Kitobni o'qish: «Aşk ve Nefret Kitabı»
BİRİNCİ KİTAP
HAYAT AĞITI
SEM VE SEMİHA
I
Görkemli dağlar – genellikle gururlu, kibirli, zaptedilemezlerdi, bu sefer cömert, arkadaş canlısı ve hoşgörülü görünüyorlardı. Ve güneşin parlak ışınları yakıcı değil, kızı sıcaklığıyla nazikçe okşayarak ruhuna huzur veriyordu. Kıza sanki evrenin tam ortasındaymış gibi geliyordu, mis kokulu doğa onu sanki bir anne şefkatiyle kucaklamıştı, onu titreyen göğsüne bastırmış ve sessizce muhteşem bir melodiyle sakinleştirmişti.
Ancak böyle alışılmadık bir mutluluk durumunda, kız sakinleşememekte, kalbi daha hızlı atmakta, sanki göğsünden çıkmak üzereymiş gibi görünüyordu. Dalgalanan duygular onu bunaltıyor, kıyıların vadilerinde dolup taşan bir dağ nehri gibi ruhun içinde sıkışıyorlardı. Olanlara inanmak zordu, bütün bunlar ona ayrılmak istemediği, acımasız gerçekliğe geri dönmeyi arzu etmediği harika bir rüyayı hatırlatıyordu. Ancak, tüm olanlar sadece onunla bağlantılıysa, sıcaklığı hala hissedilen, kendisine hitap eden sözleri kendi kulaklarıyla duyduysa, nasıl inanmazdı. Delikanlının kalbinden içten duygular dökülmüştü ve varlığının her hücresinde tatlı bir karşılık ile yankılanmış, ruhunu heyecanlandırmıştı. Buna da inanmıyorsanız, başka nasıl bir aşk ilanı olabilirdi?
Böyle bir şey daha önce başına hiç gelmemişti, kız, gizli düşlerinde bile, onu saran duygulardan açıklanamaz bir zevk almasının mümkün olabileceğini hayal edemiyordu. Şu anki duruma benzer bir şey, tutkulu aşk hakkında kitaplar okuduktan sonra, kendini zihinsel olarak güzel kadın kahramanların yerinde hayal ederken, önce ateş basması şeklinde sonra da ürpertiyle kaplanmasına benziyordu. Yine de şimdi başına gelenler ilk kez oluyordu. Ve şimdiye kadar böyle bir mutluluğu yaşamadığı için suçlu muydu? Kaderi böyleymiş. Kimisi için küçük bir mutluluk, arzuladığından çok daha sonra verilir. Tamam, geç olsun ama yeterki gelsin. Ya hiç gelmeseydi? Kaldı ki hayatı boyunca bu mutluluğun tadını tatma fırsatı bulamamış olan ne kadar çok insan vardı.
Düşüncelerin yumuşak esaretinde ve rüyaların tatlılığıyla sarhoş olan kız, kendini gerçeklik ile unutulma arasında bir tür fantastik dünyada hissediyordu. Bugün yaşadığı, genellikle düşmanca ve soğuk olan odası, hafif ve harika müzikle dolmuştu, rahat, sade bir oda gibi görünüyordu. Ancak bu neşeli melodi kızın kalbinden sökülüp atılıyordu…
İstemeden ona sık sık öğüt veren annesini hatırlamıştı: “Kendine iyi bak kızım, kızlık namusunu koru, kuyruk sallayan olma. Erkeklerle düşüp kalkan bir kadın er ya da geç mutsuz olacaktır, ancak saf, namuslu kız kendine layık bir nişanlısını er ya da geç bulacaktır. Genç kız katı kurallarla büyümüş, annesine itaatsizlik etmeyi aklından bile geçirmemişti. Peki sonuçta ne oldu? Uzun yıllar boyunca, sanki hapishanedeymiş gibi, küflü bir odada dizlerine sarılarak oturuyordu. Görkemli yakışıklı erkeklerden bahsetmiyorum bile, en sıradan bir adam bile ona ilgi göstermemişti. Bu yüzden, bu kasvetli odada, metal kafesteki bir kuş gibi, monoton hayatının günlerini sayarak geçiriyordu.
Ve yine de… geç olması hiç olmamasından iyidir. Bir yerde işler yolunda gitmezse, umut kıvılcımları sönerse kime kızalım? Hayali mutluluk kuşunu yakalamaya çalışırken kaderini karmaşıklaştırdığı için suçlanacak biri var mı? Ne de olsa, kimse ona dizgin vurmadı, ısrar etmedi: şunu ya da bunu yap diye! Kimse onu şehre taşınmaya zorlamadı. Kimse ona doğduğu köyü unutmasını ve başka yerlerde daha iyi bir yaşam arayışına girmesini de tavsiye etmedi. Her şeyin suçlusu sadece kendisiydi.
Şehirde olunca, o zaman her şeyin yoluna gireceğine, şimdilerde dedikleri gibi her şeyin “yerli yerine oturacağına” ve özlem duyduğu rüyanın gerçekleşeceğine kendini inandırmıştı. Ayrıca onunla ilgilenecek, kararlılık gösterecek ve ona sert bir şekilde : “Bunu neden yapıyorsun?” diye soracak kimsesi de yoktu. Ölümlü dünyayı erken terk eden babasını belli belirsiz hatırlıyordu. Annesi de bu dünyada fazla oyalanmamıştı, tek kızını zar zor ayağa kaldırmıştı. Zavallı kadın son gücüyle, kendi yavrusunun yetişkin hayatında kaybolmaması için her şeyi yapmıştı. Ve hastalıktan bitkin bir şekilde ölüm anında, bir veda sözü bile fısıldayamamıştı. Yasını tuttuktan, annesi için ağladıktan sonra etrafına bakındığında korkutucu bir gerçekle yakınlarında onu teselli edecek ve onun için endişelenecek kimsenin olmadığını fark etmişti. Bu durum kendisini toparlamasına neden olmuştu. “Bir insan ölür, ama hayat devam eder” – annesi böyle derdi. “Yaşayan bir ruh dişli kurbağadır” sözü de annesinindi. “Yaşayan bir can, güneşin altındaki bir yer için savaşır” – ve bunlar hep annesinin sözleriydi…
Sapargül, eğitimsiz kalarak hayatta hiçbir şeyin başarılamayacağını anlamıştı. O yüzden öğrenim görmek için, şehre gitmeliydi. Bu düşünceyle, zihninde güçlenerek yola çıkmaya hazırlandı.
İşte Sapargül neredeyse sekiz yıldır büyük bir şehirde yaşıyordu. Kendini burada kabül ettirmek için çok cesaret ve azim gerekmişti. Planlananların çoğunu başarıyla gerçekleştirdiği söylenebilir. Çalışmalarını başarıyla tamamladı, imrenilen diplomayı aldı, kendi uzmanlık dalında bir iş buldu. Pansiyonda olmasına rağmen, kendine ait küçük bir odası vardı. Ve bu, öyle görünüyor ki, büsbütün yeterliydi. Ancak yine de… zaman zaman ruhunun derinliklerinden gizli bir hayali ortaya çıkıyordu, onu rahatsız ediyor ve acı çektiriyordu. “Yalnızlık sadece Allah’ı süsler” diye tekrarlamayı severdi annesi. “Kuğular özellikle çiftler halindeyken güzeldir,” derdi sık sık.
“Peki bu tatlı kelimelerin hayatta ne faydası vardı? Tavsiye vermek işin kolayıydı. Güçlü ve dayanıklı olan, istediğini elde etmeye çalışsın. Ama bu her zaman işe yaramazdı. Her şey kendinize bağlı değildi çünkü. Herkes hayatta kendi payına düşeni alır”, diye düşündü kız acı bir şekilde.
“Belki de insanlar, diğer yarınızı bulma umuduyla tanıştığınız ilk kişinin boynuna atlamaktansa, yalnız olmanın daha iyi olduğunu söylemekte haklıydılar. Ayrıca doğuştan gelen bir utangaçlık, ahlak kavramları da işin içinde var. Bunu da bir kenara atamazsınız, vicdanına karşı gelemezsin” diye düşündü Sapargül. – Yoksa hiç bir erkeğe çekice gelmeyecek kadar şanssız mıyım, yoksa aralarında hoşlandığım hiç mi biri yok? Tanrı’ya karşı neyi yanlış yaptım, neden benden yüz çevirdi acaba? Gerçekten sevilmek ve sevmek kaderimde yok mu?, diye aklından geçirmişti.
Gündüzleri onu kasvetli düşüncelerden çalıştığı işi bir şekilde uzak tutmuş olsa da, akşamları ve geceleri soğuk odasının dört duvarları arasında kendi kasvetli düşünceleriyle baş başa kalmışken, en nihayetinde bir gün, bütün bu yıllar boyunca hayal ettiği kişiye rastlamıştı. Düzgün kesili bıyıklarıyla, zarif, esmer yüzlü bir adam ona yaklaştı ve bilindik nezaket sözleri sarfetmeden ve boş konuşmalarla vakit geçirmeden, onun gözlerinin içine bakarak ‘Sizden hoşlanıyorum’ diye sözünü yapıştırmıştı. Bu beklenmedik durum karşısında Sapargül’ün başı duygu yoğunluğundan dönmeye başlamıştı. İşte sonunda gerçek nişanlısını bulmuştu. Ve… pervasızca, aşık olduğu yakışıklı adamın iradesine kendini kaptırmıştı.
Düğün günü geldi.
Bu durum, ıstırap çeken kızın kalbinin daha hızlı atmasını, mutluluktan parçalara ayrılmaya hazır hale getirmez mi?! Evet, duyulmamış mutluluğun önsezisinden, sadece kalp titremiyor, aynı zamanda tüm varlığı da titriyordu. Uzun zamandır beklenen rüyasının gerçekleşmesi için uzun zamandır beklenen an geliyordu. Yarın düğünü var. O evleniyor. Ve sonra… Tabii o zaman peri masalı başlayacak. Masal…
II
Seçtiği kişinin adı Satımsay. Ancak kendisi de bu isminden hoşlanmıyordu, bu yüzden çok acı çekiyordu: “Kazakçamız ilginç, böyle bir isim bulmuşlar! Hiç modern değil. Modası geçmiş. Ağarmış antik çağlardan.” Satımsay’ın babası bu ismin anlamını etkili bir şekilde şöyle açıklamıştı: ‘Bir zamanlar atalarımızdan biri bu isimle yaşardı. Bu yüzden, bu batır kadar cesur, halk tarafından saygı duyulan bir insan olarak büyümen için onun adını sana koyduk’, demişti.
Satımsay, “Peki, ne olmuş yani batır ise?” diye kızmıştı. – Mesele onunla ilgili değildi. Onun adını taşıyan herkes batır olsa… Hayır, hayır, bundan hoşlanmıyorum. Satımsay… Bir yerin ya da köyün ismi gibi görünüyor… Böyle olmaz! Kısacası, bundan sonra bana Sem deyin. Ben Sem’im!..” – diye, inatçı, eski Satımsay kararlı bir şekilde bunu ilan etmişti. Şimdi herkes sevgili kocasına “Sem” diyordu. Ve sadece arkadaşları, dostları, tanıdıklar değil, hatta kendi babası bile.
Bir zamanlar uzak bir köyden büyük bir şehre giden Sapargül, kaderini genç ve yakışıklı bıyıklı bir adamla bağlayacağını, onun kader arkadaşı olacağını hayal bile edemezdi. Kaderin anlamı bu demek: geç de olsa, yine de tanışmışlardı. Birbirlerini sevdiler, birbirlerine içlerini döktüler, sırlarını paylaştılar. Gerçi, Sem konuşkan biri sayılmazdı, gereksiz kelimeleri sevmiyordu. Ve böylece konuşmaları kısa sürüyordu. Sem uzun süre düşünmeden birdenbire “Benimle evlenir misin?” diye sorduğunda Sapargül, gizlice bunu beklemesine rağmen neredeyse heyecandan bayılacaktı. Ve dili damağına yapışmış gibiydi, tek kelime edemedi, yüzü kızarmıştı, sadece başıyla onaylamıştı.
Damadın ebeveynleri düğünü şaşaalı bir şekilde organize ettiler. Damadın babası şehirde çok yetkili biriydi. Aile, doğal olarak, bolluk içinde yaşıyordu. Ve gençler için cimri değildiler. Nüfuzlu baba çocuğuna bir daire ve bir araba hediye etmişti. Aynı şekilde, rahat yuvasının lüks mobilyalar ve diğer gerekli ev eşyaları ile döşenmiş olduğunu da söylemeye gerek yok. Sapargül, sanki sihirli bir değnekle, bomboş pansiyon odasından anında bir masal krallığına transfer olmuştu ve uzun bir süre büyülü rüyayı gerçeklikten ayırt edememişti.
Köyde doğup büyümüş olmasına rağmen yine de şehir hayatını tanımayı başarmış ama böyle bir lüksü hayal bile edemiyordu. Ancak, bunda çok şaşıracak ne vardı? Bazıları bu hayatta azla yetinmek ve aynı zamanda kendilerini mutlu saymak zorunda kalırken, cömert bir kader diğerlerine de sahip oldukları zenginlikle birlikte o kadar akıl almaz hediyeler sunar ki, kıyamete kadar bu fazlasıyla yeterli olurdu onlar için. Sapargül beklenmedik bir şekilde böyle bir servetin içinde kendisini bulmuştu, bu beklenmedik bir olaydı. Sanki bir piyango biletinden milyonlar kazanmıştı. Ama vaktini sabırla beklemeyip de şansını bir an önce bulmayı umarak, hararetle bir o yana bir bu yana koştursaydı, böyle ölçülemez bir mutluluğa layık olur muydu? Zor bir ihtimal. Ama acı çekti, çile çekti – ve şansı yaver gitti, mutluluk ona gülümsedi. Mesele zenginlikle ilgili değildi aslında. En önemli şey, sevdiği biriyle bir araya gelmesiydi. İster adı Satımsay olsun, isterse Sem olsun. Adı onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Sem!.. Tamam, Sem’se Sem… Bir eş, uygun gördüğü şekilde eşine hitap edebilir. Ve bu kimin umurunda ki! En kötü ihtimalle, yarı Kazakların Batı yaşamını taklit ettiğini söyleyebilirler. Öyle olsa bile bunun nesi yanlış? Yurtdışında gerçekten değerli hiç mi bir şey yok? Sonuçta, orada da çok çekici şeyler var, iyi bir şeyler öğrenebilirsiniz. Etrafta medeni dünyada güçlü bir yere sahip kaç ülke var! Tüm dünya tarafından bilinen ne kadar ünlü şehirler var! Başarılarıyla tüm dünyayı şaşırtan az mı ülke var? İstediğin kadar! Ve Sem adına takılacak hiçbir şey yok. Aslında bu isim Kazakların gündelik hayatına pekala girebilir. Kötü şöhretli Kuşikbayev, İtbayev isimleri arasında yaşamaya hala devam etmiyor muyuz sanki? İsim değil, utanç verici lakaplar bunlar. Bununla gurur duymak mümkün mü? Hayır, medeni bir toplumda biz de yerimizi almalıyız. Bizim kuşağımız bunun için çabalıyor. Sadece biz…
Sapargül, “Sem ismi sana çok yakışıyor” diyerek kocasını cilveli bir şekilde övdü.
– Gerçekten mi? Dalga geçmiyorsun değil mi? sevinmişti ve yüzü aydınlanmıştı.
“Doğru,” diye onayladı.
Ama senin adın pek hoşuma gitmiyor, dedi Sem, içini çekerek.
– Neden? Sapargül telaşlanmıştı.
– Çok eski moda: Sapargül, Sapargül … Saçka! Hayır, uymuyor. Senya… o da değil. Hiçbir şeye uymuyor. Evet, buldum! Sen Semiha’sın!
– Müthiş! – yüksek sesle güldü. – Şey, düşündüm! .. Tamam, katılıyorum, senin istediğin gibi olsun – Semiha … Her nasılsa, alışılmadık, ilginç, ama muhtemelen yavaş yavaş alışırım.
– Alışırsın. Elbette alışacaksın! Sem coşkuyla bağırdı. – Sapargül’den çok daha iyi…
Evliliğin ilk günlerinden itibaren genç çift, ortaya çıkan tüm sorunları hızlı ve tereddüt etmeden, ihmal ve hakaret olmadan çözüyordu. Mutluluktan sarhoş olan genç karısı her zaman ve her şeyde Sem ile anlaşarak onun tüm kaprislerini yerine getiriyordu. Sem neticede şehirde büyümüştü, iyi bir eğitim almıştı, o dönemin kültürüyle yetişmişti. Onun kendini insanlarla birlikte uyumlu tutma yeteneği kıskanabilirdi. Hem büyüklere hem de küçüklere karşı eşit derecede nazik davranırdı. Her birine nasıl davranması gerektiğini gayet iyi bilirdi. En ufak bir çekingenlik duymaksızın, babasının yakın arkadaşlarının çevresinde rahatça hareket ederdi. Ve bu aydın çevresi, çok eğitimli, seçkin kişiler, onun aklına, bilgisine, ufkuna değer verdiklerini ve Sem’e daha çok umut bağladıklarını hiçbir zaman gizlemiyorlardı. Şimdi babasının arkadaşları, değerli bir yaşam partneri bulmayı başaran genç adamın doğru seçimi yaptığı gerçeği hakkında tasdik edercesine konuşmaya başlamışlardı. Ayrıca onun eşine Sapargül değil, Semiha demeye başlamışlardı. Yeni aileye katılan Semiha’nın ailenin güzel geleneklerini sürdüreceği coşkuyla dillendiriliyordu. Ancak, orada ne söylediklerini umursamıyordu. Yine de, insanların sıcak sözleri onun için hoş geliyordu, ona bu kadar ilgi gösterilmesi sevindiriciydi.
Dışarıdan bakıldığında, Sem’i alçakgönüllü, hassas, düşünceli, içine kapanık bir adam olarak algılamışlardı. Davranışı kusursuzdu. Bakışlarını kocasına çeviren Semiha, eski “Kazakvari” tavırlarına veda etmeye ve “modern” bir birey olmaya ve hayat arkadaşına layık olmaya karar vermişti. Yavaş yavaş yürüyüşünü değiştirdi, şehirdeki akranları gibi özgür ve kısıtlamasız olmaya çalıştı, konuşması bile değişmişti, Kazakça konuşurken, Rusça kelimeler eklemeye de başlamıştı. Semiha, bu şekilde davranmanın moda olduğuna ve kendisinin modern gençlikten hiçbir şekilde aşağı olmadığına inanmaya başlamıştı. Onda ortaya çıkan metamorfoz, yeni tavırları, karışık konuşması Sem’i de ziyadesiyle memnun etmeye başlamıştı.
Evet ya, tüm gösterişten, sahte utançtan vazgeçmeliyiz. Alçakgönüllülük ve utangaçlık, sessizlik aynı şey değildir. Samimi ve kültürlü kalabilirsiniz, ancak aynı zamanda kendi saygınlığınızı korurken bakış açınızı cesurca savunabilirsiniz, diyordu Sem ona sık sık.
İlk başta, söylenenlerin anlamına fazla önem göstermemişti, yavaş yavaş düşünmeye başlamıştı. Gerçekten de, burada kimin taşra alçakgönüllülüğe ihtiyacı vardı? Burada bunu takdir eden ve anlayan var mı! Tam tersine, bir insan ne kadar alçakgönüllü olursa, diğerleri bunu görerek daha da küstahlaşacaktır. Ne bekliyorsun ki, sorusu akla gelmektedir? Neden pantolon ve mini etekle gösteriş yapan “yarı hippiler” olarak adlandırılan diğer kızlardan eksik bir tarafım mı var sanki? Diye düşünmüştü.
O da bunu da yapabilirdi. Ve sonra kim kimi geride bırakacakmış görelim! Bütün bunlar, eninde sonunda Sem’in hoşuna gidiyorsa, kocası doğru olduğunu düşünüyorsa, vazgeçmeye değer mi?
– Yeter ki senin hoşuna gitsin. İstediğin gibi davranacağım, – itaatkar bir şekilde Sem’e yakınlaştı.
Bununla birlikte, nişanlısı her gün yeni, hatta ona yabancı olan, ruhunu endişelendirdiği bir şeyler yapıyordu. Özellikle geceleri, yatakta… Daha dün gece onunla inanılmaz bir şeyler yapmaya kalkışmıştı. Yabancı gençliğin eğlenceleri ve tuhaflıklarından neşeyle bahsederken onu ürkütmüştü. Semiha utanmıştı, sessiz kalarak sorudan kaçmaya çalışmıştı ama böyle olmadı.
– Seks hakkında ne biliyorsun? – diye kocası doğrudan saldırıya geçti.
–?!
– Neden susuyorsun? Eşler arasında sır olmamalıdır. Aklından geçenleri ortaya koy. Karı kocanın her şeyi ortaktır! Sırrını paylaş.
– Ne anlatacağım?.. Neyden bahsediyorsun? Diye direndi Sapargül.
– Şey, mesela … Seks hakkında ne biliyorsun? Belki benim bilmediğim bir şey biliyorsundur?
‘Hayır, hayır,” dedi Semiha dehşet içinde. – Benim öğreticim sensin. Bana her şeyi sadece sen öğretiyorsun. Başaka bir şey… yani, ben… Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum’, diyebilmişti, kafası karışmıştı.
Bunun üzerine Sem çok sinirlenmişti. Semiha, sözlerinin onu bu kadar sinirlendirmesine şaşırmıştı.
– Sen… Benimle alay mı ediyorsun? Hiçbir şey bilmemen mümkün olamaz. Modern kızlar bunu erkeklerden daha fazla bilir. Evet, tabi ya… İlk geceyi seninle geçirdiğimde anlamıştım. Sen benden önce kimseyle birlikte olmamışsın. Bu o anlama geliyor…
Semiha bir tür gariplik hissetti, kafası karışmıştı, çünkü kocası için sakladığı bekaret konusunda eşi tarafından alaya maruz kalmıştı.
– Bu da ne demek? Sana karşı suçum ne benim? Neden beni aşağılıyorsun? diye fısıldadı gözlerinde yaşlarla ve sesinde bir titremeyle.
Ancak kocası, aptal karısını küçümseyen bir şekilde uyararak ona ders vermeye devam etti.
“Şimdiki zaman tamamen farklı bir zaman” diye çıkıştı.
– İffetinle gurur duymak, kimseyle birlikte olmamış olman gerçeği – gülünç ve saflıktır. Bu, eğer bilmek istersen, hiçbir yaşıtımız arkadaşlarımızı memnun etmeyecek… Benden önce kimseyle birlikte olmadığını duyarlarsa, seni tefe koyarlar. Kısacası artık bundan bahsetmeyelim. Her şey aramızda kalsın…
Semiha’nın cesareti kırılmıştı, alnı ter içinde kalmıştı. ‘Ben delirdim mi? Hangi zamanın gençliğine düşmüşüm, ne kadar ilginç bunu öğrenmek? diye çaresizlik içinde düşünceye dalmıştı. – Sem gibi insanlar benim yaşıtlarım değil mi? Neden pişmanlık duymadan, bütün bunları sanki normal bir şeymiş gibi kabul ettiklerini anlayamıyorum? Yoksa ben mi çağın gerisinde kalmışım?..’
Karmaşık düşünceler zihni karıştırıyordu. Genç, ama aşk işlerinde oldukça deneyimli kocası ne demek istiyordu? “Seks hakkında ne biliyorsun?” diye sorarak. Ne bilmeliyim ki? Birbirlerine aşık olan insanların, ruhlarını birleştirmiş olan bir erkek ve bir kadının bir aile kurması gerektiğini biliyorum. Sonra… yatak konusu. Bunu konuşacak ne var. Cinsel ilişkilere kafa takmaya değer mi? En iyisi gelecekteki yaşam hakkında konuşmak daha iyi olmazmıydı. Bu dünyaya yeni bir nesil geliyor ve bu dünyayla sevgi ve uyum içinde yaşamayı öğrenmeliyiz… Evlilik konuşmaları tam da böyle olmalıydı onun için. Ve bu kadar aleni bir şekilde kutsal bir duyguyu rencide etmenin bir anlamı var mıydı?.. Ah, bu tuhaf dünya ne kadar aldatıcı ve çelişkilerle doluydu!
O gece Sem’i hiç tanıyamamıştı. Günlük yaşamda çok yardımsever, kibar, düşünceli biriydi. Fakat geceleri neler yapıyordu!.. Peki, kendini sadece sevgili karısının önünde böyle gösterseydi, buna dayanılabilirdi. Ama daha da kötüsü, karısının evlenmeden önce kimseyle birlikte olmadığını, başkalarıyla yatıp kalkmadığını arkadaşlarının öğrenmesi halinde onunla dalga geçmelerinden neden bu kadar korkuyordu? Ne korkunç! Burada komik ve utanç verici olan nedir? Ne diye alay edeceklermiş?! Bırak da bir denesinler bakalım…
Tüm vücutunu ani bir öfke nöbeti ele geçirmişti, büyük bir titremeyle sarsıldı. Semiha bir türlü sakinleşememiş, kan beynine sıçramış gibiydi ve genç kadın isterik bir duyguya kapılmıştı.
–Semiha!
– Ha…
Kocası seslenmeye devam etti. ‘Semiha’ – Evet, uyan! Kalk!
– Ne oldu? Bugün tatil günü. Acelen ne?!
Sem, “Dağdaki yazlık evine gidiyoruz” diye sevinçle haykırdı. – Dün bu konuda arkadaşlarla anlaştık. Haydi temiz hava almaya gidelim, üç evli çift birlikte gidiyoruz. Bu gerçek bir tatil olacak…
– Ah, Sem … Beni neden daha önceden uyarmadın? Akşam bunun için uygun yemekler hazırlardım.
“Boşver,” diye elini salladı Sem, “neden bu gereksiz endişelerin? Zaten arkadaşlarım her şeyi kendileri ayarladılar. Dağda mangal yapacağız. Votka, şarap, bira… İyice dinleniriz, rahatlarız…
Semiha kocasına sarıldı ve okşayarak onu ihtirasla öpmeye başladı. Heyecanlanan Sem, onu ince belinden tutarak kendine doğru çekti.
İkisi de aceleyle yolculuk için hazırlanmaya başladılar. İhtiyaç duydukları her şeyi çantalara koyarken, pencerenin arkasından yaklaşan arabaların sabırsız kornaları duyulmaya başlamıştı.
Üç arabayla yola çıktılar. Her ailenin kendi arabası vardı.
Sem’in yakın arkadaşlarının adları Jeter ve Abil’di. Tabii ki, Jeter uzun süredir kendisine John diyor ve Abil ise Aşot adını almıştı. John’un yanında, bir söğüt dalı gibi, esnek gövdesiyle İlisa, Aşot’un yanında ise – Engelsina duruyordu. Semiha onların gerçek isimlerini bile sormamıştı.
Dağın keskin virajlarını ve kıvrımlarını hızla aşan arabalar sonunda iki katlı bir dağ evine ulaştılar. Bu dubleks ev, Sem’in babası tarafından neredeyse gizlice, meraklı gözlerden uzakta inşa edilen o “gri ev” di. Söylenecek bir söz yoktu, muhteşem bir konak. Kapılar, çerçeveler ve zeminler değerli ahşaptan yapılmıştı. Bu ihtişama ne kadar para yatırıldığını hayal eden Semiha’nın başı dönmüştü. Bunu hesap etmeye başındaki saç tellerinin sayısı yetmezdi! Ve bu konağın şu anki sahibi Sem idi.
– Beyler! – diyerek, İlisa ve Engelsina heyecanla seslendiler. – Kristal dağ havasına sağ salim ulaştığımız için kadeh kaldırmamız gerekmez mi?
– Bravo! Çok yerinde bir öneri! – Beyler bunu seve seve desteklemişlerdi, anında şişeleri açtılar ve kadehleri doldurdular.
– Haydi içelim!
– Evet, fon dip olarak! Bir dikişte!
Herkesin önünde beyaz bir karga gibi görünmek istemeyen Semiha da bardağını boşalttı. Ah, ne kadar da acı! Elbette, daha önce sert alkol denemişti, ama böyle bir şeyi – bir dikişte yapması hiç gerekmemişti. Böyle içmek… felaket bir şey! Bir koca karısına böyle bir özgürlük verirse, yarın o kadın alkolik olur ve insan özelliğini kaybedebilirdi. Bunun olmayacağını kim garanti edebilir? Neyse, bugün felsefeyi bırakayım, diye düşündü Semiha. Ne de olsa temiz hava solumak, dinlenmek için dağlara geldik. Ayrıca Sem’in yakın arkadaşları burada. Onlarla eğlenmezsem, Sem gücenebilir. Yazlık ev bizim. Sonuçta bu insanlar bizim misafirimiz. Evet, her şeyin canı cehenneme! İçelim, yiyelim, şarkı söyleyelim, eğlenelim. En nihayetinde hayat gelip geçici… Yeter ki Sem memnun kalsın.
Ziyafet masası doğanın koynuna serilmişti. Etrafında toplananlar şakalar yaptılar, şarkılar söylediler, komik hikayeler anlattılar. Ziyafet uzun süre devam etti. O kadar çok alkol vardı ki kısa sürede hem kızlar hem de delikanlılar iyice sarhoş olmuşlardı. Ancak daha sonra Semiha’nın bütün arzusuna rağmen anlayamadığı bir şeyler olmaya başlamıştı.
Bir kadeh daha kaldırdıklarında, kimsenin fark etmeyeceğini düşünerek Semiha bardağı bir kenara koymaya çalıştı. Ama İlisa onun saf kurnazlığını gördü ve tarif edilemez bir şekilde kızdı.
– Demek öyle, Sem! Küçük karın için üzülüyorsun, onu korumak istiyorsun ama bize içiriyorsun, resmen kadehi ağzımıza dayıyorsun. Merak ediyorum da, Semiha’nın bizden ne ayrıcalığı var acaba? – diye genç kadınlar haykırdılar, dolaşan dillerini zar zor hareket ettirerek.
Bunu duyan Sem, karısına soğuk ve küçümseyen bir bakış attı.
– Ne yapıyorsun? Beni utandırmak için mi buraya geldin? dedi dişlerini gıcırdatarak. Yüzü sertleşti, bakışları sert ve tehditkar hale gelmişti.
Semiha kendini tuhaf hissediyordu.
– Neden böyle konuşuyorsun? Ben sana bağlıyım, seni çok seviyorum ve senin için endişeleniyorum. sadece … bugün ruhsal halim buna direniyor, alkol almıyor, – utanç içinde mırıldandı, alınganlıktan içten içe titriyordu.
– Alır! Almazsa da zorlarız! diye – bağırdı. Genç adamlar da yerlerinden kalkmışlardı. Eşleri de, bu durumdan zevk alırcasına ona ısrar etmeye başladılar. Geri çekilecek hiçbir yer olmadığını anlayan Semiha, kadehini sertçe sıktı ve titrek yudumlarla içkisini boşalttı.
– İşte bu kadar! – diyerek İlisa ve Engelsina onaylarcasına ellerini çırptılar.
Ama bu daha her şeyin başlangıcıydı. Deneyimsiz Semiha’ya inanılmaz görünen başka maceralar olmaya başlamıştı. Kafayı bulmuş olan John aniden burada oturan tüm kadınları öpmek istediğini açıkladı. Semiha’nın bakışları anında karısı İlisa’ya dönmüştü – nasıl bir tepki verecekti? O ise, Semiha’yı çok şaşırtacak şekilde, bu tekliften çok memnun görünüyordu.
– Haydi canım, böyle bir şeyi düşündüysen harekete geç! – dedi cesaret verici bir şekilde, ardından memnun bir kahkaha patlattı. Şaşıran John ayağa kalktı ve tutkuyla Engelsina’nın dudaklarına yapıştı ve aynı zamanda onu sıkıca kendine çekti. Güzel kadın, direnmeyi düşünmedi bile, bunu tuhaf bile saymamıştı. Bundan cesaretlenerek gözünü Semiha’ya dikti. Semiha kafası karışmış ve korkmuş bir şekilde, uzaklaşmaya çalışarak kocasına baktı. Ama bu onun umurunda bile değildi. İlisa’ya sarılmış, ona coşkuyla bir şeyler fısıldıyordu. Çaresiz direnişe rağmen John, Semiha’nın narin boynunu yakalayarak onu sıkıca kendine çekti ve yüzünü çevirerek anında kızın kiraz dudaklarını salya akan ağzına doğru çekti.
Semiha böyle bir küstahlık karşısında şok olmuştu. Bu masum bir eğlence değildi. Ya sarhoş John, herhangi bir nezaketi unutarak sadece bununla yetinmezse ne olacaktı?
Aşot oturduğu yerden fırlamıştı, gözlerini fal taşı gibi açarak ve ellerini kollarını hızla sallayarak konuşmaya başladı.
Beyler! – diyerek, yüksek sesle bağırdı. – ‘Sanırım birbirimizden saklayacak, utanacak, etrafa bakıp sıkılacak bir şeyimiz yok. Yani çok özgün, güzel ve çok makul bir teklifim var. Bir süreliğine eşlerimizi değiştirelim. Ne düşünüyorsunuz? İnanıyorum ki hanımlarımız sadece alışkanlıktan vazgeçmek için değil, bir başkasıyla yeni şehvet duyguları yaşamak için de ilginç bir öneriye itiraz etmezler,’ dedi Aşot, şehvetle.
Duyduklarından Semiha’nın nefesi kesilmişti, vücudundan bir tiksinti ürpertisi geçti. Bu müstehcen adam şaka mı yapıyor du yoksa gerçekten böyle bir utanmazlığı mı ima ediyordu? İşte gerçek sefalet, rezillik! Arkadaşlarla her hangi bir eşyanın değiş tokuşu ya da başka bir şey değil, eşleri değiştirmek… Tanrım, ne utanç! Hayır, hayır, olamaz! Umarım böyle kirli planlar sarhoş hezeyanı olarak kalır!
Ama öyle görünüyor ki, böyle düşünen sadece kendisiydi: İlisa ve Engelsina buna içtenlikle gülerek karşılık vermiş, yanakları kızarmış ve gözleri iştahla parlamıştı.
“Eğer bunu eşlerimiz istiyorsa, bu onların hoşuna gidiyorsa, bu isteğe direnmeyiz, uygun gördüğünüz şekilde hareket edin” dediler ve cilveli bir şekilde bunu kabül ettiler.
Ve sonra tüm bu saçma maskaralıklara sabırla katlanan Semiha buna daha fazla dayanamadı. Aşağılanma ve öfke duygusu ona hakim olmuştu ve oturduğu yerden kalkarken, öfkeden çaresiz bir haykırışa dönüşen sözlerini söyledi:
– Bu nedir, böyle? Bu gerçekten sizin övündüğünüz özgürleşme ve rahatlık mı?! Kızlar, sizin derdiniz ne? Vicdanınız, şerefiniz, gururunuz nerede? Kendi namusunu kurtarmak için ölüme gitmeyi tercih eden Kazak kızları siz değil misiniz?..
– Neden sinirleniyorsun ki? Kazak kadınları neden diğer kızlardan daha aşağı olsunlar? diye bağırdı İlisa. – Ne onurundan bahsediyorsun? Küresel ölçekte değerlendirecek olursak, tüm bunlar kimsenin umurlarında değil. Biz fahişe miyiz sanki? Sevgili kocalarımızı, cinsel tutkularını sinsice tatmin eden bazı yabancı güzeller gibi aldatıyor muyuz? .. Hayır ve yine hayır! Ve bu değişme fikiri bizim düşüncemiz mi? Kocalarımızın kendileri böyle istedi… Bu, bilmek istiyorsanız, özgür aşktır. Bu aşka, duyguya yeni bir bakıştır… Yeni bir zamanın ruhu… Hala anlamıyorsan anla artık!
– Sen… bak… akıllı olmayı ve alınganmış gibi davranmayı bırak, köyünün görgü kurallarını anlatma bize! Hayatın getirdiği yenilikleri keşfedemiyorsan, dilini tut, konuşma ve modası geçmiş görüşlerinle, doldurulmuş bir aptal olarak kalma, diyerek’ Engelsina alaycı bir şekilde çıkıştı.
Sem – genellikle makul, ölçülü bir genç olarak – morarmış ve karısına saldırmamak ve onu parçalamamak için tüm gücüyle kendini tutuyordu. Aşot, dudaklarını iğneleyici bir şekilde kıvırarak münakaşaya müdahale etmek durumunda kalmıştı:
– Sem, yeni evlenirken sana ne tavsiye ettiğimi hatırlıyor musun? Ama sonra benim fikrimi dinlemedin, kendi bildiğin gibi davrandın. Ve işte sana sonuç.
‘Ben de vazgeçirmeye çalışmıştım’ dedi kızgınlıkla John. Çılgına dönen Sem, Sapargül’le yalnızca kendisi arasında kalması gereken sırrı arkadaşlarına anlatmaya kararlıydı, küçük düşürülmüş karısına küçümsemeyle bakarak haykırdı:
– Ah, hiçbir şey bilmiyorsunuz! Bunu bir sır olarak sakladım, sizlerden sakladım. Bir düşünsenize, benden önce tek bir erkeğin ona bakmadığı, imrenmediği ortaya çıktı. Bu kadar yıl yaşamasına rağmen hiç bir erkekle birlikte olmamış! Bu olacak bir şey mi?!
– Öyle mi! İlisa alaycı bir şekilde kıkırdadı. – Yani, erkekler onu görmemezlikten gelmişler ve hiçbiri ona aşık olmamış… İlginç bir durum! Vah, zavallı Sem … Bu kimseye lazım olmayan bakireyi sadece sen, bir budalayı almışsın!
– Hayır, inanamıyorum! Bu olamaz! Sem, şaka mı yapıyorsun? Doğruyu söylediysen, o zaman senin Semiha’n… gerçek bir… aynı… diyerek – güldü Engelsina.
Burada yapacak başka bir şeyi olmadığını hisseden Semiha hızla ayağa kalktı, kendini toparladı ve yolu aramadan hızla oradan uzaklaştı. Geriye dönüp bakmaktan, geride kalan, kaba, alaycı, aşağılık ve iğrenç, işe yaramaz ve utanmaz küçük insan grubuna bir an bile bakmaktan iğreniyordu.
IV
– Semiha, dünkü çıkışını nasıl anlamamı bekliyorsun?
– Tam tersine, bu soruyu sana ben sormak isterim…
– Neden?! Senin gibi vahşi öfkemi göstermedim ben. Mütevazı bir ziyafet olan dostluk buluşma ortamını bozmadım. Ama sen… kendi kültür eksikliğini, arkadaşlarıma saygısızlıkla gösterdin.
– Kültürsüz mü? Yani ben mi kültürsüzmüşüm? Ha ha ha! Benimle dalga mı geçiyorsun? Yani benim haysiyetimi, şerefimi incittiklerini anlamadın mı, ruhumu umursamadıklarını farketmedin mi? Aman Tanrım! Kimlere dönüşüyoruz!?
– Neden “kime dönüşüyoruz” diyorsun? Uygunsuz, olağanüstü bir şey mi oldu? İnsanın arkadaşlarıyla öpüşmesi günah mı? Tamam, eş değiştirmeyi teklif ettiklerinde… kabul etmeyebilirsin. Belki sana bu doğal olmayan, sıradışı gibi görünüyordur. Ama onlar için … tüm bunlar saçmalık, abartılacak bir şey değil. Bu arada, şimdi birçok insan ve bizim çevremiz de böyle düşünüyor. Bu nedenle buna itiraz edemem, aralarında beyaz bir karga gibi görünmek istemem. Yoksa beni anlamazlar ve bana gülerler. Sen sebepsiz yere öfkelendin, zavallılığını ve kötü huyunu gösterdin.