Kitobni o'qish: «Kafes»
Çileli Annelere…
L. Ş.
Sıhhatin önemini hasta olunca takdir ederiz. Hürriyetin önemini de hürriyetler elimizden alınınca. Fakat hürriyet, her an değişen, hep yeni kalan bir meseledir.
Dünya bir kafestir ruhlar için. Doğum ile ölüm arası hayat, mahpusluğumuzdur. Şu kafeste bile ne hürriyetler var vazgeçemeyeceğimiz…
Onu hatırladım. Muhip’i. Çıkmıştır. Onu görmeliyim. Hayatım, bu başkent sokakları, ara sıra gittiğim İstanbul, artık eskisi gibi değil… Bana bir şey vermiyor. Onu bulmalıyım; Muhip’i. Onu konuşturmalıyım. Bir şeyler hatırlamalıyım. Yoksa akıbetim ne olacak? Nereye doğru gidiyorum? Bir adam. Öylesine bir adam olmaya. Evlenecek; çocuk sahibi olacağım. Çünkü çok istiyorum. Hah!..
Tarifsiz bir sıkıntı var içimde. Çözülmüş bir toplumun, tedirginliğe doğru koşan insanlarındanım. İlhan’ın yazdığı yazıya verdiğim cevabı hatırlıyorum. Tedirginlikten nereyedir gidiş? Tunalı Hilmi gençliği başlı başına bir gençlik ekolüdür. Hatta ideolojik bir gruptur. Dünya görüşleri vardır, örgütleri vardır. Örgüt evleri vardır. Benim neyim var? Kimi seveceğim artık, kimin için öleceğim? Neyi koruyacak, hangi düşmana karşı savaşacağım? Artık beni kimse enayi yerine koyamayacak ama yarın da benim gibi binlerce çocuk, tarifsiz bir çukurda çıkış yolları arayacaklar. Çocuklara diyorum ki yere sağlam basın. Hem, bunu da herkes söylüyor artık.
Yine de her zaman vicdanının sesini dinlemeli insan. Yanlış da olsa bir şeyler vermesini bilmek gerek.
Şimdi artık tek bir adam değilim. Şu yürüyen adam benim. Şu otobüs bekleyen, şu seks filminin afişlerine bakan, şu abdest almış, mendiliyle yüzünü kurulayan adam ben. Fuarda emek sergileyen ben. Ben pazarlamacı. Ben emekçi. Ben nakit para sıkıntısı içinde olan bir iş adamı. Eskinin büyük partililerine borcum var. Kira borcum var. Ev sahibi eve durmadan protesto gönderiyor. Oysa ben kitap basacağım. İyi bir faaliyet yapacağım yani. Ama o, bundan anlar mı? Eski arkadaşlarımı üzerime yolluyor. Parasını istiyor. Vereceğiz be patlamadın ya! Biliyorum ki milyarlar hanesine ulaşmıştır. Ona olan borcum iki elli bin lira. Hava parası. Emeğin karşılığı değil yani. Bunu benden istiyor. Oysa ben kitap basacağım; iyi şeyler yapacağım yani. Eve protestolar geliyor. Kitapçı dükkânımı icraya vereceklermiş. Alsınlar. Ne kadar kitabım varsa alsınlar. Zaten bir şey kazandırmıyordu. Ulvi sandığımız, büyük bellediğimiz nice şeylerin, küçücük küçücük şeyler olduğunu gördük. Büyük davanın küçük adamları, şimdi beni küçültüp bir kibrit kutusuna koymayı tasarlıyorlar. Sonra kocaman bir çöp arabasının dişlileri arasına göndermek. Oysa severdim onları; küçüklüklerini bile bile.
Gerdanını şöyle bir kırıp “Ticaret bu şekerim.” dedi. “O iş başka bu iş başka. Bak ben, benim gibi bir adam, malları omzumda taşıyarak bu hâle geldim. Caddede beni tanımasınlar diye yüzümü saklıyordum.”
Ben o kadar meşhur değildim. Yüzümü saklamama gerek yoktu. Saklayacak bir şeyim yoktu. İki ambalaj. İçi kitap dolu. Taksi parası vermemek için bir kilometre yol yürüyorum. Bu insanlar arasından geçmek de ne kadar zor. Müsaade etmiyorlar geçmemize.
“Ahu’nun öyle olduğuna bakmayın. Onların bambaşka bir dünyaları var. Herkesin bizim gibi düşünmesini isteyemeyiz. Vücudunu sergiliyor ama Allah’a senin benim inandığım gibi inanır. Bak şu videodaki Tülay’a Allah diyor kız.”
Hak veriyordum. Herkesin bizim gibi olmasını isteyen ben miyim diye sordum kendime. Yoktu böyle bir şey. Konuşuyordu. Ben, mürşidinden nasihatler dinleyen bir mürit vecdi içindeydim. Ticaret bütün kurallarını öğretiyordu bana. Ne güzel diyordum. Adama bak, iyi ki böyle. Ya benim gibi olsaydı. Yeter artık diyordum gariplerin kitabını yazdığımız. Böyle güçlü, hayatın astarını yırtan; caarttt diye yırtan insanlara ihtiyacımız var. Geniş omuzlu erkeklere ihtiyacımız var. Çok güzel.
Çocukların omuzları hep küçüktü. Küçük elleri vardı. Mideleri ağrıyordu. Yediklerinden de olabilir. Sinirden, üzüntüdendir ekseri. Midem nasıl ağrıyordu. Ne Dank tesir ediyordu artık ne Siligel.Gastro Gutiyi geliyordu ama onu bulmak da mesele. Çocukların mideleri ağrıyordu. Ben diyordum ki günümüzde midesi ağrımayan insan, insan değildir.
Mideniz nasıl ağbi?
Midesi sağlamdı, hafif göbeği de çıkıyordu. Yanakları al aldı. Gerdanı da vardı. Gözleri, çukurlarından az dışarıdaydı. Saçları hafif dökülmüştü. Asalet keliydi. Biraz da sefahat keliydi. Ben kelleri altıya ayırırım:
1.Asalet keli
2.Sefalet keli
3.Nedamet keli
4.Rezalet keli
5.Cehalet keli
6.Sefahat keli
Ben iyi şeyler yapacaktım. İzin verirler mi acaba benim iyi şeyler yapmama. Yoksa bir dairede işe mi girsem? Elimi eteğimi çeksem mi her şeyden? Oysa ben iyi şeyler yapmak istiyorum.
Eski arkadaşlarım, beni hatırlıyorlar. Bazıları canciğerliklerini devam ettiriyorlar. Hatırlıyorum ilk Eylül senelerini. Başı belaya girmemişleri, -selam vermeyeceklerini düşündüğümden- görmezlikten gelirdim. Yoksa onlar beni görmezlikten geleceklerdi. Belki de günahlarına giriyordum. Ama öyle işte… Ya bir de selam vermezlerse bana diye düşünürdüm. İşte ben, bu ihtimali yıkmak için görmezlikten gelirdim. Bilirdim ki sevineceklerdir. Şimdi de benzer bir durum var. Daireler beni işe alıp almamakta tereddüt edeceklerdir. Belki de alırlar. Ama ben almama ihtimaline göre hareket ediyor ve oralara müracaat etmiyorum. Bir iş kuralım desem, bu sefer de, dostları mı üzdüm acaba diye düşünürüm. Kimseyi üzmek istemem oysa. Denileni yaparım vallahi!
Benim sözlerim zor gelir bazılarına. Oysa daha ne sivrilikler vardır bende. Ama hep sözde kalır işte; ne yapayım! Benim cevherimi taşıyanlar yanımda değil; ne yapayım. Yalnızım. Belki de herkes kendini yalnız hissediyordur.
Ben artık eski ben değilim, bunu biliyorum. Ama bendeki bu değişim bir olaya müteallik değil. Kendiliğinden. Bu değişme süreci, gölün merkezine atılan bir taşın oluşturduğu dalgaların, çevreye yayılmasındaki değişiklikten. Merkez benim ve taş benimdir. Dalgalar hareket eder ve çevreye doğru, yayılırlar. Ama su damlacıkları hep aynı kalır. Suyun yapısını kim değiştirir? Gülün dalgaları su miktarına göre büyür ve küçülür. Dalgalar, küçük dalgalar, dağlar misali dalgalar; hep fizik kanunlarına tutsaktır.
Birçok eski simayı değişmiş gördüm. Maskeydi yüzlerine taktıkları. Değişmiş olmak için değişmişlerdi. Onlardaki değişikliklerin bazısı güzeldi bazısı çirkindi. Kimi korkuyordu kimi düzenli bir hayat istiyordu. Belki de haklıydılar. Kimi abes buluyordu böyle şeyleri. Onlar daha çok haklıydı. Bir şeyi abes bulmak bir düşüncenin, bir düşünme gayretinin, düşünme sürecinin ürünüdür çünkü. Kimi eskiye kızıyordu. Fikir yahut düşünce çilesi yoktu da, eski adamlara kızıyorlardı. O yerlerde kendilerinin olmasını istiyorlardı belki. Onlar çok az haklıdırlar. Yani haksız yoktu galiba, herkes kendince haklıydı. Ben sadece düşünme eylemini yapıyorum. Okuyorum. Bazen geziyorum sokaklarda. İnsanlarıma bakıyorum. Vitrinim yok, pasaj altındayım, pasajın dışı vitrinim; bütün bir şehir yani. Bütün insanlar mankenlerim.
Mankenlerden bazılarını, çeker bayıltır, onların elbisesini değiştirir, üzerime giyerim. Mankenlerden biri olurum.
Annem evlenmemi ister. Ben de istemiyor değilim. Ben sevmeye çabuk alışırım. Kimi olsa severim. Bu benim için çok kolay. Başta artistik sevmedir benimki. Ama sonra insani olur ve acı çekerim hep. Böyle oldu benimki. Kızı vermediler. Çok istesem kaçırırdım. Benim işler hep teoride kalıyor. Gel dedim gelmedi. Annem, babam, ablam filan dedi. Sonra babası rahmetli oldu. Annem, ablam dedi. Beni seviyor biliyorum. Ben de onu… Ama ben işsiz güçsüz bir adamım. Böyle bir durum söz konusu. Ben tutuklu yatmış bir adamım; tabii bu da söz konusu.
Annem “Kız mı yok.” diyor. Haklı. Bir sürü kız var. Ben onlara bakıyorum. Bir şeyler bulmak istiyorum. Yok. Sonra biri çıktı. Onunla evlenmeliyim. Ama o benim gibi değil ki. Onun tavırları çok ağır, çok hanım. Ben hercai bir adamım. Hem benim hakkımda ne düşünüyor? Sonra benim ideallerim? Hep korktum evlilikten. Ben severek evlenmeliyim. Sanki insan sevdiğiyle evlenemezmiş gibi bir his var içimde. Sevmekten korkuyorum demeliyim. Seversem gider elimden ve ben yine acı çekerim. O da çekebilir. Anlaşmalı bir evlilik kurmalıyız.
Birden yaşlandığımı hissetim. Çocuk sahibi bir adam oldum. İşim de olmuştu. Karım evdeydi. Akşamları yemek yiyor, eskilerden konuşuyorduk. Ara sıra dost ziyaretleri. Karım daktilo yazmayı bilse, İngilizce filan bilse. Şiir de yazmış. “Ağustos Gülü” ismini taktım ona. İsmiyle müsemma. Ağustos gülü nasıl bir çiçek? Çabuk solar mı? Vefalı mı? Çiçekte vefa? Neler arıyorum. Çiçekte olsa olsa estetik olur. Filan.
Acı acı acı. Mutluyum ben. Mutluyum. Artık kilometrelerce yürürüm. Canımın istediğini yaparım. Yapamıyorum. Üf!..
Kendimi yazsam da olur. Yahut da dostumu. Bir dostum var Muhip. Yeni çıktı. Onu bulmalıyım. Ona aşkımı anlatmalıyım. O da sevmesini bilenlerden. Onu bulmalıyım ve konuşturmalıyım.
O beni anlar. Ben onu… Saatlerce dinleyebilirim.
Eve gidiyorum şimdi. Şu adam gibi. Akşam oldu. Karanlık bastırmadan eve gitmeliyim. Karım beni bekliyordur. Yaşlandım.
Ben.. Yaşlandım ben. Herkes gençleşmişsin diyor oysa. Yüzüm yerinde, derlendim toparlandım. Eskiden yüzüm de çizgiler vardı. Ama o zaman çekilenler, umuda gebeydi. Şimdi, elinde file olan şu adamdan farkım yok.
Genç adam acı çektiğinin farkına vardı. İnsanın acı çektiğinin farkına varması, acı çekmesinin kendisinden daha mühim gibi geldi adama. Çocuğa baktı. Ne masum bir yüzü vardı. Her şeyden habersizdi. Melek olmak, her şeyden habersiz olmak demek miydi?
Bu bebek büyüyecek va o da büyük bir ihtimal acı çekecekti. Bebek, adamın acı çektiğinden habersizdi. “Küçüğüm! Sen benim ne acılar çektiğimi hiç öğrenmeyeceksin.”dedi adam.
Hayatın manası acı çekmede midir? Teorik düşündüğü devreler, ayakları yerden ne kadar kesikti. Acı çekme hadisesine, ızdıraplar mefhumuna nasıl kolay yanaştığına güldü.
Büyük şeylerin yaratılması için büyük acılar gereklidir diyordu kitap kapaklarındaki adamlar. Mutfaktaki karısına iki sene önce nasıl tutulduğunu, onun için nasıl yanıp tutuştuğunu hatırladı adam. Ne acılar çekmişti güya… Ama şimdi? Onu tekrar sevebilmek ve bu sevginin ebediyete dek sürmesi için neler vermezdi? Ona nasıl söyleyecekti? İçlerinde sönen bir pınarı, kımıltıyı tekrar canlandırabilirler miydi?
Mukaddes ev! İki oda bir salon. Bu ev, ızdıraplarının mukaddes mabedi! Yaşasın Oscar Wilde!.. “Izdırapların bulunduğu her yer kutsaldır.”
Adam ızdırap çekmeliydi! Sebepli sebepsiz. Ona göre ızdırap çekmemiş bir ruh saadetten nasibini alamaz, hiçbir şeyden anlamazdı. Adam yine teorinin batağına düştüğünü hissetti. Oysa her şey yerli yerindeydi. Önceden böyle düzenli bir hayatı yoktu.
Adam ızdıraplarını ifade edemiyordu ama ızdırap çektiğini hissediyordu. Dilsizdi. Izdırapların gücü dilsiz oluşundan ileri gelir. Izdırap çek inleme. Ses çıkarmadan aşın. Aşınıyordu adam. Sesi çıkmıyordu. Dilsizdi. Seneca’yı, okumuş gibiydi. Hafif acılar konuşabilir, ama derin acılar dilsizdi.
Can sıkıntısı mıydı ızdırap mıydı hissedilen?
Bilmiyordu.
Bu ev… Kadın… İşi… Sürgit bir hayat. Monoton hatıralar… Yokluklar… Kayıp sevgiler… Umutlar… Sönüyordu ateşi. Körüklüyordu ama ateş sönüyordu.
Su dökmeli külün üstüne. Koyu bir duman çıkmalı ve her şey o dumanla birlikte uçmalı, kaybolmalı.
Canı sıkılıyordu. Tarifsiz bir acıydı çektiği. Büyüyordu bir yanı, kabarıyordu.
Bütün arayışların bittiği ve hayattan beklenenlerin tükendiği zamanda, insan, durgunlaşmanın acısını çeker. Bizi hayata bağlayan ve mücadeleye iten formüller elimizden çalındığında sonsuz hayat unsurlarının dalga dalga kabardığı bir okyanusta boğulduğumuzu zannederiz. Artık önünde akıp giden senelerin neler getireceğini kestirmek güç değildir. Ve umutlar da, tasalar da tekdüzedir.
Büyük şeyler bekliyordu oysa. Birçok yola girmek, birçok yoldan çıkmak, ormanda yolunu aramak, dağlara tırmanmak, uçurumlara bakmak ve yapılamayacakları yapmak istiyordu belki. Şimdi bu tekdüzelik onun canını sıkıyordu. Ve kendisine giydirilen -hoş kendisi giymişti-bu gömleği kabul edemiyordu ama çıkarmak da elinden gelmiyordu. Genç adamın can sıkıntısı öyle keskin ve kesifti ki bu, düpedüz acıydı.
Adam acı çekiyordu.
Bu adam yakamı bırakmıyordu. Bu yakından tanıdığım bir adamdır. Ben oyum. Adamın içinde hissediyorum kendimi, adamı benim içimde…
İşten evine yorgun döner adam. Böyle bir akşamdır. Ben de eve gidiyorum işte. Hiçbir iş yapmamıştır ama yorgundur. Ruhu yorgundur adamın. Eskiden daha çok yorulurdu hâlbuki. Adam o eski yorgunluklarını arıyor olmalı. Adam bundan da yorgun. Arayışı boşuna çünkü. Geri gelmeyecektir. Neler?.. Sandalyeler, bobinler üstünde uyukladığı günlerini arıyor. Üstüne başına bakmadığı, özenmediği günlerini… Huzursuz, ızdırap dolu ama arayış içindeki günlerini. Mutluluğu, çekilmez sanılan o iki yıl öncesinde kalmıştır.
Adam hayata küskünleşmiştir. Oysa eskiden her şeye, her zorluğa katlanma, direnme içgüdüsü vardı. İradesi bile… Şimdi hayattan korkar oldu. Artık hayattan küçük, sadece küçük tavizler koparabilir. Bunlar, karısıyla yatması, çocuğunun akıllı olması, maaşına zam alması gibi şeylerdir.
Adam televizyon taksiti ödüyor. Buzdolabının taksiti yeni bitti. Kadın, çamaşır makinesini çeyiziyle birlikte getirmişti. Koltuk takımı alacaklar… Evlendiklerinde basit bir koltuk takımı almışlardı ama şimdiki çevrelerine gösterişsiz gözüküyor. Basit ve ilkel. Adam, Siteler’deki arkadaşına sipariş verdi. Ama nasıl ödeyecek? Adam eskiden bol bol kitap alırdı. O vakitler maaşı da yoktu, şimdikinden çok daha fazla kitap okurdu. Başka bir şey almazdı zaten. Sigara ve kitap. Adam şimdilerde sigarayı hayli azalttı. Şu sıralar ne kitap okuyabiliyor ne de alabiliyor. Bazen, bazılarına imrendiği olur. Oysa onlar da kendine benzemeye gayret ediyorlar. Adam bunun da farkında…
Yorgun döndü evine; her zamanki gibi. Kapıyı çalar, çalar… Anahtarı var oysa. Nerede bu kadın? Ceplerini karıştırır. O kadar basit bir şey olan kapı açma hadidesi, zor geliyor adama. Anahtarı bulmak, kapı deliğine sokmak, çevirmek hep zor…
İçeri girdi adam. Hanımefendi divandan doğruluyor. Bebek usulca bırakılır bir kenara. Gözleri mahmur kadının. Adam öpebilir karısını gözlerinden. Hatta dudaklarından. Ağız kokusuyla kadının.
Adam en azından merhaba diyebilir. Elindekileri aynalı masaya koyar sertçe. Uzanır koltuğuna adam. Of of!.. Hep oftur her dönüşte çekilen. Kimi zaman çok seyrek de olsa şarkı mırıldanır. Şarkı mırıldandığı akşamlar kadın öpülecektir. Bunu bilir kadın. Şimdi of çekildiğine göre adamın canı sıkkın. Kadının da öyle. Ya da öyle olmak zorunda sayar kendini. Hâlbuki kadın taviz verse “Nasılsın canım.” dese, öpse… Yok… Karşılıklı can sıkıntısı piyesi oynarlar. Mutsuzlukları artar.
Kadın kocasına çatacaktır, “Neden ekmek getirmedin, hep unutursun zaten.” diye… Kadın da oflayıp puflayıp mutfağa mutat vazifesini yapmaya yollanır. Bebek ağlar. Adam önce sinirlenir. Sonra çocuğu kucağına alır. Sevmek zorundadır. Bir saat onunla oyalanacaktır, sonra televizyon seyredilecektir. Bir de akşam yemeği. Bayat ekmekle yenecektir yemek. Adamın bakkala gidecek mecali yok. Oysa arkadaşlarını eve davet ettiği akşamlar, adam kendiliğinden gider bakkala. Mutlu olduklarını ispat etmek ihtiyacındadırlar çünkü. Kadın sevgiyle bakar kocasına, evine. Adam, karısına ve çocuğuna şefkatini gösterir. Kâh kılıbıklığını kâh kazaklığını göstermek ister. Herkesin bildiğini sır sayan erkek kadın. O sırla devam eder gider evlilikleri…
Yolları tek ve bellidir.
Artık kadın ve erkek yaşlanmaya başlamışladır. Zamanın pek ehemmiyeti kalmamıştır. Günler hep aynı geçecektir.
Ev… Ev… Ev… Kutsal mekân… Mabedimiz.
Adam ve kadın her şeyleriyle özdeşleşmişlerdir. Şu iki oda, bir salonla. Eşyalarla. Kül tablasıyla… Halılarla.
Evin yolunu tutarken kazandığım bu kimlik beni korkuttu. Gerçekten böyle olacaktım. Evim ve eşyalarıyla bir bütün. Şimdi de evime gidiyorum. Ama istersem gitmeyebilirim. Bazen bir kadın süslesin istiyorum hayatımı. Ama hayata yenik düşmeyi göze almalıyım. Muhip ne yaptı acaba? Onu bulmalıyım. Onu konuşturmalıyım. O da sevdi, o da mücadele etti. Anlar beni.
Herkesin bir âlemi, her âlemin bir hâli var.
Kâinatın birbirine benzemez ahvali var.
Ne zamandır görüşmemiştik onunla. Bir ara kaybolmuştu. Bana mı küsmüştü bir şeylerden mi kaçıyordu, anlayamadım. Eskiden iki canciğer arkadaştık. Karakterlerimiz ve özelliklerimiz arasında uçurumlar vardı. Hatta insanları ele alışlarımızda da. Ama çok iyi anlaşırdık. İkimiz de birbirimizin, en azından, imanından şüphe etmezdik. Farklı da olsa beraberdik her şeyde. Arkadaşlığımız âdeta kaçamayacağımız bir gerçekti.
Bir de sevgimiz. Ama o şimdi bunu anlatmamı istemez. Aramızda bir sır olarak kalacak.
Onunla ben, geceyle gündüz gibi birbirini takip eden, birbirinin ayrılmaz parçası olan, belirsiz bir kişiliğin iki mütemmim cüzü idik.
Kimi zaman, iki ayrı dünyanın insanları olurduk. Kimi zaman, aynı rüyayı görür, aynı şeyleri hissederdik. Aynı anda gözyaşı döker, aynı anda gülerdik. Bazen Habil ile Kabil’in zıtlıkları bizde tecelli ederdi.
En baş eğdirilmez isyancı karakterle, en sadık iman karakteri kâh onda kâh bende belirir, birimiz kaderci olurken diğeri gerçekçi olurdu.
Fakat içtiğimiz su ayrı gitmezdi diyebilirim.
Bir ara gözükmedi ortalarda. Ben tek başıma kalakaldım. Eylül senelerinden çok önceleri bile izini kaybetmiştim. Köşesine çekilmişti. Kendini psikolojiye verdiğini söylediler. Daha önceleriyse herkes onu “sofi” zannediyordu. Tasavvufa yönelmişti bir vakitler. Uçuyordu sanki. Şimdiki bazı mukalliler gibi de değil. Kafasını ve kalbini çatlatırcasına kendinden geçiyordu. Ne uykusu vardı ne beslenmesi. Hastalanacak diye çok korkuyordum. Mevsim değişimleri gibi değişiyordu. Bazen şehvetinin esiri oluyormuş gibi hırslı biri, bazen de dünyanın en mülayim insanıydı. Daldan dala konuyordu. Kimi aşklarından mağlup düştüğünü ben bilirim. Ama sevdası hiç mi hiç eksilmemişti. Şiir yazdığını biliyorum ama birçoğunu ben bile okuyamadım. Kaybetmiş ya da yırtmış olabilir. Kaybetmiştir, çünkü belli bir mekânı yoktu. Bir sürü bekâr evi dolaştı, yurtlarda kaldı. Dergide de sabahladığını çok gördüm. Yırtmıştır, çünkü sonradan, hatta bir gün sonra bile şiirlerini beğenmiyordu. Oysa ben onun o serazat mısralarındaki havaya hayrandım.
Bazen kafasına eser “eyvallah” der giderdi. Sokaklarda dolaşırdı, İstanbul’a kaçardı. Bazen de Anadolu’ya… Bir gün Maltepe Camii’nin avlusunda, sabah ezanına henüz bir saat varken gördüm onu. Sabah çorbası yeni çıkmıştı İnegöl Köftecisinde. Oradan dönüyorduk; sabaha çok vardı. Otururuz dedik. Bir iki arkadaş daha vardı. Baktım o da orada, bir köşede oturmuştu, boynu kaybolmuş gibiydi. Başını, yarı eğmişti; sanki göğüs kafesinin içinde bir yere sürmek, gömmek istiyordu. Yakından görmemiştim. Cesaret edip de yanaşamadım da. Ya ağlıyorsa? Yapabileceklerimi kestiremedim. Hiç görmemiş gibi yaptık, ayrıldık oradan. Bazen de çok neşeli olurdu. Öyle ki, kendisini anlayamayanları incitecek kadar. Fazlasıyla açık konuşurdu. Gönül almasını da bilirdi.
Eylülden sonra birkaç kez gördüm. Tezini hazırlıyormuş. Ben, olanlar için, “Kötü oldu.” diyordum. O üzgün bakışlarını kaldırarak “Aslında çok iyi oldu.” diyordu. Meselelere hep değişik açılardan yaklaşmaya bayılırdı. İnanmışlığı ve şüpheciliği hatta inkârı da denebilir; genelde hep atbaşı gidiyordu.
Sonra iyiden iyiye kayboldu. Görüşemedik aylarca. İçerdeymiş. Aylar çabuk geçti benim için. Bir gün, çıktı geldi, görüştük. Bir buçuk yılı aşmış görüşmeyeli. O bir buçuk yılda on beş yıl yaşlanmış gibiydi. Ben birkaç ay geçti zannediyordum hâlâ.
“Ne var ne yok?” dedi.
Dışarıyı bir çırpıda anlattım ona. Cahit’in okula asistan olarak girdiğini, Kâzım’ın bir çocuğu olduğunu, Feride’nin evlendiğini, Udi Muzaffer’in bir şarkı daha bestelediğini, Tamburi’nin Avrupa’ya gittiğini filan iki dudak arasında anlattım bir çırpıda.
“İnsanın canı nasıl sıkkın oluyor siz olmayınca.” diyorum. Hafif bir tebessüm yayılıyor yanaklarına, fakat gözleri hep hüzünlü bakıyor. Onu, konuşması için fazla üstelemedim. Konuşacak ciltler dolusu mevzusu olanlar başta pek bir şey konuşamıyorlar. Nerden başlayacağını, kestirmek güç de ondan zannederim.
Yorgundu.
Ama gözlerindeki gizli parıltıyı fark ediyordum; ki bu kendisine yaşama sevinci, hayata bağlanma direnci veriyordu. Bir koca ateşten artakalan közler gibiydi. Nefes vermek gerekiyordu. Alevlendirmek…
Birkaç gün gezdik. Hürriyete alışmak, hem ne zordur hem ne kolay. Onun da öyle oldu. Çevresine çok kolay uyum sağlayabiliyordu eskiden. Kolay söndürülemeyecek öyle bir duygu yanıyordu ki içinde, seneler geçse küllenmeyecekti, yok olmayacaktı. “Hürriyeti de tartışmak gerek.” diyordu. “Hürriyeti bulduğumuzu zannettiğimiz zamanların, hürriyet biçimlerini de.”
Bir gün “Yine de…” dedi. “Böyle, gözün alabildiğine kadar bakabilmek ayakların gidebildiği yere kadar gidebilmek ne güzel!”
“Bana orasını anlatmalısın.” dedim.
O yanaşmıyordu ama ben orasını yazmasını da istiyordum.
Orası bir ara kesittir. O ara kesitte, iki âlemin değerleri üst üste çakışırlar. İki âlemin değerleri ve her şeyi…
Dergideyiz.
O yine, neşeli olmak zorundaymışçasına espriye boğuyordu her şeyi. “Çay yok.” dedi çocuklar.
“Çay her zaman olmalı burada.” dedi. “Dergide çay içmeden olmaz. Hele ocak dediğin. Hep yanmalı. Demlikteki su soğumamalı.” Durdu.
“Hey gidi!.. Eskiden yirmi dört saat kaynardı demlik.” Acı tebessümlerle karşılıklı bakıştık.
“Bir gün dergiden bizim sekizinci kata telefon ettim. Orada bizim şey vardı ya. Hani iri yarı babayiğit, yav neydi adı?”
“Memet?..”
“Hah, evet o! Onu bırakmışlar oraya, telefonlara bakıyor. ‘Alo’ dedim. ‘Alo’ diyor. ‘Alo’ dedim o da ‘Alo’ diyor. Dedim ‘Ocak?’ O da masum, ‘Evet.’ dedi. ‘Bizim evde ocak söndü de bize acele bir ocak gönderir misiniz?..’ Bizimki ağzına geleni söyledi. ‘Ulan!’ dedim. ‘Erkeksen aşağıya, köprüye kadar in de boyunu bosunu görelim!’ ‘Geliyorum.’ dedi.”
“Ahizeden sinirli sinirli soluğu duyuluyordu.”
“ ‘Sen de erkeksen bekle orada…’ dedi Ben balkondan bakıyorum.”
“Bu çıktı, köprünün oralarda dolaşıyor. İndim aşağıya, yanından geçerken sordum: ‘Ne o ya, birini mi avlayacaksın? Belki de kız tavlamaya çıkmışsındır.’ ‘Yok yav!’ dedi. ‘Gobitin biri telefon etti böyle böyle…’ dedi. Kahkahayı patlattım ve uzaklaşırken bağırdım:
‘Boyun bosun da yerindeymiş hani…’ Anladı.” Yine sustu. Sonra;
“Eh işte böyle. Bizim çocuklar da çok delikanlı idiler.”
Biliyordum ki övgüsünün ardından mutlaka yergisi de gelir. Ne diyecek diye beklerken o:
“Ama!..” dedi. “Orada bizim Memet’in gobitlerini gördüm. Çok daha geriler. Doğru dürüst bir Marksiste rastlayamadığıma yanıyorum. Konuşacak kimse yoktu orada.”
Aklından geçenleri tam aktarmıyordu. Kendi kendine cümleler sarf ediyor, en sonundaki cümleleri tamamlamak bize kalıyordu. Belki de, kendi kendine söylediği cümleleri, bizim duyduğumuzu sanıyordu.
O gün, akşama kadar, sanattan, edebiyattan eskilerden, yenilerden, geçmişten, gelecekten, yurttan, evden, evlilikten, hürriyetten, kafesten konuştuk. Bir de yeni doğmuş bebeklerden.
Akşam, başkentin üzerine abandığında koyu bir sis tabakasının arasından birer birer yandı tüm ışıklar… Silik silik.
Çay ve sigara. Gece içtiğimiz bunlardı. Herkes gitmiş, ikimiz kalmıştık. Belki de sadece o vardı ve bir başınaydı.
Bir saat başka şeylerle ilgilendik. Sanki konuşacak hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Oysa işin başında bile değildik.
Birbirini seven iki kişi, sevgilerini mutlaka birbirlerine ifade etmeliler. Bu çok önemli. Bir de ne kadar sevseniz de konuşacak bir şey kalmayınca ayrılmak istiyor insan. Kaçmak istiyor. Terk edeceklerimiz en sevdiklerimiz bile olsa insan tarifsiz duygulara gark olduğu kimi zamanlar uzaklara gitmek ister. Hasretin, vuslata üstünlüğü burada belki de.
Gitmeye yeltendi. Dedim ki, “Otobüsleri kaçırdın hep.”
“Banliyö treni ile giderim.”
“Bırak allasen. Geç oldu gidemezsin artık. Burada sabahı edeceğiz. Şimdi sana bir çay demlerim.” Kalktım mutfağa doğru yürüdüm. Yanından geçerken onu sandalyeye biraz kabaca ama samimi bir şekilde oturttum. Rıza gösterdi.
“Eski günlerdeki gibi.” dedi.
“Evet.”
Mutfakta, çayı koyarken “Hey gidi günler hey.” diyorum kendi kendime. Dostluğumuz, başımızdan geçenler, o ve ben. İkimizin sevinçleri, kederleri, birbirimiz arasında geçen iyi kötü anılar. Hepsi bir film şeridi gibi geçiyordu. Sırf ikimiz değildik o film şeridinde yer alanlar. İkimizin şahsında bütün bir neslimiz, dünyamız, dertlerimiz, arayışlarımız da vardı.
Mutfaktan seslendim ona:
“Biliyor musun, eskiden seninle güreş yapardık, alt alta üst üste boğuşurduk. Sonra oturur çalışırdık saatlerce. Uykumuz geldi mi tekrar birbirimize girerdik; hatırlıyor musun?”
İçerden ben duyamadım ama o iki dudağı arasında ancak kendisinin duyabileceği kadar bir sesle “Evet.” dedi.
Mutfakta aklıma bir şey gelmişti. Onu mutfakta konuşturmalıyım,dedim içimden. Onun başından geçenler, çok kişinin başından geçti biliyorum. Hatta öyle öyküleri var ki onun çektiklerini gölgede bırakır. Ama o başkaydı. Yakından tanıyordum onu. İradesi dışında bir saniye bile bir yerde oturamazdı, hürriyetine karışamazdınız. Çok kişi onu anlayamamıştır bu yüzden. Onu tanıyordum ve bir günlük esaretinin, şahsen benim, bir yılıma tekabül ettiğini tahmin ediyordum.
Odaya döndüğümde bir sigara yakmış, tavanda bir şeyler arıyordu.
“Bak dedim. Yapacak bir şey yok. Şurada hocanın bir teybi var. Onu açalım. Senle entelektüel bir oyun oynayalım.”
“Allah Allah! O nasıl şey öyle?”
Bir numara çektiğimi anlamıştı ama edasını değiştirmedi.
“Ben sana bir kelime söyleyeceğim. Sen de bir cümleyle veya bir kelimeyle cevaplayacaksın.” Mevzu anlaşılmıştı, ben daha lafımı bitirmeden “Haydi bakalım aç!” dedi.
Bepul matn qismi tugad.