Kitobni o'qish: «İrade Terbiyesi»
Jules Payot, 10 Nisan 1859’da Mont Blanc eteklerinde yer alan Chamonix kasabasında dünyaya geldi. Chambéry ve Aixen-Provence üniversitelerinde rektör olarak görev yaptı. 30 Ocak 1940’ta Aix-en-Provence’ta yaşamını yitirdi.
Pedagojik eserler kaleme alan yazarın 1895’te yayımlanan İrade Terbiyesi isimli ünlü eseri 32 dile tercüme edildi. İrade Terbiyesi’nin devamı niteliğinde yazdığı Zihinsel Çalışma ve İrade ise ilk olarak 1921 yılında yayımlandı.
Payot’nun pedagojisine göre her birey kendi eğilimlerinin farkında olmalı ve eğilimleri doğrultusunda kendini geliştirmeye çabalamalıdır. Kişi, bu çaba esnasında çalışma yöntemlerini iyi belirleyerek sahip olduğu gücü israf etmekten kaçınmalıdır.
BİRİNCİ BASIMIN ÖN SÖZÜ
“İnsanlar her türlü alanda rehbere ve eğitime ihtiyaç duyduklarını kabul edip özenle çalışıyorken, davranış bilimlerini öğrenmek istememeleri ilginçtir.”
Nicole, “Discours sur la nécessité de ne pas se conduire au hasard.”
17. yüzyılda ve 18. yüzyılın bir kısmında din, şüphesiz tüm akıllarda hüküm sürüyordu. İrade eğitimi hakkındaki genel sorunlar ele alınamazdı. Karakterlerin benzersiz eğitimcisi olan Katolik Kilisesinin gücü, inançlı insanların hayatını yönlendirmekte yeterliydi. Fakat günümüzde bu konu çoğu insanın zihnini meşgul eder. Yeri de başka bir şeyle doldurulamadı. Gazeteler, dergiler, kitaplar, hatta romanlar bile çok düşük olan iradeden şikâyetçiydi.
İrade konusundaki bu genel hastalık bazı doktorların harekete geçmesine sebep oldu. Fakat ruh sağlığı doktorları maalesef baskın olan psikolojik öğretilere ağırlık verdiler. İrade konusunda özellikle akla vurgu yaptılar. Kanıtlanmış metafizik bir kuramın eksik olduğunu savunuyorlardı.
Cahilliklerini mazur görelim. Bu kanun politik ekonomi kuramıdır; en verimsiz fakat en kolay topraklardan başlanıp en verimli fakat işlenmesi en zor alanlara doğru gidilir. Aynı şey psikoloji bilimi için de geçerlidir. Çalışılması güç, ancak en temel olgular araştırılmadan önce, en kolay ancak en verimsiz olgular üzerine çalışmalar yapılır. Düşüncelerimizin davranış ve eğilimlerimizde etkili olduğunu daha yeni yeni anlamaya başlıyoruz. İrade, duygusal bir güçtür ve düşüncelerimizin irade üzerinde etkili olabilmesi için tutkudan beslenmesi gerekir. İradenin işleyişini yakından ele aldığımızda, metafizik kuramların pek önemli olmadığını ve psikolojik kaynakları akıllıca kullanarak bilinçli bir şekilde seçilmiş bir duygunun tüm hayatımızı yönlendirmesi mümkün değildir. Cimri biri, dünyevi tüm zevklerinden kendini mahrum bırakır; kötü beslenir, yerde yatar, dostu yoktur, memnuniyetsizdir, para tutkusuyla yanıp tutuşur. Siz de bu güçlü duygunun tüm hayatınıza yön vermesine engel olmak için ondan daha üstün bir duygu bulabileceğinizi mi umuyorsunuz? Olmak istediğimiz kişiye dönüşebilmemiz için psikolojinin bizlere sunduğu araçların çeşitliliğini tahmin bile edemezsiniz.
Maalesef, bugüne kadar kaynaklarımızı bu yönde kullanmayı ihmal ettik. Son otuz yılda Avrupa’nın düşünce sistemine yön veren düşünürler, irade eğitiminin saf ve basit yanlışlığını yansıtan iki kuramdan oluşur. Birincisi, karakteri değişmez bir olgu olarak ele alır. Bu çocuksu kuramı daha sonra ele alacağız.
İkincisi ise görünürde irade eğitimi konusunda elverişlidir. Özgür iradeyi içeren kuramdır. Stuart Mill’in kendisi bile bu öğretinin savunucularına “kişisel kültür” olarak adlandırılan canlı bir duygu kattığını söyler. Determinizmin bu iddiasına rağmen özgür irade kuramını birinci kuram kadar tehlikeli ve cesaret kırıcı buluyoruz. Öyle ki bu kuram, kendini özgür kılabilmenin uzun soluklu, özen isteyen ve psikolojik kaynaklar konusunda belli başlı bilgiler gerektiren bir iş olmasına karşın onun basit, kolay ve doğal bir iş olarak kabul edilmesine sebep oldu. Basit bir kuram olması sebebiyle, irade eğitimi konusunda birçok insanı yanlış yönlendirmiştir. Böylece psikoloji ve hatta insanlık adına geri dönülmez sonuçlara sebep olmuştur.
Bu sebeple, bu kitabı Théodule Armand Ribot’ya armağan ediyoruz. Eski hocalarımıza armağan etmekten ziyade, psikolojiyi bizlere sevdiren, Fransa’da ilk defa metafiziği psikolojiden uzaklaştıran insana armağan etmeyi tercih ettik. Bu kuramın metafiziği tamamen reddetmediğini hatırlatalım. Psikolojiyi metafizikten uzaklaştırmaz, sadece metafiziği psikolojiden uzaklaştırır; bu, birbirinden çok farklıdır.
Psikolojiyi bir bilim olarak ele alır. Oysaki bilim insanlarının amacı sadece bilmek değil, iktidar için öngörmektir.1 Bir fizikçi için ışığın dalga kuramı başarılı ama doğrulanamayan bir hipotez olarak kalması pek önemli olmasaydı, örneğin bir psikoloğun sinirsel ve psikolojik durumlara ilişkin mutlak korelasyon hipotezinin doğrulanamaz olmasının yanında başarılı bir hipotez olmasının bir önemi kalır mıydı? Başarılı olmak, geleceği öngörebilmek, olguları istediği gibi değiştirebilmek, yani geleceği istediği hâle getirebilmek bilginlerin ve psikologların görevidir. En azından görevimiz konusundaki hayat felsefemiz bu yöndedir.
İrade zayıflığının sebeplerini irdelememiz gerekti. Bu zayıflığın tek çözümünün duygu durumlarına bağlı olduğunu düşündük. Özgür duyguların açığa çıkmasını sağlamak veya o duyguları güçlendirmek, irademizi engelleyen duyguları bastırmak veya yok etmek için araçlar bulmayı hedefledik. İşte bu kitapta, okurlara sunacağımız alt başlıklar bunlardır. Çalışmalarımızı bu amaç doğrultusunda yaptık. Okurlarımıza, kendi payımıza düşen çaba ve katkılarımızı bu önemli eserde sunuyoruz.
İrade eğitimini özet biçimde ele almak yerine, geniş çaplı bir düşünsel çalışmanın gereklilikleri doğrultusunda değerlendirdik. Bu kitabın, öğrenciler ve genel olarak düşünsel çalışmalar yapanlar için oldukça yararlı olacağından şüphemiz yoktur.
Kendi öz denetimine ulaşabilmeleri için yöntem eksikliğinden yakınan birçok genç tanıdım. Dört yıllık çalışmanın bu konuda bana öğrettiklerini onlara sunuyorum.
Jules PayotChamonix (Fransa), 8 Ağustos 1893
İKİNCİ BASIMIN ÖN SÖZÜ
Fransız ve uluslararası basının olumlu değerlendirmeleri ve sadece birkaç haftada sabırsız okur tarafından tüketilen birinci basımdan sonra bu kitap, aydın halkın beklentisini karşılayabildiğini kanıtlıyor.
Bizlere, beşinci kitabın birinci bölümünü desteklememizi sağlayan çok çeşitli ve değerli dokümanlar sunan herkese, özellikle de hukuk ve tıp öğrencilerine teşekkürlerimizi sunarız. Bazıları “karamsarlığımıza” karşı ayaklanırlar. Onlara göre, gençlik kadar hiç kimse harekete geçme konusunda bu kadar konuşmamıştır. Fakat harekete geçmek varken sadece konuşuyor olmak faydasızdır. Fikrimizce gençler, gürültüyü ve ajitasyonu yaratıcı eylemlerle karıştırıyorlar. Bazı insanlar hatta en yetkili kişiler bile, öğrencilerin amatör ve sinirli olabileceğini düşünmüyorlar. Oysaki amatörlük ve sinir, iradenin iyileştirilmesi gereken iki hastalığıdır.
İrade eğitiminin uygulama kısmı sadece övgüler aldı. Aynı şekilde birinci kitabın üçüncü bölümü ve ikinci kitabın birinci bölümü için de geçerli. Birçok kişi tarafından eleştirilmesini bekliyorduk fakat öyle olmadı.
Desteklediğimiz şey, bir yandan üstün iradenin eğilimlerimizi bazı fikirlere dayandırması gerektiği, diğer yandan da fikirlerin ufak tefek eğilimlere karşı doğrudan ve anında etkisi olmayışıdır. Fikirlerin gücü bu gibi düşmanlara karşı dolaylıdır: başarısızlık korkusuna karşı gücünü duygu durumlarında, yani var olduğu yerde bulmalıdır.
Şaşırdığımız nokta, özgür irade savunucularının özgürlük kuramımızı sert bir dille eleştirmemiş olmalarıdır. Tam aksine, karakterin doğuştan var olduğunu savunanların hedefi olduk.
Bununla beraber, soyut bilgilerden ziyade gerçeklerle ilgilenen eğitimciler özgür irade kuramından gittikçe uzaklaşırlar. Bu konuda uzman olan Jean-Luc Marion’un, 1884-85 yıllarında verdiği derslerde özgür iradenin metafiziksel hipotezinin bize verdiği zararından bahsettiği söyleniyor. Çünkü bu hipotez, kendi çabalarımızla bulmamız gereken ve kısıtlı olan gerçek özgürlüğün şartlarını araştırmamızı engelliyordu. Ahlaki birlik üzerine yazdığı tezinde Marion, Alferd Fouillée’nin aksine özgür olma düşüncesinin bizi özgür kıldığını, asıl kendimizi özgür sandığımızda özgürlüğe sahip olabileceğimizi söyler. Jean-Luc Marion’un bu sözünden daha doğru bir söz yoktur. Ancak özgürlüğümüzün büyük mücadelesini vermeyi bilirsek özgür oluruz.
Karakterin doğuştan var olduğuna değinmediği gerekçesiyle Marion’a karşı yapılan suçlamalar mükemmel olmayan karakter algısı üzerinde durur.
Karakter denilen şey basit bir madde değildir. İnsanın karmaşık eğilimlerinin, fikirlerinin vs. sonucudur. Bir karakterin doğuştan var olduğunu söylemek ise saçmalıktır.
Elde edilen bir sonucun, heterojen bileşenlerin karışımının veya güçlerin gruplandırılmasının doğuştan var olduğunu söylemekle aynıdır; anlamsızdır.
Bir anlamda da doğuştan gelen bir bileşenin mükemmel salt hâline ulaşabileceğimizi, onu bulunduğu çevrenin ve eğitimin etkilerinden ayrı düşünebileceğimizi gösterir, ki bu imkânsızdır. Karakterin doğuştan var olduğu konusundaki düşüncelere karşı kuşkulu olmamızın sebebi bu imkânsızlıktır.
Son olarak, karakterin doğuştan geldiğini iddia etmek, tüm kişisel ve eğitim alanındaki deneyimlerimize, tüm insanlığın tecrübesine karşı gelmektir; karakterin temel unsurlarının, eğilimlerimizin değişmez olduğunu iddia etmektir. Tüm bunların doğru olmadığını ve bir duygunun değiştirilebilir, bastırılabilir veya güçlendirilebilir olduğunu kanıtlıyoruz. Tüm insanlık olarak bu fikri desteklemiyor olsaydık çocuk yetiştirme zahmetine girmezdik; doğanın değişmez kanunları bunu, tek başına yapardı.
Bu kuramsal görüşler, karakterin doğuştan geldiğini iddia eden doktrini geçersiz kılmaya yeter. Öte yandan, savunduğumuz görüşleri mükemmel kılmak adına yapılan son çalışmaları okumalıyız. Özellikle Jean Paulhan’ın kitabının üçüncü bölümü iyi okunmalıdır. Bu bölümde, aynı kişide çok sayıda tiplerin olabileceğini, insanın evrilmesiyle ve yaşı ilerledikçe bazı eğilimlerinin yok olduğunu veya yeni eğilimlerinin ortaya çıktığını ve aynı kişide karakter değişikliklerinin olabileceğini görüyoruz.
Bu eğilimlerdeki anarşinin büyük çoğunluğunu çocuklar oluşturur. Peki, eğitim bu dağınıklığı düzenlemekle görevli değil midir zaten? Hatta çoğu zaman, çocuğun karakterinin tam oturduğunu düşünürüz ardından ergenlik çağı gelir, her şeyi altüst eder, anarşi yeniden başlar ve kendini izole eden bu genç kendi karakterini oluşturmazsa hep bahsettiğimiz o “kuklalardan” biri hâline dönüşür.
Hatta karakter doğuştan var olsaydı ve herkes doğduğu andan itibaren karakterini oluşturuyor olsaydı etrafımız karakterlerle dolu olurdu. O hâlde neredeler?
Siyasi dünya mı bizlere karakterimizi verecek? Belli bir amaca doğru yönelmiş hayatlar görmeyiz asla: fikir ve duygularımız o kadar karmaşık ve üretken eylemlerimiz o kadar nadirdir ki yetişkin bedenlerimizin ardındaki ruhumuz çocuk kalır.
Yazarların eylemsizliklerine şahit olduk; 1870 yılında meydana gelen korkunç kasırgadan sonra kendilerini yazı yazmaktan alıkoyup güçlerini insan “canavarını” yüceltmekte kullandılar. İçimizdeki en yüce ve en güçlü duyguları desteklemek yerine neredeyse tüm Fransız yazarlarımız daha alçak içgüdülere hitap ettiler. Düşünürlere layık bir edebiyat sunmak yerine bizlere paramparça bir edebiyat sundular.
Daha devam etmeye ne gerek var? Birlik ve sabitlik üzerine dayalı olması ve dahası, belli bir amaca yönelmiş olması, karakterin doğuştan var olmadığını göstermez mi? Doğal anarşimizle ters düşen bu usandırıcı birlik ve sabitlik yavaşça ele geçirilmelidir. Bunu başaramayan veya yapmak istemeyenler, insan karakterinin yüceliğini oluşturan şeylerden, yani özgürlük ve öz denetiminden vazgeçmek zorundadır.
20 Ocak 1894
I
TEORİK KISIM
BİRİNCİ KİTAP
GİRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM
Mücadele Edilecek Sorun: Öğrencilerde ve Düşünsel Çalışmalar Yürütenlerdeki İrade Yitimi
İmparator Caligula, Romalıların kellesini bir seferde uçurabilmek için sadece bir tane başlarının olmasını isterdi. Mücadele edilecek düşmanlara karşı buna benzer isteklerde bulunmak yararsızdır. Neredeyse tüm başarısızlıkların, tüm kötülüklerin sebebi irade eksikliğidir; çaba göstermekten, özellikle de süreklilik gerektiren çabadan nefret etmemizdir. Madde için yerçekimi ne ifade ediyorsa, pasifliğimiz ve akıl dağınıklığımız da evrensel tembelliği tanımlar.
Azmeden bir iradenin gerçek düşmanı ancak süreklilik gösteren bir güç olabilir. Tutkularımız ise doğaları gereği geçicidir; güçlü olmalarına karşın ömürleri kısadır. Devamlı olmamaları, onları kendi içinde ele almamıza imkân vermez. Ancak takıntı düzeyindeki düşünceler gibi nadir durumlarda, çabanın devamlılığına engel olan gerçek sorunlarla karşı karşıya kalınır. Gevşeklik, ilgisizlik, tembellik, üşengeçlik gibi temel duygu durumları ise süreklilik gösteren duygulardır. Gereksiz çabalarımızı yenilemek, bu doğal duygu durumlarına karşı tek bir zafer bile kazanamadan savaşımızı yenilemektir.
Aslında çaba, insanlar tarafından zorunluluk hâlinde ve baskı durumunda ortaya çıkar, uzun süreli olarak devam eder. Gezginler, medeni olmayan topluluklarda azmeden bir çabanın olmadığı konusunda hemfikirler. Fransız Psikolog Théodule Armand Ribot, devamlılık arz eden bir iş konusunda ilk iradeli dikkat çabalarının kocaları uyurken ve dinlenirken dayak yeme korkusundan çalışmaya zorlanan kadınlar tarafından gösterildiğini gözlemler. Onlara en büyük rahatlığı sağlayacak düzenli bir iş yapmaya çalışmak yerine soylarının yok olmasını tercih eden Kızılderililerin gözlerimizin önünde yok oluşuna tanık olmuyor muyuz?
Örnekleri bu kadar uzaktan vermeye gerek yok; gündelik hayatta da zorla, düzenli ders çalışan bir çocuğun ne kadar yavaş çalıştığına tanık olmuyor muyuz? Birbirlerinden daha iyi çalışma arzusunda olan kaç köylü veya işçi vardır? Gündelik hayatta kullandığımız ürünleri Spencer2 ile gözden geçirdiğimizde hiçbirimiz düşünsel bir çaba sarf etmeyeceğimizi görürüz. Bu sebeple, Spencer’in “İnsanların birçoğu en az şekilde düşünerek hayatını geçirmeye ant içmiş gibiler.” lafına biz de katılırız. Öğrencilik yıllarımızı hatırlamaya kalksak, sınıf arkadaşlarımız arasında kaçımız çalışkandı, sayabilir miyiz? Sınavlardan geçmek için herkes minimum çabayı sarf etmez miydi? Hatta ortaokuldan itibaren kişisel çaba, öğrenciler için dayanılmaz hâle gelir. Basit ezberlerle hangi ülkede olursa olsun, minimum çabayla sınavlarından geçerler. Geleceğe yönelik hedefleri de çok yükseklerde değildir zaten. Edouard Sylvain Maneuvrier’nin dediği gibi, “Fransa’da yaşayan öğrencilerin hayalleri memur olmak, kötü ücretli, geleceği ve amacı olmayan işlerde çalışmak, ömürlerini bürokratik işlerle harcayarak, her gün aynı şeyleri yapmaktan yeteneklerinin zamanla yok olduğu, fakat düşünsel bir çaba harcamak ve hareket etmek zorunda olmadıkları için de bir o kadar memnun oldukları işlerde çalışmaktan ibarettir. Böylece bir duvar saatinin hareketi gibi düzenli hareketlerle kendilerini kısıtlayarak, yaşamın ve harekete geçmenin yoruculuğundan kendilerini muaf tutarlar.”3
Özellikle memurları suçlamamak gerekir. İnsan, mesleğinde ve kariyerinde ne kadar yükselirse yükselsin kişiliğini, gücünü ve enerjisini muhafaza edebilmesi için yeterli değildir. İlk yıllarında kişinin zihni aktif bir şekilde çalışmaya niyetlenebilir. Fakat sonrasında, düşünsel ve araştırmaya yönelik çabalar azalır. İşlevi en yüksek ve görünürde fazla zihinsel çaba gerektiren görevlerin yerine getirilmesi tamamen alışkanlık işine dönüşür. Avukatlar, hâkimler, doktorlar ve profesörler oldukça yavaş bir şekilde ve nadiren çoğalan edinilmiş bilgi birikimleriyle yaşarlar. Çabaları yıldan yıla azalır çünkü yıldan yıla önemli zihinsel becerilerini ortaya koyma ihtimalleri zorlaşır. Bundan sonra rutin hayat başlar, çalışmamaktan zekâ zayıflar, onunla birlikte de dikkat, akıl yürütme ve düşünme gücü de azalır. Kariyerimizin yanında bir de zihinsel düzenimiz konusunda kaygılanmazsak, artarak devam eden bu enerji yitiminden kaçamayız.
Kitabımız özellikle öğrencilere ve düşünsel çalışmalar yapanlara hitap ettiği için, onlarda görülen “mücadele güçlüklerini” ele almamızda fayda vardır.
Öğrencilerde görülen ve tüm eylemlerine yansıyan en ciddi mücadele güçlüğü hâlsizlik ve “ruhun bitkinliğidir”. Her gün fazladan birkaç saat uyur. Uyuşuk, bitkin, üşengeç hâlde uyanır ve banyosunu yavaş, esneyerek yapar. Bunu yaparken de önemli ölçüde zaman harcar. Keyfi yerinde değildir ve hiçbir çalışma yapmak istemez. Her şeyi ruhsuz, üzgün, cesaretsiz bir şekilde yapar. Tembellikleri yüzlerine bile yansır; bitkinliği yüzünden okunur, bakışları anlamsız ve hem uyuşuk hem de endişelidir. Hareketlerinde ne canlılık vardır ne de açıklık. Sabah saatlerini boşa harcadıktan sonra yemeğini yer ve çaba harcamadan zaman geçirebildiği için bir kafede oturur, ilanlar da dâhil olmak üzere gazeteleri okur. Öğleden sonra biraz enerjisi yerine gelir fakat bu enerjiyi sohbet ederek, boş muhabbetlerle ve özellikle dedikodularla geçirir çünkü tembellerde çekememezlik de vardır. Siyasetçileri, edebiyatçıları, profesörleri çekiştirirler ve hepsi, bu dedikodulardan payını alır. Akşam olunca, gündüze göre daha acınası hâldedir ve umutsuz bir şekilde uyumaya gider. Çünkü işine yansıttığı bu hâlsizliği keyfini kaçırmıştır. Hiçbir başarı çabasız kazanılmaz, her mutluluğun arkasında mücadele vardır. Kitap okumak, müze gezmek, ormanda yürüyüş yapmak, bunların hepsi adım atmayı gerektirir ve eyleme dayalı zevklerdir. Tembel kişiler, çaba gerektiren ve tekrarlanabilen eylemler olduğu için eyleme dayalı zevkleri kenara iterek hayatlarını en boş şekilde harcarlar. Tembel kişiler, mutluluğun parmaklarının arasından kayıp gitmesine izin verirler. Rahip Hieronymus, onları taş baskı asker figürlerine benzetir; ellerinde kılıç vardır fakat asla hareket etmezler.
Tembellik yine de enerjik anlarına ara sıra izin verir. Medeni olmayan toplumların nefret ettikleri şey yüksek çabalar değildir. Onlar, insanın enerjisini yüksek ölçüde tüketen, düzenli ve devamlı işlerden nefret ederler. İnsanın enerjisini az oranda tüketse bile sürekli oluşu, uzun süreli dinlenmeler gerektiren yüksek çabalardan daha fazla yıpratır insanı. Tembel insanlar, üstün çaba gerektiren savaş anlarına gayet iyi dayanırlar. Bunun sebebi ise, savaşın ardından gelen sakinlik dolu, uzun dönemlerdir. Araplar büyük bir imparatorluk ele geçirdiler. Bu imparatorluğu ellerinde tutamamalarının sebebi, bir ülkenin yönetimini oluşturan, yollar inşa eden, okullarını ve sanayilerini oluşturan mücadelelerinin devamı olmayışından kaynaklıydı. Aynı şekilde, neredeyse tüm tembel öğrenciler sınav tarihi yaklaşınca büyük bir çaba gösterebilirler. Onların asıl nefret ettikleri şey aylar ve yıllar boyunca, ölçülü fakat her gün tekrarlamak zorunda oldukları çabalardır. Fakat gerçek enerji, ölçülü ve düzenli çabalar sonucu ortaya çıkar ve yapılan iş o zaman verimli olur. Aksi hâlde yapılan iş, tembel işi olarak tanımlanır. Düzenli bir çalışma, aynı yöne doğru ilerlemek anlamına gelir. Çünkü irade gücü, çeşitli çabalardan ziyade aynı hedefe doğru yol almaktır. İşte, sizlere çok yaygın bir tembellik örneği. Gencin enerjisi yerinde, neşeli ve canlıdır. Neredeyse hiçbir zaman boş durmaz. Gün içinde jeoloji hakkında metinler, Brunetiere’in Racine üzerine yazdığı makaleyi okur, birkaç gazeteye göz atar, birkaç notu gözden geçirir, bir yazı kaleme almaya başlar, İngilizceden birkaç çeviri yapar. Neredeyse hiçbir şey yapmadan durmamıştır. Arkadaşları onun çalışma gücüne ve ilgilendiği konu çeşitliliğine hayranlardır. Fakat biz, bu gence tembel sıfatını yakıştıracağız. Psikologlara göre, bu kadar çeşitli işler yapan birinin anlık dikkatinin zengin olduğu konusunda işaretler bulabiliriz. Fakat henüz iradeli bir dikkate dönüşmemiştir. Bu sözde çeşitli çalışma gücü aslında sadece irade eksikliğinin bir göstergesidir. Bu öğrencide çok yaygın bir tembellik örneği gözlemlenir. Buna “dağınık tür” adı verilir. Bu zihinsel seyahat keyiflidir ancak amaçsızdır. Nicole onları “her şeye konan” bir sineğe benzetir.4 Bu kişiler her şeye konar fakat yaptıkları işlerin onlara hiçbir getirisi yoktur. Fransız yazar François Fénelon, “Rüzgârlı bir yerde duran mumu yakmaya çalışmak gibidir.” der.
Bu çabaların dağınık olmasındaki en büyük sorun, yapmayı hedeflediğimiz hiçbir işi tamamlayamayışımızdır. Zihinsel çalışmaların temel kuralı, bir otelcinin müşterilerini ağırlaması gibi ağırladığımız fikir ve düşüncelerimizin yakında unutacağımız birer yabancı gibi olması ve yabancı kalacak olmalarıdır. İleriki bölümde, gerçek bir zihinsel çalışma gerçekleştirmek için tüm çabaların tek bir yöne yoğunlaştırılması gerektiğini göreceğiz.
Belirli çabalarımızı tek bir amaca yöneltmek zorunda kaldığımız için gerçek bir çaba sarf etmekten nefret ederiz. Bir eser ortaya koymak, bir buluş yapmak, özgün şeyler ortaya koymak, başkalarının daha önce yaptıklarını akılda tutup bambaşka bir şey yapmayı gerektirir. Ayrıca, kişisel çabanın bu kadar çekilmez olmasının bir diğer sebebi ise koordinasyon gerektiriyor olmasıdır. Zihinsel uğraşın üstün iki şekli, her türlü çalışmada birbirine bağlıdır. Bu tür çalışmaların öğrenciler için de ne kadar çekilmez olduğunu biliriz. Oysaki bu öğrenciler, geleceğin yöneticileri olmak isterlerdi. Örneğin, felsefe öğrencileri final sınavıyla teşvik edilen başarılı öğrencilerdir. Çalışkandırlar ve genelde doğru çalışmalar ortaya koyarlar. Maalesef, fazla düşünmezler. Onlardaki tembellik sadece sözcükler bazında düşünmeleriyle, daha fazla çaba sarf etmemeleriyle sonuçlanır. Böylece, bu öğrencilerden hiçbiri psikoloji dersinde, uygulamalı psikoloji ortaya çıktığındaki uğraş alanları nelerdi bilmeden, bir şey öğrenemeden dersi geçerler. Bu öğrenciler, kendi kişisel deneyimlerinden örnekler aramak yerine kitaplardaki örnekleri alıntılamayı tercih ederler. Oysaki kişisel örnekler bulmak daha kolaydır. Fakat onlar, araştırmak yerine öğrenmeyi tercih ederler. Böylece, en ufak bir kişisel çaba harcamak bile, hafızalarına bu kocaman yükü yüklemekten daha korkutucu gelir. Çok az bir öğrenci kitlesi dışında hepsi, pasiftir.
Bu kişisel çabanın imkânsız olduğunu, birinci olmak için dönem sonu sınavlarında görürüz. Öğrencilerin birçoğu, bu sınavlardan korkar. Kendilerine önceden verilen materyalleri kullanarak ve onlara dayatılan bir konu üzerinde yazmak zorunda oldukları bir sınav, öğrenci için gerçekten keyifsizdir. Böylece, kişisel çalışmalara karşı duyulan bu nefreti üniversiteye geçtiklerinde de yanlarında götürürler. Bundan da asla fazla zarar görmezler çünkü sınavlar, adayın kim ve değerinin ne olduğuyla ilgilenmez sadece hafızasının durumunu ve seviyesini önemser.
Bilinçli ve düşünen öğrenciler tıp, hukuk, doğa bilimleri veya tarih alanında sarf ettikleri çabanın en büyük kısmının sadece ezberlemeye dayalı olduğunu kendilerine itiraf ederler.
Sıkı çalışmak veya çok işle uğraşmak tembel olunmadığı anlamına gelmez. Aksine, nicelik asla niteliğin yerini tutmaz. Hatta çoğu zaman, çok iş yapmak kaliteli iş yapmayı zorlaştırır. Örneğin, tıpkı masaldaki Maymun’un5 kestaneleri ateşten alması gibi Alman bilginler de bizimle alay ederler. Bu benzetme kesinlikle doğrudur çünkü masaldaki Maymun, bilgeliğin sembolüdür.
… Maymun, kedinin pençesiyle özenle,
Külleri ayırdı ve ateşten uzaklaştırdı.
Birkaç kez daha ateşe yaklaştırdı;
Ardından hile yaparak, kestaneleri bir bir aldı…
Bu gerçekten de tekrar ettiğimiz işler gibidir. Sürekli elimizin altındaki metinler sayesinde zihnimiz yeni bir şey yaratmaz ve var olan kaynaklarla yetinir. Zaman, Fransız Filozof Ernest Renan’ın bilim hakkındaki öngörülerini doğrular. Fransız Millî Kütüphanesinde yirmi binden fazla kitap vardır; gazete ve dergiler hariç, elli yıla kalmadan şu anki koleksiyona eklenecek olan cilt sayısı bir milyonu bulacaktır. Ortalama her cildin kalınlığı 2 santim olsa tüm ciltlerin kalınlığı Mont-Blanc Dağı’nın dört katı daha fazla eder. Tarih ise bu isimleri zamanla unutup sosyal olaylara odaklanacak ve bilginlik, bunca kaynak yığının altında ezilerek düşünen tüm insanların karşısında önemini kaybedecektir. Bilgi yığını gittikçe önemini kaybedecektir ve âlimler, gerçek âlim olarak anılacaktır. “Çalışmak” ise yaratmak, gereksiz detaylardan arınmak ve zihinsel çabaya konsantre olmak anlamında kullanılacaktır. Yaratmak; temel, baskın olanı bulabilmektir. Gereksiz detaylar gerçeğin açığa çıkmasını engeller, zihinsel enerji ve çaba harcamayı gerektirdiği için de içimizdeki tembelliği tetikler.
Eğitim sistemimiz de maalesef, bu başlıca zihinsel tembelliğimizi artırır. Ortaokul eğitim programları öğrencilerin aklını karıştırmaya yemin etmiş gibidir. Öğrencilerin her alanla uğraşmalarını isterler ve sundukları kaynak çeşitliliği yüzünden bu zavallı gençlerin belirli bir alanda uzmanlaşmalarını engellerler. Gençler ise mevcut ortaokul eğitim sisteminin tamamen saçmalıktan ibaret olduğunu nasıl bilebilirler ki? Oysaki mevcut eğitim sistemimiz, öğrencilerdeki inisiyatif alma yeteneğini ve çalışmalarına olan tüm sadakatini ellerinden alır. Birkaç sene önce, savaş toplarımızın gücü inanılmazdı. Günümüzde ise gücü on katı fazladır. Peki neden? Çünkü toplar bir yere isabet edene kadar patlardı ve patladığı yere çok önemli zararlar veremiyordu. Günümüzde özel bir patlatıcının icadı sayesinde, mermi bir yere isabet ettikten birkaç saniye sonra yavaş yavaş hareketini sürdürür; derinlere ulaşır ve etrafı örülü olan duvarla yakından temas hâlinde her yeri yerle bir ederek patlar. Mevcut eğitim sistemimizde tıpkı bu top patlatıcısı gibi zihinlere kendi tetikleyicisini yerleştirmelidir. Öğrencilerin edindikleri bilgilerinin akıllarına kazınmasına izin verilmiyor. Sürekli bir komut; “Durmak mı istiyorsun? Durmak yok! Marş! Haydi gezgin, dinlenmek yok! Daha matematik, fizik, kimya, zooloji, botanik, jeoloji, tüm toplumların tarihini, coğrafyayı, iki tane yabancı dil, birçok toplumun edebiyatını, psikolojiyi, mantığı, ahlakı, metafiziği öğrenmelisin. Haydi marş, marş! Lisedeyken her şeyi yüzeysel görmeye ve görünüşüne göre yargılamayı alışkanlık edinmeye doğru ilerle!”
Bu ilerleme, üniversitede de hızla devam eder ve birçok öğrenci için daha da hızlı hâle gelir.
Buna ek olarak, modern yaşamın şartları da ruhsal dünyamızı kısıtlar ve zihnimizin karmaşık bir hâl almasına sebep olur. İletişimin kolaylığı, seyahat sıklığı, deniz veya dağ tatilleri düşüncelerimizi dağıtır. Okumaya bile vakit ayıramayız. Hem hareketli hem de boş bir yaşam süreriz. Gazetelerde yer alan hafif ve kafa dağıtıcı haberler yüzlerde beliren o heyecana sebep olurken, bir yandan da bazı insanlara kitap okumanın keyifsiz olduğunu düşündürür.
Eğitim bu duruma karşı koymayı bize öğretmezse, bulunduğumuz ortamın yarattığı bu akıl dağınıklığına nasıl karşı koyabiliriz ki? Asıl sorun olan irade eğitiminin hiçbir yerde bilinçli bir şekilde ele alınmaması üzücü değil midir? İrade eğitimi adına yapılan her şey aslında başka bir amaçla yapılır. Sadece akıllı olmakla ilgilenip, iradeyi ancak düşünsel çalışmalarda gerekliyse terbiye ederiz. Terbiye ederiz mi dedim? Hayır, sadece harekete geçiririz. Sadece günü kurtarmaya bakarız. Bir yandan öğretmenin suçlaması, sınıf arkadaşlarının alay etmesi ve cezalar, öte yandan da ödüller, iltifatlar. Günümüzde her şey bu durumlara göre yapılır. Böylece gelecekte de tembellerin hukuk mezunu oluşunu veya tıp alanında doktora yaptığına şahit oluruz. İrade eğitimi ise şansa bırakılır. Oysaki insanı oluşturan asıl şey enerji değil midir? Enerji olmadan en parlak akıllar bile verimsiz kalmaz mı? İnsanlığın yapmış olduğu en güzel ve en yüce işlerin aracı olmamış mıdır?
Ne tuhaf! Herkes de içten içe bu söylediklerimize katılıyor. Herkes, zihinlerinin dolu ve iradelerinin zayıf olmasından şikâyetçi. Fakat hiçbir kitapta, irade eğitimine yardımcı olacak yöntemlere değinilmiyor. Hocalarımızın bile başaramadığı, iradenin geri gelmesi için yapmamız gerekenleri bilmiyoruz. Rastgele seçilmiş, hiç ders çalışmayan on öğrenciye sorun, cevapları şu şekilde olacaktır: “Dün okulda, hocamız her güne hatta her saate yapmamız gereken görevleri belirliyordu. Yapmamız gerekenler oldukça netti. Tarih dersinin x bölümüne çalışmamız, geometride teorem konusunu öğrenmemiz, x ödevleri yapmamız ve bir paragrafın çevirisini yapmamız gerekiyordu. Hatta hocamız ya bizleri cesaretlendiriyor ya da cezalandırıyordu. Rekabet duygusunu büyük bir gayretle oluşturuyordu. Bugün ise bunların hiçbiri yok. Hiçbir görev belirlenmiyor. Zamanı istediğimiz gibi kullanıyoruz. Bize, çalışmalarımızı düzenlemek konusunda hiçbir zaman inisiyatif verilmediği için, sudan çıkmış balığa döndük. Zaten hiçbir ders zayıf olduğumuz konuya göre, belirli bir yöntemle öğretilmemişti bize. Âdeta çırpınıyorduk. Ne çalışmayı biliyoruz ne de istemeyi; hatta irademizi kendimiz terbiye etmek için neler yapmamız konusunda nereye danışabileceğimizi bile bilmiyoruz. Bu konu hakkında hiçbir uygulamalı kitap yok. Üzülmemek için de bu konuda çok düşünmemeye çalışıyoruz. Zaten kafeye, barlara gidiyoruz, neşeli arkadaşlarımız da var. Zaman bir şekilde geçiyor…”
İşte yazmaya çalıştığımız bu kitap, gençlerin bulamamaktan yakındığı o kitaptır.