Avonleali Anne

Matn
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.

9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.

1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.

Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:

Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter

BÖLÜM 1
KIZGIN KOMŞU

Uzun boylu, zayıf, “on altı buçuk yaşında”, gri gözleri ciddi bakan ve arkadaşlarının kestane rengi dediği saçlara sahip bir kız, ağustosun olgun bir öğle sonrasında Prens Edward Adası’ndaki bir çiftlik evinin kapısındaki kızıl kum taşından yapılma basamağa oturmuş, Virgil’den çok sayıda mısrayı kararlılıkla tercüme etmeye çalışıyordu.

Ne var ki, mavi sislerin eğimli tarlaları sarmaladığı, hafif rüzgârların kavak ağaçlarına peri misali fısıldadığı ve bir kiraz bahçesinin köşesinde bulunan koyu renkli tazecik köknar kümesini güzellikte gölgede bırakan kızıl gelinciklerin dans ettiği bir ağustos öğleden sonrasına ölü lisanlar değil, hayaller yakışırdı. Kısa süre sonra Virgil, önemsenmeyerek yere kayıverdi. Çenesini kenetlenmiş ellerine dayayan Anne’in gözleri, Bay J. A. Harrison’ın evinin üstüne âdeta koca bir beyaz dağ misali yığılmış pofuduk bulutların görkemli yığınındaydı. Genç kız, bir öğretmenin geleceğin devlet adamlarının kaderini şekillendirdiği, gencecik zihinlere, kalplere yüce ve ulvi emeller için ilham olduğu uzaklarda, tatlı bir hayal âlemindeydi.

Aslına bakarsanız, yani acı gerçeklerle yüzleşecek olursanız… Ki bunu itiraf etmek gerekir, bu da Anne’in mecbur kalmadığı müddetçe pek yapmadığı bir şeydi… Avonlea Okulunda geleceğin meşhurları için pek de gelecek vadeden malzeme yoktu. Ama bir öğretmen tesirini olumlu yönde kullanırsa neler olabileceğini asla tahmin edemezsiniz. Anne’in, eğer bu konuda doğru yönde giderse bir öğretmenin neleri başarabileceğine dair tozpembe idealleri vardı. Ve o anda tatlı bir sahnenin ortasındaydı, kırk yıl geçmiş, ünlü bir kişi… Hangi özelliğinden dolayı ünlü olduğu ise münasip bir belirsizliğe terk edilmişti. Ancak Anne, onun bir üniversite rektörü ya da Kanada başbakanı olmasının güzel olacağını düşündü. Kırışmış ellerine doğru eğilip, içindeki azim ateşini ilk Anne’in tutuşturduğunu ve hayattaki bütün başarısının uzun zaman önce Avonlea Okuluna gittiği sırada aşılandığını söylüyordu. Bu keyifli hayal çok tatsız bir müdahale ile kesintiye uğramıştı.

Ürkek bir Jersey ineği, aceleyle yoldan aşağı iniyordu ve beş saniye sonra Bay Harrison ulaştı. Tabi “ulaşmak” kelimesi bahçeye hücum etme biçimini tanımlamak için fazla nazik kalabilir…

Kapıyı açmayı beklemeden çitten atladı ve hayrete düşmüş Anne’in karşısına öfkeyle çıktı. Genç kız ayağa kalkmış, adama şaşkın gözlerle bakıyordu. Bay Harrison, onların sağ tarafta yaşayan yeni komşusuydu ve adamı bir iki kez gördüğü hâlde onunla daha önce hiç konuşmamıştı.

Bay Robert Bell, Cuthbert hanesinin hemen yanında, batı tarafta bulunan çiftliğini nisan başlarında, Anne Queens’ten dönmeden önce satarak Charlottetown’a taşınmıştı. Bu çiftlik, ismi ve New Brunswickli olması dışında hakkında hiçbir şey bilinmeyen Bay J. A. Harrison tarafından satın alınmıştı. Ancak kendisi Avonlea’de daha bir ay kalmadan tuhaf bir insan olmasıyla nam saldı. “Çatlak” demişti Bayan Rachel Lynde. Bayan Rachel, kendisi ile müşerref olmuşların hatırlayacağı üzere dobra bir hanımefendiydi. Bay Harrison diğer insanlardan kesinlikle farklıydı. Bu da herkesin bildiği üzere çatlak olmanın asli gereğidir.

Evvela çiftliğini kendisine sakladı ve kendi mekânında şapşal kadınları istemediğini aleni bir şekilde bildirdi. Fakat kadınsı Avonlea evine nasıl baktığı ve yemek yapma becerileri hakkında korkunç rivayetler anlatarak intikamını almış bulundu. White Sands’ten küçük John Henry Carter’ı kiraladı ve rivayetleri John Henry başlattı. Bir kere Harrison hanesinde yemekler için belirlenmiş bir saat yoktu. Bay Harrison acıktığında “bir lokma” yerdi ve eğer John Henry yakınlardaysa o da bir parça almak için gelirdi. Diğer türlü John Henry bir sonraki acıkma nöbetine kadar beklemek zorundaydı. John Henry, pazar günü evine dönüp de karnını güzelce doyurmasa ve annesi kendisine pazartesi sabahı götürmek üzere bir sepet “azık” hazırlamasa açlıktan öleceğini üzülerek iddia etti.

Bulaşık yıkamaya gelince, Bay Harrison, yağmurlu bir pazar gelmediği müddetçe bu işi yaparmış gibi görünmekle bile uğraşmazdı. Sonra işe koyulur ve hepsini fıçıdaki yağmur suyu ile yıkadıktan sonra kurumaya bırakırdı.

Denildiği gibi Bay Harrison “içine kapanık” bir insandı. Papaz Bay Allan’ın maaşına katkıda bulunması istendiğinde ilk olarak onun vaazından kaç dolarlık fayda elde edeceğini görmek üzere bekleyeceğini söyledi. Bir şeyi gözü kapalı almayı düşünmezdi. Bayan Lynde, misyonerliklere katkıda bulunmasını istediğinde, bu bahaneyle de evini görecekti, Avonlea’deki kocakarı dedikoducuları arasında bildiği bütün yerlerden daha fazla kâfir olduğunu söyledi ve eğer bu kişileri Hristiyanlaştırma misyonunu üstlenirse seve seve katkıda bulunacağını ekledi. Oradan uzaklaşan Bayan Rachel, eviyle gurur duyan Bayan Robert Bell’in mezarının güvenliğinde olmasının bir lütuf olduğunu çünkü yuvasının hâlini görmenin kadını kahredeceğini söyledi.

“Çünkü mutfak zeminini iki günde bir ovalardı.” dedi Bayan Lynde, Marilla Cuthbert’a öfkeyle. “Hele bir de şimdiki hâlini görsen! Oradan geçerken eteklerimi kaldırmak zorunda kaldım.”

Bir de Bay Harrison’ın Zencefil isminde bir papağanı vardı. Avonlea’deki kimse daha önce evcil hayvan olarak papağan beslememişti. Bunun sonucu olarak bu davranış pek de saygın kabul edilmedi. Hem de ne papağan! Eğer ki John Henry Carter’ın sözüne bakacak olursanız bundan daha fena bir kuş görmek mümkün değildi. Çok kötü küfrediyordu. Bayan Carter, eğer başka bir yer bulabilecek olsa John Henry’i oradan derhâl alacaktı. Ayrıca, kafesin yakınına eğildiği bir sefer John Henry’nin boynunun arkasını ısırmıştı. Zavallı John Henry pazarları eve döndüğünde Bayan Carter, yara izini herkese gösterirdi.

Bay Harrison öfkeden dili tutulmuş vaziyette karşısında dururken Anne’in zihninden şimşek gibi geçen düşünceler işte bunlardı. Bay Harrison’ın en sevimli hâliyle bile yakışıklı olduğu söylenemezdi. Kısa boylu, şişman ve keldi. Yuvarlak yüzü öfkeden mosmor olmuştu ve pörtlek gözleri âdeta başından fırlayacak gibiydi. Anne, onun hayatında gördüğü en çirkin insan olduğunu düşündü.

Bay Harrison bir anda konuşmaya başladı.

“Buna tahammül etmeyeceğim!” diye püskürdü. “Bir gün daha, duyuyor musunuz bayan? Aman aman, bu üçüncü kez oluyor bayan… Üçüncü kez! Sabır artık bir erdem değil bayan. Bir önceki sefer teyzenizi bir daha olmaması konusunda uyarmıştım. Ama o buna izin verdi… O bunu yaptı… Bununla ne kastediyor bilmek isterdim. İşte bu sebepten buradayım bayan!”

“Sorun nedir söyler misiniz?” diye sordu Anne en ağırbaşlı hâliyle. Okulda kullanmaya alışmak için bunu sık sık yapıyordu. Ancak öfkeli J. A. Harrison’a tesir etmiş gibi görünmüyordu.

“Sorun, öyle mi? Aman aman, yeteri kadar sorundur herhâlde. Sorun şu ki Bayan, teyzenizin Jersey ineğini bir kez daha yulaf tarlamda buldum. Üstelik üçüncü kez! Geçen salı otlağımdaydı, dün de. Buraya teyzenize buna bir daha müsaade etmemesini söylemeye geldim. Teyzeniz nerede bayan? Haddini bildirmek için kendisini bir dakikalığına görmek istiyorum. J. A. Harrison had bildirecek bayan.”

“Eğer Bayan Marilla Cuthbert’tan söz ediyorsanız kendisi benim teyzem değil ve East Grafton’a çok hasta bir uzak akrabasını görmeye gitti.” dedi Anne, sarf ettiği her bir söz ile beraber ağırbaşlılığı artıyordu. “İneğim otlağınıza zorla girdiği için üzgünüm. Kendisi benim ineğim, Bayan Cuthbert’ın değil. Matthew onu bana üç yıl önce bir yavruyken vermişti ve onu Bay Bell’den satın almıştı.”

“Üzgünsünüz öyle mi bayan? Üzgün olmak işleri düzeltmeyecek. Gidip hayvanınızın ahırımda yarattığı hasara bakın. Samanlarımı ortasından kenarına kadar tepelemiş bayan.”

 

“Çok üzgünüm!” diye tekrar etti Anne sertçe. “Ama belki de çitlerinizi daha sağlam durumda tutsaydınız Dolly içeri zorla dalmayabilirdi. Sizin yulaf tarlanızı bizim çayırdan ayıran çitler sizin tarafınızda ve geçen gün iyi durumda olmadıklarını gördüm.”

“Çitlerim yeterince iyi!” diye parladı Bay Harrison. Bu savaşı düşman arazisine taşıyor olmak onu daha çok öfkelendirmişti. “Böylesi bir iblis ineği hapishane parmaklıkları bile zapt edemez ve sana diyorum ki kırmızı kafalı süprüntü, eğer inek dediğin gibi seninse onun başka insanların yulaf tarlalarına dalmasını engelleyecek şekilde gözlemlemek oturup sarı kapaklı romanları okumaktan daha iyidir.” Anne’in ayaklarının dibindeki taba rengi masum Virgil’e sert bir bakış atmıştı.

O sırada kızıl olan tek şey Anne’in saçları değildi ki bu her zaman genç kızın hassas noktası olmuştur.

“Kulaklarımın dibinde bir perçem saç dışında kel olmaktansa kızıl saçlı olmayı tercih ederim!” diye patladı Anne.

Barut patladı. Bay Harrison kel kafası hakkında çok ama çok hassastı. Öfkesi bir kez daha onu boğar gibi oldu. Anne konuşmadan öylece bakıyordu. Genç kız öfkesini yenmiş ve öne geçmişti.

“Sizi anlayabilirim Bay Harrison çünkü benim bir hayal gücüm var. Tarlanızda bir inek bulmanın ne kadar zor olduğunu kolayca düşünebilirim ve söylediklerinizden dolayı size karşı herhangi bir olumsuz duygu beslemeyeceğim. Dolly’nin bir daha tarlanıza dalmayacağına dair söz veriyorum. Bu hususta size şeref sözü veriyorum.”

“Neyse, dikkat et de dalmasın.” diye söylendi Bay Harrison bir miktar bastırılmış bir tonda. Ancak oradan âdeta tepinerek uzaklaştığında o kadar sinirliydi ki Anne, duyma mesafesinden uzaklaşıncaya kadar kendi kendine homurdandığını işitti.

Kafası bozulan Anne bahçeden geçti ve yaramaz Jersey’i süt sağma ağılına kapattı.

“Çiti yıkmadığı müddetçe oradan geçemez.” diye düşündü. “Şu anda oldukça sakin görünüyor. O yulaflar midesini bulandırdı galiba. Bay Shearer geçen hafta onu satın almak istediğinde keşke satsaydım. Ancak hayvanların hepsini satacağımız müzayedeyi bekleyip hepsini birlikte yollamanın iyi olacağını düşündüm. Bay Harrison’ın ‘kaçık’ olduğu doğru galiba. Onda kafa dengi olacak hiçbir özellik olmadığı kesin.”

Anne’in kafa denkleri konusunda gözü açıktı.

Anne evden dönerken Marilla Cuthbert bahçeye doğru sürüyordu atı, daha sonra genç kız çay yapmak için içeri fırladı. Konuyu çay içerken konuştular.

“Müzayede bitince rahatlayacağım.” dedi Marilla. “Kaypak Martin dışında sürüye bakacak kimse yokken bu kadar çok hayvanın olması çok büyük sorumluluk. Baksana hâlâ geri dönmedi. Hâlbuki teyzesinin cenazesine gitmesi için bir gün izin verirsem geri döneceğine söz vermişti. Kaç tane teyzesi olduğundan emin değilim. Geçen sene onu tuttuğumuzdan beri ölen dördüncü teyze bu. Hasat zamanı gelip de Bay Barry çiftliği devraldığında çok minnettar olacağım. Martin gelinceye kadar Dolly’i ağılda kapalı tutmak zorundayız. Hayvanı arka çayırda tutmak ve çitleri de onarmak lazım. Rachel’ın da dediği gibi bir dünya çile. Zavallı Mary Keith ölüyor ve o iki çocuğuna ne olacağını bilemiyorum. British Columbia’daki erkek kardeşine çocuklarla ilgili mektup yazmış ama henüz cevap gelmemiş.”

“Çocukların durumu ne? Kaç yaşındalar?”

“Altı gibi… İkizler.”

“Ah, Bayan Hammond’ın çok sayıda ikizi olduğundan ikizlere özel bir ilgim var.” dedi Anne hevesle. “Güzeller mi?”

“Aman Tanrı’m, anlayamıyorsun ki… Çok kirlilerdi. Davy dışarıda çamur pastası yapıyordu ve Dora onu çağırmaya çıktı. Davy kızın kafasını en büyük çamur pastasına soktu sonra kardeşi ağlayınca kendi kafasını da soktu, çamurda debelendi ve ağlayacak bir şey olmadığını göstermiş oldu. Mary, Dora’nın çok uslu bir çocuk olduğunu söylüyor ama o Davy çok yaramazmış. Hiçbir şekilde terbiye edilmediği söylenebilir. Babası bebekken ölmüş ve Mary o zamandan beri hastaymış.”

“Terbiye edilmeyen çocuklar için hep üzülmüşümdür.” dedi Anne ciddiyetle. “Sen elimden tutuncaya kadar ben de hiç terbiye görmemiştim biliyorsun. Umarım amcaları onlara bakar. Bayan Keith ile akrabalığın nedir?”

“Mary ile mi? Bu dünyada yok. Kocası akrabamızdı. Üçüncü dereceden kuzenimizdi. Bayan Lynde geliyor. Sanırım Mary’den haber almak istiyor.”

“Ona Bay Harrison ve inekten bahsetme.” diye rica etti Anne.

Marilla söz verse de buna gerek yoktu. Çünkü Bayan Lynde oturur oturmaz şöyle dedi:

“Bugün Carmody’den dönerken Bay Harrison’ı sizin Jersey’i yulaf tarlasından kovalarken gördüm. Oldukça öfkeli gibiydi. Fazla hırgür çıkardı mı?”

Anne ve Marilla, gizlice birbirlerine gülümsediler. Bayan Lynde’den hiçbir şey kaçmazdı Avonlea’de. Anne daha o sabah şöyle demişti:

“Eğer gece ortasında odana girer, kapını kilitler, perdeyi çeker ve hapşırırsan Bayan Lynde ertesi günü soğuk algınlığının ne âlemde olduğunu sorar.”

“Galiba çıkardı.” dedi Marilla. “Ben yoktum. Anne’e haddini bildirmiş.”

“Çok nahoş bir adam olduğunu düşünüyorum.” dedi Anne kızıl saçlarını içerlemiş hâlde savururken.”

“Çok doğru dedin.” dedi Bayan Rachel ciddi bir şekilde. “Bay Robert Bell hanesini New Brunswickli bir adama sattığında bela çıkacağını biliyordum, o kadar. Avonlea’nin ne hâle düştüğünü bilemiyorum. Çok sayıda tuhaf insan geliyor. Yakında yataklarımızda uyumak bile güvenli olmayacak.”

“Ne oldu? Başka hangi yabancılar geliyorlar?” diye sordu Marilla.

“Duymadın mı? Donnell ailesi var mesela. Peter Sloane’ın eski evini kiralamışlar. Peter adamı değirmeni için tutmuş. Güneyden geliyorlar ve kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor. Sonra o sünepe Timothy Cotton ailesi var, White Sands’ten buraya taşınacak ve herkese yük olacaklar. Çalmadığı zamanlarda tüketmekle meşgul. Sonra o mıymıntı karısı bir işin ucundan tutmaz. Bulaşıklarını bile oturarak yıkar. Bayan George Pye, eşinin yetim yeğeni Anthony Pye’ı aldı. Senin okuluna gelecek Anne, yani başına bela gelebilir, o kadar. Bir tane daha tuhaf öğrencin olacak hem. Paul Irving, Birleşik Devletler’den buraya büyükannesi ile yaşamaya geliyor. Babasını hatırlarsın Marilla… Stephen Irving, hani Grafton’da Lavendar Lewis’i terk eden var ya.”

“Terk ettiğini zannetmiyorum. Kavga ettiler. Sanırım iki tarafta da suç var.”

“Her neyse, kızla evlenmedi ve o da o zamandan beri bir tuhafmış dediklerine göre. Echo Lodge dediği küçük bir taş evde tek başına yaşıyormuş. Sonra Stephen, Birleşik Devletler’e gitmiş ve amcasıyla bir iş kurup Yankee’nin1 tekiyle evlenmiş. O zamandan beri de eve dönmemiş. Gerçi annesi onu görmek için birkaç kez gitmiş. Eşi iki yıl önce ölmüş. Şimdi de oğlunu kısa bir süreliğine annesinin yanına yolluyor. Kendisi on yaşında ve makbul bir öğrenci olacağını zannetmiyorum. Şu Yankeeleri anlamak pek mümkün değil.”

Bayan Lynde, Prens Edward Adası dışında doğma ya da büyüme talihsizliğini tecrübe etmiş herkese, “Nasıra’dan iyi bir şey çıkabilir mi?”2 tavrıyla yüksekten bakardı. Elbette iyi insanlar olabilirlerdi ancak bundan şüpheye düşerseniz ihtiyatlı davranmış olurdunuz. “Yankeelere” karşı ise özel bir ön yargısı vardı. Kocası bir zamanlar Boston’da çalışırken bir işveren tarafından on dolar dolandırılmıştı ve ne melekler ne devlet başkanları ne de hiçbir güç Bayan Rachel’ı bundan bütün Birleşik Devletler’in sorumlu tutulamayacağına ikna edemezdi.

“Bir parça taze kan Avonlea’ye kötü gelmez.” dedi Marilla kuru kuru. “Hem çocuk azıcık bile babasına benziyorsa eğer fena değildir. Her ne kadar bazı insanlar kibirli olduğunu söyleseler de Steve Irving bu taraflarda yetişmiş en iyi oğlandı. Bayan Irving çocuğu aldığına memnun olacaktır. Kocası öldüğünden beri bayağı yalnızdı.”

“Çocuk iyi olabilir ama Avonlea çocuklarından farklı olacaktır.” dedi Bayan Rachel, sanki bu konuya açıklık getirecekmiş gibi. Bayan Rachel’ın herhangi bir kişi, mekân ya da nesne hakkındaki fikirleri dikkatli olunması gerektiği yönündeydi. “Köy Geliştirme Topluluğu kurulacağı ile ilgili duyduklarım da ne Anne?”

“Geçen münazara kulübünde bu konu hakkında bazı kızlarla konuşuyordum…” dedi Anne kızararak. “Bunun iyi olacağını söylediler. Bay ve Bayan Allan da aynısını söyledi. Artık çok sayıdaki köyde var bunlardan.”

“Neyse başına iş alırsın. En iyisi bırakmak Anne, o kadar. İnsanlar geliştirilmekten hoşlanmazlar.”

“Biz insanları geliştirmeye çalışmayacağız. Avonlea’yi geliştirmeye çalışacağız. Burayı güzelleştirmek için yapılabilecek çok sayıda şey var. Örneğin eğer Bay Levi Boulter’ı çiftliğinin yukarı kısmındaki o korkunç eski evi yıkmaya ikna edersek bu bir gelişme olmaz mı?”

“Kesinlikle olur.” diye itiraf etti Bayan Rachel. “O eski harabe yıllardır göz zevkimizi bozuyor. Ancak siz ‘Geliştirmeciler’ eğer Levi Boulter’ı para almadan kamu için bir şey yapmaya ikna ederseniz bu sürece şahit olmak için yanınızda durabilir miyim? Şevkinizi kırmak istemiyorum Anne, çünkü fikirlerinizde olumlu şeyler olabilir. Her ne kadar bu fikirleri o çöp Yankee dergilerin birinden aldığınızı düşünsem de. Ancak okul seni yeterince meşgul edecektir ve bir arkadaş olarak geliştirmelerle kafanı yormamanı tavsiye ederim, o kadar. Ama eğer kafana koyarsan bunu yapacağını biliyorum. Bir şekilde her işin sonunu getirmeyi başarıyorsun.”

Anne’in dudaklarının sert hatlarındaki bir şey, Bayan Rachel’ın bu tahmininde çok da hatalı olmadığını anlatıyordu kadına. Anne, Geliştirme Topluluğu’nu kurmaya çok istekliydi. White Sands’te öğretmenlik yapıp cumadan pazartesine evde olacak Gilbert Blythe da bu konuda hevesliydi. Diğer kişilerin çoğu da arada bir toplanmayı ve bunun sonucu olarak eğlenmeyi getirecek her işin içine girmeye isteklilerdi. “Geliştirmeler” ise Anne ve Gilbert dışında kimsenin net bir fikre sahip olduğu bir konu değildi. Kafalarında ideal bir Avonlea, başka bir yer olmasa bile, yaratıncaya dek konuşup planlar yapmışlardı.

Bayan Rachel’ın onlar için bir haberi daha vardı.

“Carmody Okulunu, Priscilla Grant isimli birine vermişler. Sen bu isimde bir kızla Queens’e gitmemiş miydin Anne?”

“Evet, Priscilla Carmody’de öğretmenlik yapacak! Ne kadar da güzel!” diye haykırdı Anne. Anne’in gri gözleri akşam yıldızlarına benzeyince dek ışıldamaya başladı. Bu durum Bayan Lynde’i, Anne Shirley’in güzel bir kız olup olmadığı konusunda net bir karara varıp varamayacağı üzerine bir kez daha düşünmeye itti.

BÖLÜM 2
ACELEYLE SATMAK VE PİŞMAN OLMAK

Ertesi gün öğleden sonra Anne, yanına Diana Barry’i de alarak Carmody’e doğru bir alışveriş seyahatine çıktı. Hâliyle, Geliştirme Topluluğu’nun yeminli üyesi olan Diana ile gidiş ve dönüş yolculuğunda bu konu dışında pek bir şey konuşmadılar.

“Bu işe başladığımızda yapacağımız ilk şey şu binayı boyatmak olmalı.” dedi Diana, Avonlea binasının yanından geçerlerken. Ağaçlı bir çukurun üzerine inşa edilmiş yıkık dökük bu binanın dört bir tarafı ladin ağaçlarıyla çevrelenmişti. “Rezil görünümlü bir yer ve Bay Levi Boulter’ı evini yıkmaya ikna etmeden önce burayla ilgilenmeliyiz. Babam bu işi asla başaramayacağımızı söylüyor. Levi Boulter bu iş için gereken zamanı harcayamayacak kadar cimriymiş.”

“Eğer, oğlanlar tahta döşemeleri taşıyıp onun için çıra yapmak üzere parçalara ayıracaklarına söz verirlerse belki binayı yıkmalarına izin verir.” dedi Anne ümitle. “Elimizden geleni yapmalıyız ve ilk başlarda yavaş hareket etsek de bundan memnun olmalıyız. Her şeyi bir anda geliştirmeyi beklememiz söz konusu olamaz. İlk önce kamu hassasiyetini eğitmeliyiz tabii ki.”

Diana, kamu hassasiyetini eğitmenin ne anlama geldiğinden tam olarak emin olmasa da bu ifade kulağa hoş geliyordu. Böyle bir hedefe sahip bir topluluğa üye olacağı için oldukça gururluydu.

“Dün gece yapabileceğimiz bir şey düşündüm Anne. Carmody, Newbridge ve White Sands’in birleştiği üç köşeli toprak parçasını biliyorsundur. O toprak parçası ladin fidanlarıyla dolu. Sence de onları temizlesek ve sadece üzerindeki iki üç tane huş ağacını bıraksak güzel olmaz mı?”

“Muhteşem olur!” dedi Anne neşeyle. “Huş ağaçlarının altına da basit bir bank koyarız. Bahar geldiğinde tam ortasına çiçek tarlası yapar, sardunyalar dikeriz.

“Evet, ama yaşlı Bayan Hiram Sloane’ın ineğini yoldan çekmesini sağlayacak bir yöntem bulmamız gerek. Yoksa sardunyaları yer.” dedi Diana gülerek. “Kamu hassasiyeti derken ne demek istediğini anlamaya başlıyorum Anne. Şu anda eski Boulter evi var. Böylesi bir kuş tüneğini daha önce görmüş müydün? Üstelik yolun çok yakınına dikilmiş. Penceresiz eski bir ev gözleri oyulmuş ölü bir şeyi çağrıştırıyor bana hep.”

 

“Eski ve metruk bir ev oldukça hüzünlü bir görüntü bence.” dedi Anne hülyalı bir şekilde. “Bana her zaman bu yerin geçmişini düşündürüyor ve eski zamanlardaki neşesine hüzünlenmeme sebep oluyor. Marilla, o eski evde uzun zaman önce geniş bir ailenin yaşadığını ve o evin oldukça güzel olduğunu söylüyor. Hoş bir bahçe ve dört bir yana yayılmış güllerden bahsediyor. Küçük çocuklar, kahkahalar ve şarkılarla doluymuş. Ama şimdi bomboş ve rüzgâr dışında hiç kimse uğramıyor. Ne kadar da yalnız ve hüzünlü hissediyordur kim bilir! Belki de ay ışığının aydınlattığı gecelerde dönüyorlardır. Uzun zaman önce yaşayan çocukların, güllerin ve şarkıların hayaletleri… Böyle zamanlarda yeniden genç ve neşeli olduğunu hayal ediyordur ev belki de.”

Diana kafasını salladı.

“Ben artık mekânlarla ilgili böyle düşüncelere kapılmıyorum Anne. Lanetli Koru’da hayaletler olduğunu hayal ettiğimiz zaman annemin ve Marilla’nın ne kadar kızdığını hatırlamıyor musun yoksa? Şimdilerde bile o çalılıktan karanlık çöktükten sonra rahatça geçemiyorum. Eğer eski Boulter evi hakkında da benzer şeyler hayal etmeye başlarsam oradan geçmeye de korkarım. Ayrıca o çocuklar ölmediler. Hepsi de büyüdü ve iyiler. İçlerinden biri kasap oldu. Ayrıca çiçeklerin ve şarkıların hayaleti olamaz zaten.”

Anne küçük bir iç çekişi bastırdı. Diana’yı çok seviyordu ve her zaman iyi dost olmuşlardı. Ancak hayal âleminde gezinmeye başladığında yalnız devam etmesi gerektiğini uzun zaman önce öğrenmişti. Bu yere, en sevgili dostun bile arkasından gelemeyeceği büyülü bir patikadan gidiliyordu.

Kızlar Carmody’deyken şimşek yağmuru başlasa da uzun sürmedi. Ağaç dallarında yağmur damlalarının yıldız misali parladığı ve sırılsıklam olmuş eğrelti otlarının baharatlı kokularını yaydığı küçük yapraklı vadilerden geçerek yaptıkları eve dönüş yolculuğu keyifliydi. Ancak tam da Cuthbert yoluna döndükleri sırada Anne, karşısındaki manzaranın güzelliğini bozan bir şey gördü.

Karşılarında, sağ tarafta Bay Harrison’ın engin, gri-yeşil, geçkin, ıslak ve bereketli yulaf tarlası uzanıyordu. Ve tarlanın tam ortasında, bereketli filizlerin arasında sakince oturup onlara göz kırpan bir Jersey ineği vardı!

Anne, dizginleri bıraktı ve dudaklarını ısırarak ayağa kalktı. Bu durum işgalci dört ayaklı için iyi şeyler olmayacağı anlamına geliyordu. Tek kelime etmedi, çabucak aşağı atladı ve Diana daha ne olduğunu anlayamadan çitlerden fırladı.

“Anne, geri dön!” diye haykırdı Diana kendini toparlar toparlamaz. “Islak tarlada elbiseni mahvedeceksin. Beni duymuyor bile! Neyse, o ineği tek başına çıkaramaz. Gidip ona yardım etmeliyim.”

Anne, hücum edercesine tarlanın arasından geçerken delirmiş gibiydi. Çabucak arabadan atlayan Diana, atı bir direğe bağladı. Pötikare desenli güzelim elbisesinin eteğini omzunun üzerine kaldırıp çitten atladı ve telaştan deliye dönmüş arkadaşının peşinden gitti. Sırılsıklam eteği üzerine yapışan Anne’den daha hızlı koşabiliyordu. Arkalarında görmesi hâlinde Bay Harrison’ın canını sıkacak bir iz bırakmışlardı.

“Anne, Tanrı aşkına dur!” dedi zavallı Diana nefes nefese. “Nefesim kesildi ve iliklerime kadar ıslandım.”

“O… İneği… Bay Harrison… Görmeden… Çıkarmam lazım.” dedi Anne soluk soluğa. “Boğulsam da… Umurumda değil… Bunu yapmamız lazım…”

Ancak Jersey ineği, keyifli otlanma alanından itilip kakılmasını gerektiren bir sebep göremiyor gibiydi. Nefes nefese kalmış iki kız yanına yaklaştığında derhâl döndü ve tarlanın karşı köşesine doğru fırladı.

“Yolunu kes!” diye bağırdı Anne. “Koş Diana koş!”

Diana koştu, Anne de koşmaya çalıştı. Ancak o hayırsız Jersey, âdeta içine cin kaçmışçasına tarlada dolanmaya başladı. Diana, gizliden gizliye hayvana bir şeylerin musallat olduğunu düşünüyordu. Önünü kesip Cuthbert yolunun köşe boşluğuna doğru sıkıştırmaları tam on dakikalarını aldı.

O an için Anne’in öfkeli olduğu tartışılmaz bir durumdu. İçinde Carmodyli Bay Shearer ile oğlunun yüzlerinde koca bir gülümseme ile oturduğu at arabasının yolun az ötesinde durduğunu görmek de hâliyle onu sakinleştirmedi.

“Herhâlde o ineği geçen hafta satın almak istediğimde satmadığına pişman olmuşsundur Anne.” diye kıkırdadı Bay Shearer.

“Eğer isterseniz onu size şimdi satabilirim.” dedi ineğin kızarmış ve üstü başı dağılmış sahibi. “Onu şu dakika alabilirsiniz.”

“Olur. Daha önce de teklif ettiğim gibi bir yirmilik veririm ona. Jim de Carmody’e götürür. Bu akşam diğer sevkiyatla beraber kente gider. Brightonlı Bay Reed bir Jersey ineği istiyordu.”

Beş dakika sonra Jim Shearer ve Jersey ineği yoldan yukarı doğru ilerliyorlardı. Fevri davranan Anne ise elindeki yirmi dolarla Green Gables yoluna doğru sürüyordu at arabasını.

“Marilla bu işe ne diyecek?” diye sordu Diana.

“Umurunda bile olmaz ki. Dolly bana aitti. Zaten müzayedede yirmi dolardan fazla getirmez. Ama eğer Bay Harrison tarlanın hâlini görürse, bunun bir daha olmasına müsaade etmeyeceğime dair şeref sözü verdiğim hâlde Dolly’nin orada olduğunu anlar. Neyse, bu bana ineklerle ilgili şeref sözü vermeme hususunda bir ders olsun. Süt ağılını atlayarak ya da kırarak geçebilen bir ineğe güven olmazdı zaten.”

Bayan Lynde’e uğrayan Marilla, Dolly’nin satış ve transferi hakkında bilgi sahibiydi. Çünkü Bayan Lynde, bütün alım satım işlemlerini pencereden görmüş, geri kalanını da tahmin etmişti.

“Galiba gitmesi iyi oldu. Gerçi her işte burnunun dikine gidiyorsun ya. Ağıldan nasıl çıktığını anlayamadım doğrusu. Tahtaları kırmış olmalı.”

“Bakmayı akıl edemedim.” dedi Anne. “Ama şimdi gidip bakacağım. Martin hâlâ gelmedi. Belki birkaç teyzesi daha ölmüştür. Galiba bu Peter Sloane ve ‘kelli felli’ gibi bir şey. Geçen akşam Bayan Sloane gazete okuyordu ve Bay Sloane’a şöyle dedi: ‘Burada kelli felli bir kişinin daha öldüğünü görüyorum. Kelli felli ne demek Peter? Bay Sloane da bilmediğini söyledi ama muhtemelen çok hasta canlılardır. Ölünceye kadar onlarla ilgili bir şey duymak mümkün değil. Martin’in teyzelerinde de böyle bir durum söz konusu.”

“Martin de tıpkı o Fransızlar gibi işte.” dedi Marilla tiksinerek. “Onlara bir gün bile güvenilmez.” Çiftlik bahçesinden tiz bir çığlık geldiği sırada Marilla, Anne’in Carmody’den aldıklarına bakıyordu. Bir dakika sonra Anne ellerini kavuşturmuş vaziyette mutfağa fırladı.

“Anne Shirley ne oldu şimdi?”

“Şimdi ben ne yapacağım Marilla? Korkunç bir şey… Hepsi de benim hatam. Pervasızca hareket etmeden önce durup düşünmeyi öğrenemeyecek miyim ben? Bayan Lynde bana her zaman bir gün korkunç bir şey yapacağımı söylerdi ve şimdi o şeyi yapmış bulunuyorum.”

“Anne, sen insanı çileden çıkarırsın! Şimdi ne yaptın?”

“Bay Harrison’ın Jersey ineğini sattım… Bay Bell’den aldığım ineği… Bay Shearar’a sattım. Dolly şu anda süt sağma ağılında.”

“Anne, hayal mi görüyorsun yoksa?”

“Keşke görseydim. Bunda hayal edilecek bir şey yok. Zaten kâbus gibi bir şey. Bay Harrison’ın ineği şu anda Charlottetown’da. Tam da başımı belaya sokma işini bıraktığımı düşünüyordum ki hayatımdaki en büyük belayı yaşıyorum. Ne yapacağım şimdi?”

“Ne mi yapacaksın? Konuyla ilgili Bay Harrison ile görüşmek dışında yapılacak bir şey yok yavrum. Eğer parayı kabul etmezse ona kendi Jersey ineğimizi teklif ederiz. Bizim inek de onunki kadar iyi.”

“Buna çok feci kızacağına ve huysuzluk edeceğine eminim.” diye inledi Anne.

“Öyle olacak galiba. Asabi birine benziyor. Eğer istersen ben gideyim açıklayayım.”

“Yok. Ben o kadar kötü bir insan değilim!” diye haykırdı Anne. “Bu tamamen benim hatam ve benim cezamı çekmene müsaade etmem. Ben kendim, derhâl gideceğim yanına. Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi olur. Çünkü bu, utanç verici bir tecrübe olacaktır.”

Zavallı Anne şapkasını ve yirmi dolarını alıp giderken gözü, kapısı açık kiler dolabına takıldı. Masanın üzerinde o sabah yaptığı bir cevizli kek duruyordu. Özel bir lezzete sahip bu kekin üzeri pembe krema ile kaplıydı ve cevizlerle süslenmişti. Anne bu keki, Avonlea gençlerinin Geliştirme Topluluğu’nu düzenlemek üzere Green Gables’ta bir araya geleceği cuma akşamı için saklıyordu. Fakat öfkesinde haklı olan Bay Harrison ile kıyaslandığında onların pek bir önemi yoktu o an için. Anne kekin herhangi bir adamın kalbini yumuşatacağını düşünüyordu. Özellikle de kendi yemeğini yapmak zorunda olan bir adamın… Böylece keki bir kutuya yerleştirdi. Barışma hediyesi olarak Bay Harrison’a götürecekti.

1ABD’de güneylilerin kuzeylilere taktığı lakap. (ç.n.)
2Yuhanna İncili 1:46. (ç.n.)