ve Denetim Bürosu) biriminde sanat tarihçisi olarak çalışmaya devam etti. 2020 yılında Puhu, Osmanlı İstihbarat Savaşları isimli kitabı yayımlandı. 2019 yılında almış olduğu drone operatörlüğü ehliyetiyle saha çalışmalarını genişleterek kültürel miras fotoğrafçılığı yapmaya başladı. Çalışma hayatına drone fotoğrafçısı olarak devam etmektedir. Başta Ege ve Akdeniz bölgesindekiler olmak üzere pek çok döneme ait antik kentleri görüntülediği “Havadan Fotoğraflar Serisi” projesini başlattı. 2012 yılından beri biriktirmiş olduğu bu arşivi, @sanatvearkeoloji Instagram hesabında paylaşmakta, kültürel ve tarihi mirasımızın tanıtılması amacıyla gönüllülük esasına dayalı olarak içerikler üretmeye devam etmektedir.
Başlarken
Elinizde tuttuğunuz bu kitap, sosyal medya platformlarında uzun süredir yaptığım paylaşımlar sırasında bana en çok gelen soru doğrultusunda ortaya çıktı: “Merhaba Admin, Anadolu tarihini anlatan bir kitap var mı?”
Evet, var! Mesela bir kitap Anadolu’nun neolitik tarihini anlatırken bir başka kitap Roma tarihine, bir diğeri Bizans toplumunun beslenmesine yönelikti. Ben de zengin Anadolu tarihini parça parça okumak yerine daha yalın bir şekilde derleyerek tek bir kitapta topladım.
Bu kitapta, merak edilen tüm konuları bu alanda eğitim almamış herkesin anlayabileceği şekilde anlatmak istedim. Arkeoloji ve sanat tarihine ilgi duyanlar için yol gösterici bir kaynak, öğrenciler için başlangıç kitabı, rehberler için de bir el kitabı olmasını planladım. Akıllarda her zaman soru işareti olan “Bu taşlar nasıl dikildi?”, “Burada ne vardı?”, “Nasıl beslendiler?”, “Nasıl barındılar?” gibi soruların yanıt bulmasını amaçladım.
Birazdan okumaya başlayacağınız bu kitabın her bir başlığı ayrı ayrı kitap veya makale olma potansiyeline sahipken, sizin için konuyu özünden koparmadan, olabildiğince minimal bir şekilde, hem bir seyahat kitabı tadında hem akademik anlamda besleyici olacak bir kitap hazırlamaya çalıştım.
Kitabın başından sonuna kadar bana destek olan, saha çalışmalarımda, güneşin altında bana sabırla eşlik eden eşime ve köpeğim Pati’ye, ayrıca aileme çok teşekkür ederim.
İyi okumalar.İstanbul2020-2023
I
İki Kıta Arasında Bir Köprü: Anadolu Levhası Nasıl Oluştu?
4,5 milyar yıl önce dünyanın şekillenmeye başlaması ve 3,5 milyar yıl önce ilk mikroorganizmaların ortaya çıkmasıyla dünya yavaş yavaş canlı formlarına ev sahipliği yapmak için kendini hazırlamaya başlamıştı fakat hâlâ canlılar için gerekli ortam bulunmuyordu. Mavi yeşil alglerin oluşumuyla dünyada fotosentezin ilk adımları atılırken, volkanik olaylar da dağların oluşumuna ve şekillenmesine önemli bir katkı sağlıyordu. O zamanki dünya, günümüzde bildiğimiz dünya değildi. 570 – 250 milyon yıl önce kıtalar birbirinden ayrıldı, 250 milyon yıl önceyse tekrar birbirlerine kenetlenerek bir bütün haline geldi. Bu ayrılma ve birleşme sırasında Anadolu levhası ekvatora 1000 km uzaklıktaydı ancak bu levha tam olarak şu an bildiğimiz Anadolu değildi. 200 milyon yıl önce kıtaların birbirinden yeniden ayrılması ve Atlas Okyanusu’nun oluşumuyla beraber Anadolu levhası tekrar hareketlenerek bu sefer kuzeye doğru hareket etmeye başladı.1,2
Mezozoik dönem dediğimiz ikinci zaman evresinde bunlar yaşanırken, üçüncü zaman evresinde yer alan ve 40 milyon yıl öncesine uzanan erken pliyosen çağında Anadolu’nun bir bölümü hâlâ sular altındaydı ve bugün haritalarda gördüğümüz halinden çok farklıydı. Kimi zaman kır yürüyüşleriniz sırasında, taşların üzerinde kabuklu deniz canlılarının şeklini görmüş olabilirsiniz ya da çevrenizde birinin “Eskiden buralar denizmiş,” dediğini duymuşsunuzdur. Evet, Anadolu levhasının bir bölümü hâlâ sular altındaydı. Trakya bölgesi, Denizli ve Burdur daha sulak bir alanken Güneydoğu Anadolu Bölgesi günümüzün Ege ve Akdeniz iklimi havasındaydı, yani ılıman bir iklime sahipti. Günümüzde yaşanan küresel iklim değişikleri o zamanda da vardı ve geç oligosen zamanına denk gelen 35-25 milyon yıl öncesinde ise güneydoğuda artık deniz iklimi kalmamış, Hazar Denizi’nin kapsadığı alan Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum’a kadar uzanmıştı.3
Erken miyosen çağına denk gelen 23-17 milyon yıl öncesindeyse Anadolu levhası Hint Okyanusu’nun etkisi altına giriyordu. Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Toroslar Hint Okyanusu’nun etkisinde kalırken, Doğu Karadeniz dağlarının güneye bakan yamaçları okyanus havasının etkisi altına girmişti. Bolu ve Ankara’da ise volkanik kayaçların yoğunluğu bölgenin daha zor bir yüzeye sahip olduğunu bize gösteriyordu. 16-12 milyon yıl öncesine denk düşen orta miyosen döneminde Hint Okyanusu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’dan geri çekilmiş ve Erzincan, Sivas, Erzurum, Van bölgelerinde karasal bir iklim havası etkili olmaya başlamışken Diyarbakır bölgesinde ise akarsuların oluşturduğu havzalar yeni yer şekillerinin oluşmasına imkân sağlamıştı. Batı Anadolu’da ise deniz ve göllerin oluşturduğu çukurlar bölgeye yeni bir arazi oluşumu katıyordu. Geç miyosen zamanında, yani tahminen 11-5,5 milyon yıl öncesine uzanan bu dönemde Hint Okyanusu’nun etkisi tamamen ortadan kalkarken Akdeniz bölgesinin kıyı şeridi de günümüze benzer bir hal almaya başlıyordu. Doğu Anadolu ise volkanik kayaçların etkisi altına girerken Orta Anadolu’da göllerin kuruması ve volkanik kayaçların etkisi hâlâ bölgenin karasal iklim etkisinde olduğunu gösteriyordu.
Dördüncü zaman evresine denk gelen 5,5-7 milyon yıl öncesine uzanan pliyosen çağında ise Karadeniz ve Akdeniz kıyı şeridi günümüze benzer bir hal almaya başlamıştı. İstanbul ve Çanakkale boğazları hâlâ birleşmemiş ve Marmara Denizi ise varlığını büyük bir göl olarak sürdürmekteydi. 1,6 milyon yıl öncesine uzanan pleistosen dönemindeyse artık Karadeniz ve Akdeniz kıyı hattı günümüzle örtüşen benzer halini almıştır. İç Anadolu’da göller kururken Tuz Gölü dahi bu kuraklık evresinden nasibini alarak küçülmeye devam ediyordu. Doğu Anadolu ise insanlık tarihinin ilklerine sahip olacak volkanik kayaçların yoğun olduğu bir bölge olmuştu. Dördüncü zaman evresinde boğazların da birbiriyle birleşmesi sonucu Anadolu levhası günümüzdeki şeklini almıştı.4
Peki, insanlar neredeydi?
Afrika’nın Rift Vadisi’nde insana dair ilk izlerin bulunması, bize insan yaşamının burada başladığını söylüyor. Buradan dünyaya yayılan insanın batıya doğru ilerlemesini sağlayan en büyük köprüyse Anadolu’dur. Kavşak noktası olması sebebiyle Anadolu’nun, bölge tarihi boyunca önemi büyük olmuştur.5
Bu önem onun kimi zaman farklı isimlerle anılmasına yol açmıştır. Roma İmparatorluğu, Asia Minor yani Küçük Asya derken, Doğu Roma yani Bizans zamanındaysa doğu anlamına gelen ve güneşin doğumu anlamını da taşıyan Anatolia kelimesiyle anılır olmuştur.
Anadolu levhasının doğu ve batı arasında önemli bir nokta olması sebebiyle tarih boyunca her medeniyet ona ayrı bir isim vermeye ya da onu kendine özgü kültür ve düşünceyle anlamlandırmaya çalışmıştır.
Öyleyse Anadolu’yu anlamak için biraz daha çabalayalım ve buradaki ilk insanların varlığının izlerine biraz daha yakından bakalım.
Ek Bilgi
Anadolu’nun İlk İnsanları Bir Kömür Madeninde
1986 yılında Konya’nın Akşehir ilçesinde yer alan kömür madeninde Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü personelleri tarafından Anadolu’daki en eski insan kalıntılarına ulaşıldı. Ancak burada aklınıza bildiğimiz insan ve hayvan iskeletleri gelmesin. Laboratuvar ortamında yapılan analizler sonucu saptanmış ufak iskelet parçalarından söz ediyoruz.
Afrika’daki Rift Vadisi’nden yola çıkan Homo Erectus’ların yaşam alanı olduğu düşünülen Dursunlu ve çevresinde ayrıca suaygırı, kunduz, fil, at, gergedan, geyik, bizon, kuş, kaplumbağa, kurbağa, salyangoz ve balık gibi hayvanların da yaşadığı tespit edilmişti.
Ek Bilgi
Denizli Adamı
Denizli’nin Honaz ilçesinin Kocabaş mahallesinde yer alan mermer ocağında çalışan bir işçinin 2002 yılında bulduğu kemik parçaları üzerinde yapılan analizler sonucunda, parçaların 1,2 milyon yaşında olduğu ortaya çıkmış6 ve bu tespit aslında Anadolu’daki insan izlerine dair bilgilerimize büyük katkılar sağlamıştır.
Laboratuvar analizleri sonucunda Homo Erectus türüne ait olduğu belirlenen ve “Denizli Adamı” olarak isimlendirilen buluntuda tespit edilen veriler ise çok daha ilginçtir. Ölçülen kemik yaşı, 20-40 yaşları arasında öldüğünü göstermektedir. Ayrıca verem hastalığına sahip olduğu belirlenmiştir. Elbette buluntular arasında sadece Denizli Adamı’na ait kemik parçaları bulunmuyordu; geyik, fil, zürafa ve gergedan kemikleri de tespit edilmişti.
II
İlk İnsanlar ve İlk Çağlar: Prehistorik Dönem
Öncelikle prehistorya kelimesini açarak başlayalım. Yunancada pre (πριν), “önce” anlamına gelirken historya (ιστορία) ise “tarih” demektir, yani “prehistorya” kelimesi “tarih öncesi çağları” işaret etmektedir. Yazının icadıyla insanlığın tarihi başlamış sayıldığı için, paleolitik çağ, mezolitik çağ, neolitik çağ ve kalkolitik çağ şeklinde adlandırdığımız dört evreyi içerisine alan döneme prehistorik dönem diyoruz. Peki, yazı hangi çağda başlıyor? Bronz çağında! Günümüzde Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan Mezopotamya’da ve antik Mısır’da yazının temelleri atılıyor fakat oralara daha gelmeden insanlığın ilk evrelerine göz atalım. Ne yer, ne içerlerdi? Nasıl barınırdı bu insanlar?
III
Taş Devri
1. Anadolu’nun İlk Misafirleri ve Paleolitik Dönem
(MÖ 600.000-10.000)
Paleolitik, eski Yunanca paleos (πᾰλαιός) yani “eski” ve lithos (λίθος) yani “taş” kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuş ve genel akademik literatüre bu şekilde girmiştir. Türkçede ise eski taş ya da yontma taş olarak adlandırılmıştır.7
Paleolitik dönem olarak bahsedilen bu dönem aslında insanlığın en uzun çağlarından biridir ve alt, orta ve üst paleolitik dönem olarak üçe ayrılmaktadır. Kısaca bu dönemlerden bahsedersek, alt paleolitik çağda insanlar vahşi hayvanlardan korunmak ve kendi aralarındaki mücadelelerinde kullanmak üzere çeşitli taşları sivrilterek ya da keskinleştirerek ilkel silahlar yapmışlardı. İklim, alt çağda daha ılımanken orta paleolitik çağda karasallaşmaya ve soğumaya başlamıştır. Karın zeminde kalma süresi uzamış ve buzlanmalar gerçekleşmiştir. Son evre olan üst paleolitik çağda ise insanlar artık mağara duvarlarına ve çevrelerindeki sert zeminlere çeşitli figürler ve desenler çizerek kendilerini ifade etmeye çalışmışlardır.
Şimdi yönümüzü Anadolu’ya çevirelim ve buradaki ilk insanların izlerine göz atalım. Paleolitik dönemdeki ilk insan izleri, Denizli’nin Kocabaş mahallesinde bulunmuştur. Bulunan kafatası parçalarında yapılan analizler sonucu 1.200.000 yıllık olduğu tespit edilmiştir. Sadece Denizli değil, Konya’nın Dursunlu mahallesindeki maden ocağı çalışmaları sırasında da çeşitli örneklere rastlanmıştır. Buradaki incelemeler sırasında keşfedilen ilk insan kalıntılarının 900.000 yıl öncesine ait olduğu bilinmektedir. Ayrıca alanda avlanarak öldürülmüş çok sayıda hayvanın iskeletine de rastlanmıştır. Bunlar mamut, domuz, gergedan, geyik, aslan, ayı, at ve kuş türleridir. Özellikle bu alanda dikkat çeken en önemli buluntu, bir leyleğe ait tarak kemiğinde tespit edilen kesik izleridir. Bir diğer eski örneğe ise Niğde’de, Kömürcü köyü yakınlarındaki Kaletepe Deresi 3’te rastlanmıştır.
Ayrıca İstanbul’da Yarımburgaz Mağarası; Antalya’da Karain, Beldibi, Belbaşı, Öküzini, Kızılin, Çarkini; Adıyaman’da Palanlı ve Kars’ta ise Çamuşlu, Anadolu’daki önemli paleolitik dönem yerleşimleridir.
2. Ağaç Kovuklarından Mağaralara: Paleolitik Dönem İnsanında Barınma
Dünyanın küresel bir buzul çağında olması ve insanın genetik doğası nedeniyle barınma ve ortama uyum sağlama ihtiyacı doğmuştur ve bu ihtiyaç, ilkel koşullarda giderilebilmiştir. O dönemin insanları kimi zaman ağaç kovukları arasına sığınırken, konargöçer durumlarda ise hayvan iskeletlerinden basit çadırlar kurup üzerlerine avladıkları hayvanların postlarını örterlerdi. Ayrıca hepimizin bildiği gibi mağaralar ve kaya oyuklarında yaşamışlardı. Mağaralar deyince insanın aklına mağaranın hepsini kullanıyorlar mı acaba sorusu geliyordur ancak durum öyle değildi. İlk insanlar çoğunlukla mağaraların giriş kısımlarına yerleşmiş ve rüzgârdan, yağmurdan ya da yırtıcı hayvanlardan korunmak için mağara girişlerine taşları üst üste dizerek setler yapmışlardır. Mağaralarda yaşayan insanların büyük bir aile ya da topluluk olarak oralarda barındıklarını da düşünmeyin. Çoğunlukla 15-20 kişilik gruplar buralarda yaşar ve ihtiyaçları doğrultusunda buraları terk ederek beslenme amacıyla yeni yerler ararlardı.8
3. Önce Toplayıcılık Sonra Avcılık: Paleolitik Dönem İnsanında Beslenme
Günümüzün gelişmiş gıda endüstrisini hesaba katınca aslında ilk insanlara göre oldukça farklı beslendiğimiz aşikârdır. Beslenme ihtiyacı öncelikle toplayıcılıkla gideriliyordu. İnsanlar ilk olarak çevrelerindeki yabani bitki ve meyveleri toplarlardı. Aynı husus et tüketiminde de söz konusuydu. Yırtıcı hayvanların avladıkları leşleri toplamak öncelikliydi. Gerektiğinde erkekler ava çıkardı; çok meşakkatli bu avlar aynı zamanda uzun yürüyüşler anlamına gelirdi. Bazen bir av yolculuğu 20 kilometreyi bulabiliyordu!
Paleolitik dönem insanlarının besin olarak tükettikleri bitkiler çitlembik, alıç, zeytin, incir, fındık, acı bakla, ceviz, meşe palamudu ve bitki kökleridir. Domuz, geyik, yabani keçi ve koyun, sığır, tavşan, fare, balık, kaplumbağa, aslan, bizon, salyangoz, köpek, suaygırı, kuş gibi çeşitli hayvanları da avlayıp beslenme ihtiyaçlarını gidermişlerdi. Yalnız burada şunu eklemek gerekiyor: Bitkiler ve hayvanlar günümüzden oldukça farklıydı. Zaman içerisinde deneme yanılma yöntemi ve modern bilimle sebze ve meyveleri şu anki damak tadımıza uygun hale getirdik. Benzer şekilde hayvanların evcilleşme sürecinde de onları doğal koşullarından kopararak aslında küçülmelerine sebep olduk. Buradan çıkaracağımız bir sonuç da şu: Bugün yediğimiz birçok şeyin geçmişte belki de çok daha acımsı veya ekşi bir tadı ya da kendine has daha farklı bir lezzeti vardı.
Ayrıca hayvansal ve bitkisel besinler yine çeşitli denemelerden geçiyor ve öyle tüketiliyorlardı. Örneğin günümüzdeki gibi hayvanın postunu yüzüp ateşte çevirme gibi bir uygulama söz konusu değildi. Avlanan hayvan, yanan ateşin üzerinde postu yüzülmeden kızartılırdı. Daha sonra yeni bir uygulama geliştirildi; ateşe atılan taşlar ısındıktan sonra avlanan hayvan bu taşların üstüne konuluyor ve burada pişiriliyordu. İlk insanların çeşitli bitki türlerini yedikten sonra zehirlenmesi ve ölmesi gibi acı tecrübeler sonucunda hangi bitkilerin yemeye uygun olduğu zaman içinde öğrenilmiştir. Bitkileri suda kaynatarak lezzetlenmelerini sağlamışlardır. Tatları uygunsa ve sağlık yönünden de bir sorun teşkil etmiyorsa, çiğ tüketimleri de söz konusudur.
Burada şuna dikkat çekmek gerekiyor: Günümüz dünyasında popüler olmuş paleolitik diyetler ve modern yaşamda artan yüksek et tüketimi sayesinde, o dönemlerde yaşayan insanların beslenmesini ve yaşantısını anladığımızı zannediyor olabiliriz ancak bu insanların et tüketimi, modern toplumdaki tüketim miktarını asla yakalayamamıştı.
Av için katedilen yol ve o av sonrasında bu av etinin muhafazası kolay işler değildi. Bu sebeple bu insanların modern insan gibi bol et tükettiği mantığını aklımızdan çıkarmamız gerekiyor.9
1. Görsel: Paleolitik dönem el baltası
Ek Bilgi
Tarih boyunca meyve ve sebzelerin yapılarında gerçekleşen değişimin örneklerinden biri de Giovanni Stanchi'nin aşağıdaki tablosunda görülebilir. Günümüzden çok farklı olan karpuzun daha yoğun çekirdekli olduğu dikkat çekiyor.
2. Görsel: Giovanni Stanchi'nin Bir Manzarada Karpuz, Şeftali, Armut ve Diğer Meyveler tablosu.
IV
Neolitik Çağa Bir Dönem Kala: Mezolitik/Epipaleolitik Dönem
(MÖ 10.000-8000)
Mezolitik, “orta” anlamına gelen mezoz (μέσος) ve “taş” anlamına gelen lithos (λίθος) kelimelerinin birleşiminden oluşmaktadır ve söz konusu çağ, “orta taş çağı” olarak isimlendirilmektedir ama Anadolu’da bu döneme epipaleolitik dönem de denilmektedir. Epipaleolitik dönem, neolitik döneme geçiş sürecindeki ara dönem olarak kabul edilir. Epipaleolitik dönem, MÖ 20.000-18.000 ile MÖ 10.000-9.000 arasına tarihlendirilmektedir.10 Kimi uzmanlara göre Anadolu tam anlamıyla mezolitik çağda değildi; mezolitik dönem sınıflandırması Avrupa toprakları için paleolitik ve neolitik çağ arasında bir sınıflandırma olurken, Anadolu toprakları için epipaleolitik tanımlaması kullanılmaktadır. Epipaleolitik dönem aslında Anadolu topraklarında paleolitik dönemin sonlarını da yansıtmaktadır.
Artık dünyanın dördüncü buzul çağının yavaş yavaş sona ermesi sonucu sular yükselmiş ve yeni iklimsel koşullarla birlikte insanlar doğaya daha hızlı uyum sağlamıştır. Alet yapım teknikleri geliştiği gibi, alet yapmak için ayrıca üretilen yeni aletler de ortaya çıkmıştır. Bu aletlerin paleolitik döneme kıyasla küçüldüğü görülmektedir, yani mikrolit aletler ortaya çıkmıştır. Obsidyen taşının bu dönemde yoğun olarak kullanılması ise oldukça önemlidir. Ayrıca bu dönemlerde köpeklerin evcilleştirildiği tespit edilmiştir.
Anadolu’da mezolitik/epipaleolitik yerleşimlere örnek verecek olursak Antalya’da Karain, Öküzini, Beldibi, Belbaşı; Gaziantep’te ise Şarklı Mağara yer alır. Kahramanmaraş’ta Direkli, Burdur’da Baradız, Urfa’da Söğüt tarlası ve Biris’de döneme ait detayları belirgin olan mezolitik/epipaleolitik dönem yerleşimleridir.
1. Mezolitik Dönem İnsanının Beslenme Alışkanlıkları: Mezolitik/Epipaleolitik Dönem ve İnsanının Yabani Buğdayla Tanışması
Mezolitik dönem, beslenme alışkanlıkları açısından paleolitik dönemle benzerlikler göstermektedir. Avcılık için yapılan sağlam kesici aletler ve daha minik eşyalar, bu dönemdeki insanların avlanma gücünü artırmıştır. Ayrıca sulak alanlarda konargöçer yerleşimlerin artması sonucu bu dönemin insanları su ürünlerinden daha fazla faydalanmışlardır. Burada unutulmaması gereken bir husus vardır; o da epipaleolitik dönemin sonlarına doğru yabani buğdayın öğütülme ve tüketilme çabasıdır. Ayrıca kimi insan topluluklarının tarımsal arazileri kontrol altına alarak buraları iskân ettikleri bilinmektedir fakat bu durumu günümüzdeki çiftlik hayatına benzer şekilde hayal etmek yanlış olur. Topluluklar, ihtiyaçlarını bu alanlardan karşıladıktan sonra tekrar yaşam alanlarına dönerler ve bitkinin veya meyvenin tekrar olgunlaşma dönemi gelinceye dek de bir daha uğramazlardı.
2. Mezolitik Dönem İnsanının Barınma Sorunu
Mezolitik dönemde yaşayan insanlar, paleolitik dönem insanlarından farklı olarak ağaç dallarından çadırlar yapar ve üstüne de hayvan postlarını koyarlardı. Kimi zaman ise kaya altı sığınaklarını da kendilerine mesken edindikleri bilinmektedir. Yaşamın kolay olmadığı bu dönemlerdeki iklimsel koşullar ve yırtıcı hayvan tehlikesinin de etkisiyle insanlar kendilerini güvence altına alabilmek için kimi zaman büyük ağaç kovukları içerisinde dahi yaşamışlardır.11
V
Anadolu’da İlk Barınma Yerleri
Kıtalar arası geçişte hayvanlar ve insanlar için önemli bir köprü ve kavşak noktası olan Anadolu coğrafyası, birçok hayvana ve insana barınma ve beslenme için kollarını açarken bir yandan da coğrafi şartlarıyla bu canlıları sınamıştır. Günümüzde paleolitik çağ yerleşimlerine Anadolu’nun yedi bölgesinden çeşitli örnekler göstermemiz mümkündür ancak bunlardan bazıları, yapılan araştırmalar ve kazı sonuçlarından elde edilen analizler sebebiyle daha ön planda bulunmaktadır. Bunların başlıcaları şunlardır:
1. Türkiye’nin İlk Modern Arkeolojik Mağara Kazısı: Karain Mağarası
Antalya’nın merkezinden 32-33 kilometre uzakta, Döşemealtı ilçesinin Yağca mahallesinde bulunan kalker tipli mağara, Anadolu coğrafyasındaki ilk insanların barındığı en büyük mağaralardan biridir. Yapılan araştırmalar ve kazı analizlerinden çıkan sonuçlar, bu mağaranın paleolitik dönemden Bizans dönemine kadar belirli zamanlarda yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermiştir. Özellikle geç antikçağ zamanlarında mağaranın duvarlarına çeşitli nişler oyulmuştur ve bazı yazıtlar da mevcuttur. Aslında buradan Karain Mağarası hakkında şu tespiti de yapabiliriz: Her katmanında, Anadolu’nun başka bir dönemini barındırmaktadır.12
Kazılar sırasında ilk insanlara ait bol miktarda uçları sivriltilmiş taşlar ve hayvan kemiklerinden yapılmış, günlük ihtiyaca uyumlu çeşitli alet edevatlar kadar av hayvanlarına ait kemik kalıntıları da bulunmuştur. Burada dikkat çeken bir diğer konu ise Homo Neanderthal’lere ait kemik kalıntılarına da ulaşılması olmuştur.
Karain Mağarası’nı bu kadar önemli yapan sebeplerden biri, sarp kayalıklarda olduğu için güvenli bir barınma yeri olmasıydı. Ayrıca günümüzde tespit edilen ve şu an kurumuş olan sulak alanlara yakındı. Elbette Karain Mağarası katmanlarının günümüze kadar sağlam gelebilmesinin bir sebebi vardı. O da girişinin bir zaman sonra kapanmış olmasıydı. Peki, ne oldu da bu giriş sonradan açıldı? 1946 yılında Kılıç Kökten ve öğrencisi Fikret Ozansoy tarafından keşfedilen mağaranın girişi aslında günümüzden oldukça farklıydı. Mağaranın ağzı dar girişli ve arkeolojik çalışmalar yapmaya hiç müsait değildi. O dönem çalışmaların hız kazanması için mağaranın ağzı dinamitle patlatılarak genişletilmiştir.13