Kitobni o'qish: «Alice Harikalar Diyarında»
1. BÖLÜM
Tavşan Deliğine Doğru
Alice bankta, ablasının yanında boş boş oturmaktan sıkılmaya başlamıştı. Bir iki kere ablasının okuduğu kitaba şöyle göz ucuyla baktı ama kitapta ne resim vardı ne de kahramanlar arasında geçen herhangi bir diyalog. İyi de resimsiz ve diyalogsuz bir kitap ne işe yarar ki! diye geçirdi aklından.
O an kalkıp papatyalardan bir taç yapmak istedi ama havanın sıcaklığı onu hem aptallaştırmış hem de öyle uykusunu getirmişti ki kendinde o gücü bulamadı. Şimdi bu sıcakta kim yerinden kalkıp da papatya toplayacaktı. İşte tam o sırada pembe gözlü beyaz bir Tavşan koşarak Alice’in yanına geldi.
Yanına gelen Tavşan’ın “Hay Allah! Çok geç kalacağım!” diye kendi kendine konuşması başlangıçta Alice’e garip gelmemişti. Oysa daha sonra bunu düşündüğünde aslında Tavşan’ın konuşmasının ne kadar tuhaf olduğunu fark edecekti ama nedense o an, bu, ona çok doğal gelmişti. Tavşan, yeleğinin cebinden çıkardığı bir saate bakıp aceleyle uzaklaştı. Alice daha önce ne cepli bir yeleği olan ne de o cepten bir saat çıkarıp merakla bakan bir Tavşan görmediğini fark etti. Bir anda ayağa fırlayıp Tavşan’ın arkasından koşarak gitti ve son anda onun, bir çitin altından geçerek geniş bir deliğe doğru süzüldüğünü gördü.
Geriye nasıl dönerim diye düşünmeden Tavşan’ın arkasından Alice de deliğe girdi.
Tavşan’ın girdiği delik, geniş bir tünel şeklinde yerin altına doğru iniyordu. Alice tünelden aşağıya doğru düşerken kendini durduramadı ve bir anda kendini yerin dibinde buldu.
Delikten, yerin dibine kadar yuvarlanması çok zaman aldığına göre kuyu ya çok derindi ya da o çok yavaş düşmüştü. Öyle ya aslında düşerken ne yaptığını düşünecek bolca vakti olmuştu Alice’in.
İlk olarak, aşağıya baktı ve nereye geldiğini anlamaya çalıştı ama etraf öyle karanlıktı ki hiçbir şey görünmüyordu. Tünelde düşerken çevresine baktığında etrafının dolaplarla ve kitap raflarıyla dolu olduğunu fark etti. Duvarlarda haritaların ve resimlerin asılı olduğunu gördü. Rafların birinden bir kavanoz aldı. Kavanozun üzerinde PORTAKAL MARMELADI yazan bir etiket vardı ama ne yazık ki kavanoz boştu. Yine de Alice onun yanlışlıkla düşüp birini yaralayabileceğini düşünerek elinden bırakmak istemedi ve raflardan birine koymaya çalıştı.
Kendi kendine Neyse madem düşüyorum, yapacak bir şey yok! En azından bunu şimdi düşünmemeye çalışayım! Evdekiler benim için ne kadar da cesur bir kız diyecekler! Bu düşüşün yanında merdivenlerden düşmek çok hafif kalır hatta bir evin çatısından bile düşsem artık buna hiç aldırmayacağım! dedi. Haklı da sayılırdı.
Düş ha düş! Bu düşüşün bir sonu olmayacak mı? Yüksek sesle “Şu ana kadar kaç kilometre düştüğümü merak ediyorum doğrusu. Dünyanın merkezinin yakınında bir yerlere gidiyor olmalıyım. Şöyle bir bakayım: Sanırım şimdiye kadar altı bin kilometre olmuştur (Alice okuldayken yeryüzü hakkında birçok şey öğrenmişti ama şu anda çevresinde onu kale alacak kimse olmadığından bunu anlatıp bilgisini satacağı kimse de yoktu.). Evet yaklaşık aynı mesafe… Ama yine de merak ediyorum işte, şimdi hangi enlemde ve boylamdayım acaba?” diye düşündü (Alice’in hangi enlemde ya da hangi boylamda olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu ama yine de bu kelimeleri telaffuz ediyor olmak bile çok hoşuna gitmişti.).
Yine düşünmeye başladı: “Acaba dünyanın içinden geçip öbür tarafından mı çıkacacağım? İnsanları baş aşağı görmek ne de komik olurdu! Antipati mi deniyordu buna?” Aslında şu anda onu dinleyen kimse olmadığı için hâlinden memnundu çünkü “antipati” diyerek sanki doğru kelimeyi telaffuz etmemişti.
“Ama onlara hangi ülkede olduğumu sormak zorunda kalırım. ‘Hey, bayan burası Yeni Zelanda mı yoksa Avustralya mı?’ (Konuşurken reverans da yapabilirdi pekâlâ, tıpkı kibar bir kız çocuğu gibi… Aşağı doğru düşerken reverans yapmak eğlenceli olabilirdi! Bunu başarabilir miydi ki?) Bu soruyu sorduğum için kadın muhtemelen ‘Ne cahil bir kız!’ der bana! Yok en iyisi hiç sormamak. Hem belki bir yerlerde neresi olduğu yazıyordur zaten.”
Düş ha düş! Yapacak hiçbir şey yoktu; bu yüzden Alice yine kendi kendine konuşmaya başladı: “Bu akşam Dinah beni çok özleyecek (Dinah kedisinin adıydı.). Umarım çay saatinde onun da sütünü vermeyi unutmazlar. Keşke sen de benimle birlikte burada olsan! Tamam havada hiç fare yok belki ama sen de yarasa falan yakalarsın ne olacak ki zaten onlar da fareye benziyorlar. İyi de kediler yarasa yer mi ki? Bak şimdi merak ettim.” Kendi kendine konuşurken Alice’in uykusu gelmeye başladı. Sanki rüyasında konuşuyormuş gibi mahmur mahmur konuşmaya devam etti: “Kediler yarasa yer mi ki? Kediler yarasa yer mi? Peki ara sıra da olsa yerler mi?” Bu soruya cevap veremiyordu. Uykuya daldığını hissetmeye başladı. Rüyasında Dinah ile birlikte elden ele dolaştığını ve ona ciddi ciddi, “Dinah bana doğruyu söyle, şimdiye kadar hiç yarasa yedin mi?” diye sorduğunu gördü. Bir anda kulağına küt küt diye sesler gelmeye başladı. Gözlerini açtığında her yer, ağaç dalları ve kuru yapraklarla doluydu. Demek ki sonunda düşmesi bitmişti.
Hiçbir yerine bir şey olmamıştı hatta ayaklarının üzerine düşmüştü. Kafasını kaldırıp yukarı doğru baktı ama her yer karanlıktı. Uzun bir yoldan gelmişti ve hâlâ Beyaz Tavşan’ı görebiliyordu. Acele etti. Kaybedecek zamanı yoktu. Tıpkı bir rüzgâr gibi hızla köşeyi dönünce kulağına bir ses geldi: “Vay kulaklarım ve bıyıklarım, ne kadar da geç olmuş!” Biraz yürüyünce sesin geldiği yere daha da yaklaştığını fark etti ama Tavşan ortada yoktu. Kendini, tavandaki lambalar tarafından aydınlatılan uzun ve alçak tavanlı bir koridorda buldu.
Koridorda birçok kapı vardı ama hepsi de kilitliydi. Koridorun sonuna kadar her iki taraftaki kapıları da sırayla denedi. Hiçbiri açılmayınca üzgün üzgün Acaba tekrar nasıl dışarı çıkarım buradan, diye düşünerek yürümeye başladı.
Birdenbire karşısına camdan yapılmış üç ayaklı, küçük bir masa çıktı. Masanın üzerinde küçük altın bir anahtardan başka hiçbir şey yoktu. Alice’in aklına ilk gelen şey bu anahtarın koridordaki kapılardan birini açabileceğiydi. Hemen denemeye koyuldu. Olamaz! Ya kapının kilitleri çok büyüktü ya da anahtar çok küçüktü. Anahtar hiçbir kapıyı açamadı. Umutsuzca bakınırken gözüne bir perde ilişti. Hemen koşarak perdeye doğru gitti ve o da ne! Perdenin arkasında yaklaşık kırk santimetre boyunda küçücük bir kapı gördü. Elindeki küçük anahtarı kapının kilidine sokup onu açtığında sevinçten çılgına döndü.
Alice kapının en fazla bir farenin geçebileceği uzunluktaki küçük bir geçide açıldığını gördü. Eğilip şöyle bir baktı ve hayatında gördüğü en güzel bahçeyle karşılaştı. Bunca güzel çiçeğin olduğu ve fıskiyelerden serin suların aktığı bu muhteşem bahçeye, başını bile geçiremediği bu kapıdan çıkıp da nasıl ulaşacaktı? Zavallı Alice, Başım geçse bile omuzlarımı nasıl geçireceğim ki! Bir teleskop gibi kapanabilmeyi nasıl da isterdim. Keşke nereden başlayacağımı bilsem! diye geçirdi aklından fakat Alice, şu ana kadar başına gelen şeylere bakınca aslında çok az şeyin imkânsız olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Bu küçük kapının arkasında beklemesinin hiçbir anlamı yoktu. Belki bir anahtar bulabilirim ya da mesela insanların teleskop gibi nasıl katlanabileceklerini anlatan bir kitap, diye geçirdi aklından. Bir umutla masanın yanından döndü. Döndüğünde daha önce masanın üzerinde olmayan küçük bir şişe buldu. Şişenin üzerinde büyük harflerle ve özenli bir şekilde BENİ İÇ yazılmış bir etiket vardı.
Şişede BENİ İÇ yazması çok güzel bir şeydi elbette ama akıllı küçük Alice hemen içmedi şişenin içindeki şeyi. Daha önce, çocukların yakılıp vahşi canavarlar tarafından yenildiğini anlatan birçok hikâye okuduğundan Yok, en iyisi önce zehirli mi değil mi diye emin olayım, diye düşündü. Bu tür şeyleri arkadaşlarıyla hep konuşurlardı: “Eğer eline sıcak bir maşa alırsan elini yakar… Eğer parmağını bıçakla çok derinden kesersen çok kan akar…” gibi basit kuralları hatırlamamaları sonucu başlarına türlü felaketler gelirdi çocukların. Şimdi o da üzerinde “zehir” yazılı bir şişeden içerse ne olacağını az çok kestirebilirdi.
Gerçi bu şişenin üzerinde “zehir” diye bir şey yazmıyordu. Tatmaktan ne çıkar ki! diye düşünüp bir yudum aldı. Vay, tadı amma da güzeldi! Tıpkı kirazlı tart aroması, krema, ananas, kızarmış hindi, şekerleme, tereyağlı tost karışımı gibi bir tadı vardı. Bir çırpıda bitiriverdi.
Ardından Teleskop gibi kapanabilsem ne kadar ilginç olurdu, diye geçirdi içinden Alice.
Gerçekten de öyle oldu. Bir anda boyu sadece yirmi beş santim oluverdi. Küçük kapıdan o güzelim bahçeye geçebilmek için boyunun artık uygun olduğunu görünce sevinçten gözleri parladı. Yine de birkaç dakika acaba daha da küçülür müyüm diye bekledi. Beklemek onu biraz tedirgin etti aslında. Ya bunun sonu gelmezse? Bir mum gibi erirsem sonum neye benzer acaba? diye geçirdi aklından. Mum söndükten sonra mumun alevinin neye benzeyebileceğini aklında canlandırmaya çalıştı çünkü daha önce hiç böyle bir şey gördüğünü hatırlamıyordu.
Bir süre daha bekledikten sonra başka bir değişiklik olmadığını görünce bir an evvel bahçeye çıkmaya karar verdi ama zavallı Alice kapının yanına geldiğinde küçük altın anahtarı unuttuğunu fark etti. Anahtarı almak için hemen masanın yanına geri döndü ama ne yazık ki ona uzanamayacak kadar küçülmüş olduğunu fark etti. Camdan anahtarı çok net olarak görebiliyordu. Masanın ayaklarından birine tırmanabilmek için elinden gelen her şeyi yaptı ama ne yazık ki sandalyenin ayağı çok kaygandı. Deneye deneye bir hâl oldu ve başaramayacağını görünce zavallı kız oturup ağlamaya başladı.
Birden ayağa kalktı ve sert bir şekilde kendi kendine “Kes şu ağlamayı! Vazgeç şu sevdadan!” diye çıkıştı. Pek uygulamasa da arada kendine tavsiyede bulunurdu. Bazen de kendini öyle bir azarlardı ki en sonunda gözlerinden yaşlar gelirdi. Bir keresinde de tek başına kriket oynarken hile yaptığı için yüzüne okkalı bir tokat attığını hatırladı çünkü bu tuhaf kız, iki farklı kişi gibi hareket etmekten zevk alıyordu. İyi de şimdi iki farklı kişi gibi davranmak bir işe yaramaz ki! Hem benden ancak bir tane düzgün insan olur, diye düşündü zavallı Alice.
Daha sonra gözü masanın altında duran küçük cam bir kutuya takıldı. Kutuyu açtı. İçinden, üzerinde kuş üzümleriyle BENİ YE yazan küçük bir kek çıktı. Peki, yiyeyim. Eğer beni büyütürse anahtara ulaşabilirim ama eğer küçültürse de kapının altından sürünerek geçebilirim. Böylece her iki şekilde de bahçeye girebilirim. Bu durumda ne olacağının çok da bir önemi yok! diye geçirdi aklından.
Kekten bir parça ısırdı ve endişeyle kendi kendine Acaba hangisi olacak? Acaba hangisi olacak?.. diye sorarken bir yandan da ne olacağını görmek için elini başının üzerine koyup beklemeye başladı ama hiçbir değişiklik olmadığını görünce çok şaşırdı. Elbette ki bir kişi kek yedi diye böyle bir şey zaten olamazdı ama bugün Alice’in başına öyle umulmadık şeyler geliyordu ki kendini bir değişiklik olacağına inandırmıştı.
Kekin kalan kısmını da yemeye koyuldu ve hemencecik orada bitiriverdi.
2. BÖLÜM
Gözyaşı Havuzu
Alice, “Garip gurup!” diye haykırırken konuştuğu dili bile unutmaya başladığını fark edip şaşkınlık içinde “Şimdi gelmiş geçmiş en büyük teleskop gibi uzuyorum! Hoşça kalın ayaklarım!” diye bağırdı. Ayaklarına baktığında onlardan öyle uzaklaşmıştı ki neredeyse görünmüyorlardı. Alice, Benim zavallı ayaklarım, sizin ayakkabılarınızı ve çoraplarınızı artık kimin giydireceğini çok merak ediyorum canlarım. Eminim ki bundan böyle ben giydiremem. Bu konuda kendimi suçlayamam. Siz elinizden geleni yapın… Ama ben onlara karşı nazik olmalıyım. Belki de benim istediğim şekilde bile yürümezler artık. Bir düşüneyim, onlara her Noel’de yeni bir çift bot vereyim, diye geçirdi aklından.
Bunu nasıl yapacağını planlamaya devam etti. Ulak ile gitmeli. Bir insanın kendi ayaklarına hediye göndermesi ne kadar da komik olur! Hediyenin gönderileceği adres de tuhaf olurdu:
Alice’in sağ ayağı,
şömine parmaklığının
önündeki halıda.
(Alice’ten sevgilerle)
Aman Tanrı’m, ne saçmalıyorum ben! diye düşündü.
Tam bu sırada kafasını koridorun tavanına çarptı. Şu anda boyu üç metreden uzundu. Hemen küçük altın anahtarı alıp bahçe kapısına koştu.
Zavallı Alice! Yapabileceği tek şey buydu; bir kenara oturup tek gözüyle bahçeye doğru bakmak; ama geri dönmesi şimdi daha da zordu. Ne yapsın, oturup ağlamaya başladı.
Önce, “Kendinden utanmalısın. Senin gibi kocaman bir kız bu şekilde nasıl ağlar!” dedi kendi kendine. Sonra da “Kes şu ağlamayı dedim!” diye bağırdı ama değişen bir şey olmadı. Etrafında yaklaşık on metre derinliğinde, koridorun yarısını dolduracak kadar büyük bir havuz oluşana dek gözyaşları sel olup aktı.
Bir süre sonra, çıkardığı takır tukur ayak sesleriyle birinin yaklaştığını duydu. Yaklaşan şeyin ne olduğunu görmek için aceleyle gözyaşlarını sildi. Gelen Beyaz Tavşan’dı. Oldukça şık giyinmişti; bir elinde yumuşacık beyaz bir çift eldiven, diğer elinde de yelpaze tutuyordu. Aceleyle koşarak geliyor, gelirken de kendi kendine “Oh Düşes, Düşes!” diye mırıldanıyordu. “Eğer onu bekletirsem bana karşı zalim davranmaz değil mi?” diye sordu kendi kendine. Alice kendini o kadar umutsuz hissetmişti ki o an herkesten yardım istemeye hazırdı. Bu yüzden de Tavşan yanına gelince utangaç ve kısık bir sesle “Bayım, eğer isterseniz…” diye konuşmaya başladı. Daha sözünü tam bitirmeden Tavşan bir hışımla elindeki eldivenleri ve yelpazeyi atıp karanlığa doğru koşabildiği kadar hızla koşup kaçıverdi.
Alice yelpazeyi ve eldivenleri yerden aldı. Koridor oldukça sıcak olduğu için bir yandan kendini yelpazeliyor bir yandan da kendi kendine konuşuyordu. “Bugün her şey ne kadar garip! Dün her şey normaldi. Acaba gece uyurken falan mı değiştim ben? Bir düşüneyim. Bu sabah uyandığımda ben, ben miydim? Biraz farklılık olduğunu hatırlayabiliyorum. Peki eğer aynı ben değilsem diğer soruya geçelim: Ben kimim o zaman? Hah işte asıl soru bu!” Değişip değişmediğini anlayabilmek için kendisiyle aynı yaşta olan tanıdığı bütün çocukları tek tek düşünmeye başladı.
“Eminim ki ben Ada değilim çünkü onun saçı lüle lüle ama benimki değil. Ayrıca Mabel da olamam çünkü ben o kadar çok şey bilirken o benden çok daha azını biliyor! Hem o Mabel, ben ise benim. Of ne kadar da kafa karıştırıcı bir şey bu! Şu ana kadar bildiklerimi hâlâ bilip bilmediğime bir bakayım. Dört kere beş on iki eder; dört kere altı on üç eder; dört kere yedi de… Aman Tanrı’m! Bu gidişle yirmiye hiç ulaşamam ki! Gerçi ‘Çarpım Tablosu’ bir şey ifade etmiyor. Bir de ‘Coğrafya’yı deneyelim. Londra, Paris’in başkentidir. Paris de Roma’nın başkentidir. Roma da… Yok yanlış oldu. Eminim! Ben Mabel ile değişmiş olmalıyım. Küçük timsah şiirini okumayı deneyeyim bakalım: Nasıl olur da…’ ” Sanki ders anlatıyormuş gibi kollarını birleştirdi ve tekrar başladı ama sesi boğuk ve tuhaf geliyordu. Kelimeler de asıl anlamlarını taşımıyordu.
“Nasıl olur da küçük timsah,
parlar kuyruğu fersah fersah!
Durmadan çırpınır,
Nil Nehri’nin sularını fışkırtır!
Nasıl da keyifle sırıtır,
nasıl da düzgünce pençelerini uzatır!
Nazikçe gülümseyen koca ağzıyla,
hoş geldiniz der küçük balıklara!”
“Eminim ki sözlerini yanlış söyledim.” dedi zavallı Alice. Yine ağlamaya başlayıp “Bütün bunlardan sonra artık eminim ki ben Mabel’ım. Gidip o avuç içi kadar küçük evde yaşamalıyım. Tabii o zaman da oynayacak hiç oyuncağım olmayacak ve daha öğrenecek çok dersim olacak! Yok kararımı verdim. Eğer ben Mabel’sam, burada kalacağım! ‘Haydi yukarı gel tatlım!’ demeleri de bir işe yaramayacak. Sadece yukarı bakıp ‘Ben kimim öyleyse? Önce bana bunu söyleyin. Sonra eğer ben o kişi olmaktan hoşlanırsam gelirim. Eğer hoşlanmazsam da başka biri olana kadar burada kalırım.’ diyeceğim. Aman Tanrı’m!” diye gözyaşı içinde haykırdı Alice “Keşke bir süreliğine uyusam. Burada yalnız kalmaktan çok sıkıldım!”
Tam bunu söylerken Tavşan’ın küçük eldiveninin tekini eline giydiğini fark edip şaşırdı. Bunu nasıl yapmış olabilirim ki? Tekrar küçülüyor olmalıyım! diye geçirdi aklından. Ayağa kalkıp boyunu ölçmek için masanın yanına gitti ve tahmin ettiği gibi yaklaşık altmış santim uzunluğunda olduğunu ve giderek küçüldüğünü gördü. Sonra bunun sebebinin elinde tuttuğu yelpaze olduğunu fark etti. Daha fazla küçülmemek için hemen yelpazeyi yere attı.
Alice bu ani değişiminden epey korktu ama hâlâ hayatta olduğu için de çok mutluydu. “Ucuz kurtuldum! Şimdi sıra bahçede.” deyip bütün hızıyla küçük kapıya doğru koşarak gitti ama ne yazık ki küçük kapı yine kapanmıştı ve küçük altın anahtar önceki gibi yine cam masanın üzerinde duruyordu. Şimdi her şey daha da kötü oldu! diye düşündü zavallı çocuk. Hiç bu kadar küçülmemiştim, hiç! diye aklından geçirdi yüzünü asarak.
Kendi kendine bunları söylerken birden ayağı kaydı ve ne olduğunu anlamadan foş diye bir ses geldi. Çenesine kadar tuzlu suyun içine batmıştı. Aklına ilk gelen şey denize düşmüş olabileceğiydi. Öyleyse trenle geri dönebilirim, diye düşündü (Alice hayatında sadece bir kere deniz kenarında bulunmuştu ve şu yargıya varmıştı: İngiliz sahillerinde nereye gidersen git, denizde tekne olurdu. Bazı çocuklar, kıyıda ahşap kürekleriyle kumdan kaleler yapardı. Sahilin arka sırasında pansiyonlar bulunur, pansiyonların arkasında da tren istasyonları olurdu.). Aklından bunlar geçerken daha önce -boyu üç metreyken- kendi gözyaşlarıyla oluşturduğu havuzun içinde olduğunu fark etmesi uzun sürmedi.
Yolunu bulmak için oradan oraya doğru yüzerken Keşke bu kadar çok ağlamasaydım. dedi kendi kendine. Şimdi kendi gözyaşlarımın içinde boğularak cezalandırılacağım işte! Bu çok tuhaf bir duygu. Gerçi bugün her şey çok tuhaf!..
Tam o sırada kendinden biraz uzakta, suyun içinde bir şeyin çırpındığını duyunca ne olduğuna bakmak için yanına doğru yüzdü. Aklına ilk gelen şey bunun bir ayı balığı veya su aygırı olabileceğiydi ama daha sonra eskiye göre ne kadar küçülmüş olduğunu hatırladı. Biraz yüzünce sesin bir fareden geldiğini gördü.
Bu fareyle konuşmam bir işe yarar mı acaba? diye düşündü Alice. Burada her şey o kadar tuhaf ki bu fare de pekâlâ konuşuyor olabilir. Denemekten ne zarar gelir ki? Sonra konuşmaya başladı: “Sevgili farecik, bu havuzdan nasıl çıkabileceğimizi biliyor musun? Bu suyun içinde yüzmekten çok yoruldum. Sevgili farecik!” (Alice bir fareyle konuşmak için en güzel yolun bu olduğunu düşündü. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı ama erkek kardeşinin Latince kitabında böyle bir şey gördüğünü hatırlıyordu.) Fare, Alice’e merakla bakarken sanki bir şey söyleyecekmiş gibi göz kırptı ama hiçbir şey söylemedi.
Belki de dilimizi anlamıyordur, diye düşündü Alice. Sanırım bu bir Fransız faresi ve Kral William ile buralara gelmiş (Tarihi iyi bilse de bunun ne kadar zaman önce olduğundan pek emin değildi.). Bu sefer de Fransızca konuşmaya başladı: “Kedim nerede?” Fransızca kitabındaki ilk cümle buydu. Fare, sudan aniden fırlayıp korkuyla titredi. Alice zavallı hayvanı incittiğini düşünerek apar topar “Çok affedersiniz, sizin kedilerden hoşlanmadığınızı unutmuşum!” dedi.
Fare öfkeyle, “Hoşlanmam tabii ki! Siz benim yerimde olsaydınız hoşlanır mıydınız?” diye sordu.
Alice, Fare’yi yatıştırmaya çalışarak “Herhâlde hoşlanmazdım. Lütfen sinirlenmeyin. Keşke size kedim Dinah’yı gösterebilseydim. O zaman eminim ki kedileri severdiniz. Öyle uslu bir kedidir ki!” dedi. Alice suyun içinde tembel tembel yüzerken kedisi hakkında konuşmaya devam etti: “Ateşin yanında miyavlayarak güzel güzel oturur ve patilerini yalar. Öyle yumuşak tüyleri vardır ki! Hem fareleri de bir çırpıda yakalayıverir.” Sonra bir anda pot kırdığının farkına vararak “Oh affedersiniz!” diye atıldı hemen. Fare sinirden köpürünce Alice onu çok kızdırdığını fark edip “Eğer istemiyorsanız, onun hakkında daha fazla konuşmayız.” diye cümlesini tamamladı.
Fare kuyruğuna kadar titreye titreye “İyi olur!” diye atıldı sinirle. “Eğer bu konudaki fikrimi sorarsan; benim ailem oldum olası kedilerden nefret eder. İğrenç, aşağılık, adi şeyler! Bir daha bana sakın kedi deme!”
Alice konuyu hemen değiştirmek için “Peki bir daha demem.” dedi. “Ya köpekler? Onlardan hoşlanır mısın?” diye sordu. Fare bu soruyu cevaplamayınca Alice hevesle konuşmaya başladı “Bizim evimizin yanında çok tatlı bir köpek var. Sana göstermek isterdim. Küçük ve parlak gözlü, uzun, kıvırcık, kahverengi tüylü bir teriyer! Mesela ona bir şey atarsan hemen yakalıyor veya önünde diz çöküp yemeğini vermeni bekliyor. Daha birçok şey yapıyor da hepsini şimdi hatırlayamadım. Bir çiftçinin köpeği bu ve çiftçi onun kendisine çok yararı dokunduğunu söylüyor. En az 100 pound edermiş! Çiftçi diyor ki onun sayesinde fareden eser kalmamış.” Bu sırada “Oh affedersin!” diye atıldı hemen mahcup bir şekilde. “Korkarım yine seni kızdırdım!” Bunun üzerine Fare, Alice’ten uzaklaşmak için telaş içinde yüzebildiği kadar hızla yüzmeye başladı.
Alice, Fare’nin arkasından bütün samimiyetiyle seslendi: “Sevgili Farecik! Lütfen geri dön. Tamam, eğer hoşlanmıyorsan kediler veya köpekler hakkında konuşmak yok.” Fare bunu duyunca ikna oldu ve tekrar ona doğru yavaş yavaş yüzmeye başladı ama korkudan beti benzi atmıştı zavallının. Alice Sanırım heyecanlandı, diye düşündü. Tir tir titreyen Fare, “Sahile gidelim, orada sana başımdan geçenleri anlatırım. Sen de kedilerden ve köpeklerden neden nefret ettiğimi anlarsın.” dedi.
Havuz, suya düşen kuşlar ve hayvanlarla dolmaya başlamıştı. Oradan uzaklaşmanın tam zamanıydı. Havuzda bir Ördek, bir Dodo Kuşu, bir Kırmızı Papağan, bir Kartal Yavrusu ve birkaç tane de ismini bilmediği başka hayvan vardı. Alice oradan uzaklaşırken hepsi birden onun arkasından sahile doğru yüzmeye başladılar.
Bepul matn qismi tugad.