Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Baharı Kim Kaçırdı?»

Shrift:

Türkmeneli’de her gün yeni bir acıya gebe olan insanlara…


Her Türkmen’in

Bir Yanı Ağlamaklıdır.


Bu onun hayatı idi.

Kader denilirdi bazen böyle hayata!

Ne zaman, nerede başladığını bilinir belki, ama sonu öğrenmek için Bahar’ı beklemek gerek!

Onlar! Nereden bileceklerdi yerdeyken ayrı bir gözle, gökteyken ayrı bir gözle bakıldıklarına. Bir avuç kadarı olan cisimleri, siyah kadifemsi tüylerin üstüne grimsi benekler serpilmiş; bahçelerde, çimlerin üzerinde bazen yalnız bazen de kargaların arasında paytak paytak yürüyüşleri, bazen de sıçrayarak yemlerini otların arasından veya toprakta delik açarak solucanları yakalamaya uğraştıklarını kim umursardı ki. Bahçelerde tekil dolaşmaları, elektrik direğinde en fazla on beş-yirmi kaderi yan yana duruşlarını görür geçerdi insanlar. Yerde herhangi bir vaziyette olduklarında insanların o kadar da dikkatlerini çekmezdi. Ama sürü hâlinde binlercesi bir araya gelip göklerde dalgalanmalarına hayran olmayan bir Allah’ın kulu olmazdı.

Sığırcıklar.

Kimine göre göç halindeyken geçtikleri bölgelerde kendilerine kalacak yerleri bulduklarında sevinç dansı yaptıklarıydı. Kimine göre ise –ki bu en fazla göçebe kuş bilimcilerinin söylentileriydi– düşmana karşı elbirliğiyle savunma hareketi olduğunu söylerdi. Gökte binlercesi olmalarına rağmen yırtıcı kuşlara karşı tek vücut görüntüsü verirlerdi.

Yeryüzünde binlerce milyonlarca hayranları arasında biri daha vardı!

Bahar!

Dokuz yaşında bir kız çocuğu ne anlar sığırcıkların huyundan suyundan ve de sürüsünden, demeyin. Huyları suları kendilerinin olsun. Bahar’a lazım olan o muhteşem sürü halleriydi.

Gökte uzakta karartıyı gördüğünde, koşmaya başladı. Sevincini içinde tutamadı. Koştu… Koştu… Yaklaşan karartıya koştukça karartı da ona yaklaştı. Karartı yaklaştıkça sallana sallana dalgalar şeklini almaya başladı. Durduğu tepeciğin tam üstüne geldiğinde işte o an siirc siirc siirc ötüşleri göğü kapladı.

Binlerce sığırcığın dalgalar şeklinde dans etmeleri ne yüklü bir siyah buluta benzerdi ne de her şeyi içene alıp etrafını darmadağın eden hortumlara… Ben de biraz görmek istiyorum, der gibi batışa geçmeyi mümkün derecede geciktirmeye çalışan güneş; kızıl ışınları vurdukça o grimsi ile siyah arasında çok küçük benekli tüyler, yaldızlı dalgalarla dönüp dönüp şahane danslarıyla herkesi büyülerdi. Sığırcıkların dansları ötüşleri gökte bambaşka tablolar oluşturdu.

İçinden “işte” dedi. Sevinci doruktaydı Bahar’ın. Sevinç çığlığı atmamak için elleriyle ağzını kapattı. Gözlerine inanamıyordu, bir avuç kadar olan o küçük hayvanların binlercesi bir araya gelmeleri ne harika bir tabloydu.

Mevsim, sonbahardan kışa doğru yol almıştı. Sığırcıklar, gökte sürü hâlindeydiler.

Demek göçleri başlamıştı.

Damda tek başına sek sek oynarken görmüştü onları. Oyunu bıraktı. Bir solukta kendini evin avlusuna attı. Merdivenleri ikişer ikişer atlayarak indi. Yaşına göre değildi bu hareketler. Annesi işkillenir huylanır diye, biraz yavaşladı. Ta ki kendini evin dışına / sokağa atana kadar. Sokaktaydı. Yürümeye başladı. Görenler “niye koşuyorsun” sorularından kaçmak için yürüdü önceleri. Adımlarını genişletti, koşmak niyetine yürüdü…

“Geldiler!”

Evleri Şaturlu’dan Arafe’ye giden ana yolun iki alt sokağındaydı. Kerkük’ün eski semtlerinde biriydi burası. Yani Şaturlu Mahallesi. Evler sıra şeklinde tek katlı olanlar eski yapılardı. Biraz daha modern olanlar iki katlıydı. Evlerin damları dip dibe idi. Bir evin damından atlayıp onuncu evin damına kolay varılabilirdi. Özellikle evlerin bu yapı şekli yaramaz çocukların işine gelirdi. Kırdıkları potlara karşı babaları sinirlenip dayak atmaya hazırlandığında çocuk soluğu damda alırdı. Oradan komşuların damlarına kolay zıplayıp kaçabilirdi. En azından babasının siniri yatışana kadar o ortamdan uzakta güvende olurdu. Komşuların çoğu birbirine akraba veya çok eski komşu olması yaramaz çocuklar için güven sağlardı. Yaramaz çocuğun işlediği suçun büyüklüğüne göre dayağın da biraz acımasız olacağı kaçınılmazdı. Suç işlen çocuk komşularına yalvarıp babasıyla arasında barışı sağlamak için yalvarmaya başlardı. Bazen de derslerini ihmal eden kafası sokakta oyun oynamakta olan çocuklar aileleri tarafından sokağa çıkma yasağıyla cezalandırılırdı. Yerinde duramayan atak çocukları bağlasan durmaz misali damlardan kaçışları bir seçenek sayılırdı. Nasıl olsa sokakta top, saklambaç, topaç çevrime veya çelik çomak oyunları oynayan bir sürü çocuk vardı. Bahar, sığırcıkları karşılamaya can atarken önce annesinin dikkatini çekmemek için damdan kaçmayı düşündü. Mutlaka bir komşunun damından avlusuna iner ve kendini sokağa atabilirdi. Durdu. Bir kız çocuğu için duvardan duvara tırmanmak hele eteklerini toplamak kolay olmayacağı aklına geldi. Hele duvardan atlarken bacakları sıyrılır yara alırsa akşam annesine ne diyecekti. Annesinin uyarılarına hiç aldırmadan her azarı göze alarak damdan jet hızında basamakları indi. Avludan dışarıya sokağa kendini attı.

Evden dört kavşağın gün batımı tarafındaki küçücük tepeciğe varıncaya kadar koştu. Gökte uzaktan karartı şeklinde görünenler yaklaşınca o da tepeciğe varmıştı. Bahar’ın durduğu tepenin tam üstüne gelmişlerdi. Çok yakınlardı. Tek ritme göre dans ediyorlardı. Gökte topluca sessiz bir senfoni eşliğinde dansları yeri göğü kendilerine hayran bırakıyordu. Gökte yuvarlaklar, ovaller biri birine geçerek on binlercesi dönüp dönüp sanki ilahî bir vecde içinde dans edip dönüyorlardı. Binlercesi… On binlerce… O kalabalığın içinde asla biri birine değmiyordu. Her biri diğerine olan mesafeyi titizlikle koruyordu.

Sığırcıklar topluluğu göğü sarmıştı…

Sadece Sarıkâhya Mahallesi sakinleri değildi göğe kilitlenenler… Şaturlu, Arafa, Elmas, Havaalanı Meydanı, Cirit Meydanı, Gavurbağı etrafındakiler kim varsa o bölgede caddelerde sokaklarda yürüyen herkes, damlara çıkanlar, bir ağızdan sevinçlerini, hayretlerini, dehşetlerini yüzlerindeki tebessümler ve dillerinde “Maşallah” nidalarıyla sığırcıkları seyrediyordu. Yoldan geçen yayalar ayrı arabayla geçenler ayrı durup onlara bakıyordu. Kimisi cep telefonunu çıkarıp o muhteşem gösteriyi videoya kaydediyordu. Hepsi hayran hayran göğün dansçılarına kilitlenip kalmışlardı. Bu Bahar’ın etrafında olup bitenlerdi ve gördükleri idi. Öbür tarafta Bahar’ın görmediği dünyanın öbür tarafında aynı göğün altında olanlar da acaba görüyor muydu bu dansçıları. Onlar da böyle yollarda evlerin damlarında durup seyrediyorlar mıydı? Kim bilir belki onların oldukları yer daha yüksekti ve sığırcıklara daha yakın idiler. Öyleyse onlar daha şanslı sayılırdılar. Gerçi evlerinin damı da yüksek sayılırdı ama annesi yan komşuların dama çıkıp onlar da sığırcıkları seyretmeleri ve abuk sabuk konuşmalarından rahatsız olduğu için tek başına olmayı, dansçıların tek seyircisi gibi durmayı yeğledi Bahar. Onlar da annesi ve komşuları da haklıydılar! Onlar da sığırcıkları seyredip hayran kalıp keyifleniyordu. Sığırcıkların ihtişamlı danslarına kim hayran kalmazdı ki?

“Susup sadece baksalardı, ne iyi olurdu.” içinden bunları geçirirken; “Herkesin hayranlığı dehşeti birkaç dakika sürüp gidecekti. Kısa bir zaman diliminde etkilenip sonra unutabilirlerdi. En fazla akşam evde yemek sofrasında birkaç dakikalığına sığırcıkların konusu açılır ve kapanırdı.”

O akşam Kerkük’te hiçbir insan Bahar kadar sevinçli değildi.

Sığırcıkların hızlı ve kıvrak dönüşlerine Bahar, omuzlarıyla başıyla onların meyillerine göre danslarına uymaya çalışıyordu. Onlara göre bir sağa bir sola hareket ediyordu. Bazen de iki kolunu açıp onları taklit edercesine uçuyor gibi kollarını sallıyordu. Sığırcıklar, gökte idiler… Dansları kaç dakika sürdüğünü hesaplamak zordu. Çünkü o dans sırasında zaman başka bir kalıba girmişti. Zamanın önemi yoktu o anlar. Beş dakika mı on dakika mı, ne fark eder. O muhteşem gösteriş, o görünmeyen ama mutlaka onları yönlendiren maestronun direktifiyle yapılan hareketler zamanla ilgisi yoktu. Orada bir neşe bir sevinç ve ulvî bir yeteneğin gösterisi vardı. Sonra öyle bir tablo çizdiler ki adeta Bahar’a el sallar gibi yapıp vedalaştılar…

“Gittiler!”

Bahar’ın kolları havada kaldı. Dudakları büzüldü. “Durun!” demek istedi. Diyemedi. Yalnız içinden ve yalnız kendisi duyabildiği “durun” kelimesini, dudakları fısıldarken duyabildi. Bahar’ın ayakları yere basıyordu. Bir türlü yükselip uçamıyordu. Yine de mutluydu. Dudaklarındaki tebessüm mutluluğunu yansıtıyordu. Dokuz yaşındaki bir çocuğun sevinci işte…

Ayaklarını sürükleyerek gerisin geri döndü. Gözleri buğulandı. Ara sıra kaçamak olsa da başını kaldırıp göz ucuyla sığırcıkların gittikleri yöne baktı. Yerde biten otlara bazen sert bastı bazen de acıdı ve normal yürüyüşüne devam etti. Basacağı yere basmadı, niye basmadığını kafasının sığırcıklara odaklandığına bağlanabilirdi. Yolun üzerinde sere serpme biten otların arasından birkaç serçe cıvıldayarak uçtu. Onlar da hızlıydılar. Ama her biri bir tarafa gitti. Onlar danstan anlamaz kuşlardı. Serçelere bakarak içinden:

“Sığırcıklar gelip gidiyorlar, sizler?”

Tamamlayamadı sözlerini. Her hayvanın kendine has özelliği olduğunu, o özelliğe göre de içgüdüleri davranışlarına yön verdiğini bilmiyordu. Yol boyunca uzanan birçok yabani bitkiler biri birine karışmıştı. Bir arı vızıldayarak sağ kulağının yanından geçti. Hızlı refleks olarak elini kaldırdı. Savmaya çalıştı. Arı ileride bir çiçeğe kondu. Bir arı daha öncekinin yanına geldi. O da başka bir çiçeğe kondu. Sonra beraber uçtular. Serçeler buradan oraya zıplayıp gagalarını yere vuruyor ve başlarını kaldırıp sağa sola bakıyorlardı. Tekrar tekrar aynı hareketi yapıyorlar. Yerde buldukları yem ne ola ki bu hızda alıp onu yutuyorlardı. Sonra havalanıp gidiyorlardı. Başka serçeler gelip aynı hareketi yapıtılar. Biri diğerinin gagasından düşen küçük bir parçayı aldı uçtu. Ah serçeler, kim buraları daha seviyor? Sığırcıklar mı siz mi? Onlar yılda iki üç haftalığına gelip gidiyorlar, siz hep burada kısmetinize razı olup ve burada da ölüyorsunuz. Çünkü bir serçeyi sokağın başında cansız yerde yattığını görmüştü. Ölü serçeye varana kadar bir kedi alıp kapmıştı.

Sığırcıklar nereye gidiyorlardı?

O tarafta ne vardı ki? Güzel olsaydı hiç gelir miydiler buralara, hiç buraya özenir miydiler?

Bitkiler arasında ufacık çiçekler kendini göstermeye başlamıştı. Beyaz, sarı, hafif kırmızımtırak, mor… Onlara baka baka evin yolunu tuttu. Sokağın ortasında ince arklardan evlerin kirli suları aktığına baktı. Hâlâ eski düzen devam ediyordu. Yirmi birinci yüzyılda dünya zengini Irak’ta ve bu zenginliğin kaynağı Kerkük olmasına rağmen hiç kanalizasyon sistemi olmadı Kerkük’te. Evlerin atık sularını yer altına kanalizasyon sistemine göre proje tasarlamak gelip giden yöneticilerin kafası basacağına da benzemiyordu. Pek çok hastalığa neden olan bu eski düzen belediyelerin sağlık bakanlığının ve en önemlisi hükümetin ihmali değil de nedir? Sokakta bazı çocuklar muziplik olsun; akan kirli suya ayaklarıyla vurup suyun sıçramasına eğlenip gülüyorlardı. Gülecek hâli yoktu Bahar’ın. Eğlenecek hevesi de kalmamıştı. Kirli suyun eteklerine sıçramasından kaçınarak evlerin duvarına bitişik yürümeye başladı.

Bahar’ın sığırcıklarla tanışması geçen yıl başlamıştı. Tam günü ve saati hatırlamak zordu. Ama sığırcıklarla tanışmasının üzerinden bir yıl geçse bile onlar Bahar’ın hayalinde rüyalarında yılın üç yüz altmış beş günü vardı. Yine bir ikindi saatiydi evde damı süpürürken onları görmüştü. İki kolunu damın duvarına koydu ve üstüne çenesini dayadı. Onları seyre daldı. Çok neşelenmişti o akşam. Annesine sığırcıkları anlattı. Maharetlerinden söz etti. Hatta sokağın girişindeki ufak bakkal dükkânına sahip olan Ömer Amca’ya da anlatmıştı.

“Seneye bir daha gelecekler,” demişti Ömer Amca.

Ömer Amca’nın bu cümlesinden ötürü her alışverişini illaki Ömer Amca’dan yapmaya karar vermişti. Onun bu güzel haberi vermesi, Bahar’ı ömür boyu mutlu edecekti.

Bahar, Talimtepe’nin üstüne çıktığında önüne yayılan Bulava Köyü’ne, petrol şirketine giden yolları ve daha ucu nereye kadar varacağı bilinmeyen geniş arazileri göre biliyordu. Talimtepe’ye her gidişinde biraz ilerisindeki Kehriz’in yanına gitmeyi ayaklarını suya daldırmasını çok severdi. Kehriz’in suyu ta Tisin Mahallesi’nden geldiği söylenirdi. Akan su şakırdayarak çıkmazdı. Yine de o civardaki doğal toprak arazi için sulama işine yarardı. Çocuklara ayrıca eğlence yeriydi Kehriz’in akan suyu. Tepenin yamaçları ve tatlı eğilimi sadece çocukların eğlence yeri sayılmazdı. Havaların ısınmasıyla ve baharın gelişiyle bazı aileler ikindi çaylarını börek çörekleri hazırlayarak kimi de bir tencere dolmayla tepede buluşmaya anlaşırlardı. Sofralar serilir, her aile kendine göre hazırladığı yemeği sofraya bırakırdı. Gelenek hâline gelen bu aile buluşmaları genelde kadınlar arasında olurdu. Erkekler işte güçte oldukları saat seçilirdi. Kadınların evde dört duvar arasında ve cıvıldayan çocukların gürültüleri arasında baharı geçirmek sıkıcı olurdu. Talimtepe yeri bir çeşit soluklanma yeri sayılırdı. Kadınların sofrada sergiledikleri yemeklerde bir nevi ustalık yarışmasına dönerdi. Kimi dolmayı yaparken ekşimsi olmasını kimi de pirincin sulu değil de biraz diri kalmasını daha muteber bulurdu. Bazı haşin kadınlar da muziplik olsun “ne lafı eveleyip çeviriyorsunuz, kocanızın ağız tadına göre yaptığınızı söylesenize… Yapmayın da göreyim sizi tencereyi başınıza geçirir valla…” dediğinde sessiz kalanlar olayın gerçeğini kabullenmiş olanlar olduğu anlaşılırdı. Annelerin arasındaki yemek konusu ve dedikodular bir yana dursun. Beri taraftan da Talimtepe çocuklar için benzeri olmayan eğlence yeri sayılırdı. Kehriz’in suyuna ayaklarını şıp şıp batırarak eğlenmeleri, tepenin yukarısından aşağıya yuvarlanmalarını çok keyifle yaparlardı.

Talimtepe Kerkük petrol şirketine giden ana yolların bağlantı göbeği sayılırdı. Tisin, Hamzeli, Bağdat Yolu, Korya, Şaturlu, Ahmet Ağa… Sarıkâhya Mahallesi’nden hemen hemen bütün ana yolları hatta bazı sokakları petrol şirketine çıkar ve bunların hepsi de Talimtepe Kavşağı’nın yanından geçerdi. Kimi yaşlılar o tepeye Talimtepe adı verilmesinin nedenini geçmişlerde o bölge meskûn bölge olmadığı için Kerkük’te askeri birlikler, askerlerin yıllık atış talimlerini bu tepede yapmalarını belirlemişti. Hâlâ da askerî birliklerin silah atışlarında kazdıkları bazı mevziler ve nişan için belirledikleri yerlerin izleri olduğunu söylerlerdi. Tepede U harfi şeklinde toprak yığını düzeni kurmuşlardı. U şeklin açık tarafı petrol şirketi yönüne ayarlanmıştı. Atış için belirlenen nişan yerleri olduğunu, askerlerin attıkları kurşunlar sekip hedefin dışına çıkarsa eğer tepeye yani toprağın içine saplanması da düşünülmüştü. Böylece tepenin Şaturlu tarafına olan kısmına yakın –kazara– yoldan geçenlere isabet etmemiş olurdu.

Petrol şirketinde çalışanların çoğunun evi bu semtlerde olması, işe gidişlerinde zaman açısından çok önemliydi. Daha uzaktaki çalışanlar bisikletlerle gelir ve şirketin güvenlik ana kapısına yakın alanlarda bisikletler için ayarlanan özel parklarda bisikletlerini zincirlere vurup kilitlerdiler. Şirketin güvenlik ana kapısı ile iç bölümlerin arası çok uzaktı. Uzak mesafe –ki kilometrelerce olabiliyordu– işçilerin yürümemesi ve bölümlerine yorgun varmamaları için ana güvenlik kapısı ile bölümler arası özel tren istasyonu yapmıştı İngilizler. İşçiler petrol şirketinin iç bölümlerine trenle gidip iş bitişinde trenle dönerlerdi. Mühendisler, şefler, müdürler ve daha yüksek konumdakiler ise şirketin tahsis ettiği binek arabalarla petrol şirketine çalıştıkları kendi bölümlerinin kapısına kadar gelir-giderlerdi. Petrol şirketinde çalışmalar üç vardiya düzenine göre olsa da işçilerin çoğu sabah işbaşı saat altı ile yedi arası ve akşam beş ile alt arası Şaturlu Mahallesi’nde ve civar yollarda çok yoğun insan seli ile hareketlilik görülürdü. Yüzlerce bisikletliyi akın ettiklerini görürdünüz. Bahar da her Talimtepe’ye gidip dolaştığında eve dönüş saatini belirler, insan seline kapılmamaya özen gösterirdi. Caddeyi atlarken de bisikletlerin arasında sıkışıp kalmayı ve bir kazaya kurban gitmemek için çok dikkatli bir şekilde evin yolunu tutardı.

Talimtepe Bahar’ın en sevdiği uğrak yer idi. Çimlerin üzerinde yürüyerek derin nefesler aldığında kendine gelir ve başındaki dumanları atıverirdi.

Öğleye doğru güneş tek katlı evin avlusunun yarısına gelmişti. Bahar avluda elinde derme çatma her tarafı yamalı bir bebekle sohbet ediyordu. Bazen saçını okşuyor, bazen de gözünün kenarlarını siliyordu.

Bir yılı aşkındır oyuncaklarını annesi yapıyordu. O da annesinin yaptıklarına kanaat getirmişti.

Annesi, “Senin oyuncakların diğerlerinkinden daha sağlamdır.” derdi. “Sevdiğin oyuncak çürüse yırtılsa kolayca yenisini yapabiliriz. Ötekilerinki çoğu parçaları plastiktir. Üzerindeki giysileri plastiğe yapıştırmışlardı. O oyuncaklar kırılsa veya giysileri yırtılsa, çöpe atarlar. Seninki öyle değil ki.”

“Onlarınki yırtılsa kırılsa yenisini daha değişiğini daha güzelini alabiliyorlardı,” diyecekti annesine her defasında. Ama sözcükler boğazına kadar gelirdi ve yutkunurdu. Dokuz yaşındaki bir kız çocuğun boğazına düğmelenen sözler yıllara yayılsa bile unutulur mu hiç.

Neden annesine diyemiyordu?

Kendi kendine sorduğunda, yine kendisi:

“Annenin gözüne baktın mı?”

“Annenin söylediği sözlerle gözlerinin bakışı bir miydi?”

“Asla sözleri ile gözü aynı şeyi söylemiyordu.”

Küçük yaşına rağmen bunu fark ediyor, hissediyor ve iç dünyasında bir buhran içinde kendini zorla da olsa avutmaya çalışıyordu Bahar.

Acaba her çocuk annesine baktığında –kendisi hissettiği gibi– onlar da aynı duyguları hissediyor yaşıyor muydu?

İnsanın dili yerine yüz mimikleri pek çok duyguyu ve daha doğrusu gerçek duyguyu yansıtabiliyordu. Oysa duyguları derinlemesine ayna gibi yansıtan ve insanı ele veren gözdür. Herhangi ifadeyi içinde bastırmaya çalışırsa çalışsın; göz insanı hemen açığa verir, deşifre eder. Onun için birinin suç işlediğinde sorgulama sırasında polisler suçluya sık sık “gözüme bak… gözüme bak…” derler. Çünkü suçlu sürekli kafasını sağa sola çevirir ve gözlerini soruşturmayı yürüten memurdan kaçırmaya çalışır.

Bahar, her zaman olmasa da bazı aralarda can alıcı bir konu geçtiğinde dik dik annesinin gözüne bakardı. Bahar da biliyordu, annesi ondan önemli bir şey saklamıyor. Ama çocuğu, biricik kızı üzülmesin diye bazı sözleri daha yumuşak söylediğini de sezebiliyordu. Evirip çevirip daha ılımlı kelimeleri bulmaya çalışırdı gerektiğinde. Bazen de çok dolambaçlı yollardan konuyu anlatırdı. Bu demek değil ki Türkan kızı Bahar’dan gerçekleri saklıyor veya ona bu çocuk yaşta yalan sözler aşılıyor. Hayır! Türkan neyi ne zaman ve ne şekilde Bahar’a anlatacağını çok iyi biliyordu. Bütün bu davranışının tek nedeni vardı: Bahar üzülmesin!

İşte o sıralarda Bahar avluda elindeki yapmacık bebek oyuncağıyla kendi âlemine dalmış dolaşırken; Nazlı, elinde yepyeni pamuktan yapılmış kocaman bir bebek ile sokak kapısından içeri girdi. Dün akşam geç saatlerde babası şehir dışından gelirken ona almıştı. Nazlı bütün çocuksu saflığıyla:

“Bak babam bana ne aldı.” diyerek bebeğini Bahar’a gösterdi.

Ne olduysa o anda oldu.

Bahar var gücüyle bağırmaya başladı. Avluda dört döndü ve döndükçe de bağırıyordu.

Ağlamıyordu!

Sadece başını kaldırıp duvarlara bağırıyordu. Avluda hep dönüyordu. Güneş bazen yüzüne bazen de sırtına vuruyordu. Beton tuğlalardan yapılan duvarlar engel olduğunu sanır gibi böğürüyordu duvarlara! Nazlı neye uğradığını anlamadan yere çömeldi ve korkudan tir tir titremeye başladı. Babasının yeni almış olduğu bebeğini kucağına sımsıkı tuttu. O da ağlamaya başladı.

Korkmuştu çocuk.

Bahar’ın bağırmasından korkmuştu. Korktuğu için de ağladı.

Türkan, içeri odadan fırladı avluya. Ne olduğunu önceleri anlamadı.

Bir Bahar’a bir Nazlı’ya baktı!

İki kolunu açtı her iki çocuğu bir anda kucakladı.

“Ne oldu?” diye hangisine soracağını şaşırdı.

Bahar’ın haykırışı öyle yüksekti ki sokağın öbür ucundan duyulabiliyordu. Bahar ile Nazlı’nın evlerinin duvarları bitişikti. Bir insan boyunu biraz aşan duvar iki evi ayırıyordu. Nazlı’nın annesi de koşarak sese geldi.

Çocukların seslerini duymamak imkânsızdı. İlkin Nazlı’yı kucakladı Gülboy. Ama gözleri Bahar’ın annesi Türkan’a baktı ve “ne oldu?” diye sordu.

“Bilmiyorum,” diye yanıtladı. “Seslerine koştum gel-dim. Hiçbiri bir şey söylemiyor…”

Nazlı ağlıyordu. Bahar hem ağlıyor hem de bağırıyordu!

“Babam niye gelmiyor?”

Bu soru karşısında hem Türkan hem de Gülboy Bahar’ın bağırmasının ve ağlamasının nedenini anlamış oldular.

Bepul matn qismi tugad.

4 676,79 soʻm
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
01 avgust 2023
ISBN:
978-625-6494-21-3
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap