Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «İhtiyar Çilingir», sahifa 2

Shrift:

BOMBA 11

Gün kavuştu, ortalığa gecenin karanlığı dökülmeye başladı. Ağaçların taze yaprakları akşamın serinliğini emiyormuş gibi duruyor yerleri bir sessizlik, akşamlara mahsus bir durgunluk kaplıyordu.

O zamana kadar ormanın kuytu, ıssız bir yerinde, taze yaprak açan ağaçların altında yatan iki insan uyandı.

Tabiatın bu kadar güzel bir zamanında bütün dünyaya hayat veren, otları canlandıran, kuşlara yuvalarını kurduran, böcekleri deliklerinden çıkaran bir mevsimde ormanın bu kadar güzel bir köşesinde sesleri, kokusu, havası; her şeyi, her şeyi bu kadar güzel olan bu yerde uyanan bu iki insanın yüzünde, kurulmuş bir cinayetin, bir hayatın karanlık izleri vardı. Bu kadar sessiz, bu kadar güzel olan bu yerde yalnız bu iki adam; bu iki dağınık, iki sefil, iki zavallı adam kara bir leke gibiydiler. Gözlerini sildiler. Biri rahipti; dağınık, birbirine karışmış uzun yağlı saçlarını parmaklarıyla taradı, kalpağının altında topladı. Etrafı dinledi. Ne ile uğraşırsa uğraşsın, ne olursa olsun, bu kadar hoş, serin bir akşam insanı uyandırır. Ona kendini dinletir. O da bir dakika böyle bilmeyerek sakit12 kaldı.

Her lakırtı konuşulmuş, yapılacak şeyler sıralanmış, yalnız onları yapmak, yaptırmak kalmıştı. Onun için birbirine bir şey söylemeye lüzum görmüyorlar, konuşmuyorlardı. Ortalık yavaş yavaş kararıyor, sesler daha ziyade azalıyor, bir dakika evvel yaprakların arasında ötüşen kuşlar susuyor, gece oluyordu. Yalnız ta uzakta, birbirine cevap veriyor gibi bağıran kurbağaların, böceklerin sesleri; uyuyan bütün bu ormanın büyük, derin solukları gibi inip çıkarak durgun havaya yayılıyordu.

İki arkadaş yavaş yavaş kalktılar. Biri uzandı, taze bir dal kopardı. İki ellerini ceketinin cebine sokarak yola düzüldüler.

Birinin omuzunda büyükçe, ağırca bir heybe vardı. Onlar bu heybeyi bu ormandan aldılar. Bunun içinde bir sarayı, bir an içinde baykuşlara yuva yapacak bir kuvvet vardı.

Bu adamlar, bir yere ölüm yağdırmaya gidiyorlar. Bu adamların durdukları, bu heybenin bırakıldığı bir yerde ölümün korkunç yüzü görülecek; birçok bacalar dumansız, birçok çocuk babasız, birçok zavallı kadın kocasız kalacaktı.

Onlar, yarın arkalarında bırakacakları mezarlardan korkmayarak güzel dağ menekşelerinin hafif kokularıyla dolu olan sessiz ormanı bırakıp köye doğru gittiler.

Yuvan Nikolof, fakir bir köylüdür. Ancak senede otuz dönüm tarla ekebiliyor. Fakat birkaç sene var ki köyde herkes onun hatırını sayıyordu.

Bazı günlerce ortadan kayboluyor, bazı geceler köydeki bütün gençler onun odasında toplanıyor, günden güne onun sesi yükseliyor, köyün daskalı her gün onu arıyor, köye her gelen yabancı Nikolof’un evini soruyordu.

Karısı bu hâlden hoşnut değildi. Korkuyordu. Köye bir candarma uğrasa onun gönlüne bir şüphe düşüyor ve ötede beride bazı defa “Çocuklarım öksüz kalacak!” diye söyleniyordu. Fakat kocası onu dinlemezdi. Gece olunca erkenden el ayak çekilir, sokaklar tenhalaşır, Nikolof karısına “Bu gece köpeği bağla!” derdi. O zaman kadın, misafirlerin geleceğini anlardı. Bazı gece gürültülü sesler duyar, uyanır; evinin içinde birçok erkekler görür, korkarak odasının bir köşesinde onların gitmelerini beklerdi.

Bu gece yine Nikolof köpekleri bağlatmıştı. Karı koca sofralarını kurdular.

Beklediler.

Ortalık iyice karardıktan sonra çit kapısının açıldığı duyuldu. Köpek bağlı olduğu yerden sıçradı.

Rahip’le arkadaşı kapıdan girdiler. Nikolof’un dudaklarında derin bir tebessüm beliriyordu. Misafirler heybeyi koyacak emin bir yer aradılar.

Nikolof eğilerek onu aldı ve yavaşça dolabın bir kenarına koydu.

Hepsi birden sofranın etrafında toplandılar, Rahip kollarını sıvayarak ekmeğini kopardı. Kadın göğsü üzerinde üç haç çıkararak kaşığını un çorbasına uzattı. Rahip’in arkadaşı genç, kısa boylu, iri kafalı, sert kırmızı saçlı ve kuvvetli bir adamdı. Hiçbirinin yüzüne bakmayarak yemeğini yiyordu. Rahip, yavaş yavaş Nikolof’la konuşuyor ve bilhassa zengin bir adamın parasından bahsediyorlardı.

Kadın sesini çıkarmıyor ve bir şey işitmiyor gibi görünüyordu. Fakat bütün kuvvetiyle bu sözleri dinliyordu. Bir aralık, Nikolof fazlaca şarap içmeye başladı. Rahip, onun ziyade sarhoş olduğunu istemiyor gibi görünüyordu. Kırmızı saçlı arkadaşı ise hiç sesini çıkarmayarak iri lokmalarını avurduna dolduruyor ve ara sıra kadının yüzüne bakıyordu.

Ocağın külleri üstünde duran tenceredeki fasulyeyi bitirdiler. Sonra Nikolof arkadaşlarını içerideki odaya götürdü, burada yavaş sesle konuşmaya başladılar. Gece gittikçe ilerliyordu. Kadın bir aralık onları dinlemek istedi fakat bir şey işitemedi. Orada ocağın başında çocuklarını uyuttu. Kendisi de oraya uzandı, uyudu. Uyandığı zaman onlar, üçü de gitmişlerdi.

Nikolof, arkadaşlarından evvel kapıdan çıkarak köpeğini okşamış, etrafı dinlemiş, sonra arkadaşlarını beraber alarak evden çıkmışlardı. Heybe, Nikolof’un omuzundaydı. Hızlı yürüyorlar ve birbirine hiçbir lakırtı söylemiyorlardı.

Gök siyah fakat parlaktı. Yıldızlar açılıp kapanarak karanlığa hafif bir ışık serpiyorlardı. Uzakta, anlaşılmayan sesler duyuluyor, yaz böcekleri ötüyor, dereden iki bülbülün birbiriyle karışan ince, parlak sesleri işitiliyordu.

Yarın sabah güneş doğduğu vakit, dünyanın bir köşesinde yıkılmış bir yer görecek, birkaç taze mezarın topraklarına bakacak, dökülecek gözyaşlarını yaldızlayacaktı. Kim bilir gecenin bu zamanında, ne kadar biçare adamlar vardır ki yarın başları üstüne düşecek ölüm gölgesinden gafil olarak uykularını uyurdu.

Bilmem dünyanın hangi bucağında oturan bir politikacı, bir zarif adam (!) üstü başı süslü, serin bir yerde oturuyor, buzlu şurubunu, buzlu içkisini içiyor ve diğer bir politikacıyı sıkıştırmak, onu güç bir duruma sokmak için yer arıyor, birçok paralar veriyor, birçok yalanlar söylüyor. Bu paralar uzanıyor, kıvrılıyor, dar yollardan geçiyor, otuz kilo dinamit barutu hâline giriyor ve onu birtakım insanlar arkalarına yükleniyor, hiç tanımadıkları birçok adamları onunla öldürmeye gidiyorlar.

Sonra diğer bir köşede öldürülecek bu adamlardan istifade olunmak için düşünülüyor, neler yazılıyor, neler hazırlanıyordu.

Üç arkadaş, bir saat yürüdükten sonra bir ormana girdiler. Bu ormanı da geçerek bir demir yolunun kenarında, bir köprünün önünde durdular.

İşte mezar burasıydı.

Omuzlarındaki heybeyi indirerek biraz etrafı dinlediler, dinlediler. Sonra hemen işe başlamak lazım geliyordu. Nikolof, ince bir ıslık öttürdü.

Birkaç dakika sonra bir yol bekçisi yanlarına geldi. Dört arkadaş çalışmaya başladılar. Ses çıkacağından, duyulacağından korkmuyorlardı. Bu iş o kadar uzun değildi. Bir saat yorularak, terleyerek boğuştuktan sonra her şey bitmiş oldu. Kim bilir kaç zavallının mezarı olacak olan küçük bir mezar açılmış ve heybedekiler buraya konulmuş, sonra orası örtülmüştü. Sarı saçlı adam, ufak bir el fenerinin yardımıyla telleri düzeltti, bitirdi. Tamam olunca bekçiyi sıkı sıkıya bağlayarak ötede hendeğin içine bıraktılar ve tekrar yüz metre ilerideki ormana dalarak kayboldular.

Sabah oluyor, gün yavaş yavaş doğuyor, bütün kuşlar ötüyor, çiçekler kokuyor, yapraklar açılıyor, sinekler geziyor; her şeyde bu mevsime mahsus bir can, bir dirilik kendini gösteriyordu.

Uzaktan, orman arasından gürültüsü zaman zaman duyulan bir tren geliyordu. Bu ses ilkin pek uzakken yavaş yavaş yaklaşıyor, yavaş yavaş birçok biçareleri mezarına sürüklüyor, getiriyordu.

Akşam kazılan mezarın üstüne gelince kulakları patlatan bir ses bütün ormanı, bütün kuşları, bütün dünyayı susturdu.

İnsan parçaları demir parçalarına, taş parçalarına karışmış; topraklara gömülmüş, incecik bir dalın ucuna yuvasını kuran bir kuşcağız bile bu felaketten nasibini almış, onun, kopan yapraklarla beraber düşen yuvasında yavrucakları ölmüştü.

1913

ARKADAŞIM 13

Bu genç şairin dostluğunu kazanmak için hiçbir külfete katlanmadım. Onunla bir tesadüfün eliyle arkadaş oluverdik. Bir-iki kere matbaada görüşmek, bir gece bir yemek masasının başında yan yana bulunmak, bu dostluk için yetmiş artmıştı.

Ben onun adını, bir küçük şiiriyle birlikte basılan bir küçük resminin altında görüp öğrendim. O, benim adımı bilir mi bilmem. Fakat herhâlde beni sever çünkü kendisini dinlerim ve beğenirim. Onun da benden beklediği yalnız bu dinlemektir.

Ne kadar derin okumuş ve neler okumuştur, bunu kestiremiyorum. Yalnız bildiğim, onun zeki bir genç olduğu ve ara sıra sevimli, ufak şiirler yazdığıdır.

Küçük, zayıf gövdesi, uzun kumral saçları, henüz dudağını örtmeye başlayan kumral bıyıklarıyla güzel değil fakat sevimli bir delikanlıdır.

Bana tesadüf edince derhâl şiirlerinden birkaç parça okuyup fikrimi sorar. Bunları ilham eden perilerden bahseder. Hatta biraz vaktimiz olur da konuşmamız uzarsa Ada’da14 geçirdiği bir günden, Kadıköy’de bir gece başından geçen bir vakadan ve onlardan hangi şiirlerin doğduğundan uzun uzun bahseder. Bunların içinde biraz mübalağa var mıdır?.. Bilmem…

Geçen sene sair Makriköy’de,15 küçük bir odada oturuyordu. Bir gün rastgele kapısının önünden geçerken beni görmüş, çağırmıştı. Bu suretle onun evini, odasını gördüm. Bu aziz şairin hakikaten güzel odası varmış. Büyük bir pencereyle aydınlanan bu oda bir güzellik, bir incelik sergisi gibiydi ve ufak tefek şeylerle öyle sevimli bir dağınıklık görünüyordu ki bu hâli gördükten sonra, arkadaşımın değerli bir sanatkâr olduğunu anlamamak mümkün değildi.

Masanın üstünde dağılmış duran kâğıtların üstünde beyaz, lekesiz minimini pamuk bir kedi uyuyor, tütün tablasının kenarında kendini kurtarmak için saldırmaya hazırlanmış kırmızı bir tilki duruyor ve köşede, ufak bir tabağın içinde tunç bir baykuş insana yuvarlak, ateşli gözleriyle bakıyordu.

Duvarda kara kalem bir resim. Çıplak bir kız o hâliyle bir ihtiyar erkeğin dizlerine yatmış, ona gülüyor; sonra onun karşısında diğer bir levhada, en soluk renklerle yapılmış bir yağlı boya resim, bir ormanın sonbahar hâlini gösteriyordu. Odanın büyük penceresine kadar salkımlar kapamıştı. Bu pencere bir bahçeye bakıyor, sonra komşuların bahçeleri ve ağaçlar arasında evler görünüyordu.

“Odanız pek güzel!”

“Güzel lakin beni hasta ediyor.” diye cevap verdi.

Doğru, bu oda onu hasta edebilirdi. Bu kadar inceliklerin, bu kadar ince şeylerin elbette onun zayıf kalbi üzerinde bir ağırlığı olacaktı.

Beni buraya çağırdığı zaman bana anlatacak bir hikâyesi, okunacak bir şiiri olduğunu anlamıştım. Bunu söylemek için çok beklemedi.

“Bu odayı seçtiğim zaman şu pencereyi örten çiçeklerden pek memnun oldum. Bunlar etrafı güzelce görebilmek için pek iyidir. Buraya yerleştikten iki gün sonra komşularımı tanımak istedim. Çünkü bana bütün bir yazda üç-dört manzume vermeyecek bir mahalle, bir komşuluk bence uğursuz bir yerdir. Bütün etrafımı gözden geçirdim, şu büyük sarı evde analarıyla oturan üç genç kız var ki ilkin bir şey gibiydiler. Fakat sonra anladım ki onlar üç geçkin ve üç koca budalasıdırlar. Bu tarafta on-on beş binlik bir sarraf babanın iki kızı, kısa etekleri, kocaman hasır şapkalarıyla iki çocuk ve bakışları o kadar durgundur ki âdeta kadınlığın ezeli duygusundan nasipleri yoktur, diyeceğim. Daha etrafımı güzelce anlamamışken buna tesadüf ettim -eliyle karşıdaki küçük evin ufak penceresini gösteriyordu- bir sabah, penceremi açtığım zaman, onunla göz göze geldik. O kadar güzel olan ela gözlerinde öyle derin bir manasızlık, öyle dolmaz bir boşluk vardı ki benim için bu gözleri görüp de bu boşluğun derinliğini merak etmemek kabil değildi. Artık o günden sonra gözlerimi ayıramadım. İşte, hâlâ beni üzen, öldüren şey budur,.” diyordu.

Şimdi, artık bütün günlerimi bu pencerenin önünde, arkaya bakarak geçiriyorum. O, hiç de belli olmayan zamanlarda gelir, bu pancurları açar, eliyle pencerenin kenarındaki çiçekleri okşadıktan sonra o derin, o manasız gözleriyle ta gözlerimin içine bakar ve elbette benim onu beklediğimi anlar fakat güya bunu anlamıyormuş gibidir. Hiçbir gün bana bakarken gözlerinde ufak bir selam, bir tebessüm görmedim.

Onun bir kocası olduğunu biliyorum. Galiba, Yedikule Gaz Fabrikası’nda hizmet ediyor. Sarı bıyıklı, geniş omuzlu bir adam! Sanırım ki gecelerin karanlığında evine geliyor ve gündüz erken işine gidiyor. Bunun için kendisini ancak iki defa görebildim. Ben, her sabah uyandığım vakit güneş doğmuş bulunuyor. Doğru pencereme koşuyorum. Onu bekliyorum. Biraz sonra o da kendi pancurlarını açıyor. Bu pancurların açılmasında öyle bir hesap var ki… Bana âdeta cesaret veriyor. Hatta azıcık daha kuvvet bulsam, “Onları benim için açıyor.” diyeceğim. Evet, şüphesiz bana geliyor, beni ezmek için geliyor. Evinde yalnız olduğu ve hiç şüphe yok birçok işi olduğu hâlde saatlerce benim için o pencerenin önünde duruyor! Lakin gözlerinde o boşluk, bakışında o manasızlık, o soğuk hâl hep öyle. Bunu da şüphesiz beni öldürmek için yapıyor çünkü bu öldürüş onun için bir tat, bir lezzet. Sonra ben, bütün gün bir satır okuyamayarak, bir kelime düşünemeyerek onun penceresine bakıyorum. Ta onun pancurları kapanıncaya kadar bekliyorum. Bu pancurlar, kocasının gelmediği geceler o kadar geç kapanıyor ki… Bunda beni öldüren, hırpalayan bir çağırış, öyle bir mana var. Evet, kadınları çok sevmiş olanların anlayabileceği bir davet.

Onu yeni tanıdığım zaman, bir gün de dışarıda rast gelebileceğimi sanmıştım. Fakat şimdi yanıldığımı anlıyorum. Ufak evini asla bırakmıyor. Sabahleyin evinin işlerini görüyor, aşağı yukarı gezindiğini görüyorum. Sonra öğleye doğru elinde bir işle pencerenin önüne oturuyor ve akşama kadar orada kalıyor.

Bir aralık garip bir düşünceye kapıldım. O, bazı defa oturduğu yerden birdenbire fırlayıp içeriye giriyor. Bazı günler de dikişini dikerken elinde iğnesi duruyor, içeriyi dinliyor! Acaba dedim, o içerideki odada saklanmış birisi mi var? Oraya birisi mi geliyor? Bu düşünce beni kıskandırmıştı fakat evinin öte tarafına gittim, o odanın altı yalçın kaya, uçurum, sonra deniz.

Hülasa azizim. Bu öyle hain bir bela oldu ki bütün güzel bir yazın, bu kadının elinde şiirsiz sönüp gitmesine sebep oluyor.

Şairden ayrıldığım zaman, onun sözleri hilafına bütün günlerini derin bir ümidin tatlı şiiriyle doldurduğuna kanaatim vardı.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmem, bir gün ona Ada vapurunda tesadüf ettim. Bana tekrar o kadını söyledi ve:

“Ne yaptım bilir misiniz?” dedi. “O kadının yanına gittim, evet çünkü artık son günlerde çekilmez hâle gelmişti. Benimle eğleniyordu. Ben de pancurlarının açık kaldığı ve kocasının evde olmadığı bir gece ona gidip benimle niçin eğlendiğini sormak istedim.

Sessizce evinin bahçesinin kapısını açtım ve kapanmayan pancurlarına tutunarak odasına girdim. Ortada masanın üstünde kırmızı kalpaklı bir lamba yanıyordu. Sol taraftaki odanın kapısı açıktı. Ayaklarım titriyordu. Oraya doğru yürüdüm. Dışarıda yanan lambanın aydınlığıyla burası hafif bir karanlık içindeydi. Evvelce burasının bir yatak odası olduğunu sanırdım, aldanmıyormuşum. Geniş, süslü karyola köşede duruyordu. Lakin o yatağında değildi. Gözlerimle karanlık odanın içinde onu aradım. Oh! O zaman orada gördüğüm hâli tahmin edemezsiniz…

O, deniz tarafındaki pencerenin önünde, bir sandalye üstünde, başı omuzuna düşmüş, uyumuştu. Kucağında minimini ancak beş-altı aylık bir çocuk da uyuyordu. Açık pencerenin altı derin bir uçurum, sonra deniz…

Ay, ufak bulutların arasından çıktıkça bu geniş denizin durgun sularını gümüşlüyordu.

Yavrusunu benden, bütün dünyadan büyük bir dikkatle saklayan bu kadın şüphesiz, bu gece onunla burada oynadıktan sonra, kim bilir nasıl tatlı bir hülyaya gözleri dalmış, uyumuş kalmıştı.

Uyuyan bu anneyle yavrunun yanında, itiraf edeyim ki kendimi pek yabancı, pek haksız buldum.

Gece serin, çocukcağız açık saçıktı. Üşümesinler diye korkarak pencerelerin kanatlarını çektim, son bir nazarla ve o zaman ancak bir şair gözüyle bu kadına, bu uyuyan anneyle yavrusuna baktıktan sonra kapılarını çekerek, lambalarını kısarak pencereden atladım.

Şimdi, o gözlerin boşluğunu dolduran minimini bir yavru olduğunu biliyorum ve kimbilir nasıl tuhaf bir hisle çocuğunu saklayan bu kadın bence, o hain kadın değildir. Ona gönlümün bütün genişliğiyle gülebiliyorum…”

Şair sustu. Ben onun gözlerine dikkat ettim; orada, bu genç adamı bahtından ayıran o yavruya karşı bir kin, bir dargınlık yoktu.

1913

HÜRRİYET GELİRKEN 16

Bu sabah kalın bastonuna dayanarak hükûmet dairesine giden müdür beyi görenler, her vakitki gibi candarma çavuşuyla ortak beslediği kazlarını saymaya gidiyor sanacaklardı. Fakat iş böyle değil!

O, bu sabah mühim bir telgraf almış, saatlerce nahiye kâtibiyle baş başa müzakere ederek bunu anlamaya çalışmıştı. Lakin en sonra âciz kalıp bir karar veremeyince onunla tanışmaya lüzum görmüşler ve hükûmet dairesine koşmuşlardı.

Oraya hâkim efendiyi, telgraf memurunu, gümrükçüyü, liman çavuşunu çağırdılar, hepsi baş başa telgrafı okudular: Hürriyet olmuş! Bu ne demek? Herhâlde iyi bir şey olmuş çünkü tebrik ediyorlardı. Şimdi ne olacak? Telgraf memuru, dirseklerini dizlerine dayamış duruyor, liman çavuşu anlamayarak bakıyordu ve hiçbirisi bir şey söylemiyordu. O aralık, oradan geçen mektep hocasını da çağırdılar ve işi ona da açtılar, anlattılar. Hoca efendi, evvela gözlüğünü takarak, cıgarasını çekerek telgrafı, ta bâlâsından17 imzasına kadar bütün harflerini, kelimelerini okudu.

Hepsi onun ağzına bakıyorlar ve bekliyorlardı fakat o da bir şey çıkaramamıştı. Kaşlarını kaldırarak ve gözlerini süzerek “Allahualem18 bir şenlik olsa gerek.” diye söylendi.

Bu cevap hiçbirini kandırmamıştı. Nihayet, bir köşede oturan candarma çavuşu söze karışıp işi kesti attı ve:

“Telgrafı kazadan sorar, oradan bize anlatırlar, onlar ne yaptılarsa biz de yaparız.” dedi.

Beğendiler. Haydi kalkın, hep beraber telgrafhaneye…

Bir ufacık masanın üstünde bir tek makinecik, nahiyenin küçük telgraf makinesi çıtır çıtır işliyordu. Müdür bey, gözündeki camları kalın gözlükle sokuldu, güya dikkat ederse anlayacakmış gibi çıtırdayan, oynayan makineye bakmaya başladı. Parmaklarıyla beyaz sakalını karıştırıyor ve gelecek haberi bekliyordu.

Biraz sonra, hepsi öğrendiler ki kazada donanma yapılmış, bütün memurlar yemin etmişler… Kaymakam, hâkim hepsi… Müdür bey, nahiye kadısı efendinin yüzüne baktı:

“Acaba niçin yemin etmişler?”

“Hürriyet için!.. Livadan19 biri gelmiş, hep yemin ettirmiş. Gece her tarafta şenlik olmuş, çalgılar, davullar çalınmış, kıyamet kopmuş!”

Bu defa hepsi birbirinin yüzüne bakıştılar ve:

“Biz de yaparız.” dediler.

Candarma çavuşu, müdür beyin emir vermesini beklemeyerek komşunun bahçesinden taflan dallarını kırmış koparmış. Bunun için de güzelce bir kavga etmiş ve hükûmet dairesinin kapısını süslemeye başlamıştı.

Rengi soluk iki eski bayrağı taflan dallarının arasına mıhladılar, kırık camlı eski fenerler asıldı, süslediler. Kapıdan içeri bakıldığı vakit çavuşun, bahçede bir ip üzerine serilmiş kuruyan çamaşırları görünüyordu.

Liman dairesiyle gümrük dairesine, telgrafhaneye birkaç bayrak, üç-dört fener astılar.

Müdür bey, senelerden beri giymediği sırmalı setresini, kılıcını sandıktan çıkardı. Karısı ona soruyordu:

“Canım efendi! Bu hürriyet neredeymiş, nereden gelmiş?..”

Müdür cevap vermiyordu. Yalnız:

“Hürriyet, hürriyet…” diye söyleniyordu.

Mektep hocası çocukları topladı, ilahi okutturdu.

Artık, bütün küçük nahiyecikte duyulmuştu ki hürriyet gelmiş, donanma olacakmış!..

Öğleden sonra, müdürün sırmalı setresiyle, kılıcıyla hükûmet dairesine geldiğini görenler, bütün inanmışlardı ki hürriyet gelmiştir, artık yalan değildi. Burada işsizlikten patlayan esnaf hele birkaç memur bir eğlence çıktığına seviniyorlardı.

Müdür bey, masasının gözünde her donanma oldukça okuduğu nutku uzun uzun aradı; onu bulamayınca bir diğerini yazdırmak mümkün olamayacağını ve buna pek güzel alıştığı için başkasını okuyamayacağını kestirdiğinden o sararmış, eskimiş, kat yerlerinden yırtılmış kâğıdı bulunca sevindi.

Artık mekteplere haber gönderilmişti. Bir yandan nahiyeciğin biricik papazı, öğlen uykusundan yeni uyanmış, saçlarını taramış, yakası pek yağlanan eski cübbesini değiştirmiş, mektep çocuklarıyla beraber geliyor; öte taraftan, köyün hocası da İslam çocuklarıyla görünüyordu. Halk da toplanmıştı. Şimdi candarma çavuşu, her vakit eline geçmeyen bu fırsattan istifade ederek kalabalığa kumanda ediyor, ön sırada duran çocuklara bağırıyordu:

“Ayaklar bir hizada olacak!..”

Nihayet, yukarıdan müdür bey indi. Hepsi; köyün memurları, ahalisi, eşrafı dizildiler. İlkin, müdür bey bir nutuk okuyacak…

Müdür bey, biraz evvel hâkim efendinin verdiği enfiyeyi20 hâlâ parmaklarının arasında tutuyordu. Nutuk kâğıdını açmak için onu yere atmaya kıyamayarak burnuna çekti, doldurdu. Sonra kâğıdını açtı:

“Huzzar-ı kiram!..”21 Bir kelime unutmuştu, tekrar etti:

“Huzzar-ı kiram efendilerim! Cenabıhak…”

Bitiremedi. Şaşkınlıkla burnuna doldurduğu enfiye, şimdi orasını kaşındırıyor, gözleri ufalıyor, ağzı açılıyor, yüzü buruşuyor; çocuklar da şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı.

Müdür beyin ağzı açıldı, açıldı, burnunun üstü katmerlendi ve birden ihtiyar vücudu sarsıldı:

“Hapşu!” Arkadan bir daha, bir daha. Elindeki kâğıt kirlenmişti. Bir eliyle setresini kaldırıp pantolonunun cebinden mendilini bulmaya çalışırken bir yandan da okumaya çalışarak:

“Cenabıhak ve feyyaz-ı mutlak22 hazretleri, velinimet-i binimet,23 velinimet-i âzam!..”24 Bitiremedi. Bir nöbet daha geldiğini duyuyor, aksırıyordu. Arkada telgrafçıyla gümrükçü gülmekten iki kat oluyorlardı.

Müdür bey, ne olursa olsun okumak istiyor fakat başladıkça zalim enfiye sanki ona okutmamak için inat ediyordu.

Artık devam edemeyecekti. Mektep hocası da bunu anlayarak çocukları ilahiye başlattırdı.

Şol cennetin ırmakları…

Aynı zamanda öteden de Rum çocukları başlamışlardı. Buna candarma çavuşunun çıplak ayaklarına kunduralarını giymiş, pantolonlarının dizleri çıkmış neferlerine verdiği, “Dikkat!” kumandası da karıştı. “Padişahım çok yaşa!” Sonra bütün çocuklar da ilahiyle beraber, uzunlu kısalı, inceli kalınlı bir feryat, bir çığlık…

Bu gürültüden, bu çığlıklardan ürken müdür beyin kazları da başlarını kaldırıp bağrışmaya başladılar… Ve bu kıyamet içinde merasime nihayet verildi. Bununla her iş bitmiş oldu. Herkes dağılıyor ve hükûmet dairesinin önünde davul zurna çalmaya başlıyordu.

Candarmalar, petrolle külü karıştırarak meşale yapıyorlardı. Bunu, bir tenekenin içine koyarak gece yaktılar. Bu gazlı çamurlar ortalığa kırmızı bir alev, kırmızı bir aydınlık saçıyor; bu yaz gecesinin durgun, sıcak havasına keskin bir koku dağıtıyordu.

O gece telgrafçı, gümrükçü, liman çavuşu, müdür beye bir ziyafet vermek istemişler ve bunun için gündüzki gürültü arasında müdür beyin kazlarından birini aşırıp doldurmuşlardı.

Akşam olurken liman dairesinin büyük odasında toplandılar ve bütün gece komşular burada eski, uzun bir laternanın25 çaldığını ve naralar atıldığını duymuşlar fakat hiç kusur bulmamışlardı çünkü artık hürriyet gelmiş…

Hatta o gece sabaha karşı müdür beyi ilahiyle güveyi götürür gibi evine götürdükleri zaman bile kimse buna darılmamıştı.

Vâkıâ bu hürriyeti anlamıyorlardı fakat bunun her kusuru bağışlayacak bir şey olduğunu duyuyorlar ve o kusurları bağışlıyorlardı.

İşte, Marmara’nın uzak ve ücra bir köşesinde uyuyan bu küçük nahiyeciğe hürriyet böyle geldi.

1913
11.Bu hikâye Çığır gazetesinin 1913 tarihli 54. sayısında yayımlanmıştır.
12.Sakit: Susmuş, sessiz.
13.Bu hikâye Çığır gazetesinin 1913 tarihli 60. sayısında yayımlanmıştır.
14.Ada: Büyükada.
15.Makriköy: Bakırköy.
16.Bu hikâye ilkin Çığır gazetesinin 1913 tarihli 68. sayısında yayımlanmıştır.
17.Bâlâ: Bir şeyin yüksek yeri, yukarı, üst.
18.Allahualem: Galiba.
19.Liva: Sancak. İki alaydan oluşan askerî birliğe ve bu birliğin kumandanına verilen ad.
20.Enfiye: Kurutulmuş tütünden yapılan ve burna çekilen keyif verici toz.
21.Huzzar-ı kiram: Hazır bulunan soylular.
22.Feyyaz-ı mutlak: Sınırsız feyiz, bolluk ve bereket sahibi olan Allah.
23.Velinimet-i binimet: Karşılık beklemeden besleyen.
24.Velinimet-i âzam: Ulu besleyici, yüce Allah.
25.Laterna: Kolu çevrilerek çalınan, sandık biçiminde bir org türü.

Bepul matn qismi tugad.

28 735,79 soʻm
Janrlar va teglar
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
ISBN:
978-625-6862-81-4
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi