Kitobni o'qish: «Güliver`in Gezileri»
YABANCI İSİMLERİN TÜRKÇE OKUNUŞLARI
Notthinghamshire . . . . . . . . . . . Natingımşayr
Cambridge . . . . . . . . . . . . . . . . . . Kembiriç
James Bates . . . . . . . . . .. . . . . . . Ceymis
Beyts Blefuscu . . . . . . . . . . . . . . . Bilefusku
Glumdalchlitch . . . . . .. . . . . . . . . Glumdalliht
LİLİPUT’A GİDİŞ
(Cüceler Ülkesinde)
GÜLİVER, GEMİSİ BATTIKTAN SONRA ESİR DÜŞER
Babamın Nottinghamshire’da biraz toprağı vardı. On dört yaşına geldiğim zaman, beni Cambridge’te bir liseye gönderdi. Mektebin masrafı çok azdı ama beş çocuklu fakir bir ailenin üçüncü oğlu olduğumdan, ancak üç yıl okuyabildim. Ondan sonra da dört yıl James Bates adında tecrübeli bir cerrahın yanında çıraklık ettim. Babamın arada sırada gönderdiği harçlığı seyahat edebilmek için gerekli bilgileri öğrenmeye harcıyordum. İçimden bir ses bana, dünyayı dolaşmak sayesinde çok para kazanacağımı tekrarlayıp duruyordu. Mr. Bates’in yanından ayrılınca eve dönüp amcalarımın ve başka akrabalarımın yardımıyla biraz borç para topladım. Leyden’e giderek orada cerrahlık tahsil edecektim. Uzun yolculuklarda cerrahlığın iyi para getirdiğini bildiğimden, üç yıl geceli gündüzlü çalıştım.
Leyden’de tahsilimi bitirdikten kısa bir zaman sonra iyi kalpli ustam Bates’in yardımıyla Swallow isimli geminin cerrahı oldum. Üç yıl süren yolculuğum sonunda Londra’da yerleşmeye karar verdim. Ustam Mr. Bates, gene bana elinden gelen yardımı yapmış, bir sürü müşteri bulmuştu işimi yoluna koyar koymaz hemen küçük bir ev satın aldım ve evlendim. Ne yazık ki mesut günler uzun sürmedi. Sevgili ustamın ölümüyle her şey değişti. Şehirde pek az dostum bulunduğundan, kolay kolay müşteri temin edemiyordum. Bunun üzerine karımın ve öbür yakınlarımın fikrine uyarak tekrar bir gemiye girdim. Altı yıl çeşitli gemilerde, çeşitli memleketlere gittim. Yolculuk esnasında para biriktirdiğim gibi, boş saatlerimi de kitap okuyarak geçiriyordum. Eski, yeni bütün yazarların eserlerini okumaya fırsat bulmuştum. Karaya çıktığım zaman halkın yaşayışıyla ilgileniyordum. Hafızam çok kuvvetli olduğu için kendi kendime birkaç dil de öğrenmiştim.
Bu yolculukların sonuncusundan istediğim neticeyi alamayınca denizden bıktım, evimde dinlenmeye çekildim. Tam üç yıl, işlerin bir gün düzeleceğini düşünerek bekledim ama ev de canımı sıkmaya başlamıştı. En sonunda güney denizlerine giden bir geminin sahibiyle anlaşıp tekrar memleketimden uzaklaştım. Mayıs 1699 tarihinde Bristol limanından kalktık. İlk günlerimiz çok iyi şartlar altında geçti.
Yolculuğu, günü gününe, saati saatine anlatmak okuyucuların canlarını sıkmaktan başka bir işe yaramaz. Yalnız şu kadarını söyleyeyim; Hindistan yakınındaki adalara gelirken, şiddetli bir fırtına, bizi Van Diemen topraklarının kuzeybatısına sürükledi. Gemi erlerinden on iki kişi fazla iş ve kötü yemek yüzünden ölmüştü. Geri kalanların da durumu tehlikeliydi. O bölgelerde yaz mevsiminin başlangıcı sayılan kasım ayının beşinci günü, tayfalar geminin bir halat boyu ötesinde büyük bir kaya gördüklerini haber verdiler. Rüzgâr o kadar kuvvetli esiyordu ki, yolu değiştirmeye vakit kalmadan, olanca hızımızla kayaya bindirdik.
Tayfalardan beşiyle birlikte geminin sandalını denize indirip kaza yerinden uzaklaşmaya çalıştık. Fakat daha gemideyken epeyce yorulduğumuzdan, çok geçmeden hiç kimsede kürek çekecek takat kalmamıştı. Artık sandalı tamamen dalgalara bırakmıştık. Dağ gibi bir dalga, bir saniye içinde sandalı ters çevirdi. Gerek kayanın üstünde kalan gerekse benimle gelen tayfaların, ne olduklarını bilmediğim için kayboldular demeye mecburum.
Bana gelince, kaderimin beni sürüklediği tarafa doğru yüzdüm. Rüzgârla dalgalar da beni ileri itiyorlardı. Birkaç defa ayaklarımı yere basmak istedim fakat bir türlü denizin dibini bulamadım. Tam, daha fazla yüzemeyeceğimi anladığım sırada ayaklarım yere değdi. Fırtına da eski hızını kaybetmişti. Sahile kadar olan bir mile yakın mesafeyi de ağır ağır yürüdüm. Sudan çıktığım zaman saat herhâlde akşamın sekizini bulmuştu. Sahilden içeri doğru bir hayli yol yürüdümse de ne bir ev görmüş ne de bir hayat izine rastlamıştım. Belki de yorgunluktan hiçbir şey fark edemiyordum. Bir yandan havanın sıcaklığı bir yandan da gemideyken içtiğim konyak beni büsbütün halsizleştirmiş, uykumu getirmişti. Hemen kısa ve yumuşak çimenlerin üzerine uzandım. Hayatımda bu kadar uzun zaman uyuduğumu hatırlamıyorum.
Gözlerimi açtığım zaman gün yeni ağarıyordu. Kalkmak istedim fakat bir türlü yerimden kıpırdayamıyordum. Sırtüstü yattığımdan, kollarımla bacaklarımın iki yandan yere sımsıkı bağlı olduğunu görebildim. Uzun, gür saçlarım da aynı şekilde bağlanmıştı. Hatta vücudum bile koltuk altlarımdan kalçalarıma doğru ince bağlarla doluydu. Sadece yukarı bakabiliyordum. Yavaş yavaş kızmaya başlayan güneş, gözlerimi kamaştırıyordu. Bir ara kulağıma garip sesler geldi ama yattığım yerde güneşten başka bir şey görmeme imkân yoktu.
Biraz sonra canlı bir cismin sol bacağımdan göğsüme, oradan da çeneme doğru ilerlediğini hissettim. Gözlerimi iyice aşağıya kaydırarak ziyaretçimin kim olduğunu anlamaya çalıştım. Gelen, boyu on beş santime yakın, minicik bir insandı. Elinde bir okla yay, sırtında da içi dolu bir ok mahfazası vardı. Birincinin arkasından aynı boyda, aynı kılıkta kırka yakın cüce çeneme yaklaşıyordu. Şaşkınlıktan öyle bir çığlık atmışım ki, hepsi korkudan kaçıverdi. O telaşla ayağı kayıp düşenler arasında bazıları, sonradan öğrendiğime göre, vücutlarının muhtelif yerlerinden ağır yaralar almışlar. Her neyse, çok geçmeden gene yüzümde dolaşmaya başladılar; içlerinden bir tanesi yüzümü iyice gördükten sonra kollarını yukarı kaldırarak çatlak fakat iyi duyulan bir sesle: “Hekinah Degul!” diye bağırdı. Ötekiler de hep bir ağızdan aynı kelimeyi birkaç defa tekrarladılar. O zaman bu sözlerin manasını anlayamamıştım.
Okuyucularımın da tahmin edecekleri gibi, bütün bunlar olup biterken ben acı içinde kıvranıyordum. Nihayet bağları gevşetmeye çalışırken sol kolumu yere bağlayan ipleri koparmaya muvaffak oldum. Sol kolum serbest kalmış, saçlarımın bağlarını da biraz gevşetebilmiştim. Artık başımı hafifçe yana çevirebiliyordum. Fakat küçük mahluklar ikinci defa kaçtılar. Ortalığı çatlak ve keskin bir çığlık kaplamıştı.
Çığlığı bittikten sonra bir tanesinin yüksek sesle: “Tolgo Fonak!” diye bağırdığını işittim ve bir saniye içinde sol elime yüzden fazla küçük ok saplandı. Sanki elime yüzlerce iğne batmış gibi acıyordu. Okların bir kısmını da doğrudan doğruya havaya atmışlar, bunlardan bir kısmı yüzüme, bir kısmı da vücudumun diğer kısımlarına düşmüştü. Hemen sol elimi yüzüme kapadım ve ok yağmuru bitinceye kadar vaziyetimi bozmadım. Hücum sona erdiğinde, acıdan ve sıkıntıdan bitkin bir hâldeydim. Bağlarımı gevşetmeye çabaladığımı görünce, tekrar ok yağmuruna başladılar, bu seferki birinciden daha şiddetliydi. Bazıları da ellerinde kargılarla yanıma yaklaştılar. Bereket, sırtımdaki manda derisi yelek pek öyle kolay parçalanacak cinsten değildi.
En iyisi hiç kıpırdamadan yatıp geceyi beklemekti. Nasıl olsa sol elim serbestti, ortalıktan el ayak çekilince bağlarımı çözebilirdim. Buranın ahalisine gelince, eğer hepsi gördüklerimin boyundaysalar bana karşı büyük ordular çıkarmaları icap ederdi. Fakat kaderim böyle değilmiş.
Benim hareket etmediğimi görünce ok atmaktan vazgeçmişlerdi ama her saniye gürültünün biraz daha artmasından, sayılarının çoğaldığını anlamıştım. Yattığım yerin biraz ötesinde, tam sağ kulağımın hizasından acayip sesler gelmeye başladı. Sanki hiç durmadan bir yere çivi çakılıyordu. Başımı o tarafa çevirmeye çalıştım. Yerden biraz yüksek, dört kişiyi içine alabilecek genişlikte bir iskele kurulmuş ve bu iskeleye çıkmak için de üç merdiven hazırlanmıştı. İskelede duran dört kişiden önemli bir adam olduğunu sezdiğim bir tanesi, bana dönerek bir şeyler söyledi. Tabi söylediklerinin tek kelimesini anlamamıştım. Fakat bu önemli adamın sözlerine başlamadan önce üç defa: “Langro Dehul Sam!” diye bağırdığını söylemeliyim.
Bu bağırış üzerine halk arasından elli kişi, yanıma koşup başımın sol yanındaki ipleri kesti. Böylece sağa dönüp konuşan adamın hareketlerini takip etmem sağlanmıştı. Bu adam orta yaşlı ve yanımdaki diğer üç kişiden daha uzun boylu görünüyordu. Üç kişiden bir tanesi elbisesinin eteğini tutuyor, öbür ikisiyse iskelenin iki yanında nöbet bekliyorlardı. Nöbetçilerin her birinin boyu benim orta parmağımdan biraz uzundu galiba… Orta yaşlı adamın iyi bir hatip olduğu muhakkaktı, zaman zaman nutkuna tehdit, vaat, acıma anlatan sözler karıştırarak hatipliğin bütün inceliklerini kullandığını tahmin ettim. Ben de kısa birkaç cümle ve el hareketleriyle sözüm ona cevap veriyordum. Açlıktan âdeta ölecek hâldeydim. Gemiden ayrılmadan birkaç saat evvelinden beri ağzıma bir lokma bile koymamıştım. Sık sık parmağımı dudaklarıma götürerek aç olduğumu anlatmaya çalışıyordum.
“Hurgo” (sonradan öğrendiğime göre, ileri gelen şahsiyetlere verilen isim) benim hareketlerimin manasını gayet iyi anlamıştı. İskeleden inip etrafıma bir sürü merdiven dayatılmasını emretti. Yüzden fazla insan bu merdivenlerden tırmanıp ağzıma yaklaştı. Ellerindeki sepetlerin içi et doluydu. Kral, benim işaretlerimin manasını sezince adamlarını karnımı doyurmaya memur etmişti. Sepetlerin, çeşitli hayvanların etleriyle dolu olduğunu gördüm ama doğrusu hayvanların cinslerini anlayamadım. Bir lokmada üç dört kol, üç dört gövde yiyordum. Zavallıcıklar beni doyurmak için ellerinden geleni yaptılar fakat iştahımın çokluğuna da şaştıklarına şüphe yoktu.
Yemek bitince, ikinci bir işaretle susadığımı anlatmaya çalıştım. Yediğim yemekten bir lokmacık suyla doymayacağımı öğrenmişlerdi. En büyük şarap fıçılarından birini yuvarlaya yuvarlaya başıma getirdiler. İçindeki şarabı bir yudumda içivermiştim. Getirdikleri ikinci fıçıyı da aynı şekilde boşaltınca hayretler içinde kaldılar. El işaretleriyle daha şarap istedim ama zavallıların başka fıçıları yoktu. Galiba hareketlerim beğenilmişti. Zira neşeyle göğsüme çıkıp dans etmeye başladılar. Arada sırada da gene: “Hekinah Degul!” diye bağırıyorlardı. Bir ara fıçıları aşağı atmam için bir harekette bulundular ama daha önce yanımda duranlara oradan çekilmeleri ihtar edilmişti.
Bu küçük insanlar üzerimde dolaşırlarken içlerinden birkaçını yakalamayı düşünmedim değil fakat bana gösterdikleri konukseverlik karşısında elim kolum bağlanmıştı. Hem de onların nazarında korkunç bir devden farksız olmama rağmen korkmadan yanımda dolaşmaları da hoşuma gitmişti.
Bir müddet sonra kralın adamlarından yüksek rütbeli biri yanıma yaklaştı. Adam beraberinde on iki kişi olduğu hâlde sağ bacağımdan yüzüme doğru hareket etmişti. Hatır sorma faslı bittikten sonra sık sık eliyle başşehri göstererek on dakika hiç durmadan konuştu. Anlaşılan kral oraya götürülmemi istiyordu. Ben de serbest kolumla işaretler yaparak beni serbest bırakmalarını söylemeye çalıştım.
Hareketlerimin manasını iyice anlamıştı fakat sert bir hareketle başını sallayarak esir olarak kalacağımı belirtti. Ama çeşitli işaretlerle esirliğin aç susuz kalmak demek olmadığını da anlatmıştı. Tekrar bağlarımı koparmaya çalıştım. Ok yağmuru derhal başlamıştı. Bunun üzerine kendimi tamamıyla onların eline bıraktığımı anlatan işaretler yaptım. O yüce zatla adamları sevinç içinde nazik selamlarla yanımdan ayrıldılar.
Gitmeden önce de yüzüme, kollarıma güzel kokulu bir merhem sürmüşler, böylece okların yarası iki dakika içinde geçivermişti. Bir yandan merhemin ferahlık veren kokusu, bir yandan içtiğim şarabın tatlı lezzeti uykumu getirmişti, yavaş yavaş göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyordum. Tam sekiz saat rahat rahat uyumuşum.
Sonradan öğrendiğime göre, ben karaya çıkıp da uykuya daldığım zaman İmparator hemen Meclisi toplantıya çağırmış ve anlattığım şekilde bağlanmama karar verilmişti. Başşehre taşınmam için de bir makine yapılması uygun görülmüş.
Doğrusu bu adamların matematik bilgilerine hiç diyecek yok. İmparatorları da gayet bilgili, akıllı bir insan. Ağaçları ve başka ağır eşyayı kolaylıkla taşıyabilmek için tekerlek üzerine oturtulmuş makineler yapmış. Beş yüz marangozla mühendis şimdiye kadar yaptıkları makinelerin en büyüğünü yapmaya çalışıyorlardı. Bu, bizim bildiğimiz at arabalarının yirmi iki tekerleklisinden başka bir şey değildi.
Harika makineyi yanıma getirdiler. Fakat işin asıl önemli yanı şimdi başlıyordu… Öyle ya, beni yerimden nasıl kaldırıp taşıta yerleştireceklerdi? Seksen tane direk getirip vücudumdaki bağları sayısız çengellerle bu direklere taktılar. En güçlü kuvvetliler arasından seçilen dokuz yüz kişi beni ancak üç saatte bu direkler sayesinde yerimden kaldırıp taşıta yerleştirebilmişti. Sonra da gene eskisi gibi sımsıkı bağlanmıştım. Tabi bütün bunları bana anlattılar da öyle öğrendim, yoksa arabaya bindikten dört saat sonrasına kadar deliksiz bir uykuyla uyuduğumdan hiçbir şeyden haberim yoktu.
İmparatora ait bin beş yüz atın çektiği arabada uykumdan uyanışım çok garip bir hadise yüzünden oldu. Bir aralık arabanın durmasından faydalanan birkaç meraklı, uyurken yüzümün ne hâl aldığını öğrenmek istemişler. Hemen yavaşça arabaya atlayan delikanlılardan bir tanesi kılıcının sivri ucunu burnumun deliğine sokunca tatlı bir kaşıntıyla gözlerimi açtım. Benim hapşurmamla beraber onlar da gözden kayboldular.
Günün geri kalan kısmını da yolda geçirdik. Gece mola verdiğimiz zaman eli silahlı beş yüz kişi benim iki yanımda nöbet tutuyordu. En ufak bir harekette bulunmaya kalkışırsam beni hemen ok yağmuruna tutmaya hazırdılar. Ertesi sabah şafakla beraber yola koyulduk. Öğleye doğru da başşehrin kapılarına varmıştık. İmparator ve bütün saraylılar bizi karşılamaya çıkmışlardı. Fakat saray adamları, İmparator’un da üzerime çıkma cüretini göstererek hayatını tehlikeye sokmasına müsaade etmediler.
Arabanın durduğu yerde bir tapınak vardı. Ülkenin en büyük binası olan bu tapınak, benim yeni evimdi. Kuzeye bakan büyük kapıdan sürünerek geçmem mümkündü. Kapının iki yanından birer küçük pencere açılmıştı. Soldaki pencereye İmparator’un demircileri Avrupa’daki kadınların saatlerini takmak için kullandıkları kalınlıkta zincirler yerleştirmişlerdi. Bu zincirlerin bir ucu da sol ayağıma takıldı. Biraz daha iyi görebilmek için tapınağın tam karşısındaki kuleye gittiler. Daha doğrusu gittiklerini sonradan öğrendim, zira yattığım yerden onların ne yaptıklarını göremiyordum. Aynı merak uğruna yüz bine yakın insan, tapınağın etrafına toplanmıştı. Muhafızların bütün gayretlerine rağmen vücudum binlerce küçük insanla kaynıyordu. Fakat çok geçmeden benim üzerime çıkanların ölüm cezasına çarptırılacakları ilan edilince, rahatladım. Artık zincirlerimi koparamayacağım iyice anlaşıldığından, iplerimi çözmüşlerdi. Ayağa kalktığım zaman duyduğum üzüntüyle karışık sevinç hissini, o zamana kadar hiç tatmamıştım. Fakat halkın, yerimden kalkışımı seyrederken kopardığı şaşkınlık çığlıklarını anlatacak söz bulamıyorum. Sol ayağımdaki zincir sadece olduğum yerde bir yarım daire çevirmeme değil, tapınağın içine kadar yürümeme de imkân veriyordu. Boylu boyunca yere uzanabilecektim.
LİLİPUT İMPARATORLUĞU
Kendimi ayakta bulduğum zaman şöyle etrafıma bakındım. Hayatımda bundan daha eğlenceli anlar yaşamadığımı itiraf etmeliyim. Önümde uzanan ülke, büyük bir bahçeden farksızdı. Tarlalarsa çiçek tarlalarını andırıyordu. Sol elimin altındaki şehir, tiyatrolarda görülen yağlı boya manzara tablolarına benziyordu.
İmparator kuleden inmiş, at üzerinde bana doğru geliyordu. Az kalsın bu cesareti ona çok pahalıya mal olacaktı. Bindiği at iyi terbiye gördüğü hâlde benim kadar büyük bir mahlukla karşılaşmaya alışkın değildi, onun için yanıma yaklaşınca şahlanıverdi. Bereket ki, hükümdar usta bir biniciydi de adamları yetişinceye kadar attan düşmedi. Tehlike atlatılınca İmparator, hayran hayran beni süzmeye başladı ama gene de ihtiyatı elden bırakmamış, zincirin bağlandığı yerden daha fazla yanıma yaklaşmamıştı. Orada hazır bekleyen aşçılara, hizmetçilere bana yemek ve içki vermelerini emretti. Etle dolu yirmi araba ve içkiyle dolu on araba beni bekliyordu. Hemen bir solukta ne var ne yoksa hepsini silip süpürdüm.
İmparatoriçe, öbür prens ve prensesler yanlarındaki misafirleriyle beraber epeyce uzakta, koltuklara yerleşmişler, bizi seyrediyorlardı. Fakat kazayı görür görmez hemen İmparator ’un yanına koşuştular. İmparator’un boyu, adamlarınkinden biraz uzundu. Yüz hatları kuvvetli ve sertti. Dudakları kaim, burnu kartal gagası gibi kıvrıktı. Tavırları çok kibardı, her hâliyle imparatorluğa yakışacak cinsten bir adamdı. Yirmi sekiz yaşlarında görünüyordu, yedi yıldan beri de ülkenin idaresini üzerine almıştı.
Onu daha iyi görebilmek için yan döndüm. Birbirimize epeyce yakındık. Elbisesi, çok basit, Asya modasıyla Avrupa modası arasında kalmış garip bir şeydi. Başında hafif bir altın zırh vardı. Benim herhangi bir şeye kalkışma ihtimalimi göz önünde bulundurarak kılıcını kınından çıkarmış eline almıştı. Kılıcın kabzası altındandı ve iri elmaslarla süslüydü. Sesi biraz çatlak olmakla beraber, kolaylıkla işitiliyordu. Mesela ben ayaktayken onun ne dediğini pekâlâ duyabiliyordum. Kadınlar ve saray adamları o kadar şıktılar ki, durdukları yer bir elbise ve mücevher tarlasını andırıyordu.
İmparator sık sık bana bir şeyler söylüyor, ben de hiç anlamadığım hâlde cevaplar veriyordum. Böylece bir tek kelime bile anlamadan konuşuyorduk. Meşhur papaz ve avukatlardan birkaçı kendilerini bana takdim etmek maksadıyla yanıma gelmişlerdi. Onlara da bildiğim bütün dilleri kullanarak cevap yetiştirdim. Tabi gene de hiç kimse bir şey anlamadı.
İki saat sonra saray adamları dinlenmeye çekildi. Beni kuvvetli bir muhafızla yalnız bırakmışlardı. Bundan faydalanan meraklılar, artık istedikleri kadar yakınıma gelebiliyorlardı. Hatta içlerinden cesur bir iki kişi, ben evimin kapısında otururken bana ok atma cüretini bile göstermişti. Bu oklardan birisi az kalsın sol gözümü kör edecekti. Hadise duyulunca derhâl okları atan iki adamın benim avcuma bırakılarak cezalandırılmaları emredildi. Askerler suçluları kargıların sivri ucuyla bana doğru itiyorlardı. Hepsini sağ avcuma aldım, sonra beş tanesini ceketimin cebine yerleştirdim, altıncıya gelince onu da sanki diri diri yemek istiyormuşum gibi bir tavır takındım. Zavallı adam tir tir titriyordu. Hele ben bıçağımı da çıkarınca bu sefer bizi seyreden askerlerin de yüzleri karıştı. Fakat biraz sonra herkesin sevinçten gözleri parladı çünkü bıçağımla esirlerimi bağlayan ipleri kesmekten başka bir iş yapmamıştım. Her birini ayrı ayrı hürriyetlerine kavuşturmak müthiş zevkliydi. Kurtulur kurtulmaz, bir kaçışları vardı ki görmeliydiniz. Askerler de halk da hareketimi çok beğenmişlerdi.
Akşama doğru biraz zorluk çekerek eve girip toprağın üzerine uzandım. İmparator bana hususi yatak hazırlattığı için on beş gün aynı hâl devam etti. Orta boyda altı yüz yatak, arabalara doldurulup evime getirilmişti. Şimdi geceli gündüzlü çalışan işçiler bu yatakları bir araya getirip bana göre bir şilte hazırlamaya uğraşıyorlardı.
Geliş haberim ülkeye yayıldıkça zengin, fakir, genç, ihtiyar, herkes beni görmek için evini barkını bırakmış, yollara dökülmüştü. Şehirlerde, kasabalarda âdeta insan kalmamıştı. Eğer İmparator iş işten geçmeden tedbir almasaydı, ihmal yüzünden memlekette kıtlık baş gösterecekti. Fakat İmparator beni bir defa görenlerin derhâl evlerine dönmelerini emretti. Evimin yanına yaklaşabilmeleri için de saraydan özel bir izin kâğıdı almaları lazımdı.
Bu arada imparator sık sık meclisi toplantıya çağırıp ileride bana karşı takınacakları tavırların müzakeresiyle meşgul oluyordu. Nüfuzlu bir dostumdan duyduğuma göre, saray, benim yüzümden çok güç bir duruma düşmüş. Zinciri koparıp kaçmamdan, beslenmemin güçlüğünden, memlekette açlığın baş göstermesinden korkuyorlarmış. Bazen beni açlıktan öldürmeyi yahut zehirli oklarla zehirlemeyi düşünüyorlarmış. Fakat bu kadar büyük bir leşin yaratacağı kokunun halk için tehlikeli olacağı akıllarına gelmiş ve bundan vazgeçmişler.
Müzakereler esnasında bir sürü subay, İmparator’un huzuruna çıkıp benim esirlere yaptığım muameleyi anlatmışlar, bunun üzerine beni iyi beslemek için gereken tedbirin alınması kararlaştırılmış. Bütün ülke halkı her gün bana verilmek üzere kırk koyun, altı sığır ve ekmekle şarap getirmeye mecburmuş.
Ayrıca emrime de altı yüz kişi tahsis edilmiş, bu adamların barınması için evin iki yanına çadırlar kurulmuştu. Üç yüz terzi bana memleketin modasına uygun biçimde elbise dikmekle meşguldü. Majestenin en kıymetli bilginleri bana ülkenin dilini en kısa zamanda öğretmekle vazifelendirilmişlerdi. İmparatorun muhafız alayı ve başka ileri gelen kişiler sık sık benim önümde geçit resmi yapmaya mecburdular; çünkü herkesin bana alışması isteniyordu.
Bütün bu kararların tatbikine kısa bir zaman içinde başlandı. Ben de onların dilini az zamanda epey öğrenmiştim. Bazen İmparator gelip derslerimi dinler, hocaların iyi çalışıp çalışmadıklarını kontrol ederdi.
Artık bayağı onların dilini konuşmaya başlamıştım. Söylediğim ilk sözler hep hürriyete, serbest yaşamaya dair şeylerdi. Korktuğum gibi İmparator’un cevabı, daha beklemem gerektiğinden ibaretti. Her şeyden önce, “Lumos kemlin pesso des mar lon Emposo” yani İmparator’la ve ülkenin insanlarıyla sulh içinde yaşayacağıma yemin etmeliydim. Bütün bunlar oluncaya kadar da bana gayet iyi bakacaklardı. İmparator, sabrım ve iyi niyetlerim sayesinde kendisinin ve tebasının gözüne girmemi istiyordu.
Eğer adamlarına üstümü aramalarını emrederse buna sinirlenmemeliydim, zira üstümde çok tehlikeli silahların bulunması mümkündü. Hemen Haşmetlinin boşu boşuna üzüntüye kapılmamasını; çünkü huzurunda ceplerimi boşaltmaya hazır olduğumu bildirdim. Bunları yarı kelimelerle yarı da el işaretleriyle anlatmıştım, ülkesinin kanunlarına göre iki subayın beni arayacakları cevabını verdi. Zapt edecekleri eşyaları ya giderken geri verecekler yahut da benim kararlaştıracağım miktarda bir para karşılığında saklayacaklardı.
İki subayı elimle cebime yerleştirdim. Saat ceplerimden başka bir yerimin karıştırılmasının bence hiçbir zararı yoktu. Hoş saat cebimde de sadece benim için önemli olan bir saatle biraz altın paradan başka bir şey saklı değildi ya, neyse! Yanlarında kâğıt, kalem ve mürekkep bulunan bu arama memurları teker teker her şeyi kaydediyorlardı. Daha sonraları bu notları İngilizceye tercüme edip sakladım. Notlarda şöyle deniliyordu:
Büyük Dağ Adamı’nın sağ cebinde, Majeste’nin ziyaret odasının döşemesini kaplayacak büyüklükte bir deri parçası bulduk. Sol cepteyse kocaman gümüş bir sandık ve gene gümüşten bir mahfaza bulduk. Bu sandığı kaldırmaya gücümüz yetmedi. Bari kapağı açılsın dedik. İçimizden biri sandığa atladı. Zavallı yarı beline kadar toza gömülmüştü. Uçuşan tozlar hepimizi uzun uzun hapşırttı. Sağ dış cebinde birbiri üzerine sarılmış ince uzun beyaz acayip bir şeyler bulduk. Üç adam büyüklüğündeki bu cisimler sağlam bir telle bağlanmıştı, sonradan yazı olduklarını anladığımız, siyah şekillerle süslenmişti. Hemen her harf avcumuzun yarısı kadar büyüktü. Solda makineye benzer bir şey vardı. Arkasından yirmi kadar ince sopa uzanıyordu. Anladığımıza göre Dağ Adamı, bununla saçlarını tarıyor.
Pantolonunun sağ cebinde bir adam boyunda ortası delik bir demir bulduk. Bu demire iki tahta sırık bağlanmıştı. Sırığın öteki ucunda da garip şekilli demir parçaları sallanıyordu. Bunların ne işe yaradıklarını anlayamadık. Öbür cepte de sağ ceptekilere benzeyen bir alet vardı.
Sağdaki küçük cepte beyaz ve kırmızı madenden düz, yuvarlak cisimler bulmuştuk. Gümüşe benzeyen beyaz cisimlerden birini kaldırmaya çalıştık fakat o kadar büyük ve ağırdı ki, arkadaşımla ben epeyce uğraştığımız hâlde yerinden kıpırdatamadık. Sol cepte ayrı boyda iki siyah sırık vardı. Cebinin dibinde dururken sırıkların tepesine çıkma işini kolay kolay başaramadık. Bir tanesinin üstü kapalıydı ve tek bir parçadan yapılmışa benziyordu. Öbürünün yukarı kısmı yuvarlaktı. Bize izahat vermesini rica ettik. Onları kutularından çıkardı, memleketinde bunların bir tanesinin tıraş olmaya, ötekininse kesmeye yaradığını anlattı. İçine giremediğimiz iki cebi daha vardı ki, bunlara saat cebi diyordu. Sağdaki saat cebinden gümüş bir zincir sarkıyordu. Altından da gayet güzel bir makine sarkıyordu. Yarısı gümüş, yarısı da şeffaf bir maddeden yapılmış olan bu makine, yassı bir küreden farksızdı.
Şeffaf kısmında bir daire üzerine çizilmiş garip şekiller gördük. Dokunmak istedik fakat o şeffaf madde buna mâni oluyordu. Tahminimize göre bu ya meçhul bir hayvan ya da taptığı Tanrı… Çünkü söylediğine bakılırsa onun fikrini almadan hiçbir şey yapmazmış. Her hareketinin zamanını bu makine tayin ediyormuş.
Sol iç cebinden hemen balık ağı büyüklüğünde bir ağ çıkardı. Çanta gibi açılıp kapanabiliyordu. Galiba paralarını da bu ağa koyuyormuş. İçinde bulduğumuz sarı madenler şayet hakiki altınsa herhâlde çok para eder.
Majesteleri’nin emri üzerine bütün ceplerini aradıktan sonra belinde büyük bir hayvanın derisinden yapılmış bir kemer gördük. Kemerin bir yanından beş adam boyunda bir kılıç sarkıyordu. Öbür yanında ise iki bölmeli bir çanta ya da torba vardı. Torbaların her biri iki adamımızı alacak büyüklükteydi. Bölmelerden bir tanesinde bizim başımızın büyüklüğünde yuvarlak cisimler gördük, ikinci bölmede ise siyah tohumlar vardı, bunların elli tanesini bir avcumuza doldurmamız mümkündü.
İşte Dağ Adamı’nın üzerinde yaptığımız keşifte bulduklarımız bunlardan ibaret. Keşif esnasında Dağ Adamı’nın bize karşı çok nazik davrandığını da söylemeden geçmemeliyiz. Majeste’nin tahta geçişinin seksen dokuzuncu ayının dördüncü günü mektup mühürlenmiştir.
Clefren Frelock, Marx Frelock
Bu rapor İmparator’a okunduktan sonra gayet nazik bir tavırla bazı eşyalarımı ona vermem gerektiğini söyledi. Evvela kılıcımı kınından çıkarmamı istedi. Ben bu işle meşgulken, o da adamlarından üç bin kişinin benim etrafımı sarmalarını emretti. Hepsi okları yayda hazır vaziyette bekliyorlardı. Fakat ben gözlerimi İmparator ’dan ayırmadığım için onlara bakmaya pek fırsat bulamadım.
Bepul matn qismi tugad.