Cehennemden Selam

Matn
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Cehennemden Selam
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

Mümtaz Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı

Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.

Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.

Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.

Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.

Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.

Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi

BİRİNCİ KISIM

1

Maraş’la Elbistan arasında bir boğaz vardır ki, kıskanç bir kol gibi Göksün Yaylası’nı muhafaza eder. Bu yayla, yaz günlerinin âdeta zifaf odasıdır. Çiçek, çimen ve ılık bir ziya, hiç dinmeyen nüvazişkâr bir rüzgâr, bütün yaz burada el ele raksan1 olur durur.

Duygulu bir insan, bu güzel yaylada rengin manasını ve kokunun nüfuzunu adım adım anlar ve gayriihtiyari kendinden geçer. Denilebilir ki, Göksün Yaylası, Âdem babamızın yeryüzünde diyar diyar aramış olduğu ve maalesef bulamadığı cennettir.

Üç yüz küsur sene evvel bir gün, yaylanın taze ve nazik çiçekleri, üzerlerinden ölümün uluyarak geçtiğini gördüler. Onların hiç de aşina olmadıkları fena bir koku, ölüm kokusu, zavallıları bir an içinde soldurdu ve yaylaya ezelden beri besteler terennüm eden rüzgâr, ölümün korkunç sayhaları karşısında ağlayan bir sadaya dönüştü.

O gün salı idi ve salı günü, Göksün Yaylası’nın masum Türkmenlerden ve develerle koyunlardan ibaret misafirleri için, o tarihten beri uğursuzdur.

***

Yaylayı mateme boğan o gün, meşhur Kuyucu Murat Paşa için bir düğün oluyordu. Bu doksanlık ihtiyar, Kalenderoğlu’yla kendisine tabi olanları çetin bir harpten sonra o gün tarumar etmişti. Tam yirmi altı bin baş, Türk başı, Osmanlı serdarının önüne yığılmıştı. O şimdi âdeti üzere bir sürü kuyu kazdırmış, kılıçtan kurtulabilip de esir olarak huzuruna getirilen vatandaşları birer birer boğdurarak kuyulara attırmakla meşgul bulunmuştu.

Kendisi bir büyük çadır altında oturuyor, entarisinin açık düğmeleri arasından “yeşil atlas zıbını” görünüyordu. Bazı aziz şeyhler tarafından kendisine ulaşan, doğu ve batı cenklerinde nice zafer ve bereket eserleri müşahede olunan “tig-i mehd-i iman” da her zamanki gibi bir muskayla boynunda asılı bulunuyordu.

Asker, elde ettiği ganimetleri taksime dalmıştı. Mağlupların yırtık donları, kirli külahları elden ele dolaşıyordu. İnsaf hakkına söylenirse ele geçen ganimet çekilen zahmete değmezdi. Kalenderoğlu, hakikaten kalender bir asi imiş. Serdarın muzaffer ordusuna bir sürü kuru kelle ile bir yığın kirli çamaşırdan başka bir şey bırakmamıştı.

Serdarın önündeki, boğulmaya mahkûm tutsakların artık sonu gelmiş, güneş de batmaya başlamıştı. Terkisinde bir çocukla yavaş yavaş çadırlara doğru giden atlı bir sipahi, ansızın Murat Paşa’nın gözüne çarptı. Derhâl adam göndererek çocuğu atından indirtti ve huzuruna getirtti.

Vezirin, çocuğu ne yapacağını merak eden birtakım yeniçeriler, sipahiler büyük çadırın etrafında toplanmışlardı. Çocuğu terkisinde taşıyan zeki ve mert bakışlı sipahi de atını bir panayır kazığına bağlayarak bu kalabalığa karışmıştı.

Henüz on yaşlarında görünen çocuk, dehşetten ziyade hayreti gösteren bir sima ile karşısında durunca paşa mırıldandı:2

“Ne yerdensin? Eşkıya arasına neden düştün?”

Sabi doğru söyleyip “Kırşehir’denim.” dedi. “Kıtlık yüzünden babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız tokluğunca yanlarında gezerdik.”

“Baban ne idi?”

“Şeştar çalardı, onunla geçinirdi. Amma bir ay evvel öldü.”

Murat Paşa, “ser taaccüb-i tahrik ile zehr hund idüp”, “Hay, Celâlileri şevke getirirdi, öyle mi?” dedi ve çocuğun boğulmasına işaretle emir verdi.

Saatlerden beri güle güle adam boğan cellatlar, bu yetim çocuğu öldüremeyeceklerini pervasız söylemişler ve hemen birer tarafa dağılmışlardı. Murat Paşa, bu hayırlı işi yeniçerilerin yapmasını teklif etti. Birkaç yüz ağız birden “Biz Celâli miyiz? Cellatlar bile bu yetime acıdı. Hiç mi insafın yok paşa?” diye bağırdı.

Kana kanıksamamış olan vezir, bu sitemli ve lügatli bağırışa ehemmiyet bile vermedi. Kendi iç oğlanlarına, çocuğun boğulmasını söyledi. Bu uşak güruhu da efendilerinin emrini dinlememek cüretini göstererek birer tarafa savuştu. İşte o zaman görenleri iğrendiren bir hâl vaki oldu: Doksanlık vezirin, müthiş bir hiddet feveranıyla ayağa kalktığı ve idamına ait hükmü şaşkınca dinleyen çocuğu yakalayarak cesetle dolu bir kuyunun kenarına götürdüğü görüldü.

Serdar, hiddetten büsbütün titreyen kuru parmaklarıyla çocuğun ince boynunu mütemadiyen sıkıyor, zavallı yavru bir taraftan katilin ellerini tırmalamaya diğer taraftan vezirin ötesine berisine tekme atmaya çalışıyordu. Kimi “lanetullah aleyk”3 diye bağırıyor kimi faciayı daha ziyade görmemek için oradan uzaklaşıyordu.

Muhteşem cellat ile kudretsiz çocuk arasındaki hazin karşılaşma çok devam etmedi. Kanadı ve ayakları serbest bırakılarak kesilen piliçler gibi, çocuk da süreksiz bir çırpınma gösterdikten sonra, katil parmakların gittikçe artan baskısı altında hafif bir harhara çıkararak gözlerini yumdu.

Murat Paşa, verdiği hükmü bu suretle bizzat infaz ederek meramını, bütün bir orduya rağmen tatmin etmiş oldu. Boğduğu yavruyu kuyuya attıktan sonra iskemlesine oturdu. Büyük çadır tarafında henüz toplu bulunan asker ve hademe, kendisini lanetlemeye devam ediyordu. Fakat o, yaptığı işten memnun ve iftiharlı, etrafına hitap etti:

“Kalenderoğlu, Kara Sait, Yağmur Halil ve sair eşkıyalar, analarından at ve mızrak ile doğmadılar. Hep böyle sabi idiler. Sonra büyüyüp âlemi fesada verdiler. Bu oğlan eşkıya ile gezip ‘kendilerin ahlakından terbiye olmuştu’; büyüyünce bu fesadın lezzeti dimağından gitmez. Şimdiden vücudunun ortadan kaldırılması vacip idi.”

Bu garip ve manasız felsefe, hazır bulunanların nefretini gideremezdi. Paşa bunu pek güzel anlıyordu. Binaenaleyh yüzüne karşı hakaret görmemek için çadırına çekilmeyi muvafık buldu ve kuyuların artık topraklanması emrini vererek “otağ-ı zerrin tak”ına doğru yürüdü.

Paşanın uzaklaşması üzerine orada bulunan asker ve saire de çadırlarına yollanmışlardı. Yalnız, elli altmış hizmetçi, ellerinde kürek, isteksiz bir tavırla kuyuları örtmeye uğraşıyordu. Serdarın seher vakti oradan uzaklaşması kararlaştırılmış olduğundan kuyular doldurulmasa da olurdu. Herifleri boğduktan sonra bir de kuşa kurda karşı muhafazalarını düşünmek manasızdı! Kartaldan kargaya kadar binbir çeşit kuş, bu binlerce ölüden mürekkep ziyafeti bir daha güç görürlerdi. Ölülerin donu, gömleği askere nasip olmuştu. Eti, kemiği de yaylanın kuşuna, kurduna gıda olsa ne olurdu?

Bu düşünceyi güden hademe alayı, her kuyuya birkaç kürek toprak atıyor; şuradan buradan görünen kol, bacak gibi şeyleri örtmeye bile lüzum görmüyordu.

Kuyu örtenler, yatsıdan biraz sonraya kadar bu işle uğraşarak yerlerine çekilmişlerdi. Çetin bir harpten çıkmış olan yorgun asker ise çok derin bir uykuya dalmıştı. Yalnız rüzgâr, o günkü mezalimi yâd ile tıpkı bir hasta gönüllü gibi, hafif hafif inliyor; ay, yere düşmek isteyen bir yumruk gibi, mahzun yaylanın üstünde titriyordu.

Mevkinin bu matemî sükûneti arasında ölüm kuyularının şekli çok hazin idi.

 

Her kuyu susturulmuş bir ağız gibi gerilmiş ve muzdarip sırıtıyordu. Onları susturan kuvvet yüce olsa belli ki hiçbir sazın sinesine sığmayacak binbir feryat, ortalığı velveleye verecekti. Ya o ihmal edilerek örtülmemiş kollar, bacaklar?.. Bunların her biri, gecenin ayla pudralanmış esmerliği arasında garip manalar ifade ediyordu. Şurada açık bir el, sanki can çekişen hayatını tasdik edecek bir mesut tesadüf dileniyor; burada dikilmiş bir ayak, çaresizce gönderildiği ebediyet âlemine son adımını atmak için güya inat etmek istiyordu.

Uykusu kaçan bazı askerlerin çaldıkları bağlama sesleri de yavaş yavaş kesilmiş, koca yayla ölüm kuyularıyla tamamen baş başa kalmıştı. Ansızın gölgemsi bir vücudun, kuyuların arasında hareket ettiği görüldü. Âdeta uhrevi bir reftar ile yürüyen bu gölge, bariz bir itina ile ilerliyor ve bazen durarak ordugâha doğru bakıyordu.

Bu, belki mezar soyucu ve belki bir matemzedeydi. Eğer nebbaş ise zaten birer gömlekle kuyulara atılan ölülerin nesini alacaktı? Canevinden vurulmuş bir matemzede ise hicranını çektiği vücudu, o dilsiz kuyuların hangisinde bulacaktı?

Meçhul adam, hedefinden emin görünerek doğruca bir kuyunun başına gitti ve üstü pek hafif bir tabaka toprakla örtülen, hatta bir kısmı açık bırakılan bir kuyuyu eliyle temizlemeye başladı. İki dakika içinde topraklar kalkmış, kuyudaki cesetler meydana çıkmıştı. Sakallı, sakalsız, genç, ihtiyar, elli kadar ceset, üst üste yığılmıştı. Şu umulmaz akıbetlerine ebedî bir teslimiyet gösterir gibi boynu bükük duran bu cesetlerin en üstünde, serdarın bizzat boğduğu çocuk duruyordu.

Meçhul adam, çocuğun önce gözlerini açtı. Mahnukun4 sol gözünden kan sızıyordu. Sağ gözü seçilmez bir renk değişimi gösteriyordu. Bu ilk inceleme, kendisine biraz ümit vermiş olmalıdır ki yüzünde sevinç alametleri belirdi ve hemen çocuğun göğsünü açarak kalbini dikkatle dinlemeye başladı. Biraz sonra meçhul adamın ağzından şu sözler dökülüyordu:

“İhtiyar kurt! Pençende kuvvet kalmamış. İşte, kuzu yaşıyor. Artık kuzumuzu biz paylaşırız.”

Her kelimesinden hınç fışkıran bu söylenişi müteakip, meçhul şahsın, boğulan çocuğu ölüm kuyusundan çıkararak omzuna aldığı ve ordugâhın karşı tarafına, ıssız yaylaya doğru uzaklaştığı görüldü.

Bu, o gün çocuğu atında taşıyan sipahi idi.

2
İSTANBUL’DA BİR GECE

İstanbul’un, sık sık kostüm değiştiren bir süs meraklısı gibi, tarih elinden yeni bir elbise daha aldığı yıllardayız. Hovarda erkeklere yalnız kucaklarını açıp kalplerini kapatan fettan kadınlar gibi, tabiatın bu naz düşkünü kızı da şark ve garbın binbir çeşit cenk erlerine, işte on beş asırdan beri, sadece yüzünü, gözünü öptürmüş, benliğini vermemişti. Fakat şimdi, alnına vurulan tabiat damgasını, tedricî bir teslimiyetle ruhuna da nakşettiriyor, eski Bizans yeni bir “İslambol” oluyordu.

İstanbul’un geçirdiği bu dönüşüm şekli, hicretin on birinci asrına ve bizim hikâyemizin cereyan ettiği senelere tesadüf eder. Herhangi bir ziyaretçi o senelerde İstanbul’a gelse, memleketin havasında bol bir kireç ve taş kokusu dolaştığını hisseder ve adım başında bir çekiç sesiyle karşılaşırdı. Şurada bir mabet, burada bir zaviye, beri tarafta bir çeşme, öbür tarafta bir köprü yapılıyor ve sanki İstanbul’un göğsüne yer yer kürek hâkimiyeti çivilenmek isteniyordu.

Ayasofya’nın karşısındaki altı minareli cami, bu hummalı devrin son mahsulüdür. Bu caminin yerinde vaktiyle üç muazzam saray vardı. Her biri bir vezire ait olan bu saraylar, bedelsiz istimlak edilerek yıkılmaya başlanmıştı. Yüzlerce amele, birer küçük mahalle büyüklüğünde olan bu sarayların yıkımıyla ve enkazıyla uğraşıyordu.

Kimi Tebriz’den kimi Marakeş’ten gelen bu amelelerin rengârenk kıyafetlerini görmek, onların birbirine benzemeyen konuşma tarzını dinlemek İstanbul halkı için tatlı bir eğlence oluyordu. İnsanları, tek bir ana ile tek bir babadan kolayca teselsül ettiren anane-i tarih, ihtilafını da bir esasa rabt için Babil Kulesi hikâyesini tasannu etmekte muztar kalmıştı. Hâlbuki o efsanenin hakikati bu inşaat yerlerinde görülüyordu. Viyana’dan Hindistan’a kadar uzanan altın iz, Türk’ün kılıç izi, tıpkı bir mıknatıs gibi yüz türlü milletin sabırsız fertlerini İstanbul’a sürüklüyordu. Bu ecnebilerin hepsi, dilini bile bilmedikleri bu büyük Türk şehrinde ekmek, elbise ve ekseriya da şeref buluyorlardı.

Amelenin her gün güneşin batışına kadar gösterdiği faaliyet, akşam olur olmaz derin bir sükûnete dönüşüyordu. O zaman, oralardan yalnız bıçağına güvenenler geçerdi. Çünkü yeniçerilerin koydukları bir kaideye göre, gece gezintisi ancak Hacı Bektaş fukaralarına ve onların himaye ettiklerine münhasır bir haktır ve bu hakkın dayandığı kuvvet ise bıçaktır!

Yıldızların bulutlara büründüğü bir sonbahar gecesi, bu inşaat mahallinden uzun boylu bir şahsın, on yaşlarında bir çocuğu elinden tutarak geçtiği görülüyordu. Çocuk, bazen enkaz yığınlarının acayip şekillerine dalarak duruyor, bazen yanındaki adama sualler sorarak oyalanıyordu. Uzun boylu adam, çocuğun her duruşunda “Yürü Mahmut, geç kaldık.” diyor ve onu yürümeye zorluyordu.

İki yolcu enkaz arasından aheste aheste geçerek henüz yıkılması tamamlanmayan sarayın önünde durmuşlardı. Bu sarayın kapıları, pencereleri sökülmüş, üstü açılmıştı. Sade duvarlarıyla bir kısım odalarının tahtaları yerinde duruyordu.

Uzun boylu adamla çocuk, bu delik deşik sarayın karmakarışık dehlizleri arasından geçerek mahzenimsi bir yere kadar gelmişlerdi. Göksün Yaylası’ndaki sipahi olduğunu söylemeye lüzum görmediğimiz uzun boylu adam, orada biraz durakladı ve elini ağzına götürerek mükemmel bir çakal sadası çıkardı. Bu sese iki dakika sonra aynı şekilde mukabele olundu ve müteakiben bir kapı açılarak mü-heykel bir vücut göründü.

Bizim sipahi “Merhaba!” dedi. “Biz geldik, ruhsat var mı?”

Görünen şahıs “Bir eksiktik, tamam olduk.” dedi. “Buyurun.”

Girdikleri yer, bir zemin odasıydı. Minimini bir meşaleden dumanla karışık hafif bir ziya çıkıyor ve oradaki insanlara, isten yapılmış resim şekli veriyordu.

Sipahinin “Esselam!” sözünü altı ağız birden “Ehlen ve sehlen!” diye karşıladı! Şimdiki gelenler, eskileri gibi toprağın üstüne çömelmişlerdi. Çocuk, bellerinde birer yatağan, yerde bağdaş kuran bu acayip kıyafetli adamları, biraz evvel gördüğü enkaz yığınlarına benzetiyor, ortadaki meşaleden daha keskin parlayan bu kıvılcımlı gözlerden âdeta terliyordu.

Eğri sarıklı, kıllı kolları açık biri “Çeşmi Efendi…” dedi. “Hoş geldin. Sözden evvel hele bir yut bakalım. İstersen oğlana da sun.”

Ve cevap beklemeksizin yanındaki iri su testisini alarak büyücek bir toprak çanağı doldurdu ve isminin Çeşmi olduğunu öğrendiğimiz sipahiye uzattı.

Çeşmi Efendi elini göğsüne koyarak “Hu!” dedikten sonra çanağı ağzına götürdü ve son yuduma kadar içerek “Kan gibi şarap!” dedi. “Nemse kralı da bundan âlâsını içemez.”

Şarabı veren mukabele etti:

“Doğru söyledin, kan gibi! Fakat ucuz! Bir sipahi kanı kadar ucuz!”

Oradakiler hep homurdandılar:

“Kanımız ucuzdur amma içene zehir olur. Bunu sen de bilirsin ya, Tanrıbilmez!”

Tanrıbilmez güldü:

“Hele Çeşmi Efendi erkânı yerine getirsin, çanağı üçlesin. Sonra dertleşiriz.”

Çeşmi bu teklifi de tekrar ettirmedi, birer “Hu!” ile iki çanak şarabı daha yuvarladı.

Şimdi hepsi içiyor, iri testiler sık sık dolup boşalıyordu. Aralarındaki konuşma, hep harp ve darp üzerine cereyan ediyordu. Yekdiğerleriyle konuşmalarından bu adamların isimlerini ve kısmen hayat hikâyelerini anlamak mümkün idi.

Aşiret meclisini idare eder gibi görünen Tanrıbilmez, meşhur bir sipahi idi. Sadrazam İbrahim Paşa’yı hicvettiğinden dolayı bir eşek üstüne ters bindirilerek, mahalle çocuklarının hayhayası arasında sokak sokak teşhir edildikten ve eziyet gördükten sonra idam olunan meşhur Şair Figani’nin torunu idi. Figani oğluna ve o da Tanrıbilmez’e, bu zulmün er veya geç intikamının alınmasını vasiyet etmişlerdi. Zalimler, dünyadan gitmişlerse de halefleri duruyordu. Tanrıbilmez, işte bu intikam peşinde gezer ve herhangi bir isyanın içinde mutlaka bulunurdu.

Şu genç adamın ismi, Dağlar Delisi idi. Memleketindeki yavuklusuna o tarafın beylerbeyi göz koymuş ve kızcağızı sekbanları vasıtasıyla saçlarından sürükleterek konağına getirtmişti.

Dağlar Delisi o günden beri her beylerbeyinin af bilmez düşmanıdır.

Şu ince -fakat köküne kuvvetli bir kavak ağacı gibi- dipdiri vücut, Köse Ahmet’tir. Onun tımarını garez sebebiyle septe düşürmüşlerdi.5 Ne kazaskerlere ne de kubbealtına davasını dinletememiş, ecdadından miras kalan tımarını bir türlü septeden çıkartamamıştı. Şimdi vezirler ve beylerbeyleri haslarını6 fırsat buldukça yağma etmeyi nefsi için “meşru bir hak” biliyordu.

Sipahi Çeşmi’ye kapıyı açan iri vücutlu adam, “Ağaçtan Piri”dir. O sadece bir tokat yüzünden derbeder olmuştur: Sinanzade Mehmet Paşa’nın bir muharebe günü cesaretli olabilmek için fazla şarap içerek düşman karşısında ve at sırtında kusmaya başladığını görünce dayanamamış, ordu içinde sarhoş sillelemişti. Ele geçince izalesi musammem olduğundan diyar diyar macera peşinde geziyordu.

Baldırıkısa diye çağrılan şu kalın yapılı sipahi, Tanrıbilmez’in çocukluk arkadaşı; Genç Mehmet de Ağaçtan Piri’nin amca uşağı idi. Bu münasebetle onların davalarına ve maceralarına iştirak ediyorlardı.

Çeşmi Efendi, daha Birinci Murat zamanında sarayın kokuşma kabiliyetini hissederek meşhur “Harname”yi yazan Şeyhi’nin torunlarından idi. Bu kitap, küskünler içinde âdeta bir “Mezamir” idi ve Çeşmi, “Harname” sahibinin torunu olmak itibarıyla bu gibi kişiler tarafından daima hürmet görürdü.

Kendine evlat edindiği Mahmut’u, Kuyucu Paşa’nın boğarak kuyuya atması ve çocuğun mucize nevinden kurtulması üzerine intikam için nefsine karşı söz vermişti. Göksün Yaylası’ndan ayrıldıktan sonra çocuğu bir Türkmen obasında tedavi ettirmişti. Kuyucu’nun sinirli parmakları, boğamamışsa da bir gözünü körletmişti. Çeşmi Efendi minimini Mahmut’u bu hâlde İstanbul’a getirmiş ve Tanrıbilmez’le arkadaşlarına katılmayı, fikrini tutmak için uygun bulmuştu.

Her biri başka bir sebeple intikam arkasında gezen bu yedi kişi, bu gece bir sohbet yapmak için toplanmış bulunuyorlardı. Şu yıkık sarayın gizli bir odasını da toplanma yeri tayin etmişlerdi.

İçmek için şarap ve oynamak için “civelek7” vardı. Gelmesi beklenen “civelek”, Kuyucu’nun iç oğlanlarındandı. Onu, Baldırıkısa ayarlamıştı. Paşa uyuduktan sonra buraya gelmesi kararlaştırılmıştı.

Yedi arkadaş, civeleğin gelmesini bekleyerek bol bol şarap içiyorlardı. Küçük Kör Mahmut, artık uyuklamaya başlamıştı. Bir parça ekmekle pekmez vererek onu odanın bir köşesine yatırmışlardı.

Tanrıbilmez, biraz sabırsızlanıyordu. Vakit de bir türlü geçmiyordu. Civeleksiz şarap ise hemen hemen acı bir şurup hâlini alıyordu. Genç Mehmet, Tanrıbilmez’i oyalamak için konuşma zeminini değiştirmişti.

“Aman ammi…” diyordu. “Babanın Lütfi Paşa’ya dediğini anlatsa ki, vakit geçer.”

Yediler meclisinin bütün fertleri, Genç Mehmet’e uyarak hep birlikte ısrar ediyorlardı. O, biraz nazlandıktan sonra, nihayet hikâyeye başladı:

“Lütfi Paşa, çok okumuş bir adammış. Hatta bir de tarih yazmış, eşi benzeri yokmuş, sizin anlayacağınız, tam bir Abdurrahman Çelebi imiş. Herifin rızası var mı, yok mu, ister mi, istemez mi sorup dinlemeden günün birinde zavallı adama ‘Seni damat yapıyoruz!’ demişler. Lütfi Paşa biçaresi başından mı korkmuş, tuz ekmek hakkı mı gözetmiş, yoksa bitli Rüstem8 gibi demirbaş sadrazam olmak hülyasına mı düşmüş, ne olmuşsa olmuş, damatlığı kabul etmiş, bir de gerdeğe girince ne görsün! Kayınbiraderi olacak Kambur Cihangir9 gibi arkası çekmeceli bir sultan! İlim ve irfanı şaha kalkmış amma çare yok! Gel zaman, git zaman Lütfi Paşa’da müthiş bir kadın düşmanlığı baş göstermiş. Elinden gelse Kur’an’dan Nisa Suresi’ni çıkaracak! O sırada bir yeniçeri ile bir kadın basılmasın mı! Yeniçeri palayı çekmiş, bir sağa, bir sola sallayıp baskıncıların elinden kurtulmuş. Kadını, güya koca İstanbul’da yalnız o zina ediyormuş gibi, yakalayarak Lütfi Paşa’nın huzuruna çıkarmışlar, kadın evli olsa recmolunacak, fakat kocası yok. Şeriatın koyduğu ölçü üç beş sopa! Lütfi Paşa Hazretleri bu kadarcık bir cezaya razı olamıyor. Kadıncağızın en lüzumlu yerini şıppadak kestiriyor! Lakin akşam olup da sarayına dönünce kambur sultan karşısına dikiliyor, gözünü yumup ağzını açıyor, sanki bu ceza kendisine yapılmış gibi, paşaya söylemediğini bırakmıyor! En nihayet, ‘Bari kestirdin, kızartıp yiyeydin!’ deyince paşanın da hiddeti kabarıyor. Hançeri çekip kambur sultanın üzerine hücum ediyor. Cariyeler imdada yetişmese sultanın arkasındaki çekmecenin delik deşik olması muhakkak imiş. Kambur kız bir ah çekip bayıladursun, halayıklar sadrazamın üzerine çullanıyorlar; süpürgelerle, terlikle, yumrukla bir güzel ıslatıyorlar, elinden hançeri alıp dışarı atıyorlar.

 

Babam, Lütfi Paşa mahremi idi. Paşanın öyle kavuksuz, terliksiz, gözü yüzü tırmık, tükürük içinde selamlığa çıktığını görünce hemen yanına koşarak ‘geçmiş olsun’u bastırmış. Lütfi Paşa zavallısı da başından geçeni tamamıyla anlatmış, Figani’nin oğlu değil mi, mazmun10 sırası gelince babam durur mu?

‘Aman, paşam…’ demiş. ‘dayak yemektense sultanın dediğini yapmak tatlı olmaz mıydı?’

Bu sözü söylemiş amma soluğu da sokakta almış. Yarım saat sonra, Lütfi Paşa Dimetoka’ya sürülmeseydi babam da ahirete, dedemin gittiği yoldan gidecekti.”

Tanrıbilmez hikâyesini henüz bitirmemişti ki, oda kapısı tıkırdadı. Baldırıkısa hemen yerinden fırlayarak kapıya koştu ve biraz sonra yüzü yarım peçeli bir genç odaya girdi.

Genç misafir, üst dudağına kadar çehresini örten peçeyi kaldırmadan odada oturanların birer birer elini öpmüştü. Sıra Baldırıkısa’ya gelince peçesini açmış ve ona önce sağ ve sonra sol yanağını uzatmıştı. Müteakiben yerdeki şarap testilerinden birini alarak sakiliğe başlamıştı.

Civelek softan kısa bir kerrake11 ve altına mavi atlastan bir don giymişti. Bu donun paçaları diz kapaklarından biraz yukarıya kadar yırtmaçlı olup minimini kopçalarla yırtmaçların açıkta durmasına bir dereceye kadar karşı durulmuştu! Kerrakenin üstünde bir sıkma vardı, bunun omuzlara doğru kayan yakaları, yine yırtmaçlı olan belinin önünü kısmen açık bulunduruyor ve bu açıklıktan çocuğun beyaz teni seziliyordu. Başında kırmızı şeritli şekerci külahlarına benzeyen yaldızlı bir serpuş vardı ve külahın sağ tarafından siyah ve uzun, güzel kokan bir zülfü sallanıyordu.

Çocuk sağ dizini dik tutmak, sol dizini de yere dayandırmak suretiyle oradaki yedi sipahinin birer birer önünde duruyor ve bu vaziyette testiden şarap doldurarak dağıtıyor ve en sonunda aynı çanaktan bir de kendisi içiyordu. Sipahiler, çocuğun yüzüne bakmadan ve parmaklarına filan kendi ellerini temas ettirmeden, uzatılan çanağı alıp bir hamlede içiyorlardı.

Bu sakilik üç defa tekrar etti, civelek her sipahiye üç çanak şarap sundu, kendisi de aynı miktar içtikten sonra testiyi bıraktı, dostunun yanına oturdu.

Sipahiler, sanki iç âlemlerine dalmışlardı; her biri kendi başını almış, düşünüyordu. Kimse civeleğin yüzüne bakmıyordu, âdeta meclise bir sıkıntı çökmüş gibiydi, deminki neşe ortadan silinmişti.

Gelgelelim bu vaziyet samimi değildi. Belki o, âlemlerin adabına riayetten ileri geliyordu. Civeleklere bakmak, onlarla konuşmak ve kendilerinden bir şey istemek, zamanımızda bile Anadolu’nun bazı yerlerinde devam eden oturaklarda, kadın oynatma meclislerinde olduğu gibi, yalnız ve yalnız dildadenin12 hakkı idi. Diğerleri civeleğin karşısında suskun ve sersem oturmak mecburiyetinde bulunuyorlardı. Onun verdiği kadehten alınacak neşe, mideden göze ve ağza yükselemezdi. Onun salınarak yürüyüşü ve konuşması önünde gözlerde uyanan keyif, uyandığı yerde mahpus kalmalıydı. Ateş olup da duman çıkarmamak! Bu, o âlemlerin istisna kabul etmez bir kanunu idi.

Bu sebeple yediler meclisinde derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Nihayet Baldırıkısa, bu sükûneti bozdu:

“Haydi, can!” dedi. “Kalk, Genç Mehmet bağlama çalacak, sen de biraz dolaş.”

Civelek bu emir üzerine kalkmış, külahı çıkarıp zülfünü düzelttikten sonra pek bariz bir istekle raksa hazırlanmıştı. Yanı başındaki sazı alarak oynak bir mızrap ile telleri titreşime getiren Genç Mehmet’in peşrevden raks havasına geçmesini sabırsızlanarak bekliyordu.

Saz, beklenen ahenge geçer geçmez civelek, kovalanan renkli bir kelebek gibi, kâh eğilerek kâh kalkarak, kaçıyormuşçasına atik, bazen paralanmışçasına ağır ve bezgin dönmeye başlamıştı.

Yediler, payansız bir vect içinde, perestişkâr13 gözle, bu ateşli raksı takip ediyorlardı. Kadına bakmanın günah, kadınlarla temas etmenin cinayet azmi sayıldığı bir devirde civelek raksı âdeta kutsanıyordu.

Memleketteki siyasi ve içtimai her harekete, midevi ve şehevi bir şahsi kaideleri olmak şartıyla, önayak olan ulema zümresi “Allah güzeldir, güzel olanı, güzel yapılanı sever.” diyerek bu çirkin zevkin de genelleşmesine rehber olmuşlardı. Bu söz, ne ayet ne hadis olup kötülüğü mübah kılmak için uydurulmuş ve alabildiğine yorumlanmış bir fetva idi. Rezaletin derecesi düşünülsün ki deli biraderliğiyle namlı bir şair, özellikle bu zevki genelleştirmek için, zamanın ileri gelenlerinin yardımıyla aşk zaviyeleri açmıştı! Rıza gösterme ve razı olma yoluyla cereyan eden kötülükleri bertaraf, zora dayalı muameleler bile devlet büyükleri arasında nükteli söz söylemeye vesile teşkil ediyordu. Nitekim meşhurdur: Kazaskerlerden birinin, bıyığı, sakalı henüz çıkmış bir delikanlıya tasallutu üzerine babası, çocuğunun kana bulanmış tumanını alarak şeyhülislam efendiye şikâyete gitmişti. Mücrim kazasker cehaletiyle, şeyhülislam efendi de aşırı ilim ve irfanıyla tanınmış bulunuyorlardı.14 Çocuğun babası, elindeki suç vesikasını şeyhülislama uzatarak ağlaya ağlaya davasını anlatmıştı.

Bu hazin şikâyete karşı şeyhülislamın yaptığı muamele, getirilen vesikaya hayretle bakıp başını sallamaktan ve “Tuhaf şey! Bizim kazasker efendi bu bahiste de cahilmiş!” demekten ibaret kalmıştı.

İşte yedi sipahi de hissî dalaletiyle içinde bulunuyor, ruhen titreye titreye seyrettikleri bu manzarada hiçbir siyah nokta göremiyorlardı.

Civelek, belki bir saat dönmüş ve sipahilerin gözlerini de döndürmüştü. Nihayet saz sustu, çocuk da hiçbir yere konmadan uzun bir uçuş yaparak sonunda bir dalın üstüne düşen yorgun bir kuş gibi Baldırıkısa’nın yanına düştü.

Odadaki saz ve raks gürültüsü, küçük Kör Mahmut’u uyandırmıştı. Yavrucuk, sağlam gözünün mahmur bakışlarıyla bu tuhaf âlemi idrake çalışıyordu. Onun uyanması konuşmaya vesile olmuştu.

Civelek “Aman!” dedi. “Ne güzel çocuk! Bu da kim?”

Baldırıkısa cevap verdi:

“Çeşmi Efendi’nin oğulluğu.”

“Babası yok demek.”

Çeşmi Efendi “Evet.” dedi. “Babası yok. Zeki bir şey, fakat bana ayak bağı oluyor. Bunu bir yerde bırakamıyorum. Birlikte taşımak da müşkül… Kapılanacak bir yer bulsam şu yetimin hatırası için sipahiliği bırakıp yerleşeceğim.”

Civelek, ani bir yufka yüreklilikle müteessir olmuştu, dostuna dönerek “Ne dersin?..” dedi. “Ağayı bizim daireye kapılandıralım mı? Baldırıkısa, Çeşmi’nin bu yolda söze girişmesindeki maksadın bu neticeyi elde etmekten ibaret olduğunu anlamıştı. Diğer sipahiler de bu noktayı derhâl kavramışlardı. Hepsi, candan alakadar olarak, Baldırıkısa’nın cevabını bekliyorlardı. Bu cevap, elbette matluba muvafık olacaktı. Zira yedilerin, iyi ve fena günlerde, yekdiğerine yardım etmeleri aralarındaki misak icabındandı.

Baldırıkısa tereddüt etmedi:

“Çok âlâ olur.” dedi. “Şu işi hemen beceriver, arkadaştan bir gün gelir, paşan da memnun kalır.”

Biraz sonra civelek, Baldırıkısa’dan izin istemişti. Kör Mahmut’un babalığına iş bulunca haber verecekti. Şimdi, Kuyucu uyanmadan saraya dönmeliydi. Baldırıkısa, gözleriyle arkadaşlarının görüşünü aldıktan sonra sadece “Uğurlar olsun, civan!” dedi.

Civelek yine sipahilerin ellerini öperek ve dildadesine yüzünü öptürerek oradan sessizce çıkmıştı. Onun müfarekatını müteakip mecliste velveleli bir şetaret başlamıştı. Arkadaşlar, Çeşmi Efendi’yi tebrik ediyorlardı. Kuyucu’nun kapısına kapılanırsa onun pek yaman oyunlar oynayabileceğini düşünerek bu akşamki tesadüfün kutsiyetine inanıyorlardı.

Şarap testileri ise sürekli dolup boşalıyordu, her sözü bir çanak şarap takip ediyordu. Hepsi çakırkeyifliğin de üstünde sarhoş olmuşlar gibiydi. Ellerinden gelse ve şaraplar bulunsa akşamdan beri içtikleri kadar yine içeceklerdi. Fakat bir testi şarapları kalmıştı, sabah da yaklaşıyordu, amele gelmeden burayı terk etmek lazımdı.

Çeşmi’den başkası, devletçe birer suretle suçlu olan bu adamlar, gerçekten İstanbul’da serbestçe geziniyorlardı. Çünkü kendilerini şahsen, ancak sipahiler tanıyabilirdi. Dergâh-ı Ali kapıcıları, vezir çavuşları, asesler gibi zabıta vazifesi görenler, bu suçluları teşhis edemezlerdi. İsteseler de kolay kolay el vuramazlardı. Yeniçeriler gibi Sipahi Ocağı’nda da henüz “hafiye”lik yoktu. Saraydan veya sadrazam dairesinden, isim tahsisiyle bunlardan birinin takibinde ısrar edilirse ozaman muamele başkalaşır ve suçluların ele geçmeleri ihtimali ziyadeleşirdi. Lakin Karaman’daki cinayet veya Belgrat’taki bir “sille”

meselesi için İstanbul’da ciddiyetle adam aranılması makul değildi. O devirlerde, mekân değiştirmekle suçun mahiyeti ortadan kalkar gibi bir hâl vardı. Bununla beraber kendilerinin topluca bir mahalde görülmesi, derhâl işin şeklini değiştirebilir ve muhakkak hükûmeti ve hele o sırada hükûmetin başında bulunan Kuyucu’yu şüphelendirirdi. Binaenaleyh gün doğmadan dağılmalıydı.

Baldırıkısa, son testiyi de içip dağılmak fikrini ileri sürmüştü. Tanrıbilmez, başını kaşıyarak bağırdı:

“Güzel güzel konuşuyorduk, kardaşça eğlendik, Çeşmi’ye de uçmak için kanat temin ettik. Gelin şimdi bu eğlentiye sipahice bir nihayet verelim.”

Arkadaşlar, “Nasıl verelim? Ne yapalım?” diye soruyorlardı. O, “Siz karışmayın, yalnız testi ile çanağı alın, arkamdan gelin.” diyordu.

1Reksan: Raks eden, dans eden, oynayan. (e.n.)
2Konuşma, aynen tarihten alınmıştır. (y.n.)
3“Allah’ın laneti üzerine olsun!” (e.n.)
4Mahnuk: Boğulmuş, boğazı sıkılmış. (e.n.)
5Septe düşmek, tımar vazifesi mahlul oldu demektir. (y.n.)
6Has, maaş mukabili olarak büyük memurlara tahsis olunan varidatın alındığı yerlere denir ki, hasları ekseriya, livalar ve vilayetler teşkil ederdi. (y.n.)
7Civelek, onuncu ve on birinci asırda başlayan ve çoğalan içtimai ahlaksızlıklardan olup yeniçerilerin, sipahilerin yüzlerine yarım peçe örterek yanlarında gezdirdikleri genç çocukların unvanıdır. (y.n.)
8Rüstem Paşa damatlığa namzet iken rakipleri “cüzamlıdır” demişlerdi. Kendisi osırada Diyarbakır’da idi. Saraydan mutemet bir memur gönderilerek ansızın don ve gömleği muayene ettirildi. Tesadüfen gömleğinde bir bit bulundu. Cüzamlılarda bit bulunamayacağı halk arasında geçerli olduğundan paşa da damatlığına kabul görüldü. (y.n.)
9Cihangir Camii, bu kambur çocuğun namına izafeten yapılmıştır. (y.n.)
10Mazmun: Nükteli, sanatlı, ince söz. (e.n.)
11Kerrake bir nevi entaridir. (y.n.)
12Dildade: Gönül vermiş, âşık. (e.n.)
13Perestişkâr: İbadet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen. (e.n.)
14Kazasker, Çivizade’dir. Şeyhülislâm ise meşhur Yahya Efendi’dir. Fetva kapısından adil bir muamele görmeyen mağdur çocuk, bilahare bahtından tavize nail olarak Ahmet Paşa namıyla Mısır valiliğine kadar yükselmişti! (y.n.)