Kitobni o'qish: «Ordusunu Arayan Kumandan»
ÖN SÖZ
Necip Fazıl Kısakürek, Türk düşünce tarihi, Türk edebiyat tarihi ve Türk siyaset tarihi bakımından nevi şahsına münhasır bir konuma sahiptir. Düşünce tarihimiz açısından onun sadece şair, tiyatro yazarı, senaryo yazarı, hikâyeci, romancı, dergi ve gazete sahibi ve yazarı kimlikleri olmadığını ve ideolocya örgüsü ile birlikte birtakım kavramları yeniden inşa edici bir rol oynadığını biliyoruz. Bu açıdan Türk düşünce ufuklarını tayin etmeye kalkıştığınızda mutlaka yolunuz Necip Fazıl’dan geçecektir.
Edebiyat tarihimiz açısından da onun müstesna bir yeri vardır. Edebiyatın hemen her alanında eser vermekle kalmamış; özellikle sağlam hecesiyle aruzun terk edilmesi nedeniyle ahenk zaafı yaşayan şiirimizde bir gelenek inşa etmiş ve fakat modern mazmunları ve konuları şiirimize kazandırmıştır. Kriz entelektüel onunla Türk şiirinde zirveye erişmiştir. Akif’in toplumcu ve kendini azade eden şiir anlayışı yanında hafakanları, zaafları, bunalımları, iç ben ile uğraşıların yükselttiği duyuşlarıyla Necip Fazıl, ferdin kendi içinden topluma yönelen arayış ve aşkının ifadesini yakalamıştır. Bir anlamda Türk Bodler’i1 olarak, Tanzimat’tan beri Türk şairlerinin yakalamak istediği sesi yansıtmıştır.
Türk siyaset tarihinde de bir dönem, önemli bir fonksiyon ve aktör olmuştur. CHP’nin yeni “İstiklal Marşı” için başvurduğu bir şairdir o. Sonradan “Büyük Doğu Marşı” olan şiir, aslında 1937’den sonra yeni dönem için hazırlanan üç siyasi ismin kurguladığı yeni Türkiye için tayin edilmiş millî marş olacaktı. Fakat bu darbeciler başarılı olamadı. Şiir üstlendiği fonksiyonu ifa edemedi.
Sonra İnönü döneminin ana rahminde teşekkül eden muhalefetin, daha doğrusu yeni dünya düzeninde Türkiye için planlanan yeni siyasi yapının içinde rol almaya çalışan bir fikir mahfili olma iştiyakı yahut ihtiyarı… İlk dönem Büyük Doğu hamlesi… Menderes ve Büyük Doğu münasebeti… İhtilal söyleminin de kendince yeniden inşası… 60 sonrası Türkiye’sinde Demirel’e uyarıcı vicdanın temsilcisi olarak yeni görev yüklenmeler… Sağ siyasetlerin ortasında İslam bayraktarlığının fikir ve eylem planında adres soruşturması ve sonunda Erbakan yanında bir aksakal olarak başvuru kaynağı… Oradan 70’ler Türkiye’sinde ihtiyacını hissettiği Büyük Doğu gençlik örgüsünün biçimlenmesi için tekrar tekrar uğraşılar, son çare olarak Akıncılarla Ülkücülerin bileşkesinden Gençliğe Hitabe’nin muhatabı bir yeni gençlik paydası meydana getirme gayretleri… Türkeş ve MHP’sinde aradığı cevvaliyeti bulduğu inancı ve 12 Eylül müdahalesine uzanan süreç içinde artık çıkaramadığı dergi yerine piyasaya sunduğu Raporlar…
Gerçekten de kendisini bir prens olarak gören şair, sadece İstanbul kadınlarının gönlünü çelen bir küçük burjuva değil, ülkenin kaderine oynayan bir kriz entelektüeldir. Sancıların, çilelerin, bunalımların yoğurduğu, en kadim olandan en yeniye uzanan kavramsal inşanın kendi beninden gençliğin ve toplumun bütününe yönelik olarak da ibdası-inşası için nefsini feda eden yahut diğer bir deyişle öne geçiren lider olarak Necip Fazıl, “kumandan” sözünü çok tutuyordu.
O bir kumandandı. Napolyon gibi…
Zaten Napolyon’un kendisini öldürmeye gelen ordulara karşı yaptığı konuşmayı ve askerleri kendi yanına nasıl kattığını ne de güzel anlatırdı. Üstad’ın Fransızcasına o hitapla muttali olmuştuk.
O elbette kumandandı…
Ordu ise Büyük Doğu…
Kaç kişilik olduğu pek tartışmalıdır fakat yine de Büyük Doğu bir orduydu ona göre… O da bir kumandan…
O, orduyu sevk ve idare ederdi. Nasıl mı?
Önce derginin hazırlanışı, yazıların siparişi, tasnifi, mahkemenin kurulması (Dergide bir “edebiyat mahkemesi” sayfası vardı ve orada edebiyatımızın büyükleri yargılanırdı.), yazılması, derginin sayfalarının çatılması ve sonra baskısı, dağıtımı hep bir sevk ve idare işiydi.
İkinci olarak derginin okuyucusu ile buluşması… Bu hem derginin / gazetinin satılması işidir hem de zaman zaman verilen konferanslarla, yapılan toplantılarla bir Büyük Doğu bağımlılığı oluşturma işidir.
Gönüllüler, onun konferans vereceği yere giderler ve organizasyona katılırlardı. “Büyük Doğu” mecmuası almak, okumak ve okutmak bir dava adamlığı gibiydi.
Öyle ki bir zaman Türkiye’de “Büyük Doğu”cu adıyla maruf bir kitlenin siyasi çevreler için dikkate alınması gereken bir cemaat gibi algılandığını söyleyebiliriz.
Zamanla bu “Büyük Doğu”cu kitle, yine Üstad’ın işaretiyle değişik partilerde yer alsa da kumandanın ordusu olarak asla gereği kadar teçhizatlanamadı ve hemen hemen hiçbir muharebeyi kazanamadı.
Ordunun Üstad’dan sonra en kıdemli kurmayı yine bütün bedeniyle, davranış biçimiyle, konuşma üslubuyla, duruş ve edasıyla Hilmi Oflaz’dı.
Hilmi Oflaz, meslek olarak işportacıydı. Üstad’ın kitaplarını en iyi pazarlayan yayıncı ve dağıtımcı sayılabilirdi. Tek katlı evinin neredeyse bütün odaları Üstad’ın kitaplarıyla doluydu. Gönlü genişti. Sigara içerken tıpkı Üstad gibiydi. Üstad da onu en seçkin insanların bulunduğu meclislerde onurlandırmayı iyi bilirdi.
Başkalarını filanca vali, x holdinginin patronu, filanca milletvekili diye tanıtırken onun için “Gözü bir kartalın gözünden daha keskin, bir arslan kadar yürekli, elinin tersiyle bütün dünya zenginliklerini bir tarafa itebilen arkadaşım İşportacı Hilmi!” derdi.
Birçok şair ve yazar, “Büyük Doğu” mecmuasının kadrosunda görev almış, birçok profesör yazı yazmış olmakla birlikte ne kadarı “Büyük Doğu” ordusunun sadık neferiydi bu ancak Üstad’ın ayıklaması ile mümkün olabilirdi.
“Necip Fazıl” adlı çalışmamızı daha önce biyografi denemesi olarak yirmi dört kitaplık bir set hâlinde Alternatif Yayınlarından çıkarmıştık. O zaman Alternatif Yayınlarının editörüydüm ve Namık Kemal’den günümüze en önemli yirmi dört düşünce adamını seçip yazarlara sipariş ederek yazdırmıştık.
O serinin sunuşu şu cümlelerle başlıyordu:
“Düşünce dünyamızı aydınlatmış isimlerin ve onların eserlerinin, bugün yeterince tanınmadığı bir gerçektir. Özellikle genç nesiller, düşünce dünyamızın yıldızlarını tanımıyorlar. Son dönemde önemli bir kopuşun yaşandığını düşünüyoruz.
Türk kültürüne, Türk düşüncesine, Türk edebiyatına eserleriyle ve çalışmalarıyla hizmet etmiş, yön vermiş şahsiyetler, aramızdan ayrılmış olsalar da yaşamaya devam ediyorlar. Aradan geçen zaman, onların değerini azaltmamış aksine daha da arttırmıştır. Onlar bugün de yolumuza ışık tutuyorlar.
Şimdi onların yeniden keşfedilmesi, okunması ve yorumlanması gerekmektedir. Çünkü 20. yüzyılda ortaya koydukları bu birikim, içine girdiğimiz yeni yüzyılda da belirleyici olmaya devam ediyor. Günümüzde konuşulmaya ve tartışılmaya devam eden çoğu konuyu, yıllar önce onların ele aldığını görüyoruz.
Sıfırdan bir Türk düşüncesi meydana getirilemeyeceğine göre, düşüncemizi o birikim üzerine inşa etme mecburiyetimiz vardır.
Türkiye bugün kökleriyle buluşma sürecini yaşıyor. Bu süreçte karşımıza işte bu birikimi oluşturan isimler çıkıyor. Bir Cemil Meriç, bir Tanpınar, bir Akçura, bir Erol Güngör, bir Ülgener vb. sanki yeniden doğuyorlar.
(…)
Kendi kaynaklarımıza dönme anlamına da gelen bu dizide yirmi dört isim yer almaktadır: Namık Kemal, İsmail Gaspıralı, Mehmet Akif, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Yahya Kemal, Zeki Velidi, Peyami Safa, Tanpınar, Arif Nihat, Necip Fazıl, Atsız, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Sabri Ülgener, Osman Turan, Cemil Meriç, Serdengeçti, Ahmet Kabaklı, Dündar Taşer, Galip Erdem, Ahmet Arvasi ve Erol Güngör.
Dizideki her kitap, o ismin özelliğine göre bazı değişiklikler gösterse de genel bir çerçeveye uyuldu. Kitapların girişinde yazarın hayatı, şahsiyeti, düşünceleri ve çalışmaları yer aldı; diğer bölümde ise eserlerinden seçmeler yapıldı. Eserlerinden seçmeler yapılırken ele alınan yazarın veya düşünürün, bütün yönleriyle yansıtılmasına çalışıldı.
‘Türk Düşünce Ufukları’ dizisi, okuyucuyu dizide yer alan yazarlarımızın, düşünürlerimizin asıl eserlerine ulaştırarak mütevazı bir köprü olmak üzere hazırlandı.
Bu diziyle, Türk düşüncesinin kilometre taşları olan yazarlarımızın, genç nesiller tarafından tanınmasına, okunmasına vesile olabilirsek kendimizi bahtiyar sayacağız.”
Necip Fazıl, her ne kadar Namık Kemal’den başlayarak kendisine kadar gelen şair, yazar ve Türk düşünce ufuklarını oluşturan kalemleri, eleştiri boyutunu da aşan ifadelerle doğramışsa da kendisi bizatihi onların ortak paydasının simgesi hâline gelmeye de özen göstermiştir. Bu biraz da ordu ve kumandan arasındaki sadakat çizgisinin perçinlenmesi amacına yönelik bir davranış olsa gerektir. Hem yeni hem eski olanın bileşkesini bulmak kolay mı? Nasıl Namık Kemal, eski edebiyatı çok iyi bilmesine rağmen yıkılması gerektiğine kani ise Necip Fazıl da kendinden evvelkileri aynı metotla yıkmak ve yerine kendi flaneurünü oturtmak istiyordu. Dönemin rüzgârlarının da bunda payı büyüktür.
Agâh Oktay Güner, 12 Eylül 1980 İhtilali sonrası yaşananlara MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında “kendisi mahpus fikri ise iktidarda” diye bir açıklama getirmişti. İbda hareketinin öncülerinin içeride, sempatizanlarının ise iktidarda oluşu bugün ordu ve kumandan ilişkisini çözümleme ihtiyacını daha bariz ortaya koyuyor.
Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu
GİRİŞ
Mehmet Akif; tekke, sokak, okul, ev, cami, resmî daire Türkçesinin en sade ve yakın üslupla -ama aruz vezniyle- toplumun ve gerçekçi şiirimizin zirvesi olmuş fakat bütün samimiyetine rağmen kendi benliğini, şair ruhunu şiirine katmamıştır. Necip Fazıl ise kişisel zaaflarını, benliğini, korkularını, hafakanlarını, nefsi muhasebelerini şiirinin nirengi noktası yapmıştır. Bu anlamda Necip Fazıl da Türk şiirinde yeni bir fasıl açmıştır.
“Çile”nin, “Kaldırımlar”ın şairi, cumhuriyetin ilk yıllarında elde ettiği statüyü kullanarak sanatını ruhçu-maneviyatçı fikriyatının hamisi kılmayı bilmiştir. Bir bohem-şair kimliği altındaki bu fikriyatı, Arvasi Hazretleri’yle karşılaştıktan sonra geleneğin dinginliğine, huzura ermiş ve ondan sonra sanki derin bir mesuliyetle görev adamlığı devri başlamış; artık çelik çomak oynamak biçimindeki sanat, Allah’ı arayan sanata kalp edilmiştir.
Necip Fazıl sanatın ve hayatın her alanında eserler vermiş ve at koşturmuştu. Dergiler çıkarmış, radyo projesi ortaya koymuş, konferanslarını hatta mahkemelerini bir medya olayı hâline getirmiş bir medya operatörü olmanın yanında; İnönü’den, Menderes’e, Demirel’den, Erbakan’a ve Türkeş’e kadar hem her siyasi lidere yön göstermiş; hem de her siyasi kadroya üstad olmuştur. İdeolojiler çağında gençlik, çeşitli düşünceler peşindeyken kendine mahsus kavramsal dünyasıyla “İdeolocya Örgüsü”nü salık vermiştir. Konferansları, tiyatro eserleri, gazete ve dergi yazıları, hikâye ve senaryoları, roman ve tarih denemeleriyle çok yönlü bir yazar olan Necip Fazıl, Sultan-ı Şuara unvanıyla -esasen şair olarak- edebiyat tarihimize geçmiştir. Türk modernleşmesinin, Namık Kemal’den günümüze gelen ortak çizgisinin teşkil ettiği “Türk Düşüncesi” bakımından her ne kadar Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Erol Güngör gibi sistematik bir fikriyat çerçevesi ortaya koymamışsa da Namık Kemal gibi sanatı, fikriyatının hizmetine sunarak, değinmelerle şok edici, çarpıcı bir işlev görmüştür. Nasıl Namık Kemal’de hürriyet, vatan, meşveret, meclis, İttihad-ı İslam gibi kavramlar, o zamanki devlet idaresi ve millet hayatı için yeni ve düşündürücü etki yapmış ve böylece Kemal bir fikir yenileyicisi olmuşsa; Necip Fazıl da “müdir fikir”, “cami mihverli medeniyet”, “tersine dönmüş ehram” ve bunlar etrafında kullandığı polemikçi dili ve zengin kelime dünyasıyla camide mahpus Müslüman’ı sokağa taşırmayı bilmiş, üniversite gençliğine aristokrat duruşu gösterecek sünepe politikacı tipinin ötesinde bir öz güven aşılamıştır. Türk düşüncesinin bin yıllık geleneksel ve bu toprağa bağlı fikriyatı, Tanzimat’tan sonra Batı tesirinde yenilenme devresinde Namık Kemal’den Erol Güngör’e çok çileli bir yüzyıl yaşamıştır. Necip Fazıl, bu yüzyılın tam ortasında olarak ilginç kişiliğiyle hem yüzyılın başındaki Kemallere, hem de sonunda yer alan bizlere uzanmaktadır. Gençliğimizde Üstad’la yakın teşrik-i mesaimiz olması ve onun mücadelemizde sahip olduğu özel konum bizi de ister istemez yüzyılın sonu ile başını bütünleştirmeye itiyor.
“Ordusunu Arayan Kumandan” tabirini yakıştırıyorum ona. Gerek “Gençliğe Hitabe”si gerek “Büyük Doğu Marşı” gerekse “Büyük Doğu”yu sadece bir dergi ve gazete yahut bir yayınevi olarak değil bir dernek ve / veya kulüp olarak örgülemesi bizim toprakların bir sivil inisiyatif hareketi olarak değerlendirilmelidir.
Ordusunu Arayan Kumandan olarak Necip Fazıl, kültürel tabanları, bir anlamda gençlik potansiyelini yanına alarak bir diriliş nesli vücuda getirmek arzusundadır. Bu, gerçi ilk bakışta kendisine bir okuyucu kitlesi kazandırma hamlesi olarak algılanabilir fakat üstlendiği mesuliyet ve onun icabı çekilen çileleri göz önüne aldığımızda bin yıllık terkibin çağdaş iz düşümleri olarak bir hatta birkaç kuşağın üstlenmesi gereken vazifeleri işaret ettiğini ve buna öncülük ettiğini anlayabiliyoruz. Eğer sadece okuyucu yani “reyting” için çabalıyor olsaydı daha eziyetsiz, zahmetsiz, kolay yoldan bunu yapabilirdi.
Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, “gençlikle köprübaşı bir genç” aramaktadır. Neden? Birincisi; yaşı artık bir gençlik lideri olmak için hayli geçmiştir ve gençliğinin bohem hayatına ve işlediği günahlara karşılık gelecek bir sevap, bir emri bil maruf peşindedir. İkincisi; Türkiye gerçekten dönüşmüştür ve bu dönüşümlerin kuşaklarının inşası için üzerine vazife düşmektedir. O, bu yeni neslin vicdanı, bilgisi, aklı, ruhu, heyecanı, fikir ve eylem planı için birikim sahibi olduğunu düşünmektedir.
Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, üç dönem boyunca (1950’li yıllar, 1960’lı yıllar ve 1970’li yıllar) meydana getirilen siyasi hareketlerin, kültürel tabanları yani gençlik potansiyellerini kendilerine nasıl çekip kullandıklarını müşahede etmiştir. Her siyasi hareket, siyasi taban yetiştirmeyip hazır olan kültürel tabanlar üstüne oturmuştur. O bunun farkındadır. Bu tabanlar ve potansiyeller gerçekte onların değildir. Bu yüzden siyasi partilerin hizmetine koşan gençliği asıl fikir ve eylem planında “Büyük Doğu Gençliği” olarak yeniden bir kimliğe eriştirmek imkânı her zaman vardır.
Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, siyasi bir tercihle ve böylelikle belki milletvekili filan olabilmek için öyle her politikacının yaptığını yapamazdı. Siyasi partiler onu davet edeceklerse taşıdığı o büyük miras ve emanetin de taşıyıcısı olmak durumundaydılar.
Gerek Menderes gerek Demirel gerek Erbakan gerekse Türkeş ile münasebetinde bu emanet ve mirasın belki de konuşulmadık ve asla da konuşulamayacak gururlu heyakilini oluşturuyordu. Bu heyakile nüfuz edebilmek ve bederine sahip çıkabilmek yahut temessül edebilmek için bir empati, bir (Mehmet Akif’in ifadesiyle) “tabiat-ı icad” gerekiyordu. Oysa siyasiler klasik “aksakal” konumu ötesinde Necip Fazıl’dan daha fonksiyonel bir siyasi rol beklemiyor, talep etmiyorlardı. Böylece Kumandan, ordusunu kullanamayan bir emekli generale dönüşüverdi. Yalnız kalan paşanın yine emekli “Büyük Doğu”cular dışında samimi münasebette olduğu pek ender insan kalmıştı.
Ordusunu arayan kumandanı ben 70’li yılların ortalarında tanıdım. MSP ve Akıncı kimliğine daha çok sarılan ordusunu yitirmiş yahut bu orduyla arasına duvarlar örülmüştü. Sempatik, iyi niyetli duvarlar…
Ordusu artık onu şöyle böyle dinliyor, ciddi olarak kulak asıp söylenenleri kalbine taşımıyordu. Bunun farkındaydı. Her kitabından haylice miktar alıp ülkücü gençliğe kazandıran bu yeni genç üstelik kendisi gibi Dulkadiroğulları’ndandı. Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, bu yeni dönemde yeniden strateji, taktik ve fikir-eylem planını hayata geçirebilecek bir fırsat bulmuştu. Ülkücüler daha doğrusu kendisini davet eden ve okuyan, anlayan ülkücüler, öncekiler kadar siyasileşmemişlerdi ve diğer gruplara karşı fanatik gözükmüyorlardı. Yani ülkücülerle akıncılar, “Büyük Doğu” fikriyatı etrafında yeniden teşkilatlanabilir veya fikir ve eylem planında bir ittifak meydana getirebilirlerdi.
Ordusun arayan kumandan olarak Necip Fazıl, ne yazık ki bu hayalini gerçekleştiremedi. Zira öncekiler onu kavrayamadılar, kavrasalar bile siyasi bağıntılarından kurtulamadılar. Hatta o zamana kadar olan tesirini bile etkisizleştirmek, yok etmek için uğraştılar. Bir anlamda Kumandan’ı aforoz ettiler.
Ancak akıncılar arasından bir grup onun izini sürmeye devam etti.
Daha sonra İbda adını alacak olan ve “Akıncı Güç” adıyla dergi çıkaran bu grup, iddiasını sivil inisiyatifin ötesine taşıdı ve ulaşacağı kültürel tabanlara ne yazık ki ulaşamadı.
Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl’ın, hayatı eserinden büyük adamlar arasına katılması yerinde olur. Hayatı cumhuriyet neslinin bütün evrelerinin bir enstantaneler zinciridir. Halkalar hâlinde pırıltılar… Bazen birbirine geçmiş, bazen her biri bir yere dağılmış halkalar…
HAYATI
“Ahşap Konak”tan sokaklara; şehirli, bohem ve aristokrat Müslüman
26 Mayıs 1905 – 25 Mayıs 1983
Kahramanmaraş’ın köklü bir ailesinden gelen Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in büyükbabası, mahkeme reisliğinden emeklidir ve Çemberlitaş’taki konağı, şairin çocukluğunun geçtiği, hayatında önemli bir yer işgal eden yerdir. Bu konak doğrudan Necip Fazıl’ın şiirinin de ilham kaynağı olmuştur. Anne, sevgili, şehir, hafakanlar, tarih çoğu zaman bu konak etrafında dönen motiflerdir.
Necip Fazıl, ilköğrenimini ve ortaöğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebinde (Askerî Deniz Lisesi) tamamladı. İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa’da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Fransa’daki fikir ve sanat ortamı ile bohem ilişkiler, şairin hayatında önemli değişiklikler yaptı.2
Özellikle Fransız şair Bodler’in etkisinde kalan şair, aynı zamanda şiir dünyasının harcını sokak, şehir, kadın, hafakan, daüssıla, karanlık ve daha birçok temel kavramla birlikte bizzat yaşayarak karmaktadır.3
Daha Fransa’ya gitmeden on yedi yaşında şiir yazmaya başlayan Necip Fazıl, Yahya Kemal’in, Fuad Köprülü’nün, Halide Edip’in, Yakup Kadri’nin yazdığı “Yeni Mecmua”da şiirler yazar. Fransa’ya gitmeden önceki şiiri ile döndükten sonraki şiiri mukayese edildiğinde görülecektir ki gerçek Necip Fazıl’ın ruh dünyası, zaten ruhçu şiire mütemayildir.
Türkiye’ye döndükten sonraki yıllarda Robert Kolejinde, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde, Konservatuvarda ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde hocalık yapar.
1934 yılından itibaren hayatında köklü değişiklikler olur. Şeyh Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve mistik düşüncelere açık şairde tasavvufi derinlik daha da artar. “O ve Ben”, “Halkadan Pırıltılar” yanında tiyatro eserleri bu dönemde edebiyatımıza kazandırılır.
“Tohum”, “Para”, “Bir Adam Yaratmak” gibi tiyatro eserleri büyük ilgi görür.4
İsmet İnönü’nün tek parti dönemine rastlayan “Büyük Doğu” devrinde yazdığı yazılar sebebiyle sürekli mahkeme koridorlarındadır. Yüzlerce yıl hapis cezası talep edilir. Bazı yazıları nedeniyle mahkûm da olur.5
Hapishane hatıralarını “Cinnet Mustatili” (bir başka baskıda “Yılanlı Kuyudan”) adlı eserinde toplar. Atlara çok tutkun olan Necip Fazıl, 1957’de “At’a Senfoni” adlı eserini yazar. Türkiye Jokey Kulübünün sponsor olduğu kitap, atlara olan sevdayı aktarırken yine de sipariş kitabı olmaktan kurtulamaz.
Yazılarını “Büyük Doğu” mecmuasından başka “Yeni İstanbul”, “Son Posta”, “Babıali’de Sabah”, “Bugün”, “Milli Gazete”, “Hergün” ve “Tercüman” adlı gazetelerde yayımlatır.6
Uzun yazı hayatı boyunca bir kitaplık dolusu kitap neşreden Necip Fazıl, mücadele dolu hayat hikâyesini “Babıali”, “O ve Ben”, “Kafa Kâğıdı” gibi eserlerinde anlatmıştır.
1980’de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nü, 1981’de Millî Kültür Vakfı Armağanı’nı (İman ve İslam Atlası), 1982 Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü’nü alan Necip Fazıl Kısakürek, Türk Edebiyatı Vakfınca İstanbul’da Şairlerin Sultanı (Sultan-ı Şuara) unvanıyla da ödüllendirilmiştir.7
1983 yılında Hakk’ın rahmetine kavuştuğunda bile hâlâ süren mahkemeleri olan Sultan-ı Şuara (Şairlerin Sultanı) Necip Fazıl, üç katlı ahşap ev, Babıali ve hapishane arasında zengin bir hayat yaşadı.8
Mahkemelerle, “Büyük Doğu” ve “Ağaç” isimli dergileri yayımlamakla, İnönü-Menderes-Demirel-Erbakan-Türkeş gibi siyasi liderlere misyon yüklemekle, konferanslarla, derslerle ve polemiklerle geçen koca bir ömür…
Bodler’in “Çalar Saat”i, Necip Fazıl’ın “Geçen Dakikalarım” şiiriyle benzeşmektedir. Bodler’in “Öğlen Sonrasının Şarkısı” şiiriyle de Necip Fazıl’ın “Kadın Bacakları” adlı şiiri örtüşmektedir. “Necip Fazıl neredeyse Baudelaire’in bu manzumede kullandığı kelime dağarcığını aynen kullanır. Kadın tıpkı Baudelaire’in şiirinde olduğu gibi ‘tapınılacak’ bir fetiş, kutsal ögedir. Baudelaire, ‘Nasıl rahip tapıyorsa putuna / Ben de öyle sofu, tapmışım sana.’ dizeleri ile metresine olan ‘büyük’ ihtirasını dinî motiflerle dile getirmişti. Necip Fazıl da ‘Boynuma doladığım güzel putu görseler / İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını.’ der.” Bodler’in “Hortlak” şiiri ile Necip Fazıl’ın “Bekleyen” şiiri aynı konuyu ele alır. Hortlak, canavar olmuştur. Necip Fazıl’la Bodler arasındaki benzerlik o kadardır ki Üstad’ın “Kaldırımlar”da gezdiği şehir sokakları İstanbul’dan çok Paris’tir. ‘Baudelaire’in bu şehirli dikkati ne yazık ki Necip Fazıl’da bile Paris’te tecelli etmiştir. Bu bakımdan şairin gezdiği sokaklar / kaldırımlar İstanbul değil, fenerlerin iki yanından bir sel gibi aktığı Paris sokakları / kaldırımlarıdır.” (Ali İhsan Kolcu, Albatros’un Gölgesi – “Baudelaire’in Türk Şiirine Tesiri Üzerine Bir İnceleme”, Akçağ Yayınevi, Ankara 2002, s. 275-335)
Hafakanlar şairi ruhçu Necip Fazıl, hocam-kurtarıcım dediği Şeyh Arvasi ile karşılaştıktan sonra tiyatro, senaryo, roman, hikâye, konferans ve şiirlerini hep bir vaaz yönünü-görevini de dikkate alarak üretmiştir. Bir mülakatta ne diyor: “Tiyatro benim için içtimai davada en büyük bir vaaz kürsüsüdür. Aynı şairi her yerde bulacaksınız. İdeolocya Örgüsü’nde o şairin tefekkürü vardır. Şiir kitabında tahassüsü vardır. Tiyatro çok enteresan bir Batılı keşif… Hayat donuyor o çerçevenin içinde. Dondurulmuş bir hayat. Orada da benim davamın şahıslara, entrikaya intikal etmiş, vakıaya intikal etmiş şekli vardır. Bunlar hep sanatımın müştaklarıdır. Tıpkı petrolden çıkan müştaklar gibi…”(Meş’ale Dergisi, Sayı: 33)
“Senaristi, başoyuncusu ve yönetmeninin Necip Fazıl olduğu bir film hayal ediyorum. Bu film soyut sinemanın en güzel örneklerinden olurdu ve bu filmin senaryosu da mevcut Necip Fazıl senaryolarına hiç benzemezdi.” (Muhsin Mete, Bütün Yönleriyle Necip Fazıl Sempozyumu, TYB, 1994)
Bütün ömrü boyunca mahkemeler Necip Fazıl’ın peşini bırakmadı. Sultan-ı Şuara seçildiği gün de vefat etiği gün de mahkemeleri vardı. Fakat basın hayatında iki büyük mahkeme dikkati çeker. Biri Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasıyla ilgili açılan Malatya Davası, diğeri de 1974’te açılan Türklüğe Hakaret Davası. Birincisinde savunması şöyleydi: “İddianame karşısında mücerred insanlık ve düşmanda bile aranan liyakat ölçüsü adına utanç duyuyorum. Bu yüzden kanunun bana verdiği her türlü müdafaa hakkımı kullanmayı, iddianameye kendi cinsinden bir üslup tavsif husumetiyle mukabele etmeyi zaaf ve küçüklük saymaktayım.” İkincisinde ise şöyle der: “Böylece sadece şahsımı değil, amme vicdanını da incitmiş olan savcıya yüce mahkemeniz ve Türk amme vicdanı önünde hicap terleri dökerek teessüf ederim.”
Necip Fazıl, hapishane hatıralarını “Yılanlı Kuyudan” adlı eserinde ebedîleştirdi. “Bizde hapishane hiçbir suçun ızdırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir. O bir yılanlı kuyudur ve bekçileri içine değil, yalnız kapağına hâkimdir.”
İslamiyetin şehirleri terk ettiği bir dönemde şehirli-aristokrat bir Müslüman edasıyla Anadolu gençliğini kendisine yakın bulan Üstad, mahkemeleri de davasının arenası yapmıştır. Onun davaları ile ilgili olarak Şükrü Karatepe şöyle diyor: “Necip Fazıl’ın bir numara olma özelliğini davalarında da da görüyoruz. Bu nedenle Üstad’ın davaları, yargılaması, yapılan suçtan çok kendisinin öne çıktığı bir tür gösteriye dönüşmüştür. Mahkemeler Necip Fazıl için davasını anlatacağı bir fırsatır. Kendisine yöneltilen suçlamayı reddettiği hiçbir davasında görülmemiştir. (…) Üstad, düşmanlarına karşı her zaman onları küçümseyen, değer vermeyen ve tepeden bakan bir tavır takınmıştır. Bu durum savcılara karşı da kendini gösterir. Şartlar zorlaştıkça keyiflenen, mücadele şartlarının çetinliğinden bilenen Üstad, şövalyelik ruhunun tatmini için savcılara karşı sürekli saldırı pozisyonunda olmuştur.” (Şükrü Karatepe, “Necip Fazıl Davaları”, Bütün Yönleriyle Necip Fazıl Sempozyumu, TYB, Ankara, 1994)
Şükran Kurdakul, Üstad’ın basın hayatı için şöyle yazıyor: “İlk dizisi düşün ve sanat dergisi niteliğinde olan ‘Büyük Doğu’yu (1943-1954) çıkarmaya başladıktan sonra resmî göreve girmedi. ‘Son Posta’, ‘Yeni İstanbul’ gazetelerinde fıkra yazarlığı yaptı. ‘Büyük Doğu’yu ikinci kez siyasal gazete olarak çıkardı. 1945’ten sonra tutucu zümrelerin değer saydığı konuları işleyerek tarihsel ilerleme bilincine aykırı doğrultuda yazıları kitaplarıyla çağdaş düşünce verilerinin dışında kalan yazarlar arasına katıldı. ‘Yeni Mecmua’daki (1923) ilk deneylerinden sonra ‘Millî Mecmua’ (1924-28), ‘Hayat’ (1928-29), ‘Varlık’ (1933-36), kendi yayını ‘Ağaç’ (1936) dergilerinde çıkan şiirleriyle cumhuriyet döneminde yetişen şair kuşağının en ünlülerinden biri durumuna geldi.” (Şükran Kurdakul, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü)