Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Kazıgurt Öyküleri»

Shrift:

Takdim

Abzal SAPARBEKULY
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi

Diplomaside en kalıcı izler bırakan alanlardan biri şüphesiz kültür ve eğitimdir. Özellikle, kardeş ülkeler arasındaki ilişkilerin pekişmesine, halklarımızın yakınlaşmasına, ortak değerlerimize sahip çıkılması hususunda etki eden en büyük unsurdur bu alanlar. Kazakistan’ın Bağımsızlığının 30. yıldönümünde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yıldönümü eşiğinde bulunan Kazak-Türk ilişkilerinin gelişmesine en büyük katkı sağlayan yine kültürdür. Siyaset ve ekonomi gibi diğer alanlarda yapılan çalışmalarla birlikte en büyük ve uzun vadeli kazanımlar kültürel ilişkilerin sayesinde elde edilmiştir.

Kültürün temeli, şüphesiz edebiyattır; diğer bir ifadeyle söz sanatıdır. Edebiyatın geliştiği toplumlarda kültür seviyesi pek yüksek olur. Okuma alışkanlığından roman yazarlığına kadar devam eden uzun bir yolculuk düşünce dünyamızın derinleşmesine ve geleceğe farklı açıdan bakarak günümüzün daha iyi değerlendirilmesine yardımcı olacağı gibi, hayata farklılık katması da aşikardır. Yakın tarihimizde Kazak topluluğu bunu yaşamıştır.

Aslında günümüzde de edebiyatın gelişmesine katkıda bulunan büyüklerimizi yad ederek onların eserlerini yeniden neşretmek, günümüzün aydınlatılması ve gelecek nesillere aktarılması açısından büyük önem arz etmektedir. Bilindiği üzere bu sene Türk Cumhuriyetlerinin Cumhurbaşkanları tarafından kabul edilen Türkistan Deklarasyonunda Türk kültür ve sanat dünyasının gelişmesine olağanüstü katkıda bulunan birçok önemli isimler yad edilmektedir. Belgede başta Pir-i Türkistan olarak adlandırdığımız Hoca Ahmet Yesevi olmak üzere Yunus Emre, Ali Şir Nevaî, Jambıl Jabayev gibi meşhur ozan ve aşıkların isimleri geçmektedir. Söz sanatı alanında büyük miras bırakan bu ulu şahsiyetleri saygıyla yad etmek ve onlara hürmet göstermek her zaman görevimiz olmuştur. Zira büyüklerimiz hak ve hakikatin tercümanı olarak eserlerini yazmışlar ve kendi yaşadıkları devirlerde toplumları aydınlatmışlardır. Onlar bu büyük görevi üstlenmiş ve günümüze kadar tazeliğini koruyan ölümsüz eserler bırakmışlardır.

Günümüzde de bu geleneği devam ettiren aydınlarımız, şair ve yazarlarımız vardır. Her ne kadar yazılı edebiyatın nazım ve nesrin çeşitli şekillerinde ifadelerini ulaştırıyor olsalar da onlar da ahlakı, insani değerleri ve hayatın gerçek yüzünü bizlere aktararak düşünce dünyamıza farklı renkler katmaktadırlar. İşte onlardan birisi, Kazakistan’ın meşhur öykücüsü Nurgali Oraz’dır.

Yazar Nurgali Oraz, sadece eski dönemin, daha doğrusu Bağımsızlık öncesi döneminin temsilcisi değil, aynı zamanda Bağımsızlık döneminin de şahidi ve mümessilidir. Bu açıdan onun işlediği konuları, öykülerinde yer alan karakterlerin vasıfları ve yaşantıları ilgi çekecek kadar önemli sayılmaktadır. Edebiyatın en parlak döneminde neşet eden değerli yazarımız günümüzün zorluklarıyla yaka paça olurken kaleme aldığı eserleri de pek cezbedici gelmektedir. Novel yazarı olarak bilinen Nurgali Oraz’ın bal şeker gibi tatlı ve sanatsal dili öykülere farklı bir ışıltı ve parlak manalar katmaktadır. Bu yönüyle yazarımız gerçek manada okunan bir söz sanatkarı olarak tanınmaktadır.

Değerli yazarımızın önceki yıllarda yayınlanan “Alıç”, “Atın Gözyaşı”, “Yalnız Ada”, “Ak Turnalar Yuvası” gibi kitapları büyük ilgi topladı. Edebiyat eleştirmenlerinin bir kısmı onu bir psikoloji yazarı olarak nitelemişler, bazıları ise derin düşünceli yazar olarak tanıtmışlardır. Öykü kitaplarının yanı sıra yazarın kaleme aldığı ve sahnede oynan birçok tiyatro oyunları, sinema senaryoları, deneme yazıları, hatıratları da yayınlanmıştır. Nurgali Oraz sadece kendi eserleriyle sınırlı kalmamıştır, aynı zamanda John Galsworthy, Jorge Luis Borges, Yasunari Kavabata gibi dünyaca ünlü yazarların eserlerini de Kazak diline çevirmiştir.

Çevirmek kadar zor bir çalışma yoktur esasında. Çünkü çevirmen orijinal metne bağlı kalmalıdır. Özellikle, edebiyat çevirisi, ayrı bir sanat dalıdır. Fakat ne yazık ki, çevirmenler özel ödül almaz, her zaman perde arkasında kalırlar. Oysaki yaptıkları çalışmaları pek büyüktür. Halkları yakınlaştırma özelliğine sahiptirler.

Nurgali Oraz’ın eserlerini çeviren de bir ekiptir. Bu ekiple sık sık edebiyat alanındaki toplantılarda bir araya geliyor, yakından tanışıyoruz. Pek başarılı ve profesyonel çevirmenlerdir. Çevirmen ekibine teşekkür ediyorum böyle bir çalışmayı gerçekleştirdikleri için. Kitabı yayına hazırlayan ve yayınlayan Avrasya Yazarlar Birliği ekibine de şükran duygularımı arz ederim. Değerli yazarımızın eseri kardeş Türk okurların seveceği bir kitap olacağından eminim.

Önsöz

Prof. Dr. Canseyit TÜYMEBAYEV
Al Farabi Kazak Milli Üniversitesi Rektörü

Değerli yazarımız Nurgali Oraz Kazak Devlet Üniversitesi (şu anda Al Farabi Kazak Milli Üniversitesi) mezunudur. Güney Kazakistan (şu anda Türkistan Bölgesi) Eyaleti Kazıgurt İlçesinde doğdu. Babası Baltakara Oraz, ilçe ve kasabalarda idari görevleri yapan mümtaz bir şahsiyetti. Annesi Tursın Adambaykızı hayatı boyunca okul öğretmenliği görevini yapmıştı. Yazar yalnız değildi ailede, altı kardeşler. Babası aslında kitap sevdalısıydı. Çok okurdu. Okuduğu eserlerin yazarlarını evine davet eder, onları ağırlardı. Annesi öğretmen olması hasebiyle sadece kitap okumakla kalmaz, aynı zamanda küçüklüğünde yaşadığı olayları not eder yazardı. Bunlara şahit olan Nurgali Oraz diğer kardeşlerinden ziyade edebiyata ilgi duyar ve gazetecilik bölümünü kazanır.

Al Farabi Üniversitesinde Kazak edebiyatına büyük katkıda bulunan birçok yazarı ve edebiyatçıları yetişmiştir. Okutmakla kalmamış, M.Avezov, Z.Kabdolov, M.Karatayev gibi meşhur usta edebiyatçıları da ders vermişlerdi. Yazılı edebiyatın temelini oluşturan akademisyenler büyük bir aşk u şevkle yeni edebiyatçıları büyütmüşler. Bunun sayesinde Kazak edebiyatı denen büyük bir ekol oluşmuştur. M.Avezov, G.Müsirepov, S.Mukanov, T.Alimkulov, Ş.Murtaza, A.Kekilbayev gibi yazarlar bu ekolden istifade ederek manevi ve kültürel boşluğu doldurdular. Sadece doldurmakla kalmamış, milli edebiyatı dünya edebiyatı seviyesine yükselttiler.

İşte Nurgali Oraz, böyle bir ekolün en başarılı talebelerinden biridir ve büyük yazarların devam ettirdikleri kültürel geleneğin izdüşümüdür adeta. O, edebiyata büyük ilgi duyan, gece gündüz edebiyatla yatıp kalkan ve konuşmalarında sadece edebiyatı konu eden ortamda büyüdü. Daha ilk öyküleri gazetelerde yayınlanmaya başladığı anda okurlar tarafından büyük ilgi gördü. Birçok hikâye ve öykü yarışmalarında birinci oldu. Öyküler antolojilerinde öyküleri bir bir yayınlanmaya başladı. Fakat bu parlak dönem onun için çok sürmedi. Bağımsızlıkla beraber edebiyata olan ilgisizlik te kültür dünyasına çöktü. Herkesi bir tek derdi vardı, derdi maişet. Pazar ekonomisine geçiş süreci edebiyat adamlarını da tabiri yerindeyse vurdu. Yazarlar kitap yazmakla kalmamış, geçinmek için kendileri satmaya başladılar. Buna rağmen Nurgali Oraz gazetecilik görevini yaparak geçiniyor, edebiyata imkânı ölçüsünde sadık kalmayı başarabiliyordu. Her ne kadar bazı kabiliyetli yazarlar yazmayı bırakıp iş dünyasına atıldıysalar da Nurgali Oraz yazmaya ve araştırmaya devam etti. Tabi ki, konu, az veya çok yazmak değil, kaliteli eser bırakmaktır. Değerli yazarımız bunu başarabilmiştir.

Soylu aileden neşet eden yazarımız çocukluk döneminde yaşanan ilginç olayları konu eder öykülerinde. Karşılaştığı karakterler çok enteresandır. O herkesi farklı yönleriyle görür ve değerlendirir. Basit gibi görünen olaylardan derin manalar çıkartır. Derin gibi algılanan öykülerden ise, pek basit manalara dikkati çeker. Sadece çocukluk döneminden değil, sonraki yıllarda yaşanan birçok ilginç olayları da kaleme alır. Edebi üslupla her bir olaya farklılık kazandırır. Yazarlık bu olsa gerek!

Evet, Nurgali Oraz’ı kitaplarından tanırım. Gerçi o üniversitede eğitim görürken ben derslerine bazen girerdim. Bazen dememin sebebi şudur, hocaları bazı zamanlarda benim ders vermemi istediklerinde ben de ders verirdim. Geçmiş yüzyılın 80’li yılların başıydı. Ben de o zaman genç araştırmacıyım. Dil üzerinde, özellikle Türk lehçeleri üzerinde o dönemde incelemeler yapardım. Ama aslında yazarımızı gazetelerde yayınlanan öyküleriyle ve sonraki dönemde çıkan kitaplarıyla tanımış olduk.

Geriye baktığımızda, Nurgali Oraz’ın da altmış yaşını geçtiğini görürüz. Bu yaşa gelen yazarımız pek çok deneyimlidir. Birçok kitap yazdı. Birçok dillere çevrilerek tanındı. Tiyatro eserleriyle farklı bir açıdan yeteneğiyle görünmüş oldu. İşte elinizdeki kitap, Türk diline kazandırılan bir eserdir. Öyküleri, hikayeleri ve piyesi içeren kitaptır. Pek değerli eserdir. Üniversitemizin mezunu olan böyle bir yazarın eserinin yurt dışında tanıtılması bizler için onur vericidir. Kitabın kardeş Türk dilinde konuşması ve kardeşlerimizin düşünce dünyasına nüfuz etmesi kolay ve basit bir olay değildir. Kültürel alışveriş bu olsa gerek. Böyle ilişkilerin sayesinde kardeşlik bağımızı pekiştirmiş oluruz. Dolayısıyla kitabı yayına hazırlayan tüm ekibe teşekkür ederim.

HİKÂYELER

SAKALLI KIZ

Ressam arkadaşımın resim sanatındaki kendine özgü duruşunu, hayatı boyunca durmadan çizdiği tabloların gerçek değerini anlayamamışım. Gerçeği söylemek gerekirse, ben onun çizdiği resimlere pek fazla ilgi duyan, önem veren ya da onlara bilinçli olarak bakan biri olamadım. Yazık, yanılmışım.

Ne diyebilirim ki, başkentli bir yazar olarak açıkça söylemem gerekirse, taşralı bir ressamın arayışı ve çabalarına kibirle baktığım, onu önemsemediğim anlarım da olmuştur. Bölge merkezindeki eski tren garının peronuna ayağımı bastığım an el çantama yapışıp, iş seyahatim sona erdikten sonra dönünceye kadar her türlü ihtiyacıma koşturmaya, işimi yapmaya hazır güler yüzlü, samimi bir dostun iyi niyetini, bir çift güzel sözünü bekleyen birinin dalkavukluğu olarak yorumladığım anlarımı da gizlemek istemiyorum…

“Birine hocam, hocam dersen, o seni kulu bilir!” derler, yıllar geçtikçe onun bu iyi niyeti ile samimi hizmetine bünyem alıştı, ezelden böyle olması gerektiği gibi bir hisle kabullenmeye başladım. Bunun yanı sıra her şeyden şikâyetçi, suçlayıcı tavrım ve kibirimle onun olur olmaz şeyleri pek umursamayan saflığı, gamsızlığı yanyana geldiğinde sonraki öncekine yol vererek elindeki çantasını alıp, hep peşinde gezecekmişim gibi görünürdü.

O, üstü başının, kılık kıyafetinin tertibi ve temizliğine de pek önem vermezdi. Ne zaman karşılaşsak, saçı sakalı uzamış, kıyafeti kirli ve bakımsız dolaşırdı. Bazen bir iş vesilesiyle bu bölgedeki makam sahibi insanlarla görüşmeye geldiğimde onu dışarıda, kapının önünde bırakırdım. O, buna zerre kadar küsmez, alınmazdı. Aksine omzundan ağır bir yük kalkmışçasına, göğsünü gererek daha rahat nefes almışçasına sevinirdi.

Açıkçası onun bu keşmekeşliğinden içten içe iğrenir, kendimden uzak tutmaya çalışırdım. Tarak denilen nesnenin dişi geçmez gür ve kıvırcık saçları tarlada biten yaban otu gibi sığ ve kabarıktı her zaman. Tüm ağırlığıyla siyah kaşlarının altında eziyormuşçasına zar zor görünen kısık gözleri gönlümde acıma duygusu yaratır ve gözlerimi ondan çabucak kaçırmak için acele ederdim. Kalkık kısa burnu… Özellikle pek çok sofrada birlikte yemek yediğimiz anlarda kendi kendine ter basarak burnunu tekrar tekrar çeken kötü alışkanlığını hiç sevmezdim.

Sonraki yıllarda kitaplarım sık sık yayımlanıp ta halim vaktim düzelince yeni bir araba satın aldım ve bundan sonra iş seyahatlerime kendi arabamla gitmeye başladım. Geçen yaz onların eyalet merkezinde karşılaştığımız gün “buralara geleceğinizi neden haber etmediniz, bizzat karşılardım sizi” diyerek, sitem edişi halen aklımdadır.

O, bir keresinde benim zamanımın sıkışık olmasına bakmaksızın yalvarırcasına ricada bulunarak, elimden çekiştirip beni kendi atölyesine götürdü. Şimdi tam anımsamadım ama ya enstitü ya da kolejin deposu olan köhne bir binanın daracık odasıydı. O, içeride rahatça hareket ederek, ilgilenme imkânının olmadığını söyleyip, ucuz sıradan çerçevelenmiş tablolarını bir bir çıkardı ve temelini su bastığı için kırmızı tuğlaları erimeye başlayan duvara sırayla yaslayarak, dizmeye başladı.

Güneşli bir bahar günüydü. Tabiatın tüm renkleriyle parlaklığını gösterdiği, başka renkleri küçümseyerek mağrurlandığı zamandı. Onun etkisinden midir, ressam arkadaşımın tabloları tabiatın tablosu karşısında sönük kalmış ve gülümseyen güneşin gözünden “utanırcasına” biçimsiz gözükmüştü. Ben de fikrimi tam ifade edememiş, gözümü birinden diğerine kaçırıp bir şeyler söylemeye çalışmıştım.

O, yemyeşil çayırın üstünde el ayağını açarak, çırıl çıplak yatan tombul bebeğinin çizildiği tablosunu eliyle işaret ederek:

– İşte, şu resimde ne görüyorsun? – dedi, benim bilmediğim bir sırrı içinde gizlercesine iki gözü kıvılcım saçıyordu. – Bu, evrenin çocuğudur. Şuradaki, onun babası… Babasının iki gözbebeği her hareketini gözünü ayırmadan izliyor!

O, tablodaki sabah vaktinde gökte kalmış iki yıldıza benzeyen sönük iki noktayı gösterdi. Ben kendimin profesyonel bir resim uzmanı ve eleştirmeni olmadığımı, bundan dolayı güzel sanatların sırlarına derinden bakamayacağımı söyleyerek, kendimi savunmuş oldum.

– Hayır, -dedi o, kafasını sallayarak ve katiyen katılmadığını belirterek, anlamalısınız! Çünkü siz de, ben de, genel olarak dünyadaki insanların hepsi de evrenin çocuğudur!

– Demek, bu tablonun adı da böyle…

– Haklısınız! -dedi, o iki gözü kor gibi ışıldayarak. – Öyle adlandırılır. Buna ondan başka isim bulmak ve başka isim vermek mümkün değil!

Bundan sonra o kendi tablolarındaki düşüncelerin hepsinin de uzayla ilgili olduğunu, çünkü ressamın bilincine yerleşip fırça vesilesiyle ortaya çıkmaya çabalayan fikirlerin hepsinin de evrenden ulaşacağını hiddetlenerek, söyleyip bana daha da derinlemesine anlatmaya çalıştı.

Fikir dediğimiz, uzayda süzülerek dolaşan soyut bir şuurdur. Orada onların sahibi de, dağıtıcısı da yoktur. Fakat onlar yavaş yavaş dünyaya, yeryüzüne doğru inerek kimi insanların bilincine yerleşip resim, müzik veya söz sanatı vasıtasıyla yayılır. Onları yayanr, dağıtanlar ise ressam, besteci, yazar ya da filozof olarak adlandırılırlar.

Elbette, ressamın yeteneğini, yaratıcılık arayışını kimse göz ardı edemez. Çünkü belli bir zaman aralığında sırasıyla yeryüzüne yaklaşan evrensel fikirler tam o sırada bir değil, birkaç yetenekli insanın beyinleri, radarlarını kendi içine alır. Fakat bilgileri almak gibi onu hazmederek, işleyip tekrar yayması da var, değil mi? İşte, bizim yetenek, arayış ve yenilik dediğimiz de bu!

Kim kıvrak zekâlı, araştırma meraklısı ve en önemlisi çalışkan olursa o evrensel fikri diğerlerine nazaran daha hızlı bir şekilde yayabilir. Daha sonra: “Keşke, o düşünce benim de aklımda olsaydı!” der gibi diğer insanların içinde bir hayranlık, pişmanlık ve dahası kıskançlık da doğar.

O zaman ben de “doğru ya” diye düşünmüştüm. Fakat bu yenilik, bizim alıştığımız gibi her gün basında, radyo ve televizyonda sık sık dile getirilerek, yüksek kürsülerde sıklıkla söylenmediği için onu tekrar düşünmemiştim.

Onların yaşadığı eyalet merkezine bu sefer geldiğimde yakın bir tarihte tanıştığım varlıklı bir kişinin evinde, zengin sofranın başında otururken sohbet arasında ressam arkadaşımın bundan bir ay önce vefat ettiğini duyunca her zaman yanımda gezen yardımsever, değerli ve masum insan bana küserek hiçbir şey söylemeden geri dönüşü olmayan bir yere gitmiş gibi kendi kendimden utanıp huzurum kaçtı. Benim için onun yerinin ayrı olduğunu o an fark ettim, ancak artık her şey için çok geçti…

Ertesi gün merhum ressam arkadaşımın anasına başsağlığı dilemek için yanıma bir tanıdığımı da alarak evlerine gittim. Birbirine çok benzeyen beton kutulardan birinde, iki odalı küçücük bir dairede yaşayan annesi ile kız kardeşinin hüzünlü yüzlerini ve fakirhane yaşamlarını görünce ben onun evlenmeden, dünyadan bekâr olarak göçüp gittiğini hatırladım. Neden böyle yapmıştı? Bununla ilgili bizim aramızda hiçbir konuşma geçmemişti. Resim… Resim… Onun bütün sohbeti, içindeki sırrı, bahtı ile kederi resim olmuştu!. Sonunda ondan ne fayda elde etti?

Biz onun yaşlı annesi ile kendisine benzeyen yassı yüzlü, kısık gözlü kız kardeşine başsağlığı dileyip, dışarıya doğru yöneldiğimizde:

– Eğer siz de kabul ederseniz, herhangi bir tablosunu hatıra için almak isterim, diye ricamı dile getirdim. Anası sessizce kızına baktı. O ise bana hemen dönüp:

– Tabi, olur, -dedi sevinerek. – Fakat bunun için abimin atölyesine gitmemiz lazım!.

Ben kafamı salladım.

Biz daha önceki köhne binanın bir köşesindeki küçük atölyeye geldik. Kapıya takılan büyük asma kilidi açan ressamın kız kardeşi beni içeriye davet etti ve:

– İstediğiniz tabloyu alınız, -dedi tüm samimiyetiyle. – Abim sizi severdi! Her zaman sizden bahsederdi.

Ben içimde bir huzursuzluk hissettim ve merhum arkadaşım hayattayken onun değerini bilemediğim için pişman oldum. Toz içinde kalan tabloların arasından daha önce ressamın gösterdiği ‘Evrenin Bebeği’ tablosunu seçerek aldım. Sonra kıyafetimin iç cebindeki cüzdanımı çıkarıp, bacıya kırmızı beş bin tengeyi uzattım. O, benim yüzüme şaşkın bir şekilde bakarak:

– Ne yapıyorsunuz? -diye fısıldadı.

– Bu tablonun daha da değerli ve pahalı olduğunu biliyorum, -dedim, düşüncemi oldukça nazik bir şekilde ifade etmeye çalışarak, “fakat şimdilik”.

– Hayır, hayır, -dedi, o sözümü bitirtmeden geri çekilerek. – Almayacağım! Siz ağabeyimin arkadaşı değil misiniz?

– Sanat eserleri satılır, kurban olduğum. Bunun hiçbir abesliği yoktur.

– Yine de almayacağım. Tuhafsınız!

Ben ne yapacağımı bilemedim, ortada kalakaldım.

– Tamam… Tamam, -dedim, kızı incitmemek için. – Lütfen, bana darılmayın, evladım.

– Hayır, ne demek! Olur mu öyle şey?! -dedi, tekrar güler yüzlü bir şekilde. – Sizi de anlıyorum. Fakat ağabeyimin çizdiği resimleri kimseye satamam! Yani… – dedim ben, odadaki tablolara işaret ederek.

O, benim ne demek istediğimi söylemeden anladı ve:

– Doğru, şu binanın sahibi odayı boşaltınız, yoksa parasını ödeyin diyerek her gün başımıza kakıyor, -dedi.

– Artık ben bu tabloların birazını ağabeyimin okuduğu okula hediye edeceğim, birazını sizin gibi arkadaşlarına armağan edeceğim, kalanını da eve götürüp koyacağım.

Bir ananın evlatları olarak kız kardeşim gibi beni kendine yakın hissedip, gizli saklısı olmayan gerçekleri anlatan kızcağıza kanım ısındı ve:

– Şu kitaplara bakabilir miyim? -dedim, duvara çakılmış raftaki birkaç kitaba gözüm takıldı.

– Tabi ki, bakınız, lütfen buyurun, -dedi. O, merhum ağabeyi gibi, samimiyetiyle ve alçak gönüllülükle. – Siz ağabeyimin en yakın arkadaşı değil misiniz? Ancak ne yazık ki hayatının son günlerinde yanında olamadınız. Ama her şey ani oldu… Sabahleyin evden çıkarken aniden bir yana doğru eğilip, yere düştü. Böylelikle ambulans çağırıp hastaneye götürmemize rağmen uyanmadı.

– Doktorlar beyin kanaması geçirmiş, -dediler.

“Bir insanın bütün hayatını adayarak, çizdiği şu tablolar artık kime lazım?” -diye düşündüm.

– O büyük ressam olamayacağının farkındaydı. Fakat yine de sanattan kopmadı. Güzel bir kadının büyüsüne kapılmış aptal bir erkek misali boşuna, özgürlüğünü köleliğe kurban ederek her şeye katlanarak yaşadı. Peki, sonucu ne oldu? Ne oldu? Ne olduğunu başkası şöyle dursun kendi bile fark etmeden bu dünyadan göçüp gitmedi mi?

Aniden beni bir korku sardı, tüylerim diken diken olmuştu. Raftaki kitapların çoğu meşhur ressamların albümleri, büyük şahsiyetlerin hatıratları, çok başarılı ve söz ustası olan bazı emektarların anılarıydı. Onların arasından elime kalınca bir defter geçti. İçindeki inci gibi dizilen yazılar merhum arkadaşımın kendi el yazısına benziyor, gözüme sıcak görünüyordu. İlk sayfasındaki bir iki cümlesini okur okumaz deftere olan ilgim arttı, onun hayattayken bize söylemediği sırları bu defterin içinde gizlenmiş gibiydi. “Şu defteri de şimdilik alayım, bir iki gün sonra geri vereceğim” -diyerek, arkadaşımın kız kardeşine yine ricada bulundum.

– Alın, -dedi o. – Bu da ağabeyimin değerli bir eşyasıdır belki. Geri vermeksizin almak isteseniz de kendiniz bilirsiniz. Burada kalsa ne olacak biz onun değerini belki bilemeyiz, yazının sırrını siz daha iyi anlarsınız.

O gün gece salonda tek başıma kaldığımda söz konusu kahverengi defterdeki yazılara göz atmaya başladım.

“1983 yılının sonbaharında Karlıdağ’ın eteğindeki Kamışlı köyüne geldim”, diye başlıyordu.

Tüm düşüncem buradaki manzaraları tuvalin üzerine resmetmekti. Oooo-oh, bu bölgenin sonbahardaki renkleri muhteşem. Özellikle batan güneşin bir anlık yanıp sönen pembe, sarıkahveye çalan rengi bakiden faniye geçen cennetin ışığı gibiydi.

Bu köye gelmem başlı başına bir hikâye. Dolambaçlı dağ yoluyla inleyip, ıkınarak, kimi yerlerde kırılıp saçılan kasası parçalanacakmışçasına sarsıla sarsıla ikindiyi geçe bir anda zar zor ulaşan sarı otobüsten şövalemi koltuğuma sıkıştırıp, saçım sakalım dalgalanarak indiğim için tipim sokaklarda toplanmış oynayan küçük çocuklar için komik görünmüş olmalı ki, her tarafta parmaklarıyla işaret ederek bana gülüyorlardı.

Fakat bu köy her şeye şaşırsa da sakala şaşırmayacağını ertesi gün anladım. Çünkü burada seyrek sakal, kaba sakal, bam teli, gür sakal mı dersiniz, her neyse her türlü sakal çeşidi vardı. Hatta… Ha-hayır… Söyleyemem.

Her gün şövalemi koltuğuma alıp dağın eteğine gidip resim yapmaya devam ettim. Sonbahar renklerinin güzelliğini sözle ifade etmek çok zordur. Tuvale aktarmak ise imkânsız. Kendini kaybettirir! Aniden hazine bulmuş Tanrı’nın fakir kulu misali ne yapacağını, nasıl taşıyacağını bilemeden, sağına soluna bakarak afallamaktan başka elinden hiçbir şey gelmez.

Bu, belki, güzel tabiatın kış ölümü öncesinde canlanması, güzelleşmesi, kim bilir? Ben o sihirli boyaların arasında kaybolup, her birine ayrı ayrı vakit harcayarak çabalıyordum. Daha ne kadar dolaşacağımı kim bilir, eğer…

Evet, benim hemen binlerce boyanın arasından kendi boyamı bulmam gerekiyordu, varsın o başkaları gibi çok güzel olmasın, göz kamaştırarak yutkundurmasın, ancak kendi boyamın olması lazım diye düşündüm. Nasıl diyorsunuz, elbette, evrenden! Şimdi düşününce, benim bu düşüncemle bundan sonraki beklenmedik karşılaşma arasında bir gizli ilişki var gibi göründü.

Bir akşamüstü. Yorgun argın bir şekilde dağdan inerken nehrin kenarında beş taş oynayan üç dört kız çocuğuna rastladım ve daha önce aklımın ucundan bile geçiremeyeceğim bir felaketi görüp kendi gözlerime kendim inanamadım, donakaldım. Açıkça söylemem gerekirse, ilk başta beni büyük bir korku sardı. Nehrin kıyısında gamsız bir şekilde oynayan o gencecik kızın şakağından başlayıp, çenesinin altına kadar yüzünü kaplayan kaba bir sakalı vardı. Bunlar, muhtemelen, insan değil de, akşam vaktinde sudan çıkan şeytanlar olmalı diye, düşündüm. Gözlerimi kapayıp açtım. “Estağfurullah, estağfurullah” diye içimden defalarca tekrarlayıp, “köye doğru hızlıca gideyim” – dedim, ama iki ayağım zemine yapışmış gibi bulunduğum yerden hareket edemedim.

Yavaş yavaş kendime gelerek az önceki kızların hepsinin değil, sadece bir tanesinin sakalı olduğunu fark ettim. Belki güneşin batma anında benim gözüme böyle görünmüş olmalı. Bunların hiçbirinin belki sakalları yoktur, sadece kendi kendine oynayan bu köyün kızlarıdır. Şimdi gözlerimi tekrar açıp kapattığımda kızın kaba sakalı da “silinecek” gibiydi. Hayır, hâlâ değişen bir şey yok. Tam bu sırada kızların da bana baktığını fark ettim, ortadakilerden biri: “Eyvaaah, şu adam gözünü ayırmadan bize bakıyor!” – dedi seslice. Sonra birbirini dürterek: “Gidelim, gidelim çabuk!” – diyerek, köye doğru acele yürümeye başladılar.

Akşam Tanrı misafiri olarak kaldığım evin kocakarısından duydum: Evet, yavrum, bu köyde öyle bir sakallı kız var. Dünyaya geldiğinde o şekilde tüylü olarak doğmuş garibim. Kim bilir, o da Allah Teâlâ’nın bize göstermek istediği kerametlerinden biridir belki…

– Adı ne?

– Adı mı? – diyen kocakarı hatırlayıp, evin duvarı ile tavanın birleştiği noktaya bakıp düşünmeye başladı. – Kimdi ya? -diye, sonra bana soruyormuşçasına. – Dilimin ucunda duruyor, hay Allah! “İşaretli kız”, “Sakallı kız” diye, ağzımız buna iyice alışmış, mahrum kalasıca!

E-e… evet, şimdi aklıma geldi, güzel de bir adı var, Ümit.

– Doktora göstermişler mi?

– Gösterdiler! Hem de nasıl, doktora da, halk hekimine de, baksıya da götürdü anası ve babası. Ancak onların hiçbirinden bir fayda gelmedi.

– Bu taraftakiler tedavi edememiştir belki.

– Başka yerlere de gösterdi! Hatta taa Moskova’dan bir profesör de gelmişti. İyice muayene ettikten sonra kendimizle birlikte götüreceğiz, deyince kabul etmemişlerdi ebeveynleri. Canının parçası çocuğa nasıl kıysınlar? E-ey Allah’ım, bu da kaderin bir oyunu. Masum masum bakan küçücük kızı nasıl gönderirsin uzağa.

O günden itibaren sakallı kızı yakından görmeye çok hevesliydim. Ancak yakın zamanı olmadı. Beni görününce kurttan ürken ceylan yavrusu gibi uzaktan hızla kaçar oldu. Kimin söylediğini bilmiyorum ama köylüler arasında: “Şehirden gelen ressam sakallı kızın resmini çizecekmiş”, -diye bir dedikodu yayılmış.

Öyle bir düşünce benim aklıma bile gelmemişti. Güldüm geçtim. Ancak sakallı kızın yüzünü yakından görme hevesim köyde yalan yanlış söylenti oluşturmakla kalmamış, zaten milletin gözünden ve sözünden sakınan, iyice siniri bozulan zavallı kızın kalbini yaralamışa benziyor. Ama ben bu durumu çok sonraları öğrendim…

Ertesi gün dönmek için yola hazırlandığım günün akşamında beni o köyde yapılacak olan bir düğüne davet ettiler. Eğlenceye düşkünlüğüm, kadına kıza yatkınlığım yoktu, temayülsüz olan ben ne yapacağımı bilemeyip, düşünceye dalmışken ev sahibinin yaşlı hanımı: “Yavrum, sabah akşam bir ala kâğıda bakacağım diye hayatın diğer güzelliklerinden mahrum kalma. Baş iki olmadan malın iki olmaz” diyerek, aklımı karıştırdı. Buna istinaden beni “düğüne davet etmeleri” de bu kocakarının fikri olmalı diye düşündüm.

Yine de benim o düğünde köyün gençleriyle sıkı fıkı olduğum, onlarla iyi vakit geçirdiğim söylenemez. İnsanlarla pek kaynaşamadığımı bir kez daha kanıtlayıp, hiçbir gruba katılamadan en sonunda tek başıma bir köşede oturdum. Daha sonra eski bir sütun gibi kimseye lazım olmadığım için bir başıma durmaktan rahatsız oldum, eğlenmekte olan kalabalığın arasından dikkat çekmeden sıyrılıp, eve doğru yöneldim.

Ansızın köydeki dar sokağın kenarındaki ağaç çitlerin arkasından birinin: “Ağabey!” diyen çekingen, nazik sesini duydum. – Ağabey diyorum, dursanıza! Ben aniden duraksadım.

– Ağabey, -dedi deminki çekingen ses tekrar. – Size bir şey söyleyeyim diyordum.

– A-a… Neredesin?

– Ben… Ben buradayım.

– Şimdi fark ettim, ağaç çitlerin öbür tarafından biri gizlice bakıyor gibi. Bir iki adım attım, ne diyecekmiş diye dinledim. O, bir taraftan koşarak gelmişçesine hızlıca soluyarak nefes nefese kalmış gibiydi.

– Sen kimsin? -diye sordum yavaşça seslenerek.

– Ben… Ben Ümit’im.

“E-e-e… Sakallı kız?” diye, geçirdim içimden şaşkınlıkla biraz duraksadım. O da ses çıkarmadı. Sanki bana “bir şey” söyleyemediği için heyecanlanıyor gibiydi.

– Evet, ne söyleyeceksin? -dedim fısıldayarak.

– Ağabey, siz benim resmimi çizmeyin, olur mu? Lütfen. Çizmeyin…

– Haa-y-ır… Onu kim söyledi sana?

– Bu köydeki herkes söylüyor.

– Ben senin resmini çizmeyeceğim, -dedim kafamı sallayarak. – Öyle bir düşüncem yok. Aslında, ben… Buraya sadece doğanın peyzajlarını yazmak için gelmiştim.

– Nasıl?

– Normal.

– Harflerle mi? – O, kıs kıs gülmüş gibi oldu. Ben de gülümsedim.

– Hayır. Boyayla yazacağım, -dedim onun gülmesine sevinerek. – Biz, ressamlar, böyle konuşmaktan hoşlanıyoruz. Çünkü “resim çizeceğim” demeye göre “resim yazacağım” demenin anlamı oldukça derindir. Anladın mı?

– Evet. Ağabey…

– Efendim?

– Siz benim resmimi çizmeyeceksiniz değil mi? Doğru mu?

– Demin söyledim ya, bana inanmıyor musun?

– Haa-y-ı-r, inanıyorum… Ama köydekiler diyor ki, siz benim resmimi çizip sergiye götürüp asacakmışsınız. O zaman, o zaman insanların hepsi görecek ya…

Ben artık ne diyeceğimi bilemeden sessiz kaldım, o, yine şüphelenerek bana ürkerek bakıyordu.

– Eğer… Eğer, -dedi o tekrar boğazı düğümlenerek, “siz benim resmimi çizerseniz var ya, o zaman… O zaman ben ölürüm!”.

O, için için ağlamaya başladı. Böyle bir şeyi beklemeyen ben ne yapacağımı bilemeden baka kaldım.

– Kim… Kim… Ümit, yavrum, sen ağlama. Onlar yalan söylüyorlar. Ben senin resmini hiçbir zaman çizmeyeceğim. Öyle bir düşünce benim aklımın ucundan bile geçmiş değil. Sen bilmiyor muydun, bazen insanların böyle yalan söylediği zamanlar olur. Sen onlara inanma! Anlıyor musun, inanma!

Ben çitin arasından elimi uzatıp başını okşadım. Sonra masum kızın gözyaşlarını silmeye çalıştığımda parmağımın ucu sakalına değdi ve tüylerim diken diken oldu. O, hissetti… Hissetti ve kafasını hemen geri çekti.

– Ben yarın döneceğim, -dedim elimle çitin dalından sıkıca tutunarak, sen hiçbir şeyi merak etme, aynı eskisi gibi arkadaşlarınla oynayıp, gülmeye devam et, olur mu? Ben hiçbir zaman, hiçbir zaman senin resmini çizmemeye söz veriyorum. Her ressamın kendisinin istediği konusu, düşüncesi, fikri olur. Resim vasıtasıyla insanlara bir şeyleri anlatmak ister. Öyle bir düşünce sende de olur muhtemelen… Belki, Ümit, sen de ressam olursun?

– Haa-y-ı-r, -dedi o sesini şaşkın bir şekilde uzatarak. – Benim buna yatkınlığım, yeteneğim yok ya, ağabey. Resim çizemiyorum. Sadece size söyleyeyim, tamam mı, ben… Ben doktor olmak istiyorum. İlk önce kendimi tedavi etsem diyorum. Ağabey… Sizin sohbetiniz ilginçmiş. Ben bu şekilde, insanlarla gece konuşmayı seviyorum. Eskiden sizden çok korkar, uzaktan bakar kaçardım.

– Biliyorum… Artık korkma, tamam mı? Utanmaya da gerek yok. İşte, gördün mü, benim de sakalım var.

– Evet. Fakat siz erkeksiniz. Erkeklere o… yakışır. Kız çocuklarında olması ise zulüm! Eğer ben erkek çocuk olduğumda var ya, o zaman her şey farklı olurdu. Kimseden utanmadan, çocuklar “ihtiyar” diye dalga geçseler de, horlanmadan, hepsiyle tartışarak ve kavga ederek dolaşırdım. Bazen bunu düşünerek bütün gece ağlıyorum.

– O da nedir, Ümit?! Sen ağlama…

– Allah beni böyle yaratarak ağlatmışsa, ne yapayım, ağabey!

Yüreğim cız etti. Gencecik kızın ağzından böyle bir sözü duyacağımı düşünmemiştim. Hey gidi kader hey, senden usta, senden büyük üstat yok, sen her şeyi öğretirsin.

– Hadi, hoşça kal, Ümit, -dedim ben, ertesi gün yola çıkacağımı hatırlayarak. – Görüşmek üzere! Şehre gelecek olursan haberleşmeyi unutma. Ressam Sağındıkov dersen, beni herkes bilir.

16 949,13 s`om