Kitobni o'qish: «Ay’a Yolculuk»
I. BÖLÜM
GUN CLUB 1
Amerikan İç Savaşı esnasında, Maryland eyaletinde bulunan Baltimore şehrinde yeni ve etkin bir kulüp kurulmuştu. Armatörler, tüccarlar ve makinecilerden oluşan bu toplulukta askerlik tutkusunun nasıl ortaya çıktığı gayet iyi bilinir. West Point’teki harp okuluna adımını bile atmamış olan tüccarlar, birden yüzbaşı, albay, general oluvermişlerdi. Fakat bunlar, yaşlı kıtadaki meslektaşlarıyla kolayca boy ölçüşür hâle gelmişlerdi ve tıpkı onlar gibi cephane, para ve insan harcayarak zaferlere koşmuşlardı.
Fakat Amerikalıların, Avrupalıları geride bıraktığı tek nokta, ağır silahları kullanma konusunda oldu. Tabii silahlarının diğerlerininkinden daha iyi olmasından kaynaklanmıyordu bu, silahları duyulmamış boyutlardaydı ve duyulmamış menzillere ulaşabiliyorlardı. Yere paralel ateşleme, düşey veya dikey atış, yakın menzilli atış konusunda İngilizlerin, Fransızların ve Prusyalıların bilmediği şey yoktur fakat onların topları, obüsleri ve havan topları, heybetli Amerikan ağır silahlarıyla kıyaslanınca cep tabancası gibi kalır.
Bu kimseyi şaşırtmasın. Nasıl İtalyanlar müzisyen, Almanlar da metafizikçi olarak doğuyorsa dünyadaki ilk makinistler olan Yankiler de mühendis doğarlar. O hâlde gözü pek mühendisliklerini ağır silah yapımında kullanmalarından daha doğal ne olabilir? Parrott, Dahlgern ve Rodman’ın yarattıkları harikaları biliyoruz. Armstrong, Palliser ve Bealieu silahları ise transatlantik rakipleri önünde eğilmekten başka bir şey yapamamıştı.
İşte o müthiş Amerikan İç Savaşı’nda topçular ilk sırada yer alıyorlardı. Birlik gazeteleri onların icatlarını coşkuyla övüyordu; ticaretle haşır neşir veya safça bir merak içindeki herkes gece gündüz anlaşılmaz menzil hesaplarına kafa patlatıyordu.
Bir Amerikalının aklına bir fikir gelince onu anlatmak için hemen başka bir Amerikalı aramaya koyulur. Eğer üç kişilerse bir başkan ve iki sekreter seçiverirler. Dört kişi olunca bir arşivci atarlar ve ofis çalışmaya başlar. Beşinci kişi gelince toplantı ayarlarlar ve böylece kulüp resmen kurulmuş olur. Baltimore’da da işler böyle yürümüştü. Yeni topun mucidi, topu döken ve topun ağzını açanla ortak oldu. İşte Gun Club’ın çekirdeği böyle oluşturuldu. Kuruluşundan sadece bir ay sonra, 1.833 fiilî üyesi bulunuyordu ve 30.565 kadar da uzaktan irtibat sağlayan üyesi vardı.
Derneğe katılabilmek için herkeste istisnasız aynı koşul aranıyordu; en azından bir tane top tasarlamış veya hiç değilse tasarlanmış bir topu geliştirmiş olmak. Top olmazsa da en azından ateşli bir silah olması şarttı. Yine bahsetmem gerekir ki sadece altıpatlar veya döner çifte veyahut karabina gibi küçük silahlar tasarlayanlar biraz hor görülüyordu. Topçular her zaman en yüksek mertebede yer alıyordu.
Gun Club’ın en saygın üyelerinden birisi topçulardan bahsederken “Gördükleri saygı, toplarının kütlesi ve mermilerinin eriştiği uzaklığın karesiyle doğru orantılı!” demişti.
Bu, Newton’ın evrensel yer çekimi yasası’nın manevi düzleme aktarılması gibiydi.
Gun Club kurulduktan sonra, Amerikalıların yaratıcı zekâlarının nerelere uzanacağı kolayca tahmin edilebilir. Silahları devasa boyutlara ulaşmıştı ve mermi veya gülle diye atılanlar, tahmin edilen menzilleri de aşıyor ve maalesef bazen masumca oradan geçenleri ikiye biçiyordu. Bu icatlar, Avrupalıların yaptığı toplara nal toplatıyorlardı. Aşağıdaki rakamlara göz atılırsa bir yargıya varmak mümkün olabilir.
Böyle bir rekabetin görülmediği çok eski zamanlarda, otuz altılık bir top güllesi, otuz altı atı üç yüz fitlik bir mesafeden sağrısından vurur, altmış sekiz eri de biçerdi. Meğer bu ateşli silahlar sanatının acemilik dönemiymiş; mermiler o zamandan beri çok gelişti. Rodman topu, yarım ton gelen bir top güllesini yedi mil uzağa fırlatıyor ve yüz elli atla üç yüz eri hemencecik yere seriyordu. Öyle ki Gun Club’da bunun görkemli bir denemesinin yapılması bile söz konusu edildi. Gelgelelim bu denemeye atlar razı geldilerse de maalesef insanlar pek yanaşmadılar.
Her hâlükârda topların pek can alıcı bir etkisi vardı ve her atışta askerler orakla biçilen ekinler gibi dökülüyorlardı. 1587 yılında Coutras’da yirmi beş eri ortadan kaldıran güllenin, 1758 yılında Zandorf’ta kırk piyadenin canını alan güllenin veya Kesselsdorf’ta her salvosu yetmiş düşmanı deviren 1742 yapımı Avusturya topunun bu mermilerin yanında sözü edilir mi? Iéna veya Austerlitz’de savaşın gidişatını değiştiren o hayret verici ateşler de neymiş öyle! Amerikan İç Savaşı’nda onları gölgede bırakan niceleri görüldü. Gettysburg Muharebesi’nde, yivli topla atılan konik bir mermi yetmiş üç Kuzeyliye isabet etmişti. Potomac Nehri geçilirken bir Rodman güllesi iki yüz Güneylinin dünyalarını değiştirip adamları daha iyi olduğu besbelli bir yere göndermişti. Yeri gelmişken Gun Club’ın sekreterliğini sürekli olarak elinde bulunduran saygın üyesi J. T. Maston’ın icat ettiği müthiş havan topundan da bahsetmek gerekir. Bu icat hayli kanlı sonuçlara yol açtı; deneme atışında üç yüz otuz yedi kişinin canını almıştı; şu var ki bu olay, güllenin bir hata sonucu erken patlamasıyla meydana gelmişti.
Hiçbir yoruma yer bırakmayan bu meydandaki rakamlara ek olarak başka ne diyebiliriz ki? Hiçbir şey! Dolayısıyla da İstatistikçi Pitcairn’in şu hesabına itiraz etmenin hiçbir yolu yoktur: Top mermileriyle canını kaybedenlerin sayısını Gun Club üye sayısına bölünce görmüş ki her bir üye ortalama olarak kendi hesabına, iki bin üç yüz yetmiş beş virgül bilmem kaç adam öldürmüş oluyor.
Bu sayı göz önünde bulundurulduğunda bu işinin ehli kulübün en başta gelen tasasının, birer medeniyet aracı olarak görülen savaş aletlerinin geliştirilmesi ve insanları insancıl bir amaç uğruna öldürmek olduğu açık seçik görülür.
Şundan da bahsetmezsem adil davranmamış olurum: Cesurluklarıyla tanınan Yankiler, teoriler ve formüllere gömülmek yerine, kendi icatları için yüklü miktarda para harcıyorlardı. Bu kişilerin arasında, teğmenden amirale kadar her rütbeden ve her yaştan askeri saymak mümkündü. İçlerinde daha silahlarla yeni yeni haşır neşir olanlar da vardı, elinde silahla büyümüş olanlar da. Bu insanların birçoğu savaş alanlarında canlarını vererek Gun Club Şeref Kütüğü’ne isimlerini yazdırdılar, birçoğu da geri dönmeyi başararak aldıkları yaralarla su götürmez kahramanlıklarını kanıtlamış oldular. Koltuk değnekleri, tahta bacaklar, takma kollar, demir kancalar, kauçuk çeneler, gümüş kafatasları, platin burunlar… Hepsine rastlamak mümkündü. Hatta saygın İstatistikçi Pitcairn’e göre, Gun Club üyelerinden her dört kişiden birinde tek kol, her altı kişiden birinde de tek bacak vardı.
Yine de bu cesur topçular bu küçük ayrıntılara kafa yormuyorlardı ve öldürülen düşman sayısı harcanan cephaneyi ona katlayınca haklı olarak bundan gurur duyuyorlardı.
Fakat sıkıcı ve melankolik bir günde, savaş sonrası hayatta kalanlar arasında barış imzalandı. Silah sesleri giderek azaldı, obüslerin sesi duyulmaz oldu, havan topları bir süreliğine susturuldu, toplar cephaneliğe geri götürüldü, top mermileri ortadan kaldırıldı, tüm kanlı savaş hatıraları gizlendi, gayet iyi gübrelenmiş olan pamuklar özgürce yeşerdi, tüm yas tutmalar ve keder bir kenara bırakıldı, böylece Gun Club, uzun bir gerileme dönemine girmiş oldu.
Daha üst düzey ve müzmin teoristlerden pek azı, hâlâ mermiler üzerinde kafa yoruyordu. Görülmemiş kalibredeki havan topları ve devasa top mermileri üzerinde çalışıyorlardı. Uygulamaya koyulamayınca böylesi teorik çalışmalar neye yarardı ki? Sonuç olarak kulüpteki odalar yavaş yavaş tenhalaştı, uşaklar bekleme odasında uyuklamaya ve karanlık köşelerden horultular yükselmeye başladı. Eskiden gürültülü toplantılarda buluşan kulüp üyeleri, bu feci barış hâlinin sessizliğine gömüldü ve kendilerini topçuluğun Platonvari bir hayaline bıraktılar.
“Felaket bu!” diye bağırdı bir akşam Tom Hunter, tahta bacakları sigara odasındaki şöminenin karşısında kavrulurken. “Ne yapacak bir şey var ne de beklemeye değer bir şey! Hiçbir şey yok! Acaba o güzel sesleriyle bizleri bir daha ne zaman uyandıracak toplar?”
“O günler geride kaldı!” diye cevapladı çevik Bilsby, olmayan kollarını uzatmaya çalışarak. “Ne güzel günlerdi! Kendi havanını icat edersin, döküm biter bitmez de düşmanın suratında hemencecik deneyiverirsin. Sonra kampa Sherman’dan övgü dolu bir söz duymuş veya McClellan’ın elini dostça sıkmış olarak dönersin! Artık generaller tüccarlığa geri döndü, mermi yerine pamuk balyası gönderiyorlar! Tanrı’m, Amerikan topçuluğu öldü!”
“Evet Bilsby!” diye bağırdı Albay Blomsberry, “Ne kötü! Sen kalk günün birinde rahatını boz, silah kullanmayı öğren, Baltimore’dan savaş alanlarına koş, kahramanlık göster, bunun ardından, iki üç sene sonra bu zahmetinin meyvesi olarak hiçbir şeyin olmasın elinde! Izdıraplı bir başıboşluk içinde ellerin cebinde kalakal öyle!”
Kahraman albay güzel konuşmuştu fakat başıboşluk konusundaki sözlerini somutlaştıramazdı, bunu engelleyen şey de cebinin olmaması değildi.
“Evet, ufukta görünen bir savaş da yok!” diye devam etti meşhur James T. Maston, dımdazlak kafasını demir kancasıyla kaşırken. “Ufukta tek bir bulut bile görünmüyor. Hem de topçuluk biliminin gelişimi açısından bu denli gergin bir dönemde! Evet, baylar! Sizlere hitap etmekte olan bendeniz, bu sabah itibarıyla, planı, kesiti, yüksekliğiyle savaş kurallarını değiştirecek bir havan topunun ana taslağını tamamlamış bulunuyorum!”
Gun Club’ın topçu askerleri
“Olamaz! Gerçekten mi?” diye atıldı Tom Hunter. Aklına daha ilk denemesinde üç yüz yetmiş beş kişiyi katleden, saygıdeğer J. T. Maston’ın icadı gelmişti.
“Gerçek!” diye cevapladı öbürü, “Bu zamana kadar yapılmış çalışmaların, aşılmış zorlukların ne önemi var? Boşa harcanan zaman! Yeni dünya barış içinde yaşamakta kararlı gibi gözüküyor ve bizim ‘Tribune’ gazetemiz, nüfustaki bu inanılmaz artışın sebep olacağı bazı felaketleri öngörüyor!”
“Bununla beraber…” diye söz aldı Albay Blomsberry, “Avrupa’da ulusallık ilkelerini desteklemek için hâlâ çarpışıyorlar.”
“Yani?”
“Yani orada iş yapacağımız bir durum olabilir ve eğer bizim hizmetimizi kabul ederlerse…”
“Neyin hayalini kuruyorsun sen?” diye bağırdı Bilsby, “Yabancıların hayrına topçuluk yapmanın mı?”
“Hiçbir şey yapmadan burada oturmaktan daha iyidir.” diye cevapladı albay.
“Kesinlikle!” dedi J. T. Maston, “Ama yine de bu hayalin ardından gitmemeliyiz.”
“Peki ama niye?” diye üsteledi albay.
“Çünkü Eski Dünya’dakilerin ilerleme düşünceleriyle biz Amerikalıların düşünceleri oldukça zıt. Onlara göre, asteğmen olmadan general olunmaz. Yani bu durum şöyle demeye eş değer: Kimse kendi yapmadığı silahı doğrultamaz!”
“Saçma!” diye cevapladı Tom Hunter, rahat koltuğunun ahşap kolçağını av bıçağıyla oyarken. “Fakat orada da durum böyleyse bize kalan tek şey tütün ekip balina yağı damıtmak!”
“Ne dedin sen?!” diye kükredi J. T. Maston, “Ömrümüzün geri kalan yıllarını top yapmakla geçiremeyeceğiz mi yani? Silahların menzillerini deneme fırsatını tekrar bulamayacak mıyız? Top mermilerimiz gökyüzünü aydınlatmayacak mı hiç? Denizaşırı ülkelere savaş açmak için uluslararası bir fırsat geçmeyecek mi elimize? Fransızlar buharlı gemilerimizden birini batırmayacak veya İngilizler insan haklarını ihlal edip birkaç vatandaşımızı asmayacak mı?”
“Maalesef öyle bir şansımız yok.” diye cevapladı Albay Blomsberry, “Böyle bir şey olması neredeyse imkânsız. Böyle bir şey olsa bile biz yararlanamayacağız. Amerikan duyarlılığı gittikçe azalıyor ve bir gün hepimize tasmayı geçirecekler!”
“Evet kendi kendimizi aşağılıyoruz!” diye cevap verdi Bilsby.
“Ve bizi aşağılıyorlar!” dedi Tom Hunter.
“Çok haklısınız.” diye atıldı J. T. Maston tazelenmiş bir sesle, “Binlerce savaş sebebimiz var ama biz yine de savaşta değiliz! Kollarımızı ve bacaklarımızı ne yapacaklarını bilmeyen insanlar için saklıyoruz! Ama savaş sebebi bulmak için çok uzağa gitmeye hiç gerek yok. Kuzey Amerika bir zamanlar İngiltere’ye ait değil miydi?”
“Şüphesiz.” diye cevapladı Tom Hunter, “Niye İngiltere de kendi sırası geldiğinde Amerikan toprağı olmuyor?”
“Bu kesinlikle gayet adil olur!” dedi Albay Blomsberry.
“Gidip bunu Amerika Birleşik Devletleri başkanına sunun o zaman!” diye atıldı J. T. Maston, “Ve görelim bakalım sizi nasıl karşılayacak.”
“Peh!” diye söylendi Bilsby, savaştan sonra ağzında kalan dört dişin arasından, “Bu hiç işe yaramaz!”
“Tanrı biliyor!” diye söylendi J. T. Maston, “Bir sonraki seçimlerde benim oyuma güvenmesin!”
“Hiçbirimizin oyuna güvenmesin!” diye kükredi bu aksi maluller.
“Bu arada…” diye söz aldı J. T. Maston, “Eğer yeni havan toplarımı deneyecek sahici bir savaş meydanı bulamazsam Gun Club üyelerine veda edip kendimi Arkansas çayırlıklarına gömeceğim!”
“Böyle bir durumda biz de sana eşlik ederiz!” diye atıldı diğerleri.
Durum böylesine vahimken ve kulüp kapanma tehlikesiyle karşı karşıyayken bu denli elim bir olayın olmasını engelleyecek beklenmedik bir şey oldu.
Bu konuşmanın ertesi sabahı, üyelerin her biri, içinde şu satırların bulunduğu bir genelge aldı:
Baltimore, 3 Ekim
Gun Club başkanı, 5 Ekim günü yapılacak olan toplantıda, üyeleri oldukça sıra dışı bir konuda bilgilendireceğini duyurmaktan onur duyar. Dolayısıyla bu çağrıya her koşulda riayet etmelerini rica eder.
Saygılar, IMPEY BARBICANE, G. C. Bşk.
II. BÖLÜM
BAŞKAN BARBICANE’İN KONUŞMASI
5 Ekim günü akşam saat sekizde, Union Meydanı’nda 21 numarada bulunan Gun Club’ın salonlarına büyük bir kalabalık akın etmişti. Baltimore’da yaşayan tüm kulüp üyeleri, başkanlarının çağrısına uymuştu. Dışarıdaki üyelere gelince… Ekspres trenler yüzlerce üyeyi şehrin sokaklarına boşaltmaktaydı. Şehrin tüm caddelerine ilanlar asılmıştı ve büyük salon ne denli büyük olursa olsun, bu âlimler ordusunun hepsine kucak açamıyordu. Kalabalık, yan odalara, koridorlara, avluya taşmıştı. Bu kalabalık, kapılara dayanan ve Başkan Barbicane’in söyleyeceklerini duymak için itişip kakışan, “özerklik” duygusuyla yetişmiş bireylere özgü bir özgürlük anlayışıyla içeri girmeye uğraşan ayaktakımına göğüs germekteydi.
O akşam şans eseri Baltimore’da olan birisi, ne verirse versin salona girmeyi başaramazdı. Bu salon kesinlikle ve kesinlikle asil ve uzaktan irtibat sağlayan üyelere ayrılmıştı. Başka hiç kimsenin içeri girmesi mümkün değildi. Böylece şehrin önde gelenleri, belediye meclisi üyeleri ve “önemli kimse”ler, içeriden gelecek bir haber için dışarıdaki sıradan insanların arasına karışmak zorunda kalmıştı.
Yani geniş salon, meraklı bir kalabalıkla dolup taşmıştı. Bu kocaman salon, amacına uygun olarak hazırlanmıştı. Kubbenin dökme demirden yapılmış, oya gibi işli, ince, demir iskeletini, kalın havanlar bindirilmiş toplardan oluşan sütunlar desteklemekteydi. Uzun tüfekler, yayvan namlulu kısa tüfekler, altıpatlarlar, karabinalar, arkebüzler, yani eski ve yeni her türlü silah, iç içe, göze hoş görünen bir düzende, sanki öldürmek için değil de süslemek için yaratılmışçasına duvarlarda yer alıyordu. Bir avize misali birbirine tutturulmuş pek çok tabanca arasından gelen gaz lambası ışığı göz kamaştırırken diğer yanda birbirine geçmiş eski tip tüfeklerden oluşan başka bir avizeden gelen ışık, bu büyüleyici manzarayı tamamlıyordu. Top maketleri, bronz örnekler, delik deşik olmuş nişan tahtaları, Gun Club’ın atışlarıyla dövülmüş levhalar, mermi süngüleri ve namlu temizleyicileri, bir dizi mermi ve gülle… Kısacası ateşli silahlarla ilgili her türlü malzeme öylesine göze hitap eden bir şekilde yerleştirilmişlerdi ki insan, öldürmek için değil de süslemek için yapıldıklarını düşünebilirdi…
Salonun diğer ucunda, başkan ve dört sekreteri kocaman bir yükseltinin tepesinde yerlerini almıştı. Başkanın oturmakta olduğu koltuk, oymalı bir top arabasına konulmuştu ve görüntüsüyle 32 parmaklık, doksan derece dikilmiş ve kulplara asılı hantal bir havanı andırıyordu. Öyle ki çok sıcak havalarda başkan sallanan sandalyedeymiş gibi sallanarak ferahlayabilirdi. Altı adet kısa ve hafif top mermisinin üzerine oturtulmuş bir levhadan oluşan masada, gayet güzel oyulmuş bir İspanyol silahından bozma, çok zevkli bir mürekkep hokkası ve gerektiğinde bir silah kadar gür ses çıkartabilen bir çan bulunmaktaydı. Ama bu yeni moda çan bile hararetli tartışmalar esnasında gürültücü topçuların sesini bastırmaya yetmiyordu.
Masanın önünde bir çit misali zikzak biçimde dizilmiş sedirler vardı ve perde hattı üzerinde Gun Club üyelerinin oturduğu bir dizi burç oluşturmaktaydılar. Böylesine sıra dışı bir akşam için, “Surlar bayağı kalabalıktı.” denebilir. Hepsi, başkanı, geçerli bir sebebi olmadıkça meslektaşlarını dara sokmayacağını bilecek kadar tanıyordu.
Impey Barbicane kırk yaşlarında, sakin, mesafeli, sert mizaçlı, gayet ciddi ve kendine güvenli, bir kronometre kadar dakik, temkinli ve kolay kolay sinirlenmeyen, hiçbir şekilde kibar olmayan fakat diğer yandan gayet cesur ve en zor durumlarda bile pratik çözümler üretebilen tam bir İngiliz, bir Kuzey kolonicisiydi. Stuart Hanedanı’nın başına bela olan Toparlak Kafalıların2 soyundan gelmekteydi. Ana vatanın süvarileri olan Güneyli beylerin amansız düşmanıydı. Yani tek kelimeyle katıksız bir Yanki idi.
Barbicane kereste ticaretinden zengin olmuştu. Savaş esnasında topçu sınıfının başına atanarak üretkenliğini ispatlamıştı. Bu silahların gelişimine katkıda bulunmuş ve deneysel çalışmalara benzersiz bir ivme kazandırmıştı.
Orta boylu biriydi ve Gun Club’da pek de rastlanmayan bir şey olarak kolları ve bacakları yerli yerinde duruyordu. Yüzünün keskin hatları sanki bir cetvel ve pergel kullanılarak çizilmişti. Eğer bir insanın mizacını anlamak için yüzüne bakmak gerektiği doğruysa ve Barbicane’inkine bakarsanız, enerji, korkusuzluk ve soğukkanlılığı rahatça okuyabilirdiniz.
O esnada sessizce, düşüncelere dalmış bir vaziyette, koltuğunda oturmaktaydı. Başında ise Amerikalıların kafasına vidalanmış gibi duran yüksek silindir şapkası vardı.
Çevresindeki, birbirlerine sorular soran, birtakım tahminlerde bulunan, onun hiç değişmeyen yüzünden bir anlam çıkarmaya çalışan meslektaşlarının gürültülü konuşmalarına rağmen dikkati dağılmıyordu.
Büyük girişteki tok sesli saat sekizi vurduğunda Barbicane zembereğinden boşalmışçasına birden ayağa fırladı. Ortalığa tam bir sessizlik hâkim oldu ve vurgulamaya özen gösteren konuşmacımız, şu sözleri sarf etti:
Başkan Barbicane
“Benim cesur meslektaşlarım, elimizi kolumuzu bağlayan bir barış, uzun zamandır bizleri, Gun Club üyelerini, üzücü bir rehavete itmiş durumda. Birçok olaya şahit olduğumuz yıllardan sonra, çalışmalarımıza ara verip ilerlemekte olduğumuz bu yolda duraksamak zorunda kaldık. Şunu cesurca ifade ederim ki bizleri tekrardan savaş alanlarına çekecek bir savaşın özlemi içindeyiz!”
“Evet, savaş!” diye bağırdı J. T. Maston.
“Susun da dinleyin!” diye karşılık geldi her taraftan.
“Fakat beyler, içinde bulunduğumuz durumda maalesef ufukta bir savaş görünmüyor ve sözümü kesen saygıdeğer üye ne düşünürse düşünsün -bunu ne denli çok istesek de- toplarımızın savaş meydanlarını gümbürdetmesi için uzunca bir zaman beklememiz gerekebilir. Yani kararımızı verip hasretle beklediğimiz olayların gerçekleşmesi için harekete geçmeliyiz!”
Herkes başkanın konuşmasının en önemli anına yaklaşıldığını hissetmişti ve heyecan da aynı oranda artıyordu.
“Birkaç aydan beri sevgili dostlarım…” diye devam etti Barbicane, “Kendi kendime, çizgilerimizden çıkmadan XIX. yüzyıla yaraşır bir işe girişemez miyiz veya ateşli silahlar alanındaki gelişmeler bizi bu girişimimizde başarıya ulaştıramaz mı diye sorup durmaktayım. Çalışıp, değerlendirip, hesaplayıp duruyorum ve çalışmalarımın sonucunda ulaştığım sonuç şudur: Başka hiçbir ülkenin düşünemeyeceği bir girişimde başarılı olabiliriz. Sizlere ve Gun Club önderlerine yaraşır bir iş bu ve dünyada kesinlikle ses getirecek!”
“Ses mi?” diye bağırdı heyecanlı bir topçu.
“Kelimenin tam anlamıyla ses.” diye cevap verdi Barbicane.
“Sözünü kesmeyin!” sözleri yükseldi dört bir yandan.
“Bu durumda cesur arkadaşlarım, bütün dikkatinizi sözlerime vermenizi istirham ediyorum.”
Salonu bir heyecan dalgası sardı. Hızlı bir hareketle şapkasını düzelten Barbicane, hararetle konuşmasına devam etti:
“İçinizde hiç Ay’ı görmemiş, en azından adından söz edildiğini duymamış birisi yoktur. Sizlere gecelerin kraliçesinden bahsetmeme şaşırmayın. Belki de bizim bu bilinmeyen dünyanın Kolomb’ları olmamız kaderimizdir. Sadece planımın bir parçası ve benim destekçim olun ve ben de sizi onun fethedilmesine ve Birleşik Devletler’in otuz altı eyaletine eklenmesine ortak kılayım.”
“Ay’a, Ay’a, Ay’a!” diye tüm üyeler bağırdı hep bir ağızdan.
“Ay, sevgili dostlarım, uzun zamandır dikkatle incelenmekte.” diye devam etti Barbicane, “Kütlesi, yoğunluğu, hacmi, yapısı, hareketleri, uzaklığı ile beraber aynı zamanda Güneş Sistemi’ndeki konumu da tam olarak belirlendi. Yeryüzü haritaları kadar ayrıntılı selenografik haritalar çizilmiştir. Çekilen fotoğraflar uydumuzun güzelliğini gözler önüne sermiştir. Tüm bu bilgiler bize matematiksel bilimin, astronominin, jeolojinin ve ışık biliminin verdiği bilgilerdir. Ama günümüze kadar kimse Ay’a gitmeyi başaramamıştır.”
Konuşmacının bu sözleri üzerine bir heyecan dalgası yükseldi salondan.
“İzin verin de…” diye devam etti Barbicane, “Sizlere düşsel yolculuklara başlayan bazı coşkulu kimselerin uydumuzla ilgili gizemleri nasıl çözdüklerinden bahsedeyim. XVII. yüzyılda David Fabricius adlı birisi, Ay’da yaşayanları kendi gözleriyle gördüğünü ileri sürmüştür. 1649’da bir Fransız, Jean Baudoin, ‘İspanyol Kâşif Domingo Gonzalez’in Dünya’dan Ay’a Yolculuğu’ adlı eseri yayımlamıştır. Aynı dönemlerde, Cyrano de Bergerac da Fransa’da büyük ses getiren ünlü hikâyesini yayımlamıştır. Fontenelle adlı başka bir Fransız da -bu adamlar da Ay’la ne çok ilgilenmişler- kendi döneminde bir başyapıt olan ‘Dünyaların Çoğulluğu’nu yazmıştır. Bu kitap bir başyapıt olmuş fakat bilim gelişirken başyapıtları bile ezebiliyor. 1835 yılında ise ‘New York American’ adlı dergide çevirisi yayımlanan bir kitapçıkta, astronomi gözlemleri yapmak için Ümit Burnu’na giden Sör John Herschell’ın içten aydınlatmalı bir teleskopla Ay’ı seksen yardadan daha kısa bir mesafeden gözlemleyebildiğinden bahsedilmektedir! Böylece hipopotamların yaşadığı mağaraları, altın işlemeli yeşil dağları, fil dişi boynuzlu koyunları, beyaz geyikleri ve yarasa kanatlarını andıran kanatları olan yerlileri gözlemleyebilmiştir! Locke adında bir Amerikalıya ait olan bu broşür, çok sayıda satılmıştır. Gel gör ki kısa bir zaman sonra bunun bilimsel bir yalan olduğu ortaya çıktı ve eserle ilk alay edenler Fransızlar oldu.”
Gun Club Toplantısı
“Bir Amerikalıyla nasıl alay ederlermiş!” diye haykırdı J. T. Mas-ton, “İşte size bir savaş nedeni!”
“Tasa etmeyin saygıdeğer dostum, Fransızlar alaya almadan evvel yurttaşımızın yazdıklarına pek aldanmışlardı. Bu hızlı anlatımı sonlandırmam gerekirse Rotterdam’lı Hans Pfaal’ın nitrojenden elde ettiği ve hidrojenden otuz beş kat daha hafif olan bir gazla doldurduğu balonla on dokuz saatlik bir yolculuk sonunda Ay’a ayak bastığını belirtmem gerek! Daha önce anlattıklarım gibi bu seyahat de tamamen hayal ürünüdür ve ünlü, çok zeki, sevilen bir Amerikan yazarın kaleminden çıkmıştır, yani Edgar Poe’nun!”
“Yaşasın Edgar Poe!” diye bağırdı kalabalık, başkanın sözlerinden oldukça etkilenmişlerdi.
“Burada…” diye söze girdi Barbicane, “Sadece kâğıt üzerinde kalan ve gecenin kraliçesiyle ilgili hiçbir ayrıntıya ışık tutamayan araştırmaları sıraladım. Yine de şunları da eklemeliyim ki birkaç sivri zekâlı adam, Ay ile ciddi olarak iletişime geçmeye kalkışmışlardır. Birkaç yıl önce bir Alman geometri bilgini, Sibirya dağlıklarına bir bilgin heyeti göndermeyi önerdi. Oradaki geniş düzlüklerde büyük geometrik şekiller, özellikle de Fransızların avam tabiriyle ‘eşek köprüsü’ yani hipotenüs karesi çizeceklerdi. ‘Aklı olan her varlık…’ diyordu Alman bilgin, ‘Bu şeklin bilimsel anlamını kavrayabilir. Eğer Ay’da oturanlar varsa onlar da benzer bir işaretle cevap vereceklerdir. Ve böylelikle bir iletişim sağlandıktan sonra, bir alfabe geliştirip Ay ahalisiyle iletişime geçmek kolay olacaktır.’ İşte böyle demişti Alman geometri âlimi ama bu tasarı asla uygulanmadı ve bugüne kadar Ay ve Dünya arasında herhangi bir iletişim kurulmadı. Yıldızlarla iletişime geçme fırsatı Amerikalıların pratik zekâsına kalmıştır. Oraya ulaşma yolları gayet basit, kolay, kesin ve su götürmezdir ve benim size teklifimin amacı da budur!”
Bu sözler bir alkış tufanıyla karşılandı. Bu koca kalabalıkta etkilenmemiş, ikna olmamış ve konuşmacının sözleriyle kendinden geçmemiş tek bir insan bile yoktu!
Salonun her köşesinden sesler yükseliyordu:
“Dinleyin!”
“Konuşmayın!”
“Dinleyin!”
Bu heyecan azıcık diner gibi olunca Barbicane konuşmasına biraz daha ciddi bir ses tonuyla devam etti.
“Sizler de…” diye başladı, “Son birkaç yıl içerisinde ateşli silahlar biliminin ne denli ilerlediğini benim kadar iyi bilmektesiniz. Hatta siz de çok iyi bilirsiniz ki şu anda elimizde bulunan topların gücü ve barutun patlayıcılığı sınırsızdır! İşte, bu noktadan yola çıkarak dayanacak kapasitede bir alet yapılabilirse Ay’a bir mermi gönderilemez mi?”
Bu sözlerle birlikte kalabalıktan bir hayret uğultusu yükseldi ve sonra yaklaşık bir dakika süren ve fırtına öncesi sessizliği andıran bir sessizlik hâkim oldu. Aslına bakarsanız bir tufan koptu ama bir alkış tufanı. Tüm salon bu çığlıklar ve tezahüratlarla inliyordu! Başkan konuşmaya çalıştı ama olmadı. Sesini tekrar duyurabilmesi tam on dakikasını almıştı!
“İzin verin de bitireyim.” diye sakince devam etti, “Bu konuyu her açıdan irdeledim. Gayet dikkatli incelemelerim ve su götürmez hesaplamalarım sonucunda şuna ulaştım: Ay’a yöneltilen ve başlangıçta saniyede on iki bin yardalık bir hıza ulaşabilen bir mermi, kesinlikle hedefine ulaşır. Yani cesur dostlarım, sizlere bu ufak deneyi gerçekleştirmeyi önermekten gurur duyarım!”