Kitobni o'qish: «Bir Kucak Çiçek»
Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayat içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmeleri üzerine Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
ANLAŞILMAMIŞ BİR NOKTA
Geçen sonbaharda bir gece, Direklerarası’nda bir Fransız operet kumpanyasının “Kavaleriya Rustikana”yı1 oynayacağını duyarak oraya gitmiştik.
Avrupalıların bazı o kadar meşhur eserleri vardır ki, onların adı buralara kadar yayılıyor, duyuluyor; görsün görmesin, halk, ismini duyunca iyi bir şey olduğuna inanmış oluyordu…
“Safo mu? Haa iyi bir romandır!” (Hemen her ağızda aynı şey.)
“Bu Napolyon yaman, zorlu bir asker!” (Eyfel’in büyük bir kule olduğunu bilmek cinsinden bir biliş…)
“Kavaleriya Rustikana” da böyle… Şunu bir kere görelim, dedik. İtalyalı musikişinas bakalım ne yapmış.
Hava biraz bozukçaydı, dışarda serin bir yağmur çiseliyordu. Bunun için hemen bütün tiyatro, boş denilecek kadar tenha, kimsesiz… Birinci mevki koltuklarında beş-on genç efendi oturuyordu. İkinci mevki sıralar oldukça dolmuş, localardan ise ancak bir ikisi tutulmuş…
Lakin oyuncular meyus olmayarak gene saati geldiği vakit perdelerini açtılar. Açtılar ama şaşılacak şey!.. Kavaleriya Rusti-kana Japon esvabına bürünmüş!..
Alınları tıraşlı başlar, Çinli hizmetçinin uzun saçı, kadınların entarileri, değirmi Japon şemsiyeleri…
Acaba yeni bir şey mi? Arkadaşlar birbirimize sorduk. Kavaleriya Rustikana herhalde Japon elbiseleri ile oynanıyordu… Bu muhakkak, hele oyun biraz oynanınca, hatırımda kaldığına göre “Kirişima” isminde bir Japon opereti olduğu anlaşıldı.
İlan başka, oyun başka… Derhal bizi aldatan bu adamları tahkir etmek ve buradan çıkıp gitmek vardı. Lakin birisi dedi ki, bu iki perdelik bir oyun imiş, bitince ötekini oynayacaklarmış!
Âlâ! Oturduk ve seyre koyulduk. Lakin oyunun ruhunu anlamak mümkün değil. Bir aralık “primadonna” sahneye buyurdular ve pek de muvaffak olmayan sedaları ile avazı göklere çıkararak tegannide bulundular.
Ben, bu boş localar, boş sandalyeler karşısında yorulan sanatkârlara acıyor ve halkın bu anlaşılamamaklık karşısında hiddetinden, infialinden, gücenmesinden korkuyordum. Lakin primadonnanın nefesi kesilir kesilmez, bir alkıştır koptu… Aman yarabbi! Bu işleri bilen, anlayan, telezzüz2 eden insanlar da bu oyunu ancak bu kadar takdir edebilirlerdi.
Bunda primadonnanın güzelliğinin de tesiri olabilirdi. Fakat hiç şüphe etmem ki bu da değildi. Çünkü primadonnadan çok daha güzel kadınlar bu sahnede çok görülmüştür.
Oyunun, bu anlaşılamayan Kirişima Operetinin üç perdesi de böyle alkışlar içinde geçti.
Üçüncü perde oynandıktan sonra seyircilerin bir de Kavaleriya Rustikana’yı bekleyeceklerini düşünen tiyatro müdürü, halkı boş yere bekletmemek için Allah razı olsun, bir çare düşünmüş, gür sesli bir zatı tayin etmiş. Perde kapanır kapanmaz, bu adamcağız sahnenin bir köşesinden “Paydos!” diye bağırmaya başladı.
Ve halk, gördüklerine kanaat ederek ve oyunun bittiğini anlayarak memnun, sessizce tiyatroyu boşalttılar.
Seyirciler içinde Kavaleriya Rustikana’yı seyrettiklerini sananların; bir gün, bir vesileyle bu oyunu seyrettiklerini iddia edecekler var mıydı? Bilmem. Ancak, bence anlaşılamayan bu oyunun, ne pek güzel, ne de pek fena sesli olmayan pirimadonnasının alkışlanmasının sebebi, hâlâ öğrenilememiş, keşfolunamamıştır. Bu nokta ebeden böyle kalacaktır…
15 Eylül 1329 (1913)
GÜZEL BİR ÖLÜM
Beş-on kişi, köşkün önünde toplandık; içimizden birini pek iyi tanıyan, arkadaşlar arasında az görüşülmüş, konuşulmuş köşk komşuları da vardı. Sonbahar yağmurlarından sonra güneşli, sıcak, güzel bir gün…
Köşkün arka tarafında birkaç mahalle fukarası, güneşe karşı duvarın kenarına çömelmiş, bizim gibi, cenazenin zuhurunu bekleyerek, birbiriyle tatlı tatlı konuşuyorlardı.
Deniz tarafındaki çayırdan bir sürü koyun geçiyor. İki ufak çocuk konuşarak Fener’e doğru gidiyor, halleri o kadar sade, o kadar sevimli ki, imrenmemek mümkün değil. Deniz! Adalara doğru serilmiş uyumuş, ta uzaklarda harelendiği, akıntılarla ufak ufak çırpındığı yerlerde yüksek dalgacıklar güneşle yaldızlanıyor, gümüş gibi parlıyor, kıpırdıyordu.
Bizim arkadaşın ne kadar bahtlı büyük anası varmış… Doksan yaşına kadar yaşamış, yokluk yüzü görmemiş, oğul uşak toplansa koca bir mahalle olacak kadar bereketlenmiş. Bütün bunları gördükten ve yavaş yavaş ölüme yaklaşarak âdeta onunla kucak kucağa, diz dize bir hayli seneler hoşça yaşadıktan sonra, böyle bir yerde, güzel bir hava intihap3 ederek ölmüş…
Burası öyle bir yer ki, güneşle deniz tatlı tatlı öpüşüyor. Tabiatın bu meşguliyetini görmek ne lezzetlidir! Burası memleketin bir temiz köşesi, şehrin kırlaşmış bir bucağı; yaz yağmuru yağdığı vakit burada toprağın güzel kokusunu duymak mümkündür. Tabiatın kırlara, ovalara verdiği doyulmaz güzellikten bir parça var. Burası, sokakları taşlarla örtülmüş, iğne kadar da olsa bir filizciği çıkacak toprak bırakılmamış mahallelerden değil; insanların gezindiği, eğlendiği, tabiata yaklaştığı bir yer… İnsanların yaşayabileceği ve ölebileceği bir yer…
İtiraf ederim ki, ihtiyarın ölümü beni imrendirmişti. Pek çok dertler, ağrılar, meşakkatler içinde yaşadığım halde bile yaşamayı tatlı bulanlardan olduğum için, onun gibi böyle doksan sene yaşayarak sonra da böyle hiç kimseyi rahatsız etmeden, bir güzel günde ölüvermek, pek istediğim şeylerdendir.
Havanın, güneşin, denizin ve toprağın güzelliği, benim gibi, orada toplananları da sevindiriyordu. Hepimizde, bir gezintiye gitmek sevinci gibi bir şenlik, bir hafiflik vardı. İşimizi, gücümüzü bırakmış olmak düşüncesini, bir vazife yapmakta olduğumuz fikri susturuyordu.
“Efendi nerede?”
“Bugün cenazeye gitti…”
“Memur efendi gelmedi mi?”
“Efendim, bugün cenazesi vardır!..”
Bizi arayıp soracaklara yeter cevaptır… Ev sahibi beylerde de yalnız cenazenin çabuk hazırlanamadığından bir sinirlilik var. Ancak yine güler yüzle misafirlerini ağırlıyorlar, dışarıya sandalye taşıyorlar. Yalnız ölen ihtiyarın damatlarından bir alay kâtibi mütekait4 var ki, cenazenin levazımına, hazırlanmasına, ıskatçılara para verdiği için ağırca davranıyor, meşgul görünüyor, ara sıra harem kapısına sokularak yıkayıcı kadınla konuşuyordu.
Bu zat ehemmiyet vermemiş olsaydı, şüphesiz cenaze daha çabuk hazırlanacak ve kaldırılacaktı. Güzel güneşe karşı cıgara içerek uzun uzun devrin5 bitmesini bekledikten sonra nihayet köşkün taşlığında toplandık. Ağır, ihtiyar misafirler kenarda bir odadan çıktılar. Tabut ortada sandalyeler üstünde duruyordu. Fakat bunun bu duruşu, hiç kimseye rikkat ve teessür vermedi. Dua edildi, bizden, bu bahtiyar hanımcağızı nasıl tanıdığımızı sordular, “iyi biliriz” dedik, hakkımızı helal ettik. Tabut kaldırıldı. Çok defa bu anda bir nale,6 bir hıçkırık sesi gelir… Herkesin kalbini büker, düğümler! Lakin bu mesut, bu güzel ölüm ondan da kurtulmuş. İhtimal ki kızları, torunları çoktan beri köşkün bir odasında sabahtan akşama kadar uyuklayan büyükananın arkasından bakarak;
“Haydi nineciğim, Allah rahatlık versin!” demişler…
Arkamızdan demir kapı kapandı, yola düzüldük. Bir zengin ölüsünün bu kadar tenha olduğu görülmemiştir. Fakat İstanbul uzak, yer tenha, dostların çoğu haber alamamıştır. Alsalar bile ne zaman kalkacağını, nereye gömüleceğini bilmek, bildirmek mümkün değil.
Dilenciler de sayıda olduğu halde, yirmi otuz kişi kadardık. İstanbul’dan gelmiş bir efendi, yanındakine, “Allah kimseyi burada öldürmesin…” diyor.
Arkadaşlar içinde birbirini pek ziyade sevenler ve pek ziyade laubali olanlar vardı. Kalamış’tan istimbota binildiği vakit neşeler tezayüt etmişti. Hatta gençten bir efendi, ölünün torunlarından birine;
“Mirası sen yedin, zahmeti ben çekiyorum…” diye latife ediyordu.
“Sus Allah aşkına! Canım, burada böyle şaka olur mu?..”
Harem’den yukarıya tırmanmaya başladık. Tabut üç-dört fukaranın, bekçinin, konağın aşçıbaşısının omuzlarında kalmıştı.
Arabayı kabul etmediğimiz halde, bir gün gelip ölülerimizi parayla taşıtacağımızda şüphe yok, diye düşünüyordum. Merhumenin vasiyeti varmış, Karacaahmet’te defnolunacak. Bunun için de namazı Selimiye’de kılınacaktı. Fakat öğle geçtiği için tabut, musalla üstüne bırakıldı, halk apteste dağıldı. Oradaki kahveye de gidenler oldu, sonra bir yemek gailesi çıktı. Üzüm, peynir, ekmek yenildi.
Musallanın karşısında bir taş üstüne oturmuş bir fakir, cenazeyi bekliyordu. Sonra bilmem ne olmuş, imam efendi aptes tazeleyecekmiş dediler, biz iki kişi camiye girdik, aydınlık ve sessizlik içinde tekke şeyhine benzeyen bir efendi, iki kişiye emsile okutuyordu!..
Okuyanlardan biri on altı-on yedi yaşlarında genç bir softa. Kafası dar ve gözlerinde bir hayvan gözü gibi donukluk ve manasızlık, sersemlik vardı. Öteki elli yaşlarında bir adam, bir ihtiyar dadının, konaklarda dadılık eden ve kocasını geçindiren bir kadının erkeğidir diye tahmin olunabilirdi. Karısının ömrüne müessir dua için Arapça öğrenmeye çalışıyordu sanırım…
Bu üç zavallı bizden rahatsız oldular ve derslerini keserek çekildiler!
Biz, camiin inhitat7 zamanlarına mahsus zevksizliğini seyrederken cenaze gitmiş… Arkadan koştuk yetiştik ve Karacaahmet Türbesi önündeki ikinci tezkiyede8 bulunduk. Mezar, tabuta yakın bir yerdeydi ve cenaze dilencilerle kalabalıklaşmıştı. Kabir hazırlanmış, bir yandan tahtaları kesilirken bir yandan da imam efendi, bir selviye belini dayayıp çömelerek, melek suresini okumaya başladı.
Hep dinliyorduk. Ben, oraya toplanan hafızlara dikkat ediyordum. İmamın etrafında bir halka çevirip oturdular, hepsi okumaya hazırlandılar.
İhtiyarcığın buradaki yeri de fena değil; ailesi, kocası, ölmüş hısım akrabasıyla koyun koyuna yatacak; aile mezarlığının ortasında çıkan şu selvi ağacında kocasıyla, ecdadıyla, belki çocuklarıyla birleşecekti… Fena değil, buradan tek tük araba da geçer, cenazeler gelir. Karlı, fırtınalı gecelerde bu selviler inilder, haykırır! Harap mezarlığın kendine göre bir hoşluğu, öyle bir hali vardır ki insanı ister istemez mahzun eder, dalgınlaştırır. Ben de bu rüya içinde yüzüyordum ki imam efendi bitirmiş; okuyan ses değişti.
Başka birisi okumaya başlamıştı. Bu adama dikkat et-tim, Arapla İstanbul Türkünden melez bir insan ırkının karışımı, bu adama kuvvet vermiş, kalın yağlı ensesi gayet kısa, seyrek ve kıvırcık sakal, esmer renk, geniş omuzlarla âdeta bir pehlivan. Başında hafif bir sarık, sırtında aba bir cübbe vardı. Halinden şerir,9 korkulu bir adam olduğu görünüyordu.
Sureyi okuyup bitirince, orada tuhaf bir hal oldu. Üç-dört kişi birden besmele çekmişlerdi ve hepsi birden okumaya başlamışlardı. Anladım ki birinci okuyana hiçbirinin tahammülü yokmuş, fakat ikincide iş böyle değil, öteden beriden susturmak isteyenler oldu, nihayet içlerinden biri yekindi, okumakta devam etti, ötekiler de sustular.
Bu seferkine baktım, bu da öyle genç bir hafız efendi. Yeni tıraş olmuş, dolgun etli yanaklarından geçen ustura, ince siyah sakalıyla yüzünün arasında beyaz bir çizgi bırakmış. Dudakları kalın, yüzü ergenlik içinde… Bu adamın çehresinden belli idi ki, ondan hayat fışkırıyor… Okurken kaideye, tecvide riayetten kelimeler ağzında yassılanarak, yayvanlaşarak, incelerek, bazen bir yay, bir şerit gibi yamyassı olup çıkıyordu. Onun yanında oturan dilencinin yüzünden de bir Rumelili olduğu pek belliydi; hatta köy ağalarına, beylerine benziyordu.
İkinci de okuduktan sonra kavga büyüdü…
“Dur bakalım, sen daha dün geldin…”
“Okumak onun hakkıdır molla, burasını ne sandın?”
Kâhya saymaya, gedik koymaya, İstanbul’da her şeyin bir esnaf ocak ve ekmek hakkına bu kadar riayet olunurken, nasıl olup da bu okuyucu dilencilere vaktiyle bir kâhyalık verilmediğine, değnekçi, yiğitbaşı, esnaf ulusu konulmadığına taaccüp10 edilse yeridir!..
Dilenciler okuma kavgasını kendileri bastıramadılar, dışardan biz karışıp susturmaya mecbur kaldık. İhtiyarcığın mezarında yalnız bunu beğenmedim, yalnız bunu güzel bulmadım.
Eğer orada yalnız bir hafız, bir yandan mezar kapanır, bir yandan da ne kadar kayıtsız ve memnun olsalar bile, aile efradının gözlerine bir dalgınlık gelirken, ince tatlı sesiyle okusaydı ve dua olup herkes dağılsaydı, pek ziyade memnun olacak, tabiatın bu ahengine sevinerek daha büyük bir inşirahla,11 “Ne güzel bir ölüm.” diyecektim.
Nûruosmaniye, 22 Teşrinievvel 1329 (Ekim 1913)
BİR HAYDUT KUŞ
Çocuktum, her ne için ise kırda kardeşimi bekliyordum.
Bir aralık başımın üstünde şahine, doğana benzer, kartaldan küçük, atmacadan büyük yırtıcı kuşlardan birinin döndüğünü, havada daireler çizdiğini gördüm.
Kuş ne iyi! İstediği kadar havada gezer, onun mektebi her gün azat. Yarın gene böyle gezecek. Bizim evdeki köpekler de böyle. İnekler de böyle, ama inekler her sabah sığırla kıra gidip gelmeye borçlu, onlar benden daha iyi ise de, ineklere bakarak köpekler daha iyi. Bu kuş hepsinden daha rahat.
Bunlar benim o zamanki düşüncelerimdir.
Arkası üstü yattım, kuşu seyretmeye başladım. Nasıl da kanatlarını oynatmadan havada dönüyor da dönüyor!.. Bizi, bütün kırları seyrediyor. Ben bu kuşun yerinde olsam, hiç bu boş kırlarda dolaşmaz, bütün memleketleri gezerdim. Her gün başka bir ülke seyrederdim. Bu boş kırlarda görecek ne var? Halil Kâhya’nın koyunları görünüyor. Sığırlar şehre dönüyor. Daha uzaklarda başka bir şey yok! Ama belki yüksekten başka şeyler de görünür.
O dakikada kuş için daha neler düşündüğüm hatırımda değil. Ne kadar zaman ona baktığımı da bilmiyorum. Yalnız bir zaman olup da kuşun, kanatlarını kısıp bir taş parçası gibi yere süzüldüğü gözümün önündedir.
Kuşa ne oldu? Yerde ne gördü?
Ben, sanki biraz şaşırmış gibi, başımı kaldırıp kuş nereye indi diye baktım. Benden epey uzakta bir yere inmiş. Güzel görüyorum. Yere konmuyor. Konacak gibi oluyor, tekrar havalanıyor. Gene dönüp yere saldırıyor.
Bu kuş neye saldırıyor ki!
Kalktım, o tarafa doğru koştum. Yaklaştıkça gördüm ki bu kuş bir yılanla pençeleşiyor. Korktum. Yılan, kuşu bırakır da bana saldırırsa… Olduğum yere sindim. Onlar birbirleriyle o kadar meşgul ki benim on beş adım ötede yere uzandığıma hiç aldırmadılar, belki görmediler bile…
Akşam güneşi vurdukça, sırtı parlayan bir kara yılan! Hemen yarı gövdesini yerden kaldırıyor, kuşa saldırmak istiyor. Kuş nasıl oluyor da bu yılandan korkmuyor? Hiç düşünmüyordum ki asıl saldıran kuştur. İstese bir kanat vuruşta uçar, gider. Yılan ona ne yapacak! Yılan beni o kadar korkutmuş ki, bakarken kuşun hesabına ondan ben korkuyorum. Kuşa, “Ne yapacaksın şu pisi! Sen uçmaya, keyfine bak!” demek istiyordum. Ama kuş inatçı, gözü kararmış, hiçbir şey görmüyor. Konup kalkıp saldırıyor.
Birbirlerine vuruyorlar mı? Bilmem, ben görmüyorum. Yalnız, öyle sanıyorum ki, kuş, kanadıyla çarpıyordu. Böyle bir kavgada kimin vurduğunu görmek pek güç. Yalnız çok güzel görünen bir şey var ki, o da iki tarafın da meydanı bırakıp kaçmamalarıdır. Eğer yılan kendini korumakta görünüyorsa, bu, atlayıp kuşu tutmaya yaradılışının elverişli olmamasından. Kuşun kanatları var, istediği gibi inip kalkıyor. Yılan öyle mi? Yere yapışık.
İlkin kuş için yılandan korkarken, biraz onların kavgalarını gördükten sonra, yılanın kuşu tutamayacağına inandım. Yılanda kuşu yakalayacak kadar çeviklik yok. O halde!.. Ne olacak? Kuş mu onu kaçıracak? Eh… Aşkolsun kuşa! Eve gidip hepsini anlatacağım. Kuş… Yaman kuş, yılanı kaçıracak.
Ben bunları düşünürken, dediğim olmaya başladı. Yılanın havada duran başı düştü, gene kendini topladı ama fena yerinden gagayı yedi sanırım. Tekrar başı düştü ve sanki kaçmak istedi. Bunu açıkça gördüm. Ama kaçacak yer yok. Oldukları yer otsuz, çalısız, kızıl renkli bir toprak. Kuş tepesinde. Bırakmıyor ki yılan kendine kaçacak bir yer bulsun.
Kavganın sonu belli oldu. Kuş artık havalanmıyor. Yalnız kanatlarını açmış, ileri geri atılıyor, yılanı öldürmeye çalışıyordu.
Çocukluk… Ben bu kuşun bu yılanı öldüreceğini hiç tahmin etmemiştim! Öyle ise bu kavga ne için? Onu da güzelce bilmiyorum.
Bir zaman oldu ki, ben, kuşun pençeleri arasında yerde kalan yılanı görmez oldum. Kuş, sanki öfkesini alamamış gibi, gagasıyla yılanı didikliyor sanılırdı. Biraz iyi bakınca gördüm ki, kuş, yılanı parçalayıp yiyor. Çok güzel hatıramdadır ki, bu yemek beni şaşırttı. Havada güzel güzel dönen bu kuşun, açlıkla, bu yılana saldıracağını hiç düşünmemiştim. Leyleklerin yılan yediklerini söylerlerdi. Yiyor mu acaba? Ben mi yanlış görüyorum! Olduğum yerde doğrulup bakmak istedim, kuş beni duydu, başını çevirdi, göz göze geldik. Korkunç gözleri var. O kadar ki yılanın gözlerinden daha çirkin, daha korkunç diyeceğim.
Kuş, beni görünce korktu, pençesinde yılanla havalandı. Gülünecek şey! Yılandan korkmuyor da benden korkuyor!
Yılan, pençesinde havada sallandı. Epeyce büyük bir yılanmış. Bilmem kuş onu taşıyamadığından mı, yoksa tez yemek istediğinden mi, çok uzak gitmedi, tepenin bir yerine kondu. Ben uzaktan bakıyorum.
Tepenin ötesinde koyunlar varmış, çoban çocukları kuşun ayağında yılanla geldiğini görmüş olacaklar ki, kovaladılar. Köpekleri de saldılar. Kuş, yılanı bıraktığı gibi uçup gitti.
Ben kuşun uçtuğunu, biraz sonra çocuklarla köpeklerin geldiğini görünce yanlarına gittim. Köpekler, yılanın parçalarını kokluyor, yemek istemiyorlardı. Çocuklar, yılanın karnındaki, yarısı erimiş ufak bir kuş bulup bana gösterdiler. Ben buna hiç şaşmadım. Bir yılan elbette zavallı kuşları bulunca, yutar. Ben, asıl bu kuşun yılanı avlayıp yediğine şaştım.
Kuş, gene havada süzülüp daireler çiziyor. Ama şimdi bu haydudu biliyorum. Yılan arıyor! Onun güzel güzel süzüldüğüne bakmayın? Ne hayduttur o! Onu bir yılana saldırırken görünüz…
Eve dönerken kardeşime anlattım.
“İyi ya!” dedi. “Bizim tavukları kapacağına kırdan yılan toplasın.”
Onun bu sözü beni büsbütün kuştan soğuttu. Gözleri gözümün önüne geldi. Yılandan hiç kalır yeri yok! Sonra tavukların bunun pençesine düştüklerini düşündüm. Tavuklara acıdım.
Akşama babama anlattım.
“Aç kurt, yılana da salar, taşa da!” dedi.
Tavuklara acıma bahsine de gelince:
“Sen tavuklara acıma, bize acı.” dedi. “Biz de onları yemek için besliyoruz. O kaparsa bize kalmaz!..”
Doğru. Öldürüp yemek, hak gözüyle bakmak lazım. Bu mesele beni çocuklukta düşündüren şeylerden biri olmuştur. Yaşamak için ya otları, ya hayvanları öldürüp yemek çok adi, çok görülen bir işken, nedense, o güne kadar benim gözümden kaçmış.
Tahran, Teşrinievvel (Ekim)1928