Kitobni o'qish: «Onurun Bedeli »
Morgan Rice Hakkında
Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.
Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!
Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları
“FELSEFE YÜZÜĞÜ dizisinden sonra yaşamak için bir neden kalmadığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ’nde Morgan Rice bir başka harika fantezi dizisinin sözünü veriyor, bizi troller, ejderhalar, yiğitlik, onur, cesaret, sihir ve kaderimize inancın bir fantezisine daldırıyor. Morgan bir kez daha her sayfada onlar için tezahürat yapmamızı sağlayan güçlü bir karakter seti oluşturmayı başarmış… İyi yazılmış fantastik edebiyat seven herkesin kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ederiz..”
--Books and Movie ReviewsRoberto Mattos
“EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ daha başlangıcından başarılı… Üstün bir fantezi… Olması gerektiği gibi, bir protagonist ile başlıyor ve düzgün bir şekilde şövalyeler, ejderhalar, sihir ve canavarlar ve kaderin geniş çemberine doğru ilerliyor… Üst düzey bir fantezi edebiyatın tüm yakalayıcı unsurları bu kitapta mevcut, askerler ve savaşlardan kendiyle yüzleşmeye kadar… Güçlü, inanılır genç bir protagonist ile ilerleyen destansı fantezi edebiyat sevenler için tavsiye edilecek bir kitap.”
--Midwest Book ReviewD. Donovan, eKitap Eleştirmeni
“Morgan Rice’ın önceki romanlarının hayranları ve Christopher Paolini’nin THE INHERITANCE CYCLE dizisi gibi işlerin hayranlarını memnun edecek macera dolu bir fantezi… Genç Yetişkin Edebiyatının hayranları Rice’ın bu son kitabını çok sevecek ve daha fazlası için yalvaracaktır.”
--The Wanderer, A Literary Journal (Ejderhaların Yükselişi ile ilgili olarak)
“Hikâyesinde gizem ve entrika elementleri bulunduran esprili bir fantezi. Kahramanların Görevi cesur olmak ve büyüme, gelişme ve mükemmelliğe götüren hayat amaçlarıyla ilgili… Dolgun fantezi maceraları, bir baş kahraman, araçlar ve hayalperest bir çocuk olan Thor’un olanaksız durumlarla karşılaşıp genç bir yetişkin haline gelişine çok iyi şekilde odaklanan bir dizi hareketli karşılaşmalar sağlayan bir macera arayanlar için ideal… Destansı bir genç yetişkin dizisinin neler sunabileceğinin sadece bir başlangıcı.”
--Midwest Book Review (D. Donovan,eKitap Eleştirmeni)
“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: entrika, karşı entrika, gizem, yiğit şövalyeler, kırık kalpler ile dolu çiçekli aşklar, aldatma ve ihanet. Sizi saatlerce eğlendirecek ve her yaştaki okuyucuyu memnun edecek. Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir Kitap.”
--Books and Movie Reviews, Roberto Mattos
“Destansı fantezi Felsefe Yüzüğü serisinin (şu anda 14 Kitaptan oluşuyor) heyecan dolu bu ilk kitabında Rice, okurlarını 14 yaşındaki, hayali, krala hizmet eden elit şövalye birliği Gümüş Lejyon’a katılmak olan Thorgrin “Thor” McLeod ile tanıştırıyor. Rice’ın yazını sağlam ve oldukça merak uyandırıcı.”
--Publishers Weekly
Morgan Rice Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
GURUR AĞLAYIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA 1: KÖLETÜCCARLARI (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR GÜNLÜKLERİ
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
NİŞANLI (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
KRALLAR VE BÜYÜCÜLERİ Sesli Kitap olarak dinleyin!
Ücretsiz Kitap ister misiniz?
Morgan Rice’ın eposta listesine kaydolun ve 4 ücretsiz Kitap, 2 ücretsiz harita, 1 ücretsiz uygulama ve size özel hediyeleri alın! Kaydolmak için siteyi ziyaret edin: www.morganricebooks.com
Morgan Rice © 2015
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.
Bu eKitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu eKitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.
Bu Kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfidir.
Telif hakları breakermaximus’a ait Jacket adlı eser, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır.
“Onurumu kaybedersem, benliğimi de kaybetmiş olurum.”
--William ShakespeareAntony ve Cleopatra
BÖLÜM BİR
Theos artık daha fazla içinde tutamadığı bir öfkeyle kırsala doğru dalışa geçti. Artık hedefinin kim olduğunu önemsemiyordu. Yumurtasının kaybolmuş oluşunu tüm insan ırkına, tüm Escalon'a ödetebilirdi. Aradığı şeyi bulana kadar tüm dünyayı yok edebilirdi.
Theos bu ironiyle parçalanmıştı. Yumurtasını saklamak, doğacak oğlunun Ejderhaların Efendisi olacağı yönündeki kehanet nedeniyle kendini tehdit altında hisseden diğer ejderhaların gazabından korumak için anayurdundan kaçmıştı. Hepsi de onun yumurtasını yok etmek arzusundaydı ve Theos buna asla izin veremezdi. Ejderha kardeşleriyle savaşmış, ölümcül yaralar almış, engin denizlerin üzerinden, yaralı bir şekilde bu insanların adasına gelinceye kadar uçmuştu. Diğer ejderhalar asla oraya bakmak için gelmezlerdi; burası yumurtası için güvenli bir limandı.
Fakat Theos buraya konup yumurtasını uzak orman zemininde bıraktığında onu savunmasız da bırakmış olmuştu. Bunun bedelini kötü şekilde ödemiş, Pandesia askerleri tarafından yaralanmış ve telaş içinde uçarken yumurtasını gözden kaybetmişti. Hayatı, bir insan, Kyra tarafından kurtulmuştu. O çetrefilli gecede, kar fırtınası ve sert rüzgârın içinde, ne kadar daireler çizerek uçsa, aynı yerlerden tekrar tekrar geçmesine rağmen karlara gömülen yumurtasını bulamamıştı. Bu, kendisinden nefret etmesine neden olan bir hataydı, tüm insanlığı sorumlu tuttuğu, asla ve asla affetmeyeceği bir hataydı.
Theos çok daha hızla dalışa geçti, çenesini açtı ve öfke içinde kükredi; bu, önündeki tüm ağaçları titreten bir kükremeydi. Kendisinin bile geri çekilmesine sebep olacak bir sıcaklıkta ateş püskürttü. Öylesine güçlü bir alev dalgasıydı ki, tüm bir şehri yok edebilirdi. Alevler, önüne çıkma şanssızlığı yaşayan küçük bir köyün üzerine yağdı. Aşağıda, yüzlerce insan, onları bekleyen ölümden habersiz bir şekilde çiftliklerde ve bağlarda yayılmış durumdaydı.
Alevler üzerlerine gelirken, insanlar gökyüzüne baktı ve yüzlerinde bir dehşet ifadesiyle donakaldılar; fakat artık çok geçti. İnsanlar çığlıklar atarak can havliyle kaçışsalar da alev bulutu onları yakaladı. Alevler erkek, kadın, çocuk, köylü, savaşçı demeden, can havliyle kaçanları veya olduğu yerde donakalmış olanları ayırmıyordu. Theos devasa kanatlarını çırparken, insanları, evlerini, silahlarını, hayvanlarını ve sahip oldukları her şeyi ateşe verdi. Herkes, her bir insan bedel ödeyecekti.
Nihayet Theos tekrar yükseldiğinde geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bir zamanlar köyün olduğu yerde şimdi büyük bir yangın, köyü kısa süre sonra küle dönüştürecek ateşler vardı. Gayet uygun, diye düşündü Theos kendi kendine, insanlar külden geldiler, küle dönüyorlar.
Theos yavaşlamadı. Yere yakın bir şekilde uçmaya devam etti. Ağaçları parçalayıp, dalları tek bir pençe darbesiyle kırarak ve yaprakları lime lime ederek ilerlerken kükrüyordu. Ağaçların üzerinden kendine yol açarak uçarken, hala ateş püskürtüyordu. İlerledikçe ardında büyük, ateşten büyük bir iz bırakıyordu, Escalon’un onu sonsuza kadar hatırlamasını sağlayacak bir ateş yolu… Dikenli Ormanın büyük bir bölümünü ateşe verdi. Oradaki ağaçların yeniden büyüyebilmesinin binlerce yıl süreceğini biliyordu, ülkeye bir yara açtığını biliyordu ve bu düşünceler onda bir tatmin duygusu oluşturuyordu. Ateş püskürtmeyi sürdürürken, bir anda bu ateşlerin kendi yumurtasına da ulaşabileceğini ve ona zarar verebileceğini fark etti. Fakat öfke ve hüsranla o kadar doluydu ki, kendine engel olamıyordu.
O uçarken, altındaki arazi de yavaş yavaş değişiyordu. Ormanlar ve vadilerin yerini taş binalar aldı ve Theos aşağı bir göz attığında, mavi sarı zırhlı binlerce askerle dolu, geniş bir garnizonun üzerinden geçmekte olduğunu gördü. Pandesialılar! Askerler panik ve merak içinde gökyüzünü tarıyorlardı, zırhları parıldıyordu. Bazıları, zeki olanlar, kaçmaya başladı; cesur olanlar ise yerlerini koruyup, o yaklaşırken mızrak ve süngü fırlattı.
Theos ateş püskürttü ve atılan tüm silahları havada yakıp küller halinde geri gönderdi. Püskürttüğü ateş yoluna devam etti; kaçışmaya başlamış askerlere ulaştı ve onları parlak zırhları içinde tuzağa düşürüp canlı canlı yaktı. Theos, tüm o parlak metallerin kısa süre sonra paslanan kabuklara döneceğini biliyordu, oraya yaptığı ziyaretin bir hatırası… Her bir asker alev alıncaya kadar durmadı ve garnizonu dev bir alev kazanı haline getirdi.
Theos kuzeye doğru uçmaya devam etti; kendine engel olamıyordu. Arazi sürekli değişiyordu ve Theos ilgi çekici bir şey görene kadar hiç yavaşlamadı. Aşağıda, aşırı büyük bir yaratık, bir dev, yerin altındaki bir tünelden yeryüzüne çıkıyordu. Bu, Theos’un daha önce gördüğü hiçbir yaratığa benzemiyordu, çok güçlü bir yaratıktı. Fakat Theos hiç korkmamış aksine öfkelenmişti. Bu yaratığın yoluna çıkmış olmasına öfkeliydi.
Yaratık gökyüzüne baktı ve Theos ona doğru dalışa geçerken biçimsiz yüzü korkuyla doldu. Dönüp çıktığı deliğe doğru kaçmaya başladı fakat Theos onu o kadar kolay göndermeyecekti. Eğer oğlunu bulamazsa herkesi, insanları ve insana benzeyen yaratıkları yok edecekti. Ve Escalon’daki herkes ve her şey yok olana kadar durmayacaktı.
BÖLÜM İKİ
Vesuvius tünelin içinde durmuş üzerine düşen güneş ışığına bakıyordu, Escalon güneşi; hayatındaki en tatlı duyguyu hissediyordu. Hemen üzerindeki, güneş ışığının üzerine düşmesini sağlayan o delik, hayal edebileceği tüm zaferlerden daha muhteşem bir zaferi temsil ediyordu, hayatı boyunca hayal ettiği tünel tamamlanmıştı. Diğerleri bunun yapılamayacağını söylemişti fakat Vesuvius babasının ve babasının da babasının başaramadığını başarmış, tüm Marda ulusunun Escalon’u işgal etmesini sağlayacak yolu açmıştı.
Hala havada uçuşan tozlar ışıkta görülebiliyor, devin tavanda açtığı delikten hala moloz yığınları dökülüyordu. Vesuvius delikten dışarı doğru baktı; hemen üzerindeki deliğin kaderini temsil ettiğini biliyordu. Tüm ulusu hemen ardında onu takip edecekti ve kısa sürede Escalon’un tamamı onun olacaktı. Yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı, daha şimdiden kendisini bekleyen tecavüz, işkence ve yıkımı hayal edebiliyordu. Tam bir katliam olacaktı. Kölelerden bir ulus yaratacaktı ve Marda ulusunun büyüklük ve toprak genişliği iki katına çıkacaktı.
“MARDA ULUSU, İLERİ!” diye bağırdı.
Tüneli dolduran yüzlerce trol baltalı kargılarını kaldırıp onunla birlikte harekete geçerken büyük bir bağırış yükseldi. Vesuvius açıklığa, fethe doğru, çamur ve kayaların üzerinde kayarak ve tökezleyerek ilerlerken, tünelin çıkışına doğru ordusuna önderlik etti. Escalon’u görmek onun heyecanla titremesine neden oldu. Ayağının altındaki zemin, yukarıda çığlık atan devin yarattığı sarsıntı nedeniyle titriyordu; belli ki yaratık da özgür kaldığı için heyecanlanmıştı. Vesuvius devin kendini kaybetmiş bir öfkeyle kırsal alanda dehşet saçarken ne kadar büyük bir zarar verebileceğini hayal etti ve gülümsemesi daha da genişledi. Bu, yaratık için bir eğlence olacaktı ve Vesuvius ondan sıkıldığında onu öldürebilirdi. Aynı zamanda bu dev dehşetli saldırısında değerli bir eleman olacaktı.
Vesuvius yukarı baktı ve gökyüzü aniden kararınca kafası karışmış bir şekilde gözlerini kırptı. Üzerine doğru gelen büyük bir sıcaklık dalgası hissetti. Üzerinde doğru gelen ve aniden araziyi kaplayan bir ateş duvarı görmek onu afallatmıştı. Korkunç bir sıcak dalgası üzerine doğru gelip yüzünü yakarken neler olduğunu anlayamıyordu. Hemen arkasından devin kükremesi ve acı içindeki çığlığı duyuldu. Büyük bir patırtı kopartan devin bir şey tarafından yaralanmış olduğu açıktı ve Vesuvius yukarı bakıp devin açıklayamadığı bir şekilde onlara doğru geldiğini görünce dehşete kapıldı. Devin yüzünün yarısı yanmıştı. Tünele doğru, yerin altına ve doğrudan Vesuvius’a doğru atağa geçmişti.
Vesuvius olanları izliyor fakat önünde gerçekleşmekte olan kâbusa bir anlam veremiyordu. Neden dev geri dönmüştü? Bu sıcaklığın kaynağı neydi? Devin yüzünü ne yakmıştı?
Derken Vesuvius bir kanat çırpma sesi ve devinkinden ve hatta o güne kadar duyduğu tüm çığlıklardan daha korkunç bir çığlık duydu. Yukarıda uçmakta olan şeyin ne olduğunu anladığında ürperdiğini hissetti; yukarıdaki şey devden çok daha dehşet verici bir şeydi. Bu Vesuvius’un hayatı boyunca karşılaşmayacağını düşündüğü bir şeydi; bir ejderha…
Vesuvius olduğu yerde durdu, hayatı boyunca ilk kez korkudan donakalmıştı. Arkasındaki trol ordusu da donakalmıştı. Hepsi orada kapana kısılmıştı. Ön görülemeyen bir şey gerçekleşmişti ve dev kendisinden daha büyük bir şeyden korku içinde kaçıyordu. Yanmış, acı içinde ve paniklemiş olan dev aşağı doğru gelirken kocaman yumruklarını savurdu, korkunç pençeleriyle rasgele vurdu ve Vesuvius etrafındaki trollerinin ezilişini dehşet içinde izledi. Devin yoluna her ne çıkarsa ayakları altında ezildi, pençeleriyle parçalandı ve yumruklarıyla dümdüz edildi.
Ve sonra, devin yolundan çekilmeye fırsat bulamadan Vesuvius kaburgalarının kırıldığını hissetti. Dev ona sert bir şekilde vurmuş ve havaya fırlatmıştı.
Vesuvius döne döne havada uçtuğunu hissetti; tüm dünyası dönüyordu ve hatırladığı son şey taş duvara yapıştığında başını kayaya vurması ve korkunç bir acının tüm bedenine yayılmasıydı. Duvardan yere doğru süzülürken bilincini kaybetmek üzereydi ve gördüğü son şey devin her şeyi yok ettiği, tüm hayatı boyunca çalıştığı tüm planlarını mahvettiğiydi. Vesuvius orada, yerin derinliklerinde; neredeyse ulaşmış olduğu hayalinden birkaç adım ötede öleceğini fark etti.
BÖLÜM ÜÇ
Duncan ipten aşağı kayarken yanından geçip giden hava akımını hissetti. Kos’un görkemli tepesinden aşağı inerken, can havliyle tutunuyor, hayal edebileceğinden çok daha hızlı kayıyordu. Etrafındaki adamları, Anvin, Arthfael, Seavig, Kavos, Bramthos ve daha binlercesi de iplerden aşağı kayıyordu. Duncan’ın, Seavig’in ve Kavos’un adamları birbirine karışmış, tek bir ordu haline gelmişti ve buzun üzerinde sıralar halinde kayıyordu. Disiplinli ordu birbirlerinin üzerinden sıçrayarak ilerliyor, zemine varmadan önce fark edilmemeyi umuyordu. Duncan ayaklarının buza temas ettiğini hissettiğinde kendini hemen tekrar itti, aşağı doğru hareket etti. Ellerinin parçalanmasını sadece Kavos’un ona verdiği kalın eldivenler engelliyordu.
Duncan, neredeyse serbest düşme halinde olan ordusunun ne kadar hızlı hareket edebildiğine hayranlıkla baktı. Kos’un tepesindeyken Kavos’un bu büyüklükte bir orduyu nasıl hızla ve hiç adam kaybetmeden aşağı indirmeyi planladığına dair en ufak bir fikri yoktu; ellerinde, onları bu kadar problemsiz bir şekilde aşağı indirmeye yetecek kadar çok ip ve buz baltası olduğunu bilmiyordu. Bu adamlar buzda yaşamak üzere doğmuş adamlardı ve bu yıldırım hızındaki iniş onlar için sıradan bir dağ yürüyüşü gibiydi. Nihayet neden kapana kısılanın neden yukarıda yaşayan Koslular değil de aşağıdaki Pandesialılar olduğunu söylediklerini anlamıştı.
Kavos iki ayağını birden dağdan çıkıntı yapan geniş bir platoya basarak ani bir şekilde durdu. Hemen yanında Duncan da durdu ve iniş yolunun ortasında tüm adamlar bir anlığına orada durakladılar. Kavos platonun ucuna ilerlerken Duncan da ona eşlik etti. Aşağı eğilip altlarında salınan iplere baktı; ipler batan güneşin son ışıkları altında, uzakta, sislerin içinde sallanıyordu. Duncan aşağıda, dağın tabanında yayılan taş Pandesia garnizonunu ve içindeki binlerce askeri görebiliyordu.
Duncan dönüp Kavos’a baktı. Kavos da gözlerinde bir zevk parıltısıyla kendisine bakıyordu. Duncan daha önce hayatında birkaç kez gördüğü bu parıltıyı hemen tanıdı; bu, savaşa girmek üzere olan gerçek bir savaşçının yaşadığı aşırı mutluluk halinin parıltısıydı. İtiraf etmeliydi ki, aynı şeyi Duncan da hissediyordu, damarları karıncalanıyor, karnı geriliyordu. Aşağıdaki Pandesialıların görüntüsü hemen yanı başındaki adam gibi onda da bir çarpışma heyecanı yaratmıştı.
“İstediğin başka herhangi bir yere inebilirdin” dedi zemini inceleyen Duncan. “Büyük bir bölüm boş. Bir yüzleşmeden kaçınabilir ve doğrudan başkente gidebilirdik. Fakat sen Pandesialıların en güçlü olduğu noktayı seçtin.”
Kavos genişçe gülümsedi.
“Aynen öyle” diye yanıtladı. “Kos’un erkekleri yüzleşmeden kaçınmaz; biz onun peşinden gideriz.” Daha da geniş bir şekilde sırıttı. “Ayrıca” diye ekledi “şimdiden gireceğimiz bir çarpışma bizi başkente gitmeden önce ısıtacaktır. Ve bundan sonra Pandesialıların dağımızın çevresini sarmaya karar vermeden önce iki kez düşünmelerini sağlamak istiyorum.”
Kavos dönüp komutanı Bramthos’a başıyla işaret verdi. Bramthos adamlarını topladı ve hepsi birden yamacın ucunda duran devasa buz kütlesine hücum etti. Hepsi aynı anda, tek vücut halinde omuzlarını dev buz kütlesine yasladı.
Duncan adamların ne yapmaya çalıştığını anladı ve adamlarını toplayan Anvin ve Arthfael’e başıyla işaret etti. Seavig ve adamları da diğerlerine katıldı ve hepsi tek vücut halinde itmeye başladı.
Duncan ayaklarını buza gömdü ve itti. Kütlenin ağırlığı altında zorlanıyor, ayakları kayıyor, tüm gücüyle itiyordu.
“Bir karşılama hediyesi mi?” diye sordu Kavos’un yanında homurdanan Duncan gülümseyerek.
Kavos gülümsedi.
“Yalnızca, gelişimizin ufak bir habercisi.”
Kısa bir süre sonra Duncan buzda bir çatırtı duydu, öne eğilip buz kütlesinin yamacının ucundan aşağı yuvarlanışını hayranlıkla izledi. Diğerleriyle birlikte hızla geri çekildi ve buz kütlesinin, buzdan duvarda seke seke, git gide hız kazanarak aşağı yuvarlanışını izledi. Neredeyse dokuz metre çapındaki dev kütle doğrudan aşağı düştü ve aşağıdaki Pandesia kalesinin üzerine bir ölüm meleği gibi çöktü. Duncan az sonra gerçekleşecek patlama için kendini hazırladı, aşağıdaki askerler her şeyden habersiz, öylece duran birer hedefti.
Buz kütlesi taş garnizonun tam merkezine indi. Çarpmanın sesi Duncan’ın hayatında duyduğu hemen her şeyden kuvvetliydi. Sanki Escalon’a bir göktaşı çarpmış gibiydi. Çarpmanın sesi o kadar kuvvetli yankılanıyordu ki Duncan kulaklarını kapatmak zorunda kalmıştı. Ayağının altındaki zemin sarsılıyor, dengesini kaybetmesine sebep oluyordu. Dev bir taş ve buz bulutu yükseldi. Metrelerce yüksekti. Hava, aşağıdaki adamların, o kadar yüksekten bile duyulabilen bağırış ve çığlıklarıyla doldu. Taş garnizonun yarısı çarpmanın etkisiyle imha edilmişti ve buz kütlesi, önüne çıkan adamları ezerek, binaları dümdüz ederek ve ardında büyük bir yıkım ve kargaşa bırakarak yuvarlanmaya devam ediyordu.
“KOS’UN ERKEKLERİ!” diye bağırdı Kavos. “Bizim dağlarımıza yaklaşmaya kim cesaret edebilir?”
Binlerce adamı aniden Kavos’un peşinden atağa geçip yamacın ucundan aşağı atlarken büyük bir bağrış yükseldi. Adamlar iplere tutunarak, büyük bir hızla aşağı kayıyorlardı; temelde dağdan aşağı serbest düşme yapıyorlardı. Duncan da Kavos’u takip etti ve adamlarıyla birlikte iplere tutunarak aşağı atladılar. O kadar hızlı iniyorlardı ki güçlükle nefes alabiliyordu. Yere çarptığı zaman boynunu kıracağına kesin gözüyle bakıyordu.
Saniyeler sonra, onlarca metre aşağıdaki dağ zeminine, bir toz ve buz bulutunun içinde sert bir iniş yaptığını hissetti. Yuvarlanmakta olan buz kütlesinin gümbürtüsü hala yankılanıyordu. Adamların hepsi yüzlerini garnizona döndü. Kılıçlarını çekip ileri atılırlarken büyük bir savaş çığlığı attılar. Hepsi birden Pandesia kampındaki kargaşanın ortasına doğru gidiyordu.
Çarpmanın etkisiyle hala sersemlemiş halde olan Pandesia askerleri dönüp üzerlerine doğru saldırıa geçmiş olan bir ordu görünce şoke oldular. Böyle bir şeyi beklemedikleri açıkça belli oluyordu. Sersemlemiş, hazırlıksız yakalanmış, komutanlarından birçoğu buz kütlesi tarafından ezilip ölmüş askerler, dengelerini kaybetmiş, düzgün düşünemiyormuş gibi görünüyordu. Duncan, Kavos ve adamları üzerlerine saldırdığında, bir kısmı arkasını dönüp kaçmaya başladı. Diğerleri kılıçlarına uzandı fakat Duncan ve adamları üzerlerine çekirge sürüsü gibi çöktü ve daha adamlar kılıçlarını çekmeye bile fırsat bulamadan onları hakladılar.
Duncan ve adamları hiç tereddüt etmeden kampa saldırdı; zamanın ne kadar değerli olduğunun farkındalardı ve buz kütlesinin bıraktığı yıkım izlerini takip ederek, sağda solda toparlanmaya başlayan askerleri yere serdiler. Duncan kılıcını her yana savuruyor, bir adamın göğsüne saplıyor, bir diğerinin yüzüne kılıcının kabzasıyla vuruyor, üzerine gelen bir başkasına tekme atıyor ve başına doğru balta savuran bir adamdan sakınmak için eğilip omzuyla adamı yere deviriyordu. Duncan duraklamadı, önüne çıkan herkesi deviriyordu. Hala sayıca düşmanlarından az olduklarının bilincindeydi ve mümkün olduğunca hızlı bir şekilde, öldürebildiği kadar çok adamı öldürmesi gerektiğini biliyordu.
Hemen yanındaki Anvin, Arthfael ve diğer adamları da ona katılmış, birbirlerinin arkasını kollayarak ilerliyor, her yönde toparlanmakta olan askerleri yere seriyordu. Metal şakırtıları savaş alanını doldurmuştu. Büyük çaplı bir savaşa girmiş olan Duncan adamlarının enerjilerini saklamalarının, bu yüzleşmeden kaçınıp Andros’a ilerlemelerinin daha akıllıca olduğunu biliyordu. Fakat aynı zamanda Kos’un adamlarının onurunun bu çarpışmayı mecbur kıldığını da biliyordu ve onların ne hissettiğini anlayabiliyordu. En akıllıca eylem her zaman insanın aklından geçen olmayabiliyordu.
Kampın içinde büyük bir hız ve disiplinle ilerlediler. Pandesialılar öylesine dağılmışlardı ki toparlanıp organize bir şekilde karı koymakta zorlanıyorlardı. Her ne zaman bir komutan öne çıksa veya bir birlik oluşsa Duncan ve adamları onları alaşağı ediyordu.
Duncan ve adamları garnizonun içinde fırtına gibi hareket ettiler. Nihayet kalenin sonuna gelip durduğunda ancak bir saat kadar bir süre geçmişti. Üstü başı kan revan içinde dönüp her yöne baktı ve kalede öldürülebilecek başka kimsenin kalmamış olduğunu fark etti. Alacakaranlık çökerken, nefes nefese duruyordu. Dağlara bir sis çökmekteydi ve her yer esrarengiz bir şekilde sessizdi.
Kaleyi ele geçirmişlerdi.
Bunun farkına varan adamlar bir sevinç çığlığı attı. Duncan olduğu yerde durmuş, kılıcındaki ve zırhındaki kanı silip, anın tadının çıkarırken, Anvin, Arthfael, Seavig, Kavos ve Bramthos yanına geldi. Kavos’un kolunda kan damlayan bir yara olduğunu fark etti.
“Yaralanmışsın” dedi yarasının farkında değilmiş gibi görünen Kavos’a.
Kavos yaraya baktı ve omuz silktikten sonra gülümsedi.
“Bir güzellik izi” diye cevapladı.
Duncan savaş alanını gözden geçirdi. Alanda birçok ölü vardı ve bunların çoğunluğunu Pandesialılar oluşturuyordu; kendi adamlarından çok az ölen vardı. Daha sonra başını kaldırıp, üzerlerinde ihtişamla dikilen ve bulutların arasında kaybolan, buzlu Kos tepelerine baktı ve ne kadar yükseğe tırmanmış olduklarına ve bu yüksekliği ne kadar büyük bir hızda indiklerine hayret etti. Yaptıkları, yıldırım hızında bir saldırıydı, sanki gökten ölüm yağmıştı ve plan işe yaramıştı. Saatler önce ele geçirilemezmiş gibi duran Pandesia garnizonu artık ellerindeydi ve dümdüz bir harabeye dönmüştü. İçindeki tüm adamlar şimdi kan gölü içinde, alacakaranlık gökyüzü altında, yerde yatıyordu. Manzara gerçeküstü gibiydi. Koslu savaşçılar kimseye ayrıcalık tanımamış, kimseye acımamıştı ve durdurulamaz bir güç haline gelmişti. Duncan artık onlara daha bir saygı duyuyordu. Onlar Escalon’un özgürleştirilmesinde hayati önem taşıyan ortakları olabilirdi.
Kavos da nefes nefese bir şekilde, cesetleri inceledi.
“İşte ben buna çıkış planı derim” dedi.
Duncan onun cesetleri incelerken ve adamları silahlarından ölümü sıyırırken sırıttığını görebiliyordu.
Duncan başıyla onayladı.
“Ve güzel bir çıkış oldu” diye cevapladı.
Duncan dönüp batıya, kalenin dışına, batmakta olan güneşe doğru göz gezdirdi ve gözüne bir hareketlilik takıldı. Gözlerini kıstı ve kalbini ısıtan bir manzara gördü, bir şekilde görmeyi umduğu bir manzaraydı bu. Ufukta, kendi savaş atı, sürünün, yüzlerce savaş atının önünde gururla duruyordu. Atı her zaman Duncan’ın nerede olacağını sezerdi ve orada, sadık bir şekilde onu bekliyor olurdu. Duncan duygulanmıştı, eski dostunun, ordusunu başkente götürecek olduğunu biliyordu.
Duncan bir ıslık çaldı ve atı dönüp ona doğru koşmaya başladı. Diğer atlar da onu takip etti ve alacakaranlık gökyüzünü, karlı zeminde onlara doğru dörtnala koşarak gelen at sürüsünün çıkarttığı gümbürtü doldurdu.
Duncan’ın yanında duran Kavos hayranlık içinde başını salladı.
“Atlar” dedi Kavos onların yaklaşmalarını seyrederken, “Kendim Andros’a yürüyerek gidebilirdim.”
Duncan gülümsedi.
“Gidebileceğinden eminim dostum.”
Atı yakınına geldiğinde Duncan öne çıktı ve eski dostunun sağrısını okşadı. Duncan atına bindi ve onunla birlikte tüm adamları da atlarına bindiler. Binlerce adamdan oluşan at sırtında bir ordu… Atlarının sırtında, tepeden tırnağa silahlı bir şekilde oturmuş alacakaranlığı tarıyorlardı ve artık önlerinde başkente giden karlı vadilerden başka hiçbir şey yoktu.
Duncan, nihayet bir eşikte olduklarını hissettiğinden içi heyecanla dolmuştu. Zaferi hissedebiliyor, havada zaferin kokusunu alabiliyordu. Kavos onları dağdan aşağı indirmişti, şimdi gösteri sırası kendisindeydi.
Duncan kılıcını çekerken tüm adamların, tüm orduların gözlerinin üzerinde olduğunu hissediyordu.
“SAVAŞÇILAR!” diye bağırdı. “Andros’a hücum!”
Herkes hep bir ağızdan büyük bir savaş çığlığı attı ve onunla birlikte, karlı vadilerin arasında, gecenin içine doğru atağa kalktı. Hepsi de başkente ulaşıp hayatlarındaki en büyük savaşa başlayana kadar hiçbir sebeple durmamaya hazırdı.