Kitobni o'qish: «Göç»
ÖNSÖZ
Mevlüd Süleymanlı 1943 yılının Mart ayının 18. günü eski adı (Çiçe-Cücu?), yeni adı Kızıl Şafak köyünde dünyaya geldi.
Kızıl Şafak, Koçkar Dağı eteklerinde, şimdi Ermenistan diye anılan sınırlar içinde kalmış 500 hanelik bir Türk köyüdür ve Ermenilerin “Kalinino” dedikleri Celaloğlu kasabasına bağlıdır.
Buralar tarihin başından beri Türk yurdu olmuştur. Nereye bakarsanız bir Türk nişanesiyle karşılaşırsınız. Babalarımız Kür ve Aras ırmakları arasında kalan sahaya Arran, Aran demişler. Kadim Saka Türklerinin anavatanı olan bu topraklara Çarlık Rusya, İngiltere’nin de teşvikiyle 1813 Gülistan ve 1828 Türkmençay Antlaşmasından sonra Ermenileri Suriye’den, İran’dan, Osmanlı hakimiyetindeki yerlerden getirterek yerleştirdi. Türkmençay antlaşmasıyla Türk yurdu Azerbaycan ikiye bölündü; Güney’i Farsların, Kuzey’i Rusların işgaline uğradı. Çarlık, Batının sömürgeci Hıristiyan devletlerinin de yardımıyla Ermenileri getirip Azerbaycan’ın batısına yerleştirirken, Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü arasında köprü olan Azerbaycan Türklüğü ile Türkiye Türklüğü arasındaki coğrafî bağlantıyı kesip arada tampon bir bölge yaratmak gayesini güdüyordu. Evet, bir zamanlar tamamı Türk olan bu yerlerde artık Ermeniler hâkimdir.
1988 Eylülünde Azerbaycan seyahatimizden eşim Fatma ile Anavatanımıza dönerken bir gece bu köyde kaldık, oradaki bacılarımızla, kardeşlerimizle hasret giderdik. Şimdi Kızıl Şafak köyünde Türk yok artık. Ermeniler, ağababalarının da yardımıyla nice yıldır sürdürdükleri baskı ve zulümle, bazen katliamlarla Türkleri buradaki yurtlarından yuvalarından çıkarıp attılar ve tamamen Ermenileştirdiler. Koç ve at heykelleriyle süslü Tekeli, İmirli, Karakelle, Koçkarlı vb. Türk boylarına ait mezarlıklar yalnız kalacak. 21 Mart Ergenekon Bayramı öncesi tertiplenen “Kabirüstü” merasimlerinde kimse gelip onları yenilemeyecek, üzerlerinde Yasin-i Şerif okuyamayacak. O mübarek kabirler üstünde katil ve vahşi Ermeni çizmeleri dolaşacak, tıpkı Bahçesaray’da, Deliorman’da, Hisargrad’da, Kırcalı’da olduğu gibi. Yattığı toprağı bile çok görülen Fuzuli kabri gibi…
Mevlüd Süleymanlı, Mevlüd kandilinde, anadan olduğu için babası ona bu adı takmış. Mevlüd’ün babası o zaman (İkinci Dünya Harbi’nde) on binlerce Türk gibi cephedeymiş. Evine yolladığı mektupta şunları yazmış: “İki daşın arasında (çok kısa bir anda) yattım, tuş (rüya) gördüm: Baktım ki, Bağdagül (eşi) yatıb (uyumuş), yanında da iki kundak var. Biri sarışın ve uzun, diğeri ise kısa ve garaşın (esmer)… Bağdagül sesime uyandı ve esmer olanı kucağına aldı, sarışın kaldı. O, fazla yaşamayacak. Kara (esmer) olana Mevlüd adını koyun. Adını men verdim, ömrünü Tanrı versin…”
Mevlüd ise bana şunları anlattı: “Sarışın tayımı (kardeşini kastediyor) hele de hatırlayıram. Özünü görmesem de mene çoh yahındı. Ele bilirem içime köçüb… Anam, diyerdi ki, senin tayın meleyke (melek) oldu. O vaht uşağdım, ağlıma yatmışdı, indi daha artık (fazla) inanıram ki, sarışın tayım doğrudan da meleyke olub.”
Mevlüd’ün babası sayısız şehit Türklerden biri olarak İkinci Dünya Harbi’nin kanlı günlerinden birinde, cephede ruhunu Tanrısına teslim ediyor. Anası ona kol kanat geriyor, babasızlığı hissettirmiyor, ama o Oğuz anası bunda ne kadar muvaffak olabilir!?..
Anası onu İlmezli köyündeki okula yollar, ilk ve orta tahsilini burada bitirince Azerbaycan Devlet Üniversitesinin filoloji bölümüne 1962 yılında girer ve 1967 yılında bitirir. Azerbaycan Devlet Televizyon ve Radyo Teşkilâtında dram redaksiyon şubesinde yazar olarak işe başlar. Sonra Azerbaycan sinemasında senarist olarak 1974-1976 yılları arasında, 1976-1980 arası ise “Ulduz” (yıldız) dergisinde çalışır. 1980’den beri “Azerbaycan” dergisinin neşir şubesi müdürü olarak çalışıyor.
Mevlüd Süleymanlı 1964 yılında, Azerbaycan edebiyat âlemiyle tanışıyor. Bu yılda “Ellerim “ adlı şiirini “Azerbaycan Gençleri” gazetesinde yayınlatır. O gün bu gündür Azerbaycan edebiyat âleminin dilinde, gönlünde yerleşmiştir. İlk eseri “Bir Ünvan” adlı şiir kitabıdır. Onu “Ayın Aydınlığında”, “Köç” (Göç), “Şeher Toylarının Sesi”, “Değirmen” takip etmiştir.
Mevlüd’ün ailesi her Azerbaycanlı gibi edebiyata vurgundur. Babası da anası da şiir söylemiştir. Bana, baba ve anası hakkında şunları anlattı: “Atam da şer yazıp, anam da. Atamın Ereb elifbasıyla yazdığı goşmalarını mügeddes bir amanat kimi sahlayırıg. Anam bir bayatısında (mani) bele deyirdi:
Garanguş, garanguş (kırlangıç)
Özüne yuva guran guş,
Menim üreğim ağrıyır
Senin haran guş?!
Anam min illerin Oğuz gelinleri kimi dağlara, daşlara, sulara, guşlara derdini deyir, özünü avudurmuş. Menim edebiyat âlemimin yolu da anamdan başlayır.”
Mevlüd, binlerce yıl at sırtında zaferden zafere koşan ve kendi kültürünü at üstünde yaratan Oğuzların engin dünyasını ruhunda zerre zerre duymuş ve bunları sanatının temel taşı olarak kullanmıştır. Kökü yerin derinliklerinden kalkıp göğün enginliklerine ulaşan, asırların izini takip edip yavaş yavaş vakarla yürüyen bu kültürü bütün yönleriyle ruhuna sindirmiş, feyzini ondan almıştır.
Dedesi (anne babası) de şair ruhlu bir insanmış. Her zaman eskilerin şiirlerini okurmuş. Sazı yokmuş, ama saz çalar gibi parmaklarını göğsünde bir aşağı bir yukarı sallar söylermiş. Bunu hep yaptığından ceketinin sağ göğsü daima erken yıpranırmış. Sohbet ânında coştu mu başını kaldırıp orda olanlardan sorarmış:
Ay ağalar, men gedirem, gapısı açık han kimi,
Altından derya göçer, üstünden duman kimi
Ağır yatar, yüngül (hafif) kalkar, şîr-i aslan kimi…
Âleme ruzu (rızık) verer, ehli-Sübhan kimi…
Deyin görüm hara gedirem men?!
Büyük babası ise tabiat adamıymış. Mevlüd onu şöyle anlatıyor: “O her şeyin eslini ahdaran bir insandı. İnsanla tebietin ancag çiğin çiğine (omuz omuza) yaşıyacağına inanırdı. İnsanı ondan ayrı düşünmeği ağlına sığışdırabilmezdi. Biz ise tebietden aralı düşmüşük, bunun faciesi de özünü yavaş yavaş gösterir. İnsan su, ot, çiçek, ekin, ağac, dağla yanaşı (beraber) yaşayıb öz kökü üsdünde berk (sağlam) dayanmalıdı. Menim üçün edebiyat buradan başlayır, ders kitablarından, âli mekteblerden yoh…
Edebiyat anlayışım ise beledi. Bezen and içirik “bu suyun aydınlığı hakkı”, “bu işıg hakkı”, “bu yol hakkı” kimi. Men bunları nece anlayıramsa edebiyatı da ele anlayıram. Yeni (yani) bilmezsen ki, suyun aydınlığı, işıg hardan senin üsdüne düşdü, aydınlığa gerg oldun.
Sevgi ve gözellik duyğusu insanın könlüne elece düşer, yaşıllıg kimi cücerer (yeşerir). Üreğimin genişliğini bu duyğulara borcluyam. Öz köküme mehebbetim olmasaydı, özge halglara hörmet besliyebilmezdim. Ancag öz eslini seven insanlar dünyanı gözelleşdirer, sülhün bayrağını ucaldar. Üreğinde mehebbet, sevgi olmayanlar ise dünyanı gana bulayar, cinayetler töreder.
Menim üçün en güçlü olan şey zamandı. Sade olduğu kimi de anlaşılmazdı. Vahdı birce edebiyat başa düşdü (anladı). Gorgud Dedenin, Yunis İmre’nin, Garacaoğlan’ın, Nesimi’nin, Fuzûlî’nin vaht hakkındaki dedikleri söz düz (doğru) idi, ona göre de vahdın özü kimi ebedî galacaglar. Çoh impcriyalar (imparatorluklar) vahta deydi, dağıldı, zaman öz yolunda gedir. Zaman yeriyib getdikce bizi özümüzden ayrı salmamalıdı. Halgın özü sirler hezinesidir, bundan ayrı düşmek dehşetdir, cinayetdir.”
Azerbaycan’ın genç ve yetenekli yazarı Mevlüd Süleymanlı’nın dahilî dünyasından ancak banları toplayıp sizlere aktarabildim. Köç (Göç) romanı ise 11 ayımı aldı. Azerbaycan edebiyatının güzel ve zengin bir töre romanını Türk okuyucusuna kazandırdığıma inanıyorum. Okuyucuların takdiri her şeyin üzerindedir, bunun da idrakindeyim.
Romanı neşre takdimden önceki son incelememde sayın Nesrin (Tağızade) Karaca Hanım ve Şükrü Karaca Bey değerli zamanlarını seve seve ayırdılar kendilerine kalbi teşekkürlerimi bildiriyorum. Azerbaycan edebiyatının güzel örneklerini Anadolu Türk okuyucusuna kazandırmak bence kutsal bir vazifedir, bu yolda yürüyenlere uğurlar ola.
ARASOĞLU (Dr. Seyfettin ALTAYLI)
GÖÇ
İmir, bir yıldır rüyasında hortuma düşüyordu. Göğün derinliklerinde miydi, dipsiz bir suyun ortasında mı yoksa karada mıydı neydi, bir kuyunun ağzıydı. Birbirine karışa karışa kaynayan bin türlü rengin ortasında, yuvarlanarak dönüyordu. Elleri, ayakları, yüzü gözü acaip bir şekil alana kadar dönüyordu. Birbirine karışa karışa burulan renkler birden deşiliyor, kanları akıyordu. İmir, yavaş yavaş uyanıyor, yatağından kalkıyor, sanki yalnız maviye çalan ve iri iri açılmış gözleriyle değil de bütün bedeniyle görerek dünyanın üzerinde yürüyordu.
Birinci Fasıl
-İmir! Uyan kurban olayım; uyan, rüyadır bu!
Kardeşinin sesi başka dünyadaymış gibi İmir’e ulaşamadı. Ninesinden yana gitti. Ninesi de, kardeşi de, evleri de, evlerinin duvarları da, dışardaki gecenin karanlığı da renk içindeydi. Hortum yine İmir’i de alarak burulup burulup patlamıştı: Kana benzer bir renk akıyordu. Bu taraftan baktığı şeyin öbür yanı görünüyordu. Ninesi de, kardeşi de, duvarları da, dışardaki gecenin karanlığı da şimdi gök rengindeydi. İmir şimdi ninesini, kardeşini, evlerinin duvarlarını geçerek ayaklarının ucunda kan yumuşaklığı ile dünyada yürüyecekti.
–Dokunma, sarsma!
Ninesi fısıltıyla, “Özürlü etme ey Tanrı’m, bu öksüzü gülünç etme!” diye dua ederek İmir’in yüzüne üfledi.
İmir’in yüzünde, kendinden çok çok yaşlı bir tebessüm vardı. Bu, tebessüm de değildi aslında. Sırra, sihire benziyordu. Kardeşi de İmir’in yüzünde beliren bu sihirden korkmaya başlamıştı. Bu sihir İmir’in yüzünden boşalıp irileşmiş, büyümüştü. Gözlerinden taşıyor eve, evin duvarlarına, pencerelerine, pencerelerden o tarafa geceye, ninesine, ninesinin dualarına bir perde gibi çöküyordu.
–Su, su, İmir! Su iç anam babam!..
Gözleri, ninesinin başının üstünden pencereye takılmıştı. Bu, boşalıp büyümüş altı yaşındaki çocuk gözleri, pencereden gecenin karanlığını emiyordu.
–Gel, gel, kurban olayım, (İmir’in elinden tutup sedirden indirdi).
–Bismillâh de. Vurma, kendi ne zaman uyanırsa bırak o vakit kendine gelsin. Gel, gel, su içiyor musun? Su, su, İmir su!
Bu sesler de hava gibi İmir’e dokunuyordu. “Su, su, İmir su!” Ninesinin sesi de serinlete serinlete gözlerinden içeri doluyordu. Evin direğinde lamba asılıydı, altından hava gibi süzülerek geçtiler. Lambanın ışığı titreyerek söndü. Odaya zifiri bir karanlık çöktü. Ama bu durum İmir’i hiç de etkilemedi. Elleriyle görerek kapıya doğru yöneldi. Kardeşi korkulu bir sesle ninesine seslendi.
–Ninee!
–Işığı yak, korkma..!
İmir, ışık yanasıya kadar odanın zifiri karanlığında, ninesini de kap kacağın, giyim kuşamın içerisinden geçirerek kapıya götürdü. Kardeşi ışığı yaktı. Hürü kadın leğene su doldurup kapının ağzına koymuştu. İmir’in ayakları suyu hissetti ve leğenin yanından uzaklaşmak istedi.
–İmir yüzünü yıka, yıka derdini alayım. Yıka! Hay seni doğuranın karnı yırtılsın! Seni bana dert doğurdu. Tanrı da derdi çekene veriyor…
Eğilip İmir’in ayaklarından yapıştı:
–Koy ayağını leğene, koy!
İmir’in ayakları, suyun korkusuyla ninesinin kucağında titriyordu.
–Bekil, gel şunun ayaklarını suya daldır, gücüm yetmiyor yine elimizden kurtulacak.
Bekil geldi, yardımlaşıp İmir’in ayaklarını suya daldırdılar. İmir, ürpererek uyandı. Ayakları ağırlaşıp leğene girdi. Canı dünyayı terk etti sanki. İri iri açılıp boşalmış mavi gözleri doldu. Altı yaşındaki bir çocuğun gözleriyle bakıp kardeşini gördü:
–Nereye gidiyoruz, ayyam?1 dedi.
Leğenden çıkarak ninesinin kucağına sokuldu. Alttan yukarıya ninesinin yaşlılıktan köhnemiş, kırışmış yüzüne baka baka, yeniden uykuya daldı.
Rüyasında fırtınasız, hortumsuz yemyeşil sakin bir mera gördü. Gök de yeşildi, güneş de. İmir’in kanadı yoktu, ama kol larıyla yeşil gökte kuşlardan da güzel uçuyordu. Yemyeşil gökte İmir’le birlikte yeşil karartılar da uçuyordu. Her yere sessizlik hâkimdi. Ne ses vardı, ne de gülüşme. Ama İmir bu yeşil karartılarla konuşuyor, gülüyordu. Aslında ne ses vardı ne de gülüşme, ancak muziplik yapa yapa sanki fısıltıyla konuşuyorlardı. İmir’den başkasının bilmediği bir oyundu bu. Ninesi bahçede başörtüsünü sallıyordu. Ninesinin de sanki sesi yoktu. Ama İmir ninesinin ne dediğini duyuyordu:
–Gel İmir, gel, bu gün perşembedir yemek asmışım. Gelin penceremize konun. Gel, gel yanındakileri de getir.
Köyün bütün evlerinin bacaları tütmeye başladı. Bütün evlerde yemek pişiyordu. Yeşil semaya, yeşil güneşin altına yemek kokusu yükseliyordu. Yeşil yeşil karartılar yemeğin kokusunu duyup köyün üstünde bağırışıp çağırışıyorlardı. Ama bu haykırtılar da sessizdi. Oradan da havalanıp uçarak gelip pencerelerinin önüne kondu. Ninesi yazmasının üzerine oturmuş, ocağa üflüyordu. Ocak iri bir göze dönüşerek yanıyordu. Bahçelerine kaplar, kepçeler dizilmişti. Hürü kadın bu kepçelerle, kaplara herkesin payını koyarak dua okuyordu. Birden ocağın gözü büyüdü, nefes ala ala İmir’e doğru geldi, sonra kocaman bir ateşli göz çevrilip döndüğünde İmir gözlerini açtı…
Tan yeri ağarıyordu. Dışarıdan bir dünya dolusu kuş sesi geliyordu. Kardeşinin göğsüne sığınıp yeniden gözlerini yumdu… Yine aynı yeşilliği, merayı gördü. İnsanın beline kadar yükselen otlukta Saraç ile Begüm kız kucaklaşmıştı. Biraz ötede ayakları dizden kesilmiş komşunun eşeği hem otluyor, hem de yeşil otlar üzerinde kanlı bir iz bırakarak yamaca doğru tırmanıyordu. Saraç, otluğun içinde İmir’i gördü, kamçısını fırlatıp İmir’in ayaklarından yakaladı, çeke çeke götürüyordu ki, İmir uykusunda hıçkırdı; hıçkıra hıçkıra da uyandı…
Gün başlamıştı. İmir kalkıp dışarı çıktı. Güneşli bir gündü. Ninesi hakikaten ocağa kazan asmış ocağın küllenmiş közlerini entarisiyle yelleyerek canlandırmaya çalışıyordu. Bekil, koyunları ağıldan çıkarıyordu. İmir’i görünce güldü:
–Nereye gidiyordun yine?
İmir hiçbir şey anlamadı. Bu soru artık İmir için hiçbir şey ifade etmiyordu, çünkü kaç yıldır ninesi de, kardeşi de sabah olunca böyle sorarlardı: “Gece nereye gidiyordun?”
Evin eşiğine oturdu, kapılardan başlayarak göz alabildiğine uzanan yeşilliklere baktı. Her şey aşina idi. İmir bu yeni başlayan günü gece görmüştü. Ninesinin etekleriyle tutuşturduğu ocağı da, ocağın üzerindeki kazanı da görmüştü. Ama hangisinin rüya, hangisinin gerçek olduğunu bilmiyordu. Kocaman gökyüzünü de kendi içinden duyuyordu.
–Nine!
–Can!.. Bu gece de bırakmadın uyuyalım.
–Oral emmi yine gelmedi, değil mi?
–Hayır, gelmemiş, kadan2 alayım, gelecek.
İmir’in, Oral emmi dediği Karakelle Oral bundan iki yüz yıl önce obadan ayrılan birisiydi. Hâlâ da yolunu gözlüyorlardı.
–Cumaakşamı3 nedir nine?!
Kadın hayretle İmir’e doğru geldi, saçından öpüp yönünü yeni yükselmiş güneşten yana çevirdi.
–Şükürler olsun yarattığına ey Allah’ım! Sana kim söyledi kadanı alayım, nereden biliyorsun bunu?
–Dedeme yemek pişiriyorsun da.
–Amanın!..
Korku içinde Bekil’in ardınca baktı:
–Gel bir, bir şey diyeceğim.
Bahçe kapısında Bekil ile karşı karşıya durdu, fısıltıyla:
–Adam çocuğun rüyasına girmiş! Pay istiyor galiba, dedi.
Bekil, güle güle İmir’e yaklaştı, omuzlarından tutarak kaldırıp sarstı:
–Koca erkeksin, git de elbiselerini giy, boş boş şeylere inanmayı da bırak. Sürünün ardınca gel.
…Kapılardan bölük bölük koyunlar çıktı, birbirine karışıp çoğala çoğala uzaklaştılar. Begüm de koyunlarını getirip sürüye kattı. Bekil’in uzun boyuna geniş omuzlarına bakıp gülümsedi.
–Dün tepelikte Saraç’ı mı arıyordun? dedi, Bekil.
–Yok, ineğimiz kaçmıştı.
–İneği bahane etme.
–Vallahi!
Bekil söyleyecek şey bulamadı. Yüzünden, bakışlarından sıcak bir tebessüm yayılıyordu. Değneğini taşlara vura vura Begüm’ü dinliyordu. Begüm konuştukça Bekil derin düşüncelere dalıyor, olgunlaştığını hissediyordu. Yüzünde kendinden habersiz tüyler çıkıyor, bıyıkları uzuyordu. Bir anda bir arpa boyu büyüdü. Tatlı bir meltem esiyordu. Begüm’ün kokusu Bekil’i bürümüştü.
–Sana varacak kızı kıskanıyorum…
İmir’e bir şeyler aşina idi, ancak onun ne olduğunu kavrayamıyordu. Begüm merada olmalıydı. İmir, rüyasını da hatırlamıyordu. Onun için de Begüm, Saraç, Saraç’ın atı hepsi birbirine karıştı. Ninesinin üzerine kaymak sürdüğü ekmeği yiye yiye kardeşinin yanına gitti.
Komşularının eşeği yolun kenarında gönülsüz gönülsüz otluyordu. İmir, ansızın merkebin ayaklarının dizinden kesildiğini, her tarafının kan revan içinde olduğunu gördü. Birden bire haykırarak kendini kardeşinin üzerine attı.
–Ne oldu be, ne olduu?
İmir kardeşinin göğsünde saklanacak yer arıyordu.
–Ne olduu?
–Eşeğin ayaklarını kesmişler.
Bekil de, Begüm de telaşla merkebe doğru koştular. Eşek korkup kaçarak uzaklaştı. Bekil dönerek İmir’i tokatladı:
–Eniğin teki enik, yeter be. Deli olacak sonunda. Defol, git koyunun yanına.
İmir ağlaya ağlaya koyunun ardı sıra gitti. Merkebin ayaklarının yerinde olduğunu görünce ağlamayı kesti. Yeniyle gözünün yaşını silip kardeşine baktı.
–Yürü ahmak herif!
Begüm hâlâ bir şey anlayamamıştı.
–Ben de korktum, İmir niye öyle yaptı? dedi.
–O böyledir, ne olduğunu bilmiyorum, geceleri de uyumuyor, sabaha kadar sayıklayıp duruyor.
Bütün bunlar Begüm’e anlamsız geldi. Derinlemesine de soramadı. Güzel endamı, tutuşup yanan kara gözleri onu düşünmekten alıkoyuyordu. Başörtüsü gevşemiş, yakası hafifçe açılmıştı. İri göğüsleri Bekil’in gözlerine doğru dimdik durarak serin bir göze gibi içten içten kaynayıp çırpınıyordu. Begüm bunlardan dolayı İmir’in neler yaptığını anlayamadı.
–Çocuğun söylediklerine bak hele.
Güneş yükselmiş, köyün sığırı, koyunu meraya çıkmıştı. Düzlükler nahırla dolmuştu. Tepelere, yamaçlara koyunlar yayılmıştı. Yılkılar kişneyip toprağı sarsıp uyandırarak birbirinin rüzgârıyla uçuşuyorlardı. İmir’in önceden gördüğü gün bu şekilde kendi kendine oluşuyordu. Yani artık düzlerde nahır vardı, tepelerde sürüler, herkes uykudan uyanmış, günü yaşamaya başlamıştı. Rüyasında kısmet gören kalkıp peşine düşüyor, su gören yeni bir işe başlıyordu; halı kilim dokuyan tezgâhını kuruyor, çiftçi tarlasına gidiyordu. Yol görenler ayrıldığı kimsesini, kan görenler kavuşmayı bekliyordu. Kanıkların gazabına uğramasın diye, yılan gören kimseler evinden dışarı bile çıkmıyordu.
Bekil’in sürüsü yerlerin ve göklerin yemyeşil renge büründüğünü görerek rahat rahat otluyordu. Bu gün de bu şekilde başladığından dolayı İmir’e aşina idi. Bunların, dün gördükleri olduğunu zannediyordu. Kendi kendinden habersizdi. Bu yeşilliğin, bu sabahın serinliğinin içinde rüyasındaki yeşil siluetler gibi görünmeden günü yaşıyordu.
Köyün çocukları da büyüklü küçüklü uykudan uyandılar, gözlerindeki yarım kalmış uykularını ova ova, karaya çalan damlarının üstüne çıkıp kimin nerede olduğunu anlamak istediler. İmir’i görür görmez damlardan indiler. İmir öylece durmuş bakıyordu… Başka bir yer olmalıydı. Kanıkoğlu Saraç orada olmalıydı. Biraz ötede Saraç’ın atı, sonra Begüm…
Bütün bunları nerede görmüştü İmir, ne zaman görmüştü, yine de bilemedi. Kafasında küçük küçük, parça parça olaylar vardı. Bu parçalarda ayakları dizden kesilmiş eşek görünüyordu. Saraç, Begüm’ü otluğun içinde kucaklayıp altına almıştı. Her yanında gizliden gizliye bir ağrı dolaşıyordu İmir’in. Hiçbir şeyi hissedemiyordu. Ağaçların gövdesini yarıp çıkan tomurcuklar birer birer çatırdıyor, ayağının altındaki topraktan ses geliyor, dağlar içten içe kaynıyordu. Sular dile gelip kuşlar gibi cıvıldaşıyordu. Dünya İmir’in kulaklarının dibinde nefes alıp veriyordu. Rüzgârlar göze görünmeyenlerin nefesiydi. Gündüzleri dövülen atların, köpeklerin, biçilen otların ağrısını duyuyor, geceleri ise, gelecek günlerde başına gelecekleri birer birer sayıklıyordu.
İki dağın arasına sığınmış küçük bir köydü burası. Üzeri toprak damlı kara kara evleri vardı. Evlerin damına yayılmış kaba otlar serpilip yemyeşil olmuştu. Bu yüzden köy çiçeklenmiş, yeşilliğe karışmıştı. İlkbaharın gelmesiyle birlikte meralar insanın yüzüne gülüyordu.
Köyün para kazanmaya yeni yeni alıştığı günlerdi. Paranın havası köyün üzerine çökmüş, günden güne, aydan aya kötü bir koku gibi her şeye siniyordu. Bu yüzden halılara, kebelere4, sürülere, yılkılara, nahırlara para gibi bakmaya başlamışlardı. Kendilerinin bile farkında olmadan her işte bir acelecilik, bir telaş başlamıştı. Bir hayli zamandır böyle yaşıyorlardı. Köy gizli gizli kendine tedârik görüyordu. Para toplayan, para artıran git gide kendi kınına çekiliyordu. Kebelerin birer süs, koyunların canlı olduğu unutulmuştu. Dünyanın hiçbir zenginliği paranın tadını vermiyordu. İmam Kur’an’ını, mürit meyhanasını5 parayla okuyordu. Sabahleyin erkenden kalkıp para hevesiyle pazara kebe, koyun, sığır, yün, peynir, yağ götürenler vardı…
Bekil, Begüm’ün hayaliyle köyden çıktı. Begüm’den başka gözüne hiçbir şey görünmüyordu. Begüm kıpkızıl, ateşli bir hava olmuş, Bekil onu soluyordu. Öyle bir şey yapmıştı ki, bunu ancak şeytan yapabilirdi. Begüm’ün ak pak, güzel vücudunun yumuşaklığını içinde duyarak toprak yolda içi ezile ezile ilerliyordu. İri kıyım bir delikanlıydı. Cüssesini ağır bir yük gibi çeke çeke götürüyordu.
İmir, sırtını güneşe dönmüş gölgesini ölçüyordu. Gölgesi, rüyasında gördüğü o yemyeşil karartılar gibi, yeşillikler üzerinde sessizce kımıldaya kımıldaya gidiyordu. Aklında başka hiçbir şey kalmamıştı, bir gölgesi vardı bir de kendi. Gölgesinin üstüyle yürüyordu. Bekil uzaktan uzağa İmir’e bakıp söylendi:
–Enik yine ne halt karıştırıyor acaba?
Onu korkutmamak için uzaktan seslendi:
–Hey İmir, heey!
İmir dönüp, donuk gözlerle ağabeyine baktı. Yavaş yavaş yaklaştı. Bekil, İmir’in gözlerinin yine boşalmış olduğunu gördü, yüreği sızladı, yavaşça:
–Gel buraya anam-babam, gel kucağıma!
Yere çöküp yeşillikte oturdu, İmir’i de dizinin üzerine aldı, saçını okşayıp yanağından öptü:
–Kadan alayım seni kim korkuttu, neden korktun, söyle bakayım?
İmir, yukarı doğru bakıp gülümsedi. İri gözleri Bekil’in gözlerine dikildi. Gözleri artık boş değildi, dolmuştu.
–Rüyanda neler görüyorsun, derdini alayım; hadi söyle abine. Bak, yalnızca ben varım, bak kimsecikler yok. Hadi söyle de öldüreyim onu.
İmir, büzüşüp ağabeyinin koynuna sığındı, derin bir göğüs geçirerek köye doğru baktı. Çocuklar yaklaşmaktaydı. Arkada büyük bir dağ vardı. Dağın ardından atlılar geçiyordu. İmir, bütün bu gözüne görünenleri, yeşil düzlüğü, düzlükteki birkaç çocuğu, bölük bölük Oğuz pazarına giden köylüleri, komşunun merkebini, köyü, köyün adamlarını görüyordu. Bunlardan başka dağın ardından geçen atlıları da görüyordu. Ama bunları nereden, nasıl gördüğünü bilemiyordu. Sanki bu atlılar İmir’in içinden geçip gidiyorlardı. Başını kaldırıp yeniden ağabeyine baktı:
–Ayyam, kimdi onlar?
–Kimi diyorsun, Hırda’nın çocuklarıdır be.
–Onları demiyorum, bak, atlarla geçiyorlar.
–Hiç kimse yok kadan alayım, sana öyle geliyor. Biraz akıllı davran. Bak, böyle yaparsan sana Deli İmir derler.
–Hayıır! Vallahi geçiyorlar.
Bekil kalkıp dört tarafa bakındı, hiçbir tarafta atlı görmedi. Acı ve üzüntüyle kardeşine baktı. Küçük, ince yüzü morarıyordu. Daha çok beyaza çalan sarışın saçları tel tel olup dikleşmişti. Menevişli gözlerinde büyükleri bile korkuya düşüren bir sihir vardı.
Çocuklar İmir’e el salladılar. Burası sığır ve koyunların otlatıldığı yerdi. Burayı geçerek Kanık Evi’nin otlaklarına doğra gittiler. İmir’in rüyasında gördüğü gün başlamıştı. Rüyada da bu şekilde büyük Ağlağan Dağı’nın ardından atlılar geçiyordu, çocuklar da böyle geldiler, örenin eteğinden el ettiler. İmir şimdi de rüyadaymış gibi sessizce çocukların ardına takıldı.
–İyi, git oyna çocuklarla, ama erken gel, dedi ağabeyi. Umut, Umut, İmir’e mukayyet ol, başı ağrıyor! diye Umut’un ardından seslendi.
İmir’in bir gün önce gördüğü rüya, alın yazısı gibi bir şeydi. Herkesi çekip kendi istediği tarafa götürüyordu. Bir bölük çocuk otlakların arasında güle oynaya ve farkında olmadan İmir’in bir gün önce gördüğü rüyanın çağırdığı yöne doğru gidiyorlardı. Keçi kulağı, yemlik, kuzukulağı yiyerek, bütün kaygılardan habersiz söyleşip gülüyorlardı. İmir yine rüyadaymış gibi ses falan duymuyordu. Ne kendi sesi, ne de çocukların sesi kendine ulaşabiliyordu. Nasıl güldüğünün, nasıl konuştuğunun farkında değildi. Hayli uzakta Kanıkoğlu Saraç’ın atı bağlanmıştı. İmir atı görünce durdu, dönüp ot kümelerine taraf baktı. Çocukların birazdan otların arasından o kümeliğe doğru gideceği yolu gördü. Sonra otluğun sık bir yerinde Saraç ile Begüm’ün kucaklaştıklarını hatırladı.
–Daha gitmeyelim, dedi. -Saraç emmiyle Begüm teyze orada kucaklaşmışlar.
Umut çocukların hepsinden büyüktü, manâlı manâlı gülümsedi. Mavi gözleri, ıslak mavi boncuk gibi parladı:
–Nerde, nerde? dedi.
–Orada.
Önde Umut, arkada çocuklar itişe kakışa otların arasından kümeliğe doğru gittiler. Umut dönüp sessizce sordu:
–İmir, nereden biliyorsun?
–Gördüm.
–Ama buradan görünmüyor…
Kümeliğe vardılar. Umut otları araladı. Saraç’la Begüm birbirine sarılmıştı. Begüm yarı çıplaktı. Saraç’ın geniş omuzları Begüm’ün göğsünün üzerine çökmüştü. Çocuktan ziyade yeşillik böceği gibi onları seyrediyorlardı. İmir otların arasından rüyasına bakıyordu. Çocuklardan biri Umut’a doğru eğilerek, usulca:
–Saraç emmi, Begüm teyzeyi öldürüyor mu?
Umut:
–Yok bee, dedi, katıla katıla gülmeğe başladı, diğerleri de ona uydu. Saraç’la, Begüm sesleri duyunca irkilip kalktılar…
İmir’in sırtında kamçı izine benzer ince ince sızılar dolaştı. Bütün vücudunu gezip kollarına doğru aktı, ayakları da, kolları da hissizleşti. Yere boylu boyunca yapışarak bakındı, Saraç’ın atını gördü…
Şimdi otluktan bir tavşan çıkmalı, Saraç’ın atı ürküp ipini koparmalı, tepelerin eteği boyunca kişneye kişneye kaçmalıydı…
İmir, dünyanın bu renginden de güzel bir renk içinde bütün bu olanları önceden görüyordu. Saraç’ın atından sanki bir at daha çıkmıştı. İmir’in gözünün önünde ürkmüş, kaçıyor kaçıyor ama yok olup gidemiyordu.
Begüm otların arasından koşarak kendini dereye attı. Yüzü öylesine bir hâl almıştı ki, ağlıyor mu, gülüyor mu, utanıyor mu, yoksa seviniyor mu, bilinmiyordu.
Saraç çocukların tepesinin üstünü kestirdi:
–Kımıldamayın, köpoğulları!
Elinde siyah, püsküllü bir kamçı vardı. Demek ki, sabahtan beri İmir’in vücudunda dolaşan bu kamçının ağrılarıymış. İmir kamçıyı görünce ağladı.
–Beni mi gözetliyordunuz, hıı, kancıkın doğurdukları? Umut’un kolundan yapıştı, Umut çullanıp onun ayakları arasına girdi:
–Vallahi Saraç emmi biz gelmiyorduk, İmir getirdi.
–Kim ulan köpoğlusu?
–İmir, dedi ki, Saraç emmi ile Begüm teyze orada kucaklaşmışlar.
Saraç onu bıraktı, İmir’e doğru yürüdü. Diğerleri kaçıp her biri bir tarafa dağıldı. İmir aşağıdan yukarı doğru Saraç’ın hiddetten köpürüp morarmış yüzüne baktı:
–Atın kaçacak, Saraç emmi, ipini koparacak, bak, bak kaçtı.
Kümelikten bir tavşan çıktı, at ürküp ipini kopardı, kişneye kişneye tepelerin eteği boyunca kaçmaya başladı, -Kalk ayağa, düşman eniği!
Küçücük bir toprak yığınına vuruyormuş gibi İmir’i kamçıladı. İmir’in büzüşerek küçülmüş vücudu sabahtan beridir beklediği bu ağrıları su gibi içine sindiriyordu. Saraç’ın öfkesi dinmiyordu. İmir’i kaldırıp yere çaldı…
İmir yine baktı ki, yemyeşil, kocaman, gökyüzünde, yeşil yeşil karartılara karışıp uçuyor. Su gibi mi, hava gibi mi, yoksa küçücük bir kuş mudur, her nasılsa yumuşak yumuşak, serin serin, gökyüzünde süzülmektedir. Otların arasında kendini gördü. Yuvasının üstünde haykıra haykıra çırpınan bir kuş gibi, o da kendi üzerinde kanat çırpıyordu. Sabah erkenden sürünün yanında uzunluğunu ölçtüğü gölgesi gibiydi. Otların arasında gölge gibi kararıyordu.
Köyde yaygara kopuyordu. Ninesi kapıda dizini dövüyordu. Umut bağıra bağıra, tepelerin arasında, Saraç’ın İmir’i öldürdüğünü demek için Bekil’i arıyordu. Ancak bu bağırıp çağırmalar, haykırışlar, rüyada olduğu gibi şimdi de İmir’e ulaşamıyordu. Su hissi mi, hava duygusu mu, her ne ise, göğün yükseklerinde bütün bunları duymaktaydı.
İmir’den biraz uzakta Begüm ağlamaklı ağlamaklı Saraç’a söyleniyordu:
–Rüyamda kendimi çıplak görmüştüm. Çırılçıplak köyün içerisinden geçiyordum. Götür beni de kendinle.
–Şimdi nereye götüreyim?
–Götürmezsen kendime kıyacağım, artık evimize dönemem.
El ele tutarak otların arasında kayboldular…
Bekil, su gibi terlemiş halde koşup geldi, İmir’i kaldırıp dizlerinin üzerine koydu:
–İmir, İmir, aç gözlerini ağrını alayım, ne oldu?
İmir’in ruhu semanın maviliğine, meranın yeşilliğine, suların aydınlığına, kuşların sesine yayılıyordu. Ancak İmir’in canının kökü bir yerlerdeydi ve bu kökten kopamıyordu. Zayıf, takatsizcesine aldığı nefesten yapışmış sızıldanıyordu. Bekil, daha çok beyaza çalan sarışın saçlarını okşaya okşaya ona sesleniyordu:
–İmir, İmir!
Hürü kadın da dizlerini döve döve koşup geldi:
–Bazusunun yukarısını sık, yukarısını sık, dedi.
Kendisi İmir’in koltuklarının altından tutup ovarak kolundaki atar damarı tutup sıktı. Bekil su için dereye doğru koştu, kalpağını doldurup getirdi, yüzüne su serptiler. İmir bir-iki kere hıçkırıp nefes alıp vermeğe başladı. Semanın maviliğinden, meranın yeşilliğinden, suların aydınlığından sıyrılıp, kendi nefesiyle yeniden dünyaya dönüyordu.
Gözlerini açıp inledi. Bekil’i de ninesini de tanıyamadı. Öylesine rast gele:
–Nereye gidiyoruz, Ayyam? dedi.
Bekil onu kollarının üzerine aldı, sessiz soluksuz yeşilliğin içiyle geçerek köye döndüler. Hürü kadın gözlerinin yaşını sile sile çiçek koparıyor, yaprak topluyordu. Bekil, Umut’un dediği sözleri hatırladı: “Begüm teyze çıplak idi…”
İmir’in yüzüne baktı, gözleri yarı açıktı, usul usul inliyordu.
Yeniden otların üzerine uzattı. Gökyüzü bölük bölük bulutlarla dolup boşalıyordu. İmir’in başı üstünde kuşlar cıvıldaşıyordu. Biraz ötedeki ırmağın suyu, otlakları, gülleri, çiçekleri büyüte büyüte gökyüzünde kuşların, yeryüzünde atların, sürülerin, insanların sesini yıkaya yıkaya akmaktaydı. İmir bu sefer bütün bunlardan habersizdi. Yeryüzüne zifiri karanlık çökmüştü. Hürü kadın, suya yalvara yalvara ırmağın kıyısıyla yürüyordu:
–Yavruma yardımcı ol, ey bu suyun nuru!
İmir’i sedirin üzerine uzatmışlardı. Hürü kadın otları, çiçekleri ezip suya karıştırdı:
–Kaldır, içsin. Yoksa kendine gelemeyecek.
Bir yudum su içirdiler. Hürü kadın zayıf, uzun parmaklarıyla İmir’in vücudunu ova ova ağrıyan tarafını arıyordu. Bir yudum su İmir’in damarlarında akarak bütün vücûdunu dolaştı. Gözlerini açıp sanki dünyanın öbür tarafından buraya, ağabeyine baktı… Su sesine benzer ipince bir sesle sordu:
–Nereye gidiyoruz, Ayyam? Birdenbire yüzü morardı, haykırıp ağladı. Hürü kadın:
–Kırığı var, dedi. Kaldır sırtıma bir bakayım neresidir.
Kadın İmir’i sırtına aldı, yeniden sedire uzattı.