Kitobni o'qish: «EYLÜL»
MEHMET RAUF
Mehmet Rauf, 1874 yılında İstanbul’da doğdu ve 1931 yılında yine İstanbul’da öldü. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Balat’taki mahalle mektebiyle, Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesi’nde tamamladı. Bahriye mektebini bitirdikten sonra deniz subayı oldu. 1894’te staj için Girit’e, 1895’te Kiel kanalının açılış töreni için Almanya’ya gönderildi. Trabya’da elçilik gemilerinin irtibat subaylığına atandı. 1908’den sonra bahriyeden ayrılarak sadece yazarlık yaptı. 1908-1909 arasında “Mehasin”, 1923-1924 arasında “Süs” isminde iki kadın dergisi yayımladı. Bir süre ticaretle uğraştı. İlk öyküsünü on altı yaşında yazdı. “Düşmüş” isimli bu öykü Halit Ziya Uşaklıgil’in İzmir’de çıkardığı “Hizmet” gazetesinde yayımlandı. Mektep ve Servet-i Fünun dergilerindeki yazılarıyla tanındı. Halit Ziya Uşaklıgil’den sonra Servet-i Fünûn romanının ikinci önemli ismi olarak edebiyat tarihimizdeki yerini aldı. Yazı hayatının çeşitli dönemlerinde Rauf Vicdani, Besim Rauf, Cemil, Jüpon, Ali Necdet, Mehmet Nazif gibi müstear isimler kullandı.
Asıl ününü Servet-i Fünun’da tefrika edilen Eylül adlı romanıyla yaptı. 1946’da basılan bu roman, Türk edebiyatındaki ilk psikolojik romandır. Eylül’den sonraki en güçlü romanı, Karanfil ve Yasemin’dir. Ancak oldukça başarılı bir roman olmasına rağmen hak ettiği değeri bulamamıştır.
Mehmet Rauf, macera romanlarına özenerek Denaet veya Gaskonya Korsanları adlı uzun bir hikâye kaleme almış, ancak bu eseri de yayımlanmamıştır. Bunun yanında Define ve Kan Damlası adlı iki polisiye eser yazmış ve geleneksel polisiye romanın tüm özelliklerini kullanarak polisiye eserde de oldukça başarılı olmuştur.
EYLÜL ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
“Bu eser bizde ruh tahlilinde en ziyâde ince ve derin görüşlerle dolu psikolojik roman nevinin ilk nümûnesidir.”
Halit Ziya Uşaklıgil
Servet-i Fünun Dönemi eseri olan “Eylül” Türk Edebiyatı’nın ilk psikolojik romanı olarak kabul edilir. Bu eser üzerine sayfalar dolusu yazılabilir ancak burada, önemli olan birkaç noktayı ve eseri yayına hazırlarken nelere dikkat ettiğimi belirtmek istiyorum.
Eylül, ilk kez 25 Mayıs 1900 – 1 Mart 1901 yılları arasında Servet-i Fünun Dergisinde yayımlanmış, ardından da kitap olarak basılmıştır. Kurgusu aşk üzerinedir. Bu, hem yasak hem de yüceltilen bir aşktır. Maddî unsurlardan uzak olan, sadece bir bakış ya da bir gülümsemenin büyük mutluluklar sağladığı bir aşktır.
Roman, ilkbaharda başlar ve kış mevsiminde biter. Bu anlamda mevsimler, doğum ve ölüm, aşkın filizlenmesi ve soluşu arasında bir ilişki vardır. Mehmet Rauf, bunu şöyle anlatmıştır: “İşte kış, her şeyi çürütüyor; her şey çürüyor, her şey… Evet, her şey çürüyor, her şey… İnsanlar çürümeyecekler mi?”
Romanın kişileri sınırlıdır. Bu durum da karakterlerin ruhsal ve zihinsel durumlarının uzun uzun anlatılmasına olanak sağlamıştır. Yasak olan bir aşkın ilk duyguları Suad ve Necib tarafından fark edildikten sonra yaşadıkları hezeyanlar, sevinçler, acılar, kıskançlıklar, aşkla ahlâk arasındaki mücadeleleri, uzun betimlemelerle anlatılmıştır. Doğadan yararlanılarak ve doğa olaylarıyla insan ruhu arasında ilişki kurularak yapılan bu betimlemelerde Farsça tamlamalara oldukça fazla yer verilmiştir. Bu tamlamaları, Türkçe karşılıklarıyla değiştirdim, anlamda bozulma meydana gelecekse bu durumu ve bugün karşılığı olmayan kelimeleri dipnotlarda açıkladım. Yirminci yüzyılın başlarında Türkçe’nin söz diziminde de farklılıklar vardı, her şeyle birlikte onda da değişimler, gelişimler oldu. Bu nedenle, söz dizimlerinde anlatım bozukluğu olarak değerlendirilecek anlam karmaşası varsa giderdim.
Yine Servet-i Fünun dönemindeki eserlerde, Batılı olarak görülmek istenen ve öyle anlatılan karakterlere ve bunların yaşam tarzlarına oldukça fazla yer verildiğinden Suad’la Necib arasında geçen konuşmalarda yer alan opera eserleri hakkında dipnotlarda açıklamalarda bulundum.
Okurun, Puslu Türk Klasikleri serisinde yer alacak bu edebi eseri keyifle okumasını dilerim.
Özlem Gündoğdu
Halid Ziya’ya…
İlk eserim son üstadıma…
Mehmet Rauf
1
Salondan, bahçedekilerin kahkahaları işitilebiliyordu.
Süreyya, canı sıkılanlara özgü bir tahammülsüzlükle, “Çılgın kız!” diye söylendi.
Balkona açılan büyük kapıdan parmaklığa dayanmış, dışarıya bakan karısı dönüp, “Fakat bu gece hava ne güzel!” dedi.
Bu nisan günü saat on birde1 başlayan yağmur dinmiş, yarım saat sonra nemli bir yeşilliğin üstünde altın incileriyle lâcivert bir gökyüzü titriyordu. Topraktan, ağaçlardan yayılan nemli esintide, dokunaklı bir etki vardı.
Genç kadın, pencerenin kenarına dayanarak bir iki uzun nefes aldı, her nefes aldıkça hayatı artıyormuş gibi oh çekiyordu. Sonra hâlâ sigarasının dumanlarına bulanmış, kıştan güçsüz düşmüş bir tepe gibi karanlık ve kederli duran Süreyya’ya doğru gelerek elinden tuttu, kaldırmak istedi, “Hava bu kadar güzelken burada somurtup oturmak, gezip eğlenenlere haksız yere kızmaktan daha mı iyidir? Haydi, biz de çıkalım…”
Süreyya’nın bu gece canı pek sıkılıyordu, “Adam bırak!” dedi. Babasına dargınlığını bütün köye yayıyordu; gezintiye çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş; fakat bu sefer de sahile bir yere gitmeye babasını razı edememişti. Büyükbabalarının vaktiyle gelip nasıl budala bir hesapla, şu taş ocağında yaptırdığı bu köşk onları, her sene başka yere gitmekten alıkoyuyordu. Bütün kış, o Boğaziçi’ni düşünürken yine koşup geldikleri şu çöplük, çocukluğundan beri yaşaya yaşaya usandığı bu ıssız çöl evi, çıkıp gezmekten onu alıkoyacak kadar bıktırmıştı. Babasına karşı bir şey yapamamasının intikamını almak isteyerek hırsını başkalarından çıkarıyor, buradaki hayata karşı çıkmak için her şey kendisine bir sebep oluyordu. Bunun için her günkü hayatında genellikle neşeli olan Süreyya, buraya taşındıkları on günden beri sisli, taşkın, hatta o kadar sevdiği karısı Suad’a karşı bile hiçbir sebep olmaksızın haksız davranıyordu.
Suad’ın, kendi kolunu tutan elini çekip yanı başına oturtarak ve kendisine dargın olmadığı için gülümsemek gerektiğini hatırlayarak kaçamak ve nursuz bir tebessümle:
“Şimdi hep çamur oluruz; toprak, toprak değil ki! Bir iki dakika yağmur yağdı mı cesaretin varsa yürü! Bastığın yerden ayağın, bir okka çamurla beraber kalkar…” dedi.
Genç kadın, beş senelik derin bir yakınlığın verdiği bakışın etkisiyle çok iyi fark ettiği bu neşesizliği yok etmeye yetemediğine üzülür gibi acıklı bir sesle sordu: “Pek sıkılıyorsun galiba?”
“Evet, sorma! Patlıyorum… Burası zaten yaşanılacak bir yer mi? Allah’ın kırı… Hele bu yemekten sonraki saatler! Sabahleyin yemeğe kadar, akşamüstü… Kısacası, her zaman insan boğuluyor. Herkes, böyle birer köşede eziliyor. Kendimi bostan kuyusunda zannediyorum.”
Suad, kaşlarında endişeli bir kıvrımla, gözleri daha fazla karararak, kaç senedir bu aynı yerde, aynı hayatta, şikâyet için hiçbir neden görülmeden geçirilmiş mutlu günleri düşünerek susuyordu; bir ara, “Önceleri hiç böyle söylemiyordun,” demek istedi; fakat neye yarayacaktı? Ufak bir mazeret, sıradan bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi?
“Bari sen git, oralarda kal, biraz eğlenirsin,” diyecek oluyordu; fakat beş senedir beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki kocasına karşı kalbindeki derin bağlılığın etkisiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun, bunu fark ederek kırıldığını görerek daha rahatsız olacağını, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey değişmeyerek sadece görünüşte uğraşılmış olacağını düşünüyordu; çünkü asıl kabahatin köşkte olmadığını hissediyordu. Kabahat, şu sebebini düşününce kalbini sızlatan can sıkıntısında; ne kadar aşk ve bağlılıkla geçerse geçsin, beş senelik hayatın yıprattığı kalplerde; bu kalplerin, insan kalbinin eskimeye olan yeteneğindeydi. Ve o kadın, o acı düşünceyle başını eğip susarken Süreyya söyleniyor, şikâyet ediyordu.
Belki ellinci defa, “Ah, büyük babalarımız!” diyordu. “Anlaşılmaz hesaplarla bu cehennem köşelerinde bağ yapıp da gelip buraya kapanacaklarına ne olurdu şu İstanbul’u İstanbul eden güzel yerlere gitselerdi! Sonra bir babanın budalalığı bütün aileye geçen bir hastalık oluyor, bütün torunlar gelip onlar gibi bu köşelerde çile doldurmaya mecbur oluyor. Bağ, üzüm… İşte filoksera2 hepsini berbat etti ya… Yer, yer değil ki… Bak, babam elindeki avucundakini sarf etsin, bu veba hastalığına karşı koyabilir mi?”
Sonra birdenbire köpürerek, “Ah bu çöl!” dedi. “Şimdi farz et ki, Boğaziçi’nde veya meselâ adalardayız… Deniz yok mu deniz! En sıcak havalarda bile insana can verir. Serin… Mavi… Tatlı… Oysaki burada poyraz çıkacak diye ta saat sekizi, dokuzu beklemeli… Duman, duman… Hamam ocağı gibi! Sonra manzaranın darlığı, değişmez rengi… Düşün Suad: Bir sandalımız olurdu. Sabahları erken ya da akşamları geç vakit sen şemsiyeni kapardın, ben küreklere sarılırdım… Mehtap olsun olmasın, oranın geceleri ne güzeldir.”
Süreyya bunları söylerken hayallere dalıyor, gerçekten orada, denizdeymiş gibi zevk duyarak tarif ediyordu. Kocasının yerine düşünen Suad, “Ama mademki bu mümkün değil!” demek istedi; fakat yine kendini tuttu; kocasının havalandığı şu sıralarda bu söz, kanatlarını tutmak gibi olacak, fazla olarak bu imkânsızlık düşüncesi, onu yeniden kızdıracaktı. Bunu, Süreyya’nın kendisi söyledi, “Fakat işte mümkün olmuyor, babam razı değil; çünkü… çünkü istemiyor, sevmiyor; hepsi işte ondan! Eğer o istese biz mutlu olacağız… Bak, mutluluğumuza ne kadar önemsiz bir engel var.”
Sonra elini kaldırıp görünmeyen bir düşmanı tehdit eder gibi, “Ah, para!” diye söylendi.
Hiç olmazsa elli lira gerekliydi. “Elli lira…” diyor, sonra ümitsizliğe kapılarak, “Ve bunu bulmanın imkânı yok!” diye köpürüyordu. “İmkânı yok, elli lira bulmak mümkün değil! Yoksa ben şimdiye kadar seni bin kere kapıp götürürdüm.”
Suad: “Ah ne iyi olurdu,” diye sevindi.
Süreyya, başını çevirip karısının sevinçle parlayan siyah gözlerine bakarak devam etti:
“Ne mutlu olurduk Suad, ne mutlu olurduk… Hem asıl senin için, vallahi tamamen senin için istiyorum. Sen söylemiyorsun; fakat ben fark ediyorum ki gelip burada kapanmak seni kötü ediyor, bir kere havasızlık… Sıkıntı… Biz papaz değiliz ki bu manastırda yaşayalım.
Hayat; kalabalık, güzel hava içinde olur. Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan, kalpleri birbirine bağlayan bu bağları o zaman anlar. Ben, seni ne kadar sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip hatta senden güzel bulduğum kadınlara bakıyorum da hiçbirini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime kendi kendime yemin ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey ki hiçbirinde rastlamıyorum. Öyle bir şey ki işte bütün endişelerim senin yanında yok oluyor. Ruhuma bir şifa, bir sakinlik geliyor. Dudaklarını gözlerime dokundurduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip toplandığını, orada seninle buluşmaktan mutlu olarak kaldığını hissediyorum. Hele şimdi bana öyle geliyor ki ben, dünyada senden başka hangi kadını alsaydım hiçbirisiyle senin gibi olamayacaktım; senin gibi böyle samimi, ruhuma kadar, böyle canıma kadar samimi…”
Böyle söylerken hemen dudaklarının yanında duran Suad’ın gözlerini öpüyor, elindeki elini kaldırıp dudaklarından ayırmıyordu. Suad, kocasının sözlerini dinleyerek susuyordu. Süreyya, bu elin ipek örgüsünü uzun uzun koklayarak bir inilti halinde, “Ah Suad!” dedi. “Sen de olmasaydın!”
Genç kadının mutlu ve soru sorar gibi sessizce bakan gözlerine girerek kalbinden kopan samimi bir sesle, “Sen de olmasaydın ölürdüm Suad,” dedi. Sesinde, bir hüzün titreyişi vardı.
Suad, sessiz ve heyecanlı duruyordu. Kocasının bu coşkun zamanlarında o, daima sessiz kalır; söylemek istediklerini böyle söyleyemediğinden birdenbire taşan bir arzuyla, kocasının boynuna sarılmak isteğiyle boğularak, sevgisinin ateşini ancak susarak hapseder ve ezilirdi ve hâlâ böyle yeni bir gelin gibi kızarıp, hislerini ne bir sözle ne bir tavırla gösteremediği zamanlar olurdu. Ruhundan heyecanla çıkan feryatları içine atardı; bu durum, kalbini, kocasına daha fazla sıcaklıkla bağlayarak ruhu, ona karşı böyle zamanlarda, kayaları parçalayıcı bir çağlayan coşkunluğuyla hücum ederdi. Şimdi, yine kendi kendine itiraf ediyordu ki bu anda Süreyya için hayatını isteseler, mutluluk duyarak verirdi. Beş senedir kendini ne aşkla sevdiğini, bir erkek olarak ne büyük fedakârlıklarla başka kocalara hiç benzemeyerek sadece kendini nasıl sevdiğini; bütün tavırlarına, bütün davranışlarına kendisi için nasıl bir şefkat, nasıl bir yumuşaklık vererek yaşadığını çok güzel fark ediyordu.
Çocukluk hayatı annesiyle babasının geçimsizlikleri içinde kahırlı geçtiği için her türlü düşüncenin üstünde bulduğu bu karı koca hayatı onu, sonsuz minnettar etmişti. Sözle o kadar ilgisi olmayanlara özgü içtenlik sayesinde yürüttüğü ince, derin düşünceleriyle bu ilişkinin ne gibi şeylerle ilgili olduğunu fark etmiyor değildi; hele ki eski ateşin gittikçe azaldığını, eski sıcaklığın her gün biraz daha soğuduğunu görüyor; inceleyici, şefkatli bakışlarıyla hepsini hissediyordu. Fakat aralarında bir şey hiç azalmıyor, daima artıyordu ki o da samimiyetti. Kocasının samimiyetinden hiçbir zaman şüphe etme ihtimali yoktu. Her gün, yine şüphe etmediği samimiyetinin bir gün öncekine göre daha da çoğaldığını görüyordu. O derecede ki evlendiklerinden bir sene sonrayı şimdi düşündükçe o zaman, bağlılıklarını doğrulamak için pek yeterli, pek güçlü gördüğü samimiyet derecesi bugünküne göre hiçti. Bugün, “O zaman nasıl emin olmuşum?” diyeceği geliyordu. O zamanın ateşi ve özleyişi bugün dağılmışsa da tedbirli, düşünceli bir kadın olduğundan bugünkü samimiyeti, öncekilere tercih ederek o dağılıştan dolayı ortaya çıkan hüznü gidermeye çalışıyordu.
Süreyya, parasızlıktan tekrar sızlanarak, “Bak!” dedi. “Bak Suad, elli lira insanı nelerden mahrum ediyor? Sonra biz de adamız değil mi? Karısını mutlu etmek için elli lira bulamayan erkek…”
Kocasını böyle aciz görmek istemeyen Suad, o öyle düşünmesin, güçsüz görünmesin diye, “Fakat ben seni böyle daha çok seviyorum,” dedi. “Herkes zengin olabilir; fakat senin gibi olamaz.” Sonra Süreyya’nın kederini dağıtmak için ekledi, “Mademki sen beni kapıp bir yalıya götüremiyorsun, bari ben seni alayım da balkona olsun çıkarayım… Gece o kadar güzel ki bundan yararlanmamak cinayet sayılır.”
Bu sırada bahçeden, gecenin bir köşesinden tiz, parlak bir kahkaha daha geldi. Suad, pencereye doğru yürüyerek, “Bak kız kardeşine… O hiç senin gibi düşünmüyor,” dedi. Süreyya da balkona çıkmıştı, orada bir hasır koltuğa düşer gibi oturarak, “Yanında Necib mi var?” diye sordu. Suad, öbür sandalyeden pelerinini almış örtünüyordu, gülerek cevap verdi:
“Galiba!”
“Kocası, babamın yanında değil mi? Tuhaf evlilik, tuhaf koca, tuhaf karı… Özellikle tuhaf karı!”
Suad gülerek, “Özellikle tuhaf koca!” deyince birbirlerine karşı fikirlerini savundular.
Süreyya’nın iddiasına göre her işte olduğu gibi bunda da babasının yanlış kararı sonucu kötü bir evlilik yapmış olan kız kardeşi Hacer, evliliğinin henüz ilk senesi olduğu halde kocasından soğuyarak aralarında, açık bir ilgisizlik hüküm sürüyordu. Fatin, her türlü düşüncenin üstünde bir efendi çıkınca bir kuş gibi şen, biraz ince ve hoppaca olan Hacer için bu, derin bir nefrete neden olmuştu.
Süreyya, tek tük ağaçlarla uzayıp, ta karşıki dağların eteğine kadar uzanan bağa doğru bakarak tekrar etti, “Çılgın kız! Zavallı Necib! Geldi geleli onun elinden çekmediği kalmadı. Geldiğine bin kere pişman olmuştur!”
Necib, Süreyya’nın halasının oğluydu. Köşke, ara sıra misafir gelirdi.
Ve Süreyya genç, güzel, zarif Necib’i düşünerek eniştesi Fatin Bey’i görüyor; yağlıymış gibi parlayan ensesi, yüzü, bir şeylerden yararlanmak ümidiyle daima yan bakan hilebaz küçük gözleri, biraz yüksek omuzlarının üstünde duran ve yemek yerken bir hayvana benzeyen öne eğilmiş büyük başıyla nasıl iğrenç bir kişi olduğunu kabul ederek Hacer’e hak vermek istiyordu. Fatin Bey ötede, gayretli bir aday gibi Beyefendi’nin gözüne girip evde demirbaş olmak için her şeyi yaparken uysal görünür gibi ateşli, titiz Hacer’in de Necib’i, üzüntüsüne bir intikam alma aracı yapmasından ürküyordu. Sonra dedi ki:
“Yok, bana öyle geliyor ki Fatin’in yerinde kim olsaydı Hacer yine böyle olacaktı. Onda hâlâ çocukluktan kalma bir afacanlık var ki artık mazeret falan kabul etmez. Onu gören okuldan kaçmış, komşu evinde oyun oynayan bir mahalle kızı zanneder.”
Suad, karşı çıktı:
“Oo, rica ederim bey, haksızlık etme! Hacer’i daima kabahatli görmeye o kadar alışmışsın ki, artık her ne yapsa kötü görüyorsun. Hele düşün, zavallı kız! O güldükçe bir şey beni tırmalıyor gibi geliyor.”
O sırada, Hacer’in düğünden önceki halini tarif etmeye başladı. Genç kızın anlattığı ve itiraf ettiği ümitlerini, isteklerini, bütün o genç kızların kadın olacakları zamana dair hayallerini anlattı. Sonra karşısında birden böyle devlet dairesinde otura otura, ihtiyar memurların arasında büyüyerek yaşlanmış, tembelleşmiş bir koca bulunca ne hale geldiğini gösterdi.
“Şimdi düşün!” dedi. “Farz edelim… İşte meselâ Necib Bey, ona pek âlâ bir koca olabilirdi. Öyle biriyle birleşip otursaydı zanneder misin ki Hacer böyle olurdu? Daha doğrusu böyle olsa belki bu, doğal gelirdi. Gerçi, şimdi Hacer öncekinden titiz, öncekinden hırçındır; ama yemin ediyorum ki kötü kalpli değildir. Sen kardeşisin, ama benim kadar bilemezsin; kadın, kadını daha iyi tanır.”
Süreyya, kendi kendine söylenir gibi:
“Necib, evet Necib Bey iyi olurdu, hatta annem de hep onu ileri sürüyordu… Fakat babam, ‘Aile içinde böyle evlilik iyi olmaz!’ dedi gitti. Ondan başka, ben de düşündüm ki Necib, kız kardeşime pek uygunsa da kız kardeşim, Necib’e hiç lâyık değildir; lâyık olmak şöyle dursun, hatta uygun bile değildir. Necib’e daha iyi terbiye görmüş, daha ağırbaşlı, daha ince bir kadın gerekir. Hem Necib, evlenmekten ölümden kaçar gibi kaçar.”
Suad güldü, “Aman! Necib Bey tuhaftır. ‘Bence evlenmek ölmektir,’ der durur.”
“Necib için böyle bir bucağa gelip kapanarak kalmak; baharı, bütün yazı böyle geçirmek… Oh, bunun imkânı yoktur! O özgürlüğe alışmış; gezmeye, eğlenmeye alışmış… Ona, bekârlık hayatının cazibelerini unutturup, onu kendine bağlamak için ben kadın isterim. Hacer mi? Hacer, Necib’e kendini bir ay sevdiremezdi. Bizim terbiye ettiğimiz kızdan ne olacak?”
Suad yeniden güldü, “Aman, Beyefendi duymasın, yine neler söyler!”
Süreyya, omuzlarını kaldırarak sustu.
Hava gittikçe serinliyor, durgun hava sanki hep su oluyordu; gece berrak, altın pullu mavi tülleriyle titreyerek donuyordu. Suad, pelerininin içinde büzülerek, “Soğuk!” dedi. “İstersen içeri girelim!”
O anda aşağıdan bir ses yükseldi, “Pek soğuk, pek!” diyordu. Bu, Necib’in sesiydi. Suad, eğilerek, “Biz içeri kaçıyoruz,” dedi. Hacer, soğuktan büzülmüş sesiyle, “Ama tamamen kaçmayınız! Biz de salona geliyoruz,” dedi.
Salona geçtikleri zaman camları kapattı; Hacer’le Necib dışarıdan gürültüyle geliyorlardı. Kapı şiddetle açıldı ve Hacer içeri atıldı. Pelerininin yüksek yakasında kaybolmuş küçük yüzü, mosmor kesilmişti. Koştu. Elini, Suad’ın koynuna sokarak, “Üşümüş müyüm, bak?” dedi.
Necib, pardösüsünü çıkarmış, oraya bırakıyordu. Süreyya ona doğru yürüyerek, “Eğer Hacer hasta olursa seni tutacağım Necib,” dedi, sonra elini alarak, “Bak senin elin de donmuş!”
Necib gülüyordu. “O halde beni yine Hacer Hanım kurtarır; çünkü bu kabahatte ne kadar az suçum olduğunu herkesten iyi o bilir. İkna edip bir türlü buraya getiremedim; önce böyle değildi, şimdi şair olmuş… Elinden gelse biçilmiş, tartılmış şiirler söyleyecek.”
Hacer, lambanın yanında ayakta, ellerini ağzına götürmüş, nefesiyle ısıtmaya çalışarak kardeşine bakıyordu, sonra omuz silkerek Necib’e döndü, “Sen boşuna korkma!” dedi. “Onlar hep sözdür… Biz o sözleri hep dinledik… Şimdi senin yapacağın asıl şey, sobayı yaktırmaktır.”
Necib, sobayı yaktırmakla uğraşırken Suad dedi ki: “Durun Necib Bey, hizmetçiler onu bir saatte yakamazlar, bırak bana! Siz söyleyiniz de ateş getirsinler.”
Süreyya, Hacer’in yanına gelmiş, ellerini eline almış tutuyordu. Hacer, Süreyya’dan korkmamakla beraber ondan daima çekinirdi. Suçlu çocuklara özgü olan konu değiştirme fikriyle aynanın önündeki saate bakarak, “Oo, saat daha üç buçuk… Yatmamıza daha vakit var. Bezik oynayalım mı çocuklar?”
Süreyya cevap vermeyerek, “Sen küçük olmalıydın da Hacer,” dedi. “Seni minimini şamarlarla iyice bir dövmeliydim; o zaman belki Necib Bey’in de intikamını alırdım.”
Necib, sobayı yakmak için Suad’a yardım ederken, “Benim intikamım mı?” dedi. “Dünyada, intikam kadar tanımadığım bir his yoktur. Bugün beni döven birini, yarın biri döverken görsem ağlayacağım gelir.”
Şimdi soba alev almış, odunlar telâşlı bir çıtırtıyla yanmaya başlamıştı.
Hacer, Süreyya’nın elinden kurtularak bezik masasını düzeltmeye başladı. “Haydi beziğe, beziğe…” dedi.
Suad: “Ben oynamam, bakarım,” diye masaya oturdu. Necib, Hacer, Süreyya oynamaya karar verdiler. Onlar oynarken Suad, seyrediyordu. Birden o kadar dalmış, gözlerinin önündeki şeylere dikilen bakışları onları görmeyerek başka âlemlere o kadar uzayıp gitmişti ki orada olduğunu oyun bittiği zaman fark etti.
Necib Bey kâğıtları düzelterek, “Dur bakalım daha…” dedi.
Hacer, önünden kâğıtları eliyle iterek, “Benim canım sıkıldı,” dedi.
Süreyya: “İşte gördünüz ya, bizim Hacer’le oyun olmaz…” diye kâğıtları toplamak için Necib’e yardım etti.
Hacer, “Efendim, Allah rahatlık versin,” dedi ve o gittiği zaman Necib, kâğıtları bırakarak, “Tuhaf gelebilir, ama hakkı da var ya…” dedi. “Burada oturup da neşesini koruyabilmesi için insan, sizin gibi olmalı. On gün kalmak kararıyla gelmiştim, galiba yarın ilk trenle kaçacağım. Burada hayatı nasıl geçiriyorsunuz bilmem ki! İnsan cehenneme zorla girer mi?”
O zaman Suad, yarın istediği zaman buradan kaçabilmenin kocası tarafından da bir mutluluk olarak kabul edileceğini düşündü. Süreyya’ya baktı. O, az önce karısına ettiği şikâyetleri şimdi, Necib’e dinletmeye başlamıştı. Necib, hep hak veriyor; kendisinin bir an duramayacağını söyleyerek gittikçe kuvvet bulan kararıyla, “Aman, hemen yarın kaçayım!” diyordu.
Suad: “Buradan nereye gidersiniz?” diye sordu.
“Adaya. Şimdi ada gittikçe güzelleşir, İstanbul’un en güzel yeri bu ayda adalardır. Daima gider kalırım. Hele pazar günleri o kadar kalabalık oluyor ki.”
Süreyya daldığı sessizlikten uyanarak, “Ben olsam Büyükada’ya gitmem. Daha tenha bir yer olsun ki kalabalık içinde olayım, ama yine orada yaşamayayım. Ben gitsem meselâ Heybeli’ye veya Burgaz’a…”
Necib gülerek, “A, orada bir gün yaşayamam,” dedi, sonra ikisine de bakarak ciddi bir tavırla, “İkiniz için oralar çok iyidir; fakat benim gibi yalnız yaşayan bir adam için… Eğer ben de sizin gibi olsam buradan ayrılmam,” dedi.
Süreyya gülerek reddediyor, burada insanın boğulduğundan, yaşamanın imkânı olmadığından söz ediyordu. O zaman Necib kabul etti, “Evet evet, öyle bir yer olmalı ki insan kalabalıkta yaşamalı; fakat içine girmeden…”
Onlar konuşurken Suad düşünüyordu ki: Kocası gibi kalabalığı sevmeyen bir adam değil, kalabalık içinde büyümüş Necib Bey bile kendine bir eş bulursa burada, kocasının cehennem dediği bu köşede yaşamaya razıydı ve Süreyya’yı böyle neşeli ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü endişeden kurtulmuş tutamamak ona büyük bir felâket gibi geliyordu. Düşüncelerinin ta derinlerinde bir ateş, küçük bir korku, bu felâketin gerçekten büyümesi fikrinden doğan bir acı, kendini gittikçe hissettirmeye başlıyordu. “Ne yapmalı ya Rabbim?” diyordu ve Necib, söz söylerken hep kendilerinden mutlu ve uygun bir eş gibi söz ettikçe ona memnun ve minnettar bir nazarla bakarak teşekkür etmek istiyordu. Mutluluğun rengini hâlâ koruyan bu ortak hayatlarının derinliklerinde kendisi hissedilmez, görülmez bezginlikler hissettiğinden, o söyledikçe gerçekten onun zannettiği kadar mutlu olduklarına inanmak istiyordu. Hiç, hiçbir kederleri, ayrılıkları, hiçbir şeyleri yoktu. Fakat işte bu kadar samimi, bu kadar bağlı bir hayata alıştığı için en hissedilmez şeyler ona bir tehdit gibi geliyordu.
Necib’in birden, “Bütün kabahat daima aynı hayatın sürdürülmesinde,” sözü kulaklarını yırttı. Evet, değişmek gerekli değil miydi? Eğer, bugün sadece vücuduyla kocasını her istekten uzak tutamıyorsa ve bunun sebebi hayatlarının daima tek renk olması ise… Bundan sonra o korktuğu geleceğe hükmedebilmek için hayatını değiştirmeli değil miydi? Şimdiye kadar hayatlarını hiçbir hesapla düzenlememiş, hep olayların doğal akışına bırakmıştı; fakat bundan sonra idare etmek, düzenlemek gerektiğini anlıyordu, hatta mutluluklarının bir halde devamı onları usandırmasa bile can sıkıntısına götüren bir his içinde tutmaktaydı. Bu, ona yeterli bir ders oluyordu. Evet, artık biraz yapmacık olmalıydı. Ve bunu derin bir acıyla hissediyordu.
O her türlü endişeden arınmış geçmişi, hiçbir şeye bağlı olmadan bile beklenilenden fazla bir neşeyle daima tebessümlerle gelen; hep güzelliklerle, hep sevinçlerle gelen o sade hayat şimdi ona, ele geçmesi imkânsız acı bir iyilik, bir hüsranın matemi gibi görünüyordu.
Ah, çocukları sağ olsaydı… Ve bunu düşünür düşünmez her zaman olduğu gibi ta ciğerinden bir şey sızlayarak gözlerini yaşlarla doldurdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu, bir çocuğun bir ailede nasıl bir bağ olduğunu, telâfisi imkânsız sanılan neşelere benzeyecek bir başkalık, bir yenilikle kalpleri nasıl hoşnut ve mutlu ettiğini düşünüyor, düşündükçe çocuğunun ölümüne şimdi bunun için de ayrı bir yas tutuyordu. Ah sağ olsaydı! Onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı… Bu ölüm, kendilerinde o kadar derin bir yara açmıştı ki tekrar doğurmak için büyük bir korku duyuyor, karşı konulmaz bir çekingenlik hissediyordu. E, o halde? Bırakacak mıydı? Mutluluklarının böyle hiç görülmeyen, hissedilmeyen; fakat etkileyen, tahrip eden ve bir gün büyük bir yara halinde meydana çıkacak olan bu kurdunu bırakacak mıydı?
Kocasını gittikçe bu can sıkıntısına yenik, gittikçe bu can sıkıntısının pençesinde o daha güzel geçen zamanlara hasret çeker görüyor; bu hasret çekiş büyüdükçe kendine ait duygulanmaların azala azala belki bir gün asıl engel kendisi sayılarak tamamen ihmal edileceğini farz ediyordu ve kendi etkisinin kaybolmasından çok, kocasının başka bir etkiye, daha kuvvetli bir etkiye yenilme ihtimali; bu olasılık onu yakıyordu. Tekrar sormaya başladı:
“E, o halde?”
Evet, uğraşmak gerekiyordu. Fakat nasıl? Öncelikle onun istediğini yapmalıydı. Kocasına karşı kalbinde yer tutmuş sevgi birden o kadar coştu ki: “Peki, sen de git, Necib Bey’le beraber sen de eğlen,” diyeceği geldi; fakat sonra kadınlığı ona bir takım manzaralar gösterdi. Daima, ortak zevkleri olduğu halde şimdi onu, kendisinin ilgisiz ve mahrum kaldığı zevklerin içinde gördü; sıradan bir kıskanç, hep kendisi için isteyen bir kadın olmadığı halde buna dayanamadı. Onu hiçbir eğlenceden mahrum etmek istemez; fakat eğlencelerine katılma isteğine de engel olamazdı; fikrinde, birden bir ışık titredi. Bu, kendine o kadar beklenmedik bir istek verdi ki oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı.
Süreyya ile Necib sözlerine hâlâ devam ediyorlardı. Şimdi, Necib ona bir olay anlatıyor; Süreyya da dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın, kocasını mutlu ve sevinçli görmek için o kadar samimi bir arzu hissediyor, onu mutlu etmek; onu, hiçbir kadının mutlu edemeyeceği kadar mutlu etmek için o kadar sonsuz bir kalp kuvveti duyuyordu ki artık her türlü engele karşı gelmenin kendisi için bir sıkıntı değil, bir zevk olacağını düşünüyordu.
Yavaşça çıktı, kocası görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu, kocası şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten sonra hemen zarflayıp dadısının odasına gitti. Küçükten beri elinde büyüdüğü bu ellilik kadın, kocası öldükten sonra Suad’ın rızasıyla buraya, yanına gelmişti. Birçok ricalarla onu, yarın erkenden İstanbul’a kadar gitmeye razı ettikten sonra yukarıya çıkıp Süreyya’yı hâlâ Necib Bey’le salonda bulunca şimdiden başarılı olmuş gibi memnun, yanlarına oturdu.
Sabahleyin uyanır uyanmaz Suad’ın ilk işi hizmetçiye, “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız, ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnun, kalkıp camları açtırdı. Bol güneş ışığı, gecenin rutubetini silik, bitkin buharlar halinde oraya buraya dolamış; rüzgârsız havada bunlar, asılmış kalmıştı. Ta uzakta, üzerinde tek tük köşklerle ağaçların kaynaştığı bir ovanın ötesinde, ufka kadar deniz görünüyordu.
Süreyya’ya: “Acaba Necib Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya, bir koltuğa uzanmış düşünüyordu; bunun üzerine kalktı, “Gerçekten… Ama daha gitmemiştir, gidecek olsaydı gece veda ederdi. Dur bir bakayım,” dedi ve camlı kapıyı açarak köşkün üç tarafını çevreleyen balkonda yürüyüp öbür cephedeki pencerenin önünde durdu.
Necib, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.
“Ben seni uyuyor zannettimdi.”
“Oo, saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı. Hele ben, buranın asıl sabahını severim. Şehrin harıltısı içinde yaşadıkça insana biraz sakinlik, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.”
“Evet, burada geçici oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir…”
Necib, ileride, kütüklerin arasında geceliğiyle dolaşarak yanındaki bağcıyla bir şeyler konuşan Beyefendi’yi göstererek, “O, sizin gibi hiç düşünmüyor,” dedi.
Süreyya, omuzlarını öfkeyle kaldırdı, “O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse…”
Güneş, tatlı bir okşayışla sıcaklığını hissettirmeye başlamış, pencerelerden giren ışık, içerinin yarı gölgesinde güleç parıltılarla resimleşiyordu. Sessizlik içinde, yüksek sesle bahçede konuşan Beyefendi’nin sözlerini işitiyorlardı.
Süreyya: “Annem geliyor,” dedi.
Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek, bahçedeki kocasını gösterdi. Süreyya, başını sallayarak, “Gördük,” dedi.
Hanımefendi, Necib’e rahat edip etmediğini sordu. Süreyya, ona vakit bırakmayarak, “Garip soru,” dedi. “Sanki burada boğulmaktan başka bir şey varmış gibi. Şimdi sıcak gittikçe ateşlenir; her taraf bir fırın, ağaçsız, rüzgârsız bir hamam gibi şiddetle yanmaya başlar. O zaman gelip hiç sormazsınız, ‘Nasılsınız? Terliyor musunuz? Boğuluyor musunuz?’ demezsiniz. Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli…”
Arkadan Suad’ın sesini işittiler. Gülerek, Hanımefendi’ye, “Vallahi benim kabahatim yok anneciğim,” dedi. “O, mümkün değil bu sene burada oturmayacak…”
Hanımefendi gülerek, “Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür,” dedi.