Kitobni o'qish: «Avonlea Günlükleri»
Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.
9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.
1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.
Bölüm 1
Ludovic’i Acele Ettirmek
Anne Shirley, bir cumartesi akşamı, Theodora Dix’in oturma odasının pencere kenarındaki koltuğa kıvrılmış, hülyalı gözlerle güneşin battığı tepelerin ardındaki yıldızlara bakıyordu. Anne, seyahatinin iki haftalık kısmında Bay ve Bayan Stephen Irving’in yazlarını geçirdiği Echo Lodge’a uğramıştı. Theodora ile sohbet etmek için sık sık Dix çiftliğine gidiyordu. O akşam da sohbet etmişlerdi ve Anne, hayallere dalmıştı. Koyu kızıl saçlarından taç örgü yaptığı güzel başını pencere kenarına yaslamıştı. Gri gözleri karanlık göllerin üzerine yansıyan ay ışığı gibi parlıyordu.
Bir ara Ludovic Speed’in1 yoldan aşağı yürüdüğünü gördü. Dix Çiftliği’nin yolu uzun olsa da Ludovic’i uzaktan görür görmez tanımak mümkündü. Middle Grafton’da hiç kimse böylesine uzun boylu, omuzları zarifçe düşmüş, uysalca hareket eden bir silüete sahip değildi. Bu silüetin her bir hareketinde ve kıvrımında Ludovic’in şahsına ait bir özgünlük vardı.
Anne, hayallerinden sıyrılıp oradan ayrılmanın nazik bir davranış olacağını düşündü. Ludovic, Theodora ile flört ediyordu ve bu, Grafton’daki herkesin malumuydu. Herhangi birinin bu gerçekten bihaber olmasının sebebi ise bunu öğrenebileceği kadar zaman geçmemiş olması değildi. Ludovic Theodora’yı görmeye geliyordu. Tam on beş senedir yaptığı gibi gevşek ve acelesiz bir şekilde!
Narin ve romantik bir genç kız olan Anne, gitmek üzere ayağa kalktığında tombul, orta yaşlı ve tecrübeli Theodora gözlerindeki kıvılcımla şöyle dedi:
“Acele etmene gerek yok yavrum. Otur ve bekle. Ludovic’in yoldan geldiğini gördün ve fazlalık olacağını düşündün zannedersem. Ama fazlalık olmazsın. Ludovic etrafta üçüncü bir kişinin olmasını sever. Ben de severim. Sohbeti canlandırır. Eğer bir adam seni on beş senedir ziyaret ediyorsa konuşacak çok şey olmuyor.”
Theodora, Ludovic’in aksine utanır gibi değildi. Ludovic’den ya da uzun süreli flörtleşmesinden bahsederken kesinlikle mahcup bir hâle bürünmüyordu. İşin aslı bu durumdan keyif alıyor gibiydi.
Anne tekrar oturdu ve Theodora ile birlikte Ludovic’in gelişini izlediler. Ludovic, etrafındaki yemyeşil yonca tarlasına ve aşağıdaki sisli vadide akan nehrin mavi kıvrımlarına bakıyordu.
Anne, Theodora’nın sakin, biçimli yüzüne baktı. Onun yerinde olsaydı, yani karar vermesi uzun sürdüğü aşikâr yaşlıca bir sevgilinin gelişini bekleseydi nasıl hissederdi, bunu anlamaya çalıştı. Fakat Anne’in hayal gücü bu durumda işine yaramadı.
“Her neyse.” diye düşündü sabırsızca. “Eğer ki onu isteseydim acele ettirecek bir yol bulurdum. Ludovic Speed! Bu kadar zıt bir isim olması mümkün mü? Böyle bir adam için böyle bir soyadı ne kadar uyumsuz.”
Nihayet Ludovic eve geldi. Kapı eşiğinde uzunca durdu. Kiraz bahçesindeki birbirine girmiş yeşil otlara bakakaldı. Theodora, o kapıyı çalmadan açtı. Onu, oturma odasına alırken omuzlarının üzerinden Anne’e muzipçe baktı.
Ludovic hoş bir şekilde gülümsedi Anne’e. Ondan hoşlanırdı. Genç kızlardan genelde kaçındığı için Anne tanıdığı tek genç kızdı. Bu yaştaki kızlar Ludovic’in tuhaf ve yersiz hissetmesine sebep olurlardı. Ancak Anne, onda bu etkiyi yaratmıyordu. Her türden insanla anlaşırdı Anne. Ludovic ve Theodora uzun süredir tanımasalar da onu eski bir dost gibi görüyorlardı.
Ludovic uzun ve hantaldı. Fakat uysallığı başka türlü olsa üzerinde eğreti duracak bir ağırbaşlılık katıyordu ona. Sarkık, ipeksi ve kahverengi bir bıyığı ile bir perçem kıvırcık sakalı vardı. Erkeklerin tam tıraşlı ya da tam sakallı olduğu Grafton’da alışık olunmayan bir çeşitti bu. Gözleri hülyalı ve hoştu. O gözlerin mavi derinliklerinde bir parça hüzün vardı.
Theodora’nın babasına ait koca koltuğa oturdu. Ludovic her zaman orada otururdu. Anne, bu koltuğun ona benzemeye başladığını söyledi.
Sohbet kısa sürede canlandı. Ludovic, kendisini konuşturacak biri olduğunda iyi sohbet ederdi. Kültürlü biriydi Ludovic. Anne, onun insanlar ve dünya meseleleri ile ilgili yaptığı zekice yorumlara şaşırmıştı. Hâlbuki böyle meselelerle ilgili sadece cılız yankılar ulaşırdı Deland River’a. Siyaset ve tarih konularına pek ilgi duymayan, öğretilere meraklı ve bu konularla ilgili her şeyi okumuş Theodora ile ise dinî meseleler hakkında konuşmayı severdi Ludovic.
Konuşma Ludovic ve Theodora arasında dostça bir kavga girdabına girdiğinde Anne kendisine artık ihtiyaç kalmadığını anladı.
“İyi geceler zamanı geldi.” dedi ve sessizce uzaklaştı.
Ev iyice gözden kaybolunca beyaz ve altın sarısı papatyalarla süslü yeşil bir çayırda durdu ve gülmeye başladı. Hoş kokulu rüzgâr çayırın üzerinden zarifçe esiyordu. Anne köşedeki bir huş ağacına yaslandı ve kahkaha attı. Ludovic ve Theodora hakkında düşündüğünde böyle gülerdi. Onun gibi hevesli bir genç için bu flörtleşme eğlenceli bir şeydi. Ludovic’i sevse de ona tepki göstermekten kendisini alamadı.
“Sevgili, koca, sinir bozucu kaz!” dedi yüksek sesle. “Böylesine sevilesi bir aptal daha önce görülmemiştir. O eski şiirdeki timsah gibi:
Gitmez de durmaz da, Sağa sola sallanır sadece.”
İki gece sonra Anne, Dix çiftliğine gittiğinde Ludovic hakkında konuşuldu. Aşırı çalışkan ve süs meraklısı Theodora, düzgün ve tombul parmaklarını Battenburg dantelinden bir masa örtüsü işleyerek meşgul ediyordu. Anne küçük bir sallanan sandalyede oturmuş, narin elleri kucağında Theodora’yı seyrediyordu. Theodora’nın çok güzel olduğunu fark etti. Roma mitolojisindeki Juno misali heybetli, beyaz tenliydi. Keskin hatları ile kocaman kahverengi gözleri vardı. Gülümsemediği zamanlarda ciddi dururdu. Anne, Ludovic’in ona hayran olduğunu düşündü.
“Ludovic’le cumartesi akşamı boyunca Hristiyan bilimi mi konuştunuz?” diye sordu.
Theodora’nın yüzünde güller açtı.
“Evet ve bu konuda kavga ettik. En azından ben ettim. Ludovic kimseyle kavga etmez. Onunla münakaşa etmek duvarla kavga etmek gibidir. Karşılık vermeyecek bir insanı sıkıştırmaktan nefret ediyorum.”
“Theodora!” dedi Anne nazikçe, “Haddimi aşma cüretinde bulunacağım. İstersen beni tersleyebilirsin ama sormak istiyorum. Neden Ludovic ile evlenmiyorsunuz?”
Theodora rahatça güldü.
“Sanırım bu, Grafton ahalisinin bir süredir merak ettiği bir konu Anne. Şöyle ki benim Ludovic ile evlenmeye bir itirazım yok. Bu yeterince samimi bir şey değil mi? Ama sana evlenme teklif etmeyen bir adamla evlenmek kolay değil. Ludovic de bana evlenme teklif etmedi.”
“Çok mu utangaç?” diye ısrar etti Anne. Mademki Theodora’nın keyfi yerindeydi o zaman bu tuhaf durumun sebebini öğrenebilirdi.
Theodora, el işini bıraktı ve yaz âleminin yeşil bayırlarına düşünceli düşünceli baktı.
“Hayır, sebebinin bu olduğunu sanmam. Ludovic utangaç değil. Bu onun huyu, Speed huyu. Bütün Speedler korkunç derecede hesap yaparlar. Bir şeyi yapmaya karar vermeden önce senelerce düşünürler. Bazen o kadar çok düşünürler ki o şeyi yapmazlar bile. Mesela Yaşlı Alder Speed… Kardeşini görmek için İngiltere’ye gitmekten bahsederdi hep. Ama hiç gitmedi. Hâlbuki gitmemek için sebebi yoktu. Tembel değiller ama acele etmeyi sevmezler.”
“Ve Ludovic, Speedizm illetinden fazlasıyla mustarip.” dedi Anne.
“Kesinlikle. Hayatında hiç acele etmedi. Tam altı yıldır evini boyatmayı düşünüyor. Arada bir bu konu hakkında konuşur benimle. Rengi bile seçti ama öylece kaldı. Beni sever ve zamanı gelince teklif edecektir. Asıl soru şu, zamanı gelecek mi?”
“Neden onu acele ettirmiyorsun?” diye sordu Anne sabırsızlanarak.
Theodora bir kahkaha daha atarak el işine döndü.
“Eğer ki Ludovic’i acele ettirmek mümkünse bu işi yapacak olan ben değilim. Ben çok utangacım. Benim yaşımda ve hâlimde bir kadının bunu söylemesi saçma ama bu doğru. Tabii ki bir Speed’i evlenmeye ikna etmenin yolunun bu olduğunu da biliyorum. Örneğin, kuzenlerimden biri Ludovic’in erkek kardeşiyle evli. Kız ona teklif etti diyemem ama teklif etmeye çok da uzakta kalmadı hani. Ben böyle bir şey yapamam. Bunu bir kez denedim. Kuruyup gitmeye başladığımı anlayınca Ludovic’e çıtlattım. Ama boğazımda kaldı. Şimdi de aldırmıyorum. Eğer ki Dix’ten Speed’e dönmem için inisiyatif kullanmam gerekiyorsa hayatımın sonuna kadar Dix olarak kalacağım. Biliyor musun, Ludovic yaşlanmaya başladığımızı anlamıyor? Hâlâ deli dolu gençler olduğumuzu düşünüyor ve daha çok zamanımız olduğunu sanıyor. Bu Speedlerin yanılgısı işte, ölünceye dek yaşadıklarının farkına varmıyorlar.
“Sen Ludovic’i seviyorsun değil mi?” diye sordu Anne. Theodora’nın tutarsızlıklarında burukluk sezmişti.
“Evet.” dedi Theodora samimiyetle. Bu aleni gerçekten dolayı utanmadı bile. “Onu dünyalar kadar seviyorum. Ve onun da kesinlikle bakıma ihtiyacı var. İhmal edilmiş, yıpranmış bir durumda. Bunu sen de görebilirsin. Evinde baktığı yaşlı teyzesi aynı şekilde Ludovic’e bakmıyor. Üstelik yaşlanıyor ve bir adamın azıcık da olsa üzerine titrenmesi gerekir. Ben burada yalnızım, Ludovic orada yalnız ve bu saçma görünüyor, değil mi? Grafton’da alay konusu olduğumuza eminim. Tanrı biliyor ben bile gülüyorum buna. Hatta bazen düşünüyorum ki Ludovic’i kıskandırmak mümkün olsaydı teşvik edilebilirdi. Ancak ben flört edemem ve flört edebileceğim kimse yok. Buralarda herkes beni Ludovic’in malı olarak görüyor ve kimse bu işe bulaşmayı aklından bile geçirmez.”
“Theodora!” diye haykırdı Anne. “Benim bir planım var!”
“Ne yapacaksın?” diye sordu Theodora.
Anne planını anlatınca Theodora ilk başta gülüp itiraz etti. Ancak en sonunda Anne’in coşkusuna şüpheci bir şekilde teslim oldu.
“O zaman dene bakalım.” dedi boyun eğerek. “Eğer ki Ludovic sinirlenir ve beni terk ederse bu benim için daha kötü olur. Ancak risk olmadan kazanç da olmaz. Ve bir başarı şansı olduğunu zannediyorum. Bir de itiraf etmeliyim ki onun oyalanmasından yoruldum.”
Anne, planının verdiği keyifle Echo Lodge’a döndü. Arnold Sherman’ı bulup planını anlattı. Arnold güldü. Kendisi yaşlı bir duldu ve Stephen Irving’in yakın arkadaşıydı. Yazın bir kısmını arkadaşı Irving ile geçirmek için Prens Edward Adası’na gelmişti. Yaşlılara özgü bir yakışıklılığı vardı. İçinde bir parça muziplik kalmıştı ve bu sayede Anne’in planına seve seve dâhil oldu. Ludovic Speed’i acele ettirme düşüncesi onu keyiflendirmişti. Theodora Dix’in de kendi rolünü oynayacağını biliyordu. Sonuç ne olursa olsun bu komedi sıkıcı olmayacaktı.
Bir sonraki perşembe günü kilise ayininden sonra oyun başladı. İnsanlar kiliseden çıktığında ay ışığı parladığından herkes her şeyi net bir şekilde gördü. Arnold Sherman kapının yakınındaki merdiven basamağında duruyordu. Ludovic Speed ise yıllardır yaptığı gibi avlunun köşesindeki bir çite yaslanmıştı. Çocuklar çitin o kısmındaki boyayı aşındırdığını söylüyorlardı. Ludovic kilise kapısına dayanmak için bir sebep göremiyordu. Theodora her zamanki gibi çıkacak ve köşede kendisiyle buluşacaktı.
Fakat Ludovic’in beklediği gibi olmadı. Theodora merdivenlerden inmeye başladı. Verandadaki ışık, heybetli silüetini karanlıkta ortaya çıkardı. Arnold Sherman ona evine kadar eşlik etmeyi teklif etti. Theodora sakince koluna girdi. Afallamış Ludovic’in yanından bu hâlde geçtiler. Ludovic gözlerine inanamıyormuş gibi arkalarından çaresizce bakakaldı.
Bir müddet gevşekçe durdu bulunduğu yerde. Sonra vefasız sevgilisi ile onun yeni hayranının ardından yürümeye başladı. Çocuklar ve sorumsuz genç adamlar arkasında biriktiler. Bir çeşit eğlence beklentisindeydiler. Ludovic, Theodora ve Arnold Sherman’a yetişinceye dek hızlı hızlı yürüdü. Sonra süklüm püklüm yürümeye başladı arkalarından.
Her ne kadar Arnold Sherman eğlenceli olmak için özellikle çabalasa da Theodora eve dönüş yolculuğundan hiç keyif almadı. Ayaklarını sürüme sesini duyduğu Ludovic için üzülüyordu. Çok zalim davranmış olmaktan korksa da artık olan olmuştu. Bütün bunların Ludovic’in iyiliği için olduğunu düşündü ve kendisini toparlayıp Arnold’la dünyadaki tek adam oymuş gibi konuştu. Terk edilmiş zavallı Ludovic aciz bir şekilde arkalarından yürüyor ve Theodora’yı dinliyordu. Eğer Theodora, Ludovic’in dudaklarına uzattığı zehir kadehinin ne kadar acı olduğunu bilseydi, faydası ne olursa olsun o kadehi uzatacak kadar iradeli olamazdı.
Arnold ile Theodora evin kapısında kadar geldiklerinde Ludovic durmak zorunda kaldı. Theodora omuzlarının üzerinden baktığında Ludovic’in yolda durduğunu gördü. O perişan hâli bütün gece aklını kurcaladı. Eğer ki Anne ertesi gün gelip de destek vermeseydi erkenden gelen merhametiyle her şeyi mahvetmiş olurdu.
Bu arada Ludovic, arkasında duran fazlasıyla keyifli küçük erkek çocuklarının yorumlarına ve kıkırdamalarına aldırmadan yolun ortasında durmaya devam etti. Ta ki Theodora ile rakibi köknar ağaçlarının altında, eve giden yolda gözden kayboluncaya dek. Sonra eve döndü. Ancak her zamanki gibi rahat ve aylak adımlarla değil de huzursuzluğunu ilan eden kaygılı ve uzun adımlarla.
Hayretler içinde kalmıştı. Eğer ki aniden dünyanın sonu gelmiş olsaydı ya da Grafton Nehri’nin tembel kıvrımları ters dönüp tepeden yukarı aksaydı bu kadar şaşırmazdı. On beş yıl boyunca Theodora ile birlikte yürürdü ayin sonrası. Ancak şimdi bu yaşlı yabancı, Birleşik Devletler’in kendisine sağladığı görkemle Theodora ile birlikte burnunun dibinden geçmişti soğukkanlılıkla. Daha da kötüsü, hatta en kötüsü, Theodora onunla gitmeye razı olmuştu ve belli ki arkadaşlığından hoşlanıyordu. Ludovic, rahat ruhunda haklı öfkesinin telaşını hissetti.
Yolun sonuna geldiğinde kapıda durup evine baktı. Evi, huş ağaçlarının hilal gibi çevrelemesiyle yoldan ayrılıyordu. İklimin eve verdiği zarar ay ışığında bile net bir şekilde görülebiliyordu. Arnold Sherman’ın Boston’daki “saray yavrusundan” bahsedildiğini hatırladı ve güneşten yanmış parmaklarıyla çenesini endişeyle sıvazladı. Sonra yumruklarını sıkıp dış kapıya vurdu.
“Theodora benimle on beş sene arkadaşlık ettikten sonra beni bu şekilde terk edemez.” dedi. “Benim de diyeceklerim var. Arnold Sherman olsun ya da olmasın! ”
Ludovic ertesi gün Carmody’e gitti ve evi boyaması için Joshua Pye’le görüştü. Akşam da her ne kadar cumartesiye kadar ziyareti beklenmese de Theodora’yı görmeye gitti. Arnold Sherman ondan önce gelmişti ve Ludovic’in koltuğunda oturuyordu. Ludovic, Theodora’nın sazdan sallanan sandalyesine oturmak zorunda kaldı. Oraya ait değilmiş gibi hissediyordu perişan hâlde.
Theodora bu vaziyetin tuhaf bir hâl aldığını düşündüğünde bile durumu çok iyi idare etti. Hiç bu kadar güzel görünmemişti. Ludovic, en iyi ikinci ipek elbisesini giydiğini fark etti. Bu elbiseyi giymesinin sebebinin rakibinin ziyareti olup olmadığını merak etti çaresizce. Kendisi için asla ipek elbiseler giymezdi.
Her zaman uysal ve uyumlu bir fani olan Ludovic orada, Arnold Sherman’ın süslü konuşmasını sessizce dinlerken kendisini bir cani gibi hissetti.
“Nasıl da dik dik baktığını görmeliydin.” dedi Theodora ertesi günü keyifli Anne’e. “Bu yaptığım fenaydı ama gene de memnun oldum. Uzaklaşır ve somurtmaya başlar diye korktum. Ancak burada olduğu ve somurttuğu müddetçe endişelenmiyorum. Ama kendisini yeterince kötü hissediyor zavallı ve vicdan azabından kendimi yiyorum. Dün gece Bay Sherman’dan daha uzun süre kalmaya kalktı ama başaramadı. Gitmek için acele ederken nasıl üzüldü bilemezsin. Evet, gerçekten acele etti.”
Ertesi pazar Arnold Sherman, Theodora ile birlikte kiliseye gitti ve yan yana oturdular. Onlar geldiğinde Ludovic Speed aniden ayağa kalkıp oturdu. Görüş alanındaki herkes görmüştü onu. O gece Grafton Nehri civarındaki insanlar bu dramatik olay hakkında hevesle konuştular.
“Rahip vaaz verirken aniden ayağa fırladı, sanki biri ayağını çekmiş gibi.” dedi o sırada kilisede olan kuzeni Lorella Speed, olayı görmeyen kız kardeşine. “Yüzü kâğıt gibi bembeyaz kesildi. Gözleri âdeta yerlerinden fırlayacak gibi bakıyordu. Hiç bu kadar gerilmemiştim hayatımda. Neredeyse uçmaya başlayacağını düşündüm. Nihayet iç çekip tekrar oturdu. Theodora Dix onu gördü mü görmedi mi bilmiyorum. Soğukkanlı ve umursamaz görünüyordu.
Theodora, Ludovic’i görmemişti. Ancak soğukkanlı ve umursamaz görüntüsü gerçeği yansıtmıyordu. Gergin hissediyordu. Arnold Sherman’ın kendisiyle beraber kiliseye gelmesine mâni olamamıştı. Durum fazla ileri gidiyormuş gibi geliyordu ona. Grafton’da insanlar nişanlanmaya yakın olmadıkları müddetçe birlikte kiliseye gidip yan yana oturmazlardı. “Ya bu hâl Ludovic’i uyandırmak yerine uyuşuk bir çaresizliğe iterse?” diye düşündü. Ayin boyunca perişan hâlde oturdu ve vaazdan tek bir kelime duymadı.
Ne var ki Ludovic’in muazzam performansı henüz sona ermemişti. Speedleri bir işe başlatmak zor olabilirdi; ancak bir kez başladılar mı hızlarının önü alınamazdı. Theodora ve Bay Sherman dışarı çıktığında Ludovic merdivenlerde bekliyordu. Sert bir duruşu vardı. Başı geride omuzları dimdikti. Rakibine attığı bakışta açık bir meydan okuma vardı, Theodora’nın koluna dokunuşunda ise ustalık.
“Sizi eve götürebilir miyim Bayan Dix?” dedi kelimelerle. Ancak ses tonu, “İstesen de istemesen de seni eve götüreceğim.” diyordu.
Theodora, Arnold Sherman’a baktıktan sonra Ludovic’in koluna girdi. Yeşilliklerin arasından, çitlere bağlanmış atların dahi paylaşır gibi göründüğü bir sessizlikle geçtiler. Ludovic için bu, ömre bedel bir zaferdi. Ertesi gün Anne, ta Avonlea’den yürüyerek geldi haberleri duymak için. Theodora gülümsedi.
“Evet, nihayet halloldu Anne. Dün gece eve gelirken Ludovic basitçe evlenme teklif etti. Pazar günü derhâl evleneceğiz. Ludovic bir hafta bile uzatmak istemiyor.”
“Yani Ludovic Speed nihayet acele ettirildi.” dedi Bay Sherman, Anne onu Echo Lodge’da ziyaret edip haber verdiğinde. “Sen tabii ki de mutlusun. Benim zavallı gururum günah keçisi oldu bu arada. Grafton’da Theodora Dix’i isteyip elde edemeyen Bostonlu olarak anacaklar beni.”
“Ama bu doğru olmaz, biliyorsunuz.” dedi Anne teskin edercesine.
Arnold Sherman, Theodora’nın olgun güzelliğini ve münasebetleri süresince fark ettiği yumuşak huyluluğunu düşündü.
“Bundan emin değilim.” dedi iç çekerek.
Bölüm 2
Yaşlı Hanım Lloyd
1. Mayıs Zamanı
Spencervale dedikoducuları Yaşlı Lloyd Hanım’ın zengin, kötü ve kibirli olduğunu iddia ederlerdi. Bir dedikodunun genellikle üçte biri doğruysa üçte ikisi yanlıştır. Yaşlı Lloyd Hanım zengin ya da kötü değildi. İşin aslı acınası bir fakirliği vardı. O kadar fakirdi ki bahçesini kazıp odunlarını kesen Kambur Jack Spencer kendisiyle kıyaslandığında zengin sayılırdı. En azından günde üç öğün yemeği eksik olmazdı Kambur Jack’in. Yaşlı Lloyd Hanım ise bazen günde bir öğünden fazla yemek yiyemezdi. Ama kendisi çok gururluydu. O kadar gururluydu ki ölmek, gençliğinde bazılarına kraliçelik ettiği Spencervale ahalisinin aşırı fakirliğini ya da yaşadığı zorlukları bilmesinden daha kolay gelirdi ona.
Cimri, tuhaf, kiliseye bile gitmeyen, rahibe bile cemaatteki en düşük ödemeyi yapan acayip bir münzevi olduğunu düşünmeleri daha çok işine gelirdi.
“Servet içinde yüzüyor!” derlerdi öfkeyle “Yani, bu cimriliğini ailesinden almadığı kesin! Onlar gerçekten cömert ve komşuluğa değer veren insanlardı. Yaşlı Doktor Lloyd’dan daha ince bir beyefendi gelmemiştir dünyaya. Her zaman herkese karşı nazikti. Bir iyilik yaptığında iyilik yapanın kendisi değil de iyilik yaptığı kişi olduğunu hissettirirdi. Peki peki, Yaşlı Lloyd Hanım parasını isterse kendisine saklasın. Eğer bizim dostluğumuzu istemiyorsa bize katlanmak zorunda değil, o kadar. Bütün bu parasına ve gururuna rağmen pek mutlu değil galiba.”
Maalesef ki Yaşlı Hanım’ın pek mutlu olmadığı doğruydu. Yalnızlıktan tükenmiş, manevi anlamda boşlukta, maddi anlamda tavuklarınızın gerektiği az miktar para olmasa aç kalacak noktadaysanız mutlu olmak kolay değildir. Kendisi, bir zamanlar Lloyd Hanesi diye bilinen yerde yaşardı. Burası alçak saçakları ile büyük şömineleri olan kare pencereli eski bir evdi. Etrafı sık çam ağaçları ile çevriliydi. İşte burada tek başına yaşardı. Haftalarca Kambur Jack dışında kimseyi görmediği olurdu. Ne yaptığı ve zamanını nasıl geçirdiği Spencervale ahalisinin çözemediği bir bilmeceydi. Spencervale çocukları, ondan ölümüne korkarlardı. Bazı çocuklar, Spencer Yolu ekibi, onun cadı olduğunu düşünürlerdi. Ormanda yemiş ya da çam sakızı aradıkları zaman olur da yakacak çalı çırpı toplayan Yaşlı Hanım’ın silüetini uzaktan görürlerse kaçışırlardı. Mary Moore onun bir cadı olmadığından emin olan tek kişiydi.
“Cadılar her zaman çirkin olurlar.” dedi kesin bir şekilde. “Yaşlı Lloyd Hanım çirkin değil. Kendisi gerçekten güzel. Bembeyaz yumuşak saçları, iri siyah gözleri ve küçük beyaz bir yüzü var. O yol çocukları ne dediklerini bilmiyorlar. Annem onların cahil bir kalabalık olduğunu söylüyor.”
“Peki ama kiliseye gitmemesine sürekli kendi kendine konuşup mırıldanmasına ne demeli? Ayrıca devamlı çalı çırpı topluyor.” dedi Jimmy Kimball cesurca.
Yaşlı Hanım kendi kendine konuşurdu çünkü arkadaşlığı ve sohbeti severdi. İşin aslı yaklaşık yirmi sene boyunca kendiniz dışında kimseyle konuşmazsanız monotonluk baş gösterebilir. Az biraz arkadaşlık etmek için gururu dışında her şeyi feda etmeye hazır olduğu anlar vardı. Böyle zamanlarda kendisinden her şeyi aldığı için kadere gücenir ve acı çekerdi. Sevecek hiçbir şeyi yoktu ve bu, herhangi birinin yaşayacağı en zor şeylerden biriydi.
En zoru da bahardı. Bir zamanlar Yaşlı Hanım, -şimdiki hâlinde değil de güzel, inatçı ve şen şakrak Margaret Lloyd olduğu zamanlarda- baharı severdi. Şimdi ise bahardan nefret ediyordu çünkü bahar canını yakıyordu. Hele de bu bahar, özellikle de mayıs zamanı, canını daha önce hiç acıtmadığı kadar acıtmıştı. Bunun acısına dayanamaz gibi hissediyordu. Her şey canını yakıyordu. Köknarların yeşil uçları, evin aşağısındaki kayın ağaçlarının kovuklarındaki büyülü sis, Kambur Jack’in kazdığı bahçeden yükselen kırmızı toprağın taze kokusu acı çektiriyordu ona. Ay ışığının aydınlattığı bir gecede kalp ağrısından bütün gece ağladı. Ruhunun açlığı bedeninin açlığını unutturmuştu ona. Üstelik o hafta neredeyse hep aç kalmıştı. Bahçesinde çalışan Kambur Jack’e ödeme yapabilmek için peksimet ve suyla idare ediyordu. Solgun ve tatlı şafak rengi, çam ağaçlarının arkasından gökyüzüne yayılmaya başladığında yüzünü yastığa gömüp gökyüzüne bakmayı reddetti.
“Yeni günden nefret ediyorum.” dedi isyankâr bir şekilde. “Bu da diğer günler gibi zor ve sıradan olacak. Kalkıp da bu günü yaşamak istemiyorum. Uzun zaman önce her yeni güne bana güzel haberler getiren bir arkadaşmış gibi neşeyle ellerimi uzatırdım. O zamanlar sabahları severdim. Güneşli ya da donuk olsun fark etmezdi. Okunmamış bir kitap gibi güzeldiler. Şimdi onlardan nefret ediyorum. Nefret ediyorum, nefret ediyorum!”
Yine de ayağa kalktı. Çünkü Kambur Jack bahçe için erkenden gelecekti. Güzel, kalın ve beyaz saçlarını özenle düzeltti. Altın rengi puantiyelerle süslü mor ipek elbisesini giydi. Ekonomik sebeplerden dolayı her zaman ipek giyerdi. Annesine ait eski bir ipek elbiseyi giymek, mağazadan yeni bir elbise almaktan çok daha ucuzdu. Yaşlı Hanım’ın önceden annesine ait olan çok sayıda ipek elbisesi vardı. Onları sabah öğlen ve akşam giyerdi. Spencervale ahalisi bunu, kibrinin ekstra bir göstergesi kabul ederdi. Elbiselerin modeli ile ilgili olarak onları düzelttirmeyecek kadar pinti olduğunu söylerlerdi. Hâlbuki eski moda elbiselerinden dolayı Yaşlı Hanım’ın giyinirken ne kadar acı çektiğini hayal bile edemezlerdi. Yaşlı Hanım’ın kadınlık gururu, elbiselerinin eski fırfırlarına ve üst eteklerine Kambur Jack’in attığı bakışlara bile dayanamaz gibiydi.
Yeni günü kucaklamadığı hâlde günün güzelliği, yemekten sonra -daha doğrusu öğle peksimetini yedikten sonra- yürümek için dışarı çıktığında onu etkiledi. Hava fazlasıyla taze, tatlı ve bakirdi. Lloyd Hanesi’ni çevreleyen çam ağaçları da bahardan dolayı heyecanlılardı. Genç ışıklar ve gölgelerle saçılmışlardı etrafa. Bazılarının neşesi, aralarında gezinen Yaşlı Hanım’ın acı çeken kalbinden içeri girmişti. Kayın ağaçlarının altındaki küçük derenin ufak tahta köprüsünün üzerinden geçerken neredeyse bir kez daha zarif ve hassas hissetti kendisini. Bir de büyük bir kayın ağacı vardı ki o ağacı kendince sebeplerden dolayı özellikle severdi. Kocaman ve uzun bir kayın ağacıydı bu. Gövdesi gri mermerden bir sütunu andırıyordu. Dallarının yaprakları, derenin oluşturduğu su birikintisinin üzerine altın kahverengi bir renk ile yansıyordu. Kaybettiği görkemli günlerinde genç bir fidandı bu ağaç.
Koruluğun üzerindeki William Spencer’ın evine çıkan yoldan gelen çocuk sesleri ve kahkahalar duydu. William Spencer’ın evinin önündeki yol, ana yola farklı bir yönden çıkıyordu. Ancak bu arka yolda bir kestirme vardı ve çocuklar okula her zaman oradan giderlerdi. Aceleyle genç çam ağaçlarının arkasına çekildi. Spencer çocuklarını sevmezdi; çünkü çocuklar ondan korkuyor gibiydiler. Ağaçların arasından baktığında neşe ile yürüdüklerini gördü. İki büyük önden, ikizler arkadan uzun, zayıf genç bir kızın elinden tutarak geliyorlardı. Muhtemelen yeni müzik öğretmeniydi bu kız. Yumurtacı bu kızın William Spencer’ın evinde kaldığını söylemişti ancak Yaşlı Hanım ismini bilmiyordu.
Onlar yaklaştıkça kıza tuhaf bir merakla baktı. Sonra birden kalbi hızla, yıllardır hiç atmadığı gibi attı. Hızlı hızlı nefes almaya başladı ve korkunç bir sarsılmayla titredi. Kızın kim olduğunu merak etti.
Yeni müzik öğretmeninin hasır şapkasının altında kestane rengi saçlar vardı. Tonu ve dalgaları Yaşlı Hanım’ın kaybolan yıllarından kalma bir başı hatırlattı. O dalgaların altında iri, menekşe rengi, siyah kirpikleri ve kaşları olan gözler vardı. Bu gözleri kendi gözleri gibi bilirdi. Yeni müzik öğretmeninin yüzü, güzel hatları, narin rengi ve kaygısız gençliği ile Yaşlı Hanım’ın geçmişine ait bir yüzdü. Her yönüyle geçmişteki bu yüze benziyordu. Ama bir farkla… Hatırladığı yüz, bütün büyüsüyle zayıftı. Ancak bu kızın yüzünde tatlı bir kadınsılık vardı. Yaşlı Hanım’ın saklandığı yerden geçerken çocuklardan birinin söylediği bir şeye güldü. Bu gülüşü çok iyi biliyordu. Bu gülüşü o kayın ağacının altında daha önce de duymuştu. Köprünün ötesindeki ağaçlı tepede kayboluncaya kadar onları izledi. Sonra da eve âdeta bir rüyada yürüyormuş gibi döndü. Kambur Jack bahçeyi kazmaya devam ediyordu. Yaşlı Hanım, Kambur Jack’le dedikoduya olan zaafını bildiği için pek konuşmazdı. Ancak o sırada bahçeye girdi. Yaşlı bedeni mor ipekten, altın puantiyeli elbisesi içinde azametli bir görüntü veriyordu. Güneş ışığı beyaz saçlarının arasında parlıyordu.
Kambur Jack, kadının dışarı çıktığını görmüştü. Onun zayıf düştüğünü zannetmişti çünkü solgun görünüyordu. Ancak o sırada yanıldığını anladı. Yaşlı Hanım’ın yanakları pembeydi ve gözleri parlıyordu. Yürüyüşü sırasında en az bir on yıl gençleşmişti. Kambur Jack küreğine yaslandı ve Yaşlı Lloyd Hanım’dan daha güzel çok sayıda kadın olmadığına hükmetti. Yaşlı bir cimri olması ne kötüydü!
“Bay Spencer!” dedi Yaşlı Hanım zarafetle. Kendinden aşağı olanlarla konuşurken hep zarifti. “Bay William Spencer’ın evinde kalan yeni müzik öğretmeninin adını söyler misiniz?”
“Sylvia Gray.” dedi Kambur Jack.
Kalbi bir kez daha küt küt attı. Biliyordu. Leslie Gray’in saçlarına, gözlerine ve gülüşüne sahip o kızın Leslie Gray’in kızı olduğunu biliyordu.
Kambur Jack eline tükürüp işine devam etti. Ancak dili küreğinden daha hızlı çalışıyordu ve Yaşlı Hanım onu hevesle dinledi. Kambur Jack’in gevezeliğinden ve dedikodusundan ilk kez hoşlanıyordu. Ağzından çıkan her kelime çok değerliydi.
Yeni müzik öğretmeni geldiğinde William Spencer’ın evinde çalışıyormuş Kambur Jack. Eğer kendisi bir gün içinde bir insan hakkında bir şeyler öğrenemezse bunun sebebi, o kişi hakkında öğrenilmeye değer bir şey olmamasıdır. Bir şeyler öğrendikten sonra en sevdiği şey ise öğrendiklerini aktarmaktı. O yarım saatlik süre içinde Kambur Jack’in mi yoksa Yaşlı Hanım’ın mı daha çok keyiflendiğini anlamak zordu.
Kambur Jack’in söylediklerinin özeti şuydu: Bayan Gray’in annesi ve babası o daha bebekken ölmüşler. Onu çok fakir ve hırslı olan teyzesi büyütmüş.
“Müzik eğitimi istiyor.” diye bitirdi Kambur Jack. “Valla almalı da. Onunki gibi ses görmedim. O akşam bize yemekten sonra şarkı söyledi, ben de sanki melek şarkı söylüyor sanmıştım. Güneş ışığı gibiydi. Spencer’ın genç çocukları ona deli oluyor. Buralarda, Grafton ve Avonlea’de yirmi tane öğrencisi var.”