Kitobni o'qish: «Ölüler Yaşıyor mu?»
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
BAŞLANGIÇ
Bu dünyada iki önemli olayın oyuncağıyız: doğum, ölüm… Nereden geldiğini bilmediğimiz bu pençelerden biri bizi bir tokatla hayata itiyor… Öteki, kedi yavrusu yumakla oynar gibi tundan tuna1 koşturduktan sonra çukura yuvarlıyor…
Hayretler içinde etrafımıza bakıyoruz. Neredeydik? Nereye çıktık? Ve nereye döneceğiz? Yüz yıl yaşayanlar bu muammaların uçlarını bir araya getiremiyorlar. Bu büyük soruların karşısında aksakal da kundak kadar cahil. Gerimizde ve önümüzde geçilmez iki sınır var: öncesizlik, sonrasızlık. Bu sınırda bilim ve düşünce duruyor. Beyin, topaç gibi dönerek bulamadığı, tanıyamadığı bir var sayılan kuvvetin büyüklüğü karşısında korku titremeleriyle secdeye yatıyor. Bu geliş gidiş nedir? Hiçliğin derinliğinde tertemiz iken niçin bu dünyadan günah işlemiş olarak dönüyoruz?
Bizi bu yarış meydanına çıkarana yaşayış ve ölümümüzle ne hizmet görmüş oluyoruz? Kimi eğlendirmek için bu ebedî sahnenin palyaçoluğunu yapıyoruz?
Biz yaratılmamış olsaydık onun varlığı ne ile belirlenmiş olacaktı? Ve hatta şimdiki varlığımız bu belirme için yeter midir? Allah yaptığı kanunlara kendi de bağlı mıdır? Bunları değiştiremezse onun vücudunu tasavvura ne gerek vardır? Yoksa o, dinlerin uydurdukları bir heyula mıdır?
Bilim, din hokkabazlıklarının hilelerini birer birer tutup yakaladı. Ama hocalar, papazlar bu güveli kitaplar üstüne eğilerek meydana vuran foyalarını onarmaya uğraşmaktan vazgeçmiyorlar. İnsanoğlu, karşısında bir aldananı bulunca yalan söylemekte çok cesurdur.
Hangi kuvvetin ürünleriyiz? Teşekkür veya yakınma için aradığımız kıbleyi ne yanda bulacağız? Kime ibadet edeceğiz? Yaradan’ın postuna, bu dünya bilgin ve bilimlerinin genel oylamalarıyla mutlak bir hükümdar geçirinceye kadar dinsizliğin karanlık fetreti içinde mi yaşayacağız?
Üzerimizde bizi yaratan hiçbir emek yoktur diye sevaba inanmayacağız, günahtan korkmayacağız. Çıkarlarımıza uygun gelince birbirimizin kanını mübah bilerek boğuşup gidecek miyiz?
Dinlerin ruh üzerine kurulmuş fırıldakları durunca ispritizmacılar2 ondan bir kol gibi ayrıldılar. Dinlerin, gözlere görünmez Ankalar gibi göklere uçurdukları ruhları berikiler masa başı yâranlığına indirmeyi başardılar. Belki yarın, öbür gün telefonla, radyoyla konuşmanın yolunu da bulurlar. Geçmişlerden istediklerinizin ruhlarını çağırabilirsiniz. Ve belki de göğün kaçıncı katında oturduklarının ayrıntılı bilgilerini yakında kılavuzlarda, rehberlerde okursunuz.
Siyasetçi, matematikçi, bilgin, filozof, tarihçi, hukukçu, hangi bilgi dalından isterseniz en ünlülerini çağırıp müşkülünüzü sorabilirsiniz, ücret yoktur. Çağırmalarda ne kahve isterler, ne çay… Ahiretle dünya arasında takırdayan bir masadan başka tercümana da gerek görülmez. Her ruh kendi bağlı olduğu ulusun diliyle konuşur. Ama olumlu olan şudur ki, şimdiye kadar dünya ile ilgili büyük müşküllerden hiçbirinin ruhlar aracılığıyla çözümlenmesinden yararlanılamamıştır.
Gerçekten ruhlar gelip de mi maddi olmayan parmaklarıyla bu masa telgrafını tıkırdatıyorlar? Dinlerin açığa vuran yalanlarından sonra ispritizmacıların bu ruh iddiaları da önünde irkileceğimiz çok su götürür bir meseledir. Dinlerin cennet, cehennem Allah’ını tahtından indiren bilim ve teknoloji elbette bir gün bu latifeci ruhların blöflerini de meydana çıkaracaktır.
Ruhlarla toplantı yapanların bu iddialarına karşı maddeci bilim adamlarının şimdilik dedikleri şudur: “Ölüp de beyninin dünya ile ilgili şeyleriyle yeniden dirilen yoktur. Bu iddialar zayıf kafalardan doğan düşünce fantomlarıdır.”3
Ya masaları tıkırdatanlar kimlerdir? İşte biz de bu şakacıları arayacağız. Haseplerini neseplerini keşfedemezsek de bu romanda kendileriyle teklifsizce görüşebileceğiz.
Bu doğa evreninde her şeyin ucu sonsuzluğa çıkan bir bilmece içindeyiz. Sınırsız bilinmeyenlerle çevrilmişiz. Bu vücutlarımızı, ruhlarımızı geçici olarak hapsetmek için örülmüş birer kafes midir? Bu ölmez sonsuzluk kuşu nerelerden gelerek mahbesine4 girdi? Ve tekrar uçunca nereye gidecek? Ölmez olan sonsuzdur da. Sonsuzluğa yaratılma anı düşünülemez. İspritizmacılar ruhu maddeden ayırıyorlar. Ama bu varsayılan şeyi o varlıkla o kadar kaynaşmış görüyoruz ki yağ bitince kandil sönüyor…
Kadavrayı mezara yatırdıktan sonra imbikten geçer gibi ondan çıkardıkları ruhla iki dünya arasında ekran çeviriyorlar. Ruh gözlere görünmez madde dışı bir unsur iken mezarda çürüdüğünü gördüğümüz cesetle yeniden ikisini birleştirerek akıl almaz türlü olaylar ortaya koyuyorlar. Tıpkı öteki dünya ile ilgili bir sinema… Bakıyorsunuz canlı, işitiyorsunuz dilli, dokunuyorsunuz bir şey yok…
Çevreme yığdığım ciltlerde idrake isyan ettiren öyle acayiplikler okudum ki ya yazanların çıldırdıklarına ya da okuma sırasında kendi aklımı bozduğuma inanacağım geldi.
Ortaya bilimsel, teknolojik öyle ünlü olay tanıkları çıkarıyorlar ki bu sayın kişilerin karşısında insan, “Baylar, öyle şey olmaz, yalan söylüyorsunuz!” demeye sıkılıyor.
Onlar, anlattıklarının inanç adına gerçek iddia ediyorlar. Ben beynimin bütün gözeneklerini hayallere açarak bir roman yazıyorum. Cüretlilikte yarışarak onları geçersem cesaretimin mazur görüleceği umudundayım.
Okudukları sürece bu sözümü hatırlamalarını okurlarımdan rica ederim. Bu roman fantastique’dir. En dürüst biçimiyle gerçek değildir. Zaten gerçeğin kesin şekli de bulunamayan muammalardandır.
05.01.1932Heybeliada
I
VELİTTİN PAŞA AİLESİ
Validebağı eteğinde küçük bir ormancığın yeşil gölgesine gömülmüş büyük bir köşk… Karacaahmet’in geniş bir alanı karartan matemli servileriyle karşı karşıya… Koskocaman çatı, ama altında yaşayanlar bu sarayımsı konutun içinde kaybolan sekiz on kişilik bir aile halkı…
Velittin Paşa bu harap konakla birlikte varislerine geçinmelerinden fazla gelir bırakmış.
Mahinur Hanımefendi, iki oğlu Orhan’la Turhan… Kızı Leman ve daha akrabadan üç dört kişi ve kadın erkek birkaç hizmetçi ile sığındığı bu geniş bucakta hemen hemen münzevi bir hayat geçirmektedir.
Oğlanların büyüğü yirmi bir, küçüğü on sekiz; kız henüz on altı yaşında… Sosyeteden uzak büyütülmüş bu çocuklar biraz utangaç tabiatlı, çekingen, garip şeylere düşkün, biraz hülyalı, karanlık duygulu, maddi dünyada karamsar gözle bakarak bir çeşit doğaüstü hayatı arar gibiydiler. Bu hâllerinde kendilerini yaşlarından, eğlencelerinden uzak bırakan köşeye çekilmenin etkisi vardı.
Babalarının hayatında ilköğrenimleri, köşkte bir Fransız mürebbiye ile başlamıştır. Madam Luiz Şermin hâlâ bu aileden ayrılmamış, çocuklar için ikinci bir anne yerine geçmiştir.
Mürebbiyenin uygun görmesi üzerine doldurulmuş zengin bir kitaplıkları vardır. Ama kendilerine çok şeyler okutturulmuş olmakla birlikte çocuklar klasik, ciddi bir okul öğrenimi görmemişlerdir. Fransızcayı o milletin gençleri girginliğiyle konuşurlar. Yüksek bilimlerden olmayan her çeşit kitabı anlarlar ama öğrenimlerinde temel yoktur.
Anneleri bu üç çocuğun üzerlerine titrer. Kendi geniş bahçelerinde yapılacak sporlardan, oyunlardan başka dışarıda rastgele gençlerle ilişki kurmalarına izin vermez. Onlar annelerinin bu emrine itaat ederler. Ama hayat mücadelesine atılmaktan geri kalacak kadar zengin olan bu çocuklar, damarlarında kaynayan gençlik kanlarını hangi işlerle avutacaklar?
Çocukların doğuştan garip olayları vardır. Öğrenimlerinde sağlam bir temel olmaması, bu gariplik meraklarını günden güne artırmaktadır.
İspritizmaya başladılar. Ruhlarla fazla meşgul olmaları yüzünden, zamanın genç ahlakları tehdit eden birçok tehlikesinden uzak kalıyorlardı. Anneleri için bu da az bir kâr değildi. Ama gittikçe artan bu merakın sonunun nereye varacağı da düşünülmeye değerdi.
Böyle bilim ve fen bakımından yarının yarısı bir bilgiyle Fransız yayın okyanusuna girmek onların önüne garip bir tehlike zemini açıyordu. Kitaplıklarının önemli bir bölümünü ispritizmaya, ruha, cine, periye, sihirbazlığa, batıl bilgilere ait eserlerle doldurdular. Kataloglarda, kitapçı vitrinlerinde hep bu cins ciltleri arıyorlardı.
Astronomi bilgini meşhur Camille Flammarion’un Ölüm ve Ölümün Sırrı dizisinden, Ölümden Önce, Ölümün Etrafında, Ölümden Sonra ciltlerini ve bu çeşit sonsuzluğa, görünmeyenlere, insan akıl ve anlayışının acizle önlerinde gözleri karardığı büyük sırlara ait eserleri kitaplıklarının ilk raflarına dizdiler.
II
PERİLİ ŞATO
Vakit gece yarısını geçmiş, koca köşkün azalmış insanları hep uykuda… Yalnız odalarında iki kardeş uyanık. Gök, kara bulutlarla kaplı… Dışarısı zifir gibi karanlık… Sıcak, durgun, ağır hava bir yağmur sıkıntısı geçiriyor.
Gümbürdeyecek yıldırımlardan korkar gibi köşkün önündeki ulu çınar, kısa nöbetlerle titremelere uğruyor, hışır hışır pencerelere tırmanıyor. Göğün sıcak nefesi gene kesiliyor.
Yuvarlak minderlerin üstünde uyuyan iki kardeşin sevgili köpekleri Atak’ın kıvrılmış vücudu ara sıra sinirli çocuklar gibi ürpertiler geçiriyor. Hayvan, uykusu arasında kısık kısık uluyup susuyor.
İki kardeş ortada masanın üzerinde yanan lambanın ışığına eğilmişler. Paris’ten o gün getirtmiş oldukları çok meraklı bir kitabı okumaya dalmışlar. Bu, Flammarion’un Les maisons hantées (Perili Evler) adlı eseridir.
Bazı evlerin tekin olmadıkları söylenir. Bu konuda garip söylentileri çoğumuz işitmişizdir. Kendi kendine oda kapıları açılır, kapanır. Duvarlara darbeler indirilir. Sofalardan, koridorlardan, merdivenlerden birilerini kovalar gibi koşuşmalar olur. Ama bu gürültüleri yapanları yakalayabilmek mümkün olmaz. Her taraf ne kadar aransa, taransa göze görünür kimse bulunamaz.
Bu türlü esrarengiz olaylar olduğunu kesinlikle inkâr etmek boşunadır. Bu garibeler her ülkede vardır. Görüp işitmiş olanlar çoktur. Bazıları oldukları ülkelerin polis ve adliye kayıtlarına geçmiştir Ama şimdiye kadar bu sırlara olumlu olarak kimse akıl erdirememiştir.
Bazı konutların altını üstüne getiren bu gizli kuvvet nedir? Cin mi? Peri mi? Ruh mu? Bu üç türlü adın gözlere görünmeyen sahipleri ne biçim yaratıklardır? Cin, peri, ruh deyip geçiyoruz. Bunların ne olduklarını bir bilen var mıdır? Cin nedir? Bir anadan, babadan mı doğar? Nerede oturur? Ne yer, ne içer?..
Oturdukları yerler bilinebilseydi, gazeteciler kendileriyle konuşabilmek için kapılarını aşındırırlardı. Biz de meraktan kurtulurduk. İyi saatte olsunlar pek de şakalaşmaya gelmez. Bazen de insanı çarparak yengece çevirirler.
İşitilen gürültüler doğrudur. Ama bunları doğrudan doğruya cine, periye, ruha yüklemek doğru değildir. İşte bu yanlışlardan cinci hocalar, püfçüler kendilerine işletecek bir kazanç madeni çıkarıyorlar. Bazı sinir veya sara ile ilgili ruh hastalıklarının uğrama5 eseri olduğunu savunmaya kalkışıyorlar. Böylece zavallı saf insanları kandırıp, tıbbi tedaviyi ihmal ettirerek birçok fenalığa yol açıyorlar.
Bilinmeyen bir şeyi cin, peri, ruh gibi başka bilinmeyenlerle anlatmaya uğraşmaktan olumlu bir sonuç çıkarılabilir mi?
Ama bu gürültüleri yapan bilinmeyen kuvvet hangi potadan kaynayıp geliyor?
Perili Evler yazarı bunu aydınlatabilmek için bir soruşturma açmış, bu çeşit olaylarla karşılaşmış ve onlardan yüzlerce değil, binlerce mektup almış, bu yazılardan en sağlam ve önemli gördüklerini birleştirerek koca koca ciltler meydana getirmiştir.
O gece Perili Evler cildini nöbetleşe iki kardeşten biri okuyor, öteki dinliyordu:
Olay Normandiya’da Calvados Şatosu’nda geçiyor. Olay şatonun sahiplerinden, gereken tanıkların dinlenmesiyle belgelenerek 1893 yılı ruh bilimleri yıllığında yayımlanmıştır.
Camille Flammarion olayın doğruluğunu şöylece destekliyor:
Ruh bilimleri yıllığının yönetmeni sayın dostum Dariex, şato sahibinin her yönden güven ve saygıya değer zeki bir zat olduğunu belirtmektedir.
İşte yukarıda adını yazdığımız eserin 129’uncu sayfasından başlayarak bir bölümünde anlatılanlar ruh deneylerinden geçmiş kimselerindir.
Şato sahibi yazıyor:
1875 yılı Ekim ayındayız:
Ben, bu hatıra defterine her gün bir gece önce olanları yazmaya karar verdim. Bütün yerler karla örtülü olduğu mevsimlerde gene gürültüler olur. Ama şatonun etrafında hiçbir ayak izi seçilemez. Bütün kapıların, pencerelerin önlerine gizlice teller gerdim. Kontrol edilince bunlardan hiçbirini bozulmuş bulmadığımı da yazmaya değer görüyorum.
Şatoda kaç kişi varız?
Ben, eşim, oğlum, oğlumun mürebbiyesi, bir rahip, arabacı Emile, bahçıvan Auguste, oda hizmetçisi Amelina, aşçı kadın Celine…
Bütün hizmetçiler evin içinde yatarlar ve hepsi de tamamıyla güvenimizi kazanmış kimselerdir.
13 Ekim 1875 Çarşamba:
Rahip K., odasındaki koltuğun kendi kendine yerini değiştirmekte olduğunu haber verdi. Eşimle bu sayın zatın yanına gittik. Bütün eşyanın bulundukları yerleri dikkatle tespit ettikten sonra koltuğun ayağını zamklı kâğıtla döşeme tahtasına yapıştırdık. Rahipten de olağanüstü bir hâl olunca bizi çağırmasını rica ettik.
Rahip, saat ona çeyrek kala duvarda bir sıraya küçük küçük ama karşıki odada yatan Amelina’nın da işiteceği kadar hızlı vurulduğunu ve duvarın köşesinden bir asma saat kurulur gibi bir hırıltı geldiğini, şöminenin önündeki madenî şamdanın çıtırtıyla yerini değiştirdiğini ve nihayet, koltuğun oda içinde gezindiğini görür ve işitir gibi olmuş. Ama kalkmaya cesaret edemeyerek zili çalmıştı.
Biz hemen koştuk. İlk dikkatimize çarpan şey, koltuğun bir metre kadar yerini değiştirmiş bulunduğunu görmek oldu, şöminenin önüne dönmüştü. Şamdanın ayağı yanına bırakılmış olan damlalık yukarısına çıkarılmış, öteki şamdan da yeri değiştirilerek şöminenin kenarından birkaç santimetre dışa taşkın bir duruma getirilmiş, aynanın önündeki küçük bir heykel yirmi santimetre kadar ileri sürülmüştü.
Bu garip şeyleri gördükten sonra biz çekildik. Ama yirmi dakika geçer geçmez rahibin odasından iki şiddetli gürültü daha duyduk. Sayın zat gene zili çalıyordu. Yanına gittik. Bu vuruşların döşeğin ayak ucundaki kabine kapısının üzerine vurulduğunu bize söyledi.
İşte bize daha çok garip olaylar vaat eden bir başlangıç.
Hatıra defterini izleyelim:
14 Ekim Perşembe:
Sert vuruşlar duyuluyor. Hepimiz silahlandık. Şatonun her yanını dolaşıyoruz ama hiçbir şey bulamıyoruz.
15 Ekim Cuma:
Saat 10’a doğru rahiple Amelina benim ve eşimin gezinişlerini taklit eden ayak sesleri duymuşlar, konuştuğumuzu işitmişler. Odamıza gitmek üzere koridordan geçtiğimizi sanmışlar. Amelina karımla benim seslerimizi iyiden iyiye tanıdığını söylüyor. Sonra madamın oda kapısının açıldığını işitmiş. Kapıyı bizim açtığımızı sanarak korkmamış. Oysa biz o sırada uyuyorduk. Bir şey duymadık. Saat 11’i çeyrek geçe yeşil odada bir sıraya vurulan vuruşlardan bütün şato halkı uyandı.
Perili kitabın okunmasına devam edildiği bu sırada birdenbire çakan bir şimşek odanın içini mavi bir alevle doldurdu. Karacaahmet mezarlığı korkunç görüntüsüyle ateşten bir yaldız içinde parlayan enstantane bir sinema gibi gözüktü. Kapandı. İki kardeş gözlerini yumdular. Arkasından gökyüzü bütün derinliğine birden yırtılıyor gibi bir çatırtı koptu. Ve bunu gümbürtüler izledi. Sonra göklere sığmayan bir Dragon homurdana homurdana uzaklaşır gibi oldu.
Atak, titreye titreye döşeğinden fırladı. Alevlerin saçıldığı yana birkaç defa havladı, gene yattı. Beyler, gökte şaklayan şeyin gazaplı Jüpiter’in kamçısı olmadığını biliyorlardı ama Calvados şatosunun perilerinden hassaslaşan sinirleri bu yıldırımdan sarsıldı. Gürültüden Karacaahmet cemaati bütün uyanarak beyaz giysilerinin arasından bakan kuru kafalarıyla o servi denizi altında kaynaşıyorlar gibi geldi.
III
FIRTINALI GECE
Okumalarına birkaç dakika ara verdiler. Gürültüyü izleyen sessizlik içinde dinlenirken duvarın arkasından tık tık iki üç vuruş işitir gibi oldular. Biraz kaçık benizle birbirlerine bakıştılar. Calvados’un perileri kendilerinden söz edildiğini işiterek oraya kadar mı geldiler? Biraz beklediler, bir şey yok…
İşittikleri vuruşların Perili Evler kitabının zihinlerine verdiği vehimden başka bir şey olmadığını sessiz bakışlarla birbirlerine temin ettikten sonra Orhan bir sigara yaktı. Turhan okumaya devam etti:
Auguste’le birlikte her yanı dolaştık. Salonda bulunduğumuz sırada çamaşırlığın yakınından vurma sesleri geldi. Derhal o yana koştuk. Bir şey göremedik. Tekrar aşağı indik. Madamla Amelina üst katta ağır eşyadan birinin sürüklendiğini ve sonra paldır küldür düşer gibi olduğunu duymuşlar.
16 Ekim:
Gece yarısına doğru işitilen zorlu vuruşlardan herkes uyandı. Gece şatonun içinde silahlı bir devriye yaptık. Bir şey keşfetmek mümkün olmadı.
18 Ekim:
Bu garip olaylara tanık olanların sayıları artıyor. Bucak papazının yardımcısı geldi. Cumartesiden beri şatoda yatmak lütfunda bulundu. Olan gürültüleri tamamıyla o da işitti. Daha sonraki gecelerde de bizde kalarak bundan sonra olacak şamatalara da tanık olacak.
Bu akşam oğlum Marcel geldi. Gürültülerin cinsini ve yönünü daha iyi anlayabilmek için oda kapısını açık bırakarak ikinci katta yattı. Auguste koridorda bu kapıya yakın bir yere döşeğini serdi. 11’e doğru ikinci katın merdiveninden basamaktan basamağa sıçrayarak inen iri, ağır bir topun gürültüsünden gene hep uyandık. Yarım dakika sonra tek fakat şiddetli bir vuruş evi sarstı. Daha sonra dokuz on sağır vuruş duyuldu.
19 Ekim Salı:
Davetimiz üzerine papaz yardımcısı gene şatoda kaldı. Merdivenden ağır ağır inen kaba bir ayak sesini açıkça işitti. Yarım dakika sonra zemin kata inen merdivenin ortasından tek bir vuruş duydu.
Bu hâllerin doğaüstü olaylardan olduğu hakkında papaz efendinin kuşkusu kalmadı.
Flammarion’un ek düşüncesi:
Niçin doğaüstü? Doğanın bütün kuvvetlerini tanıyor muyuz? Akıllarımızın eremediği şeyi doğaüstü diyerek izah etmiş mi oluyoruz? Doğaüstü ne demektir? Doğanın altı üstü yoktur. Bundan dolayı ne varsa onun kendindendir. Onda aşağılık, yukarılık; dış, iç tasarımı gülünçtür.
Gene metne geldik:
Ekimin 30’uncu cumartesi akşamına kadar gürültüler tamamıyla sustu. Ama o akşam yani 30 Ekim gecesi vuruşların şiddeti herkesi döşeklerinden fırlattı.
31 Ekim Pazar:
Gece pek heyecanlı geçti. Birisi pek çevik bir adımın gösterebileceği hızla ayaklarını vurur gibi paldır küldür zemin katının merdiveninden yukarı çıktı. Ayak sesleri sahanlığa gelince duvarlarda asılı bulunan şeyleri hep titretecek bir sertlikte güm güm vuruşlar işitildi.
Tam bu sırada gene bir şimşek çaktı. Gökte camları zangırdatan bir bombardıman daha oldu. Köpek, minderi üzerinden başını kaldırmadan ağlar gibi ince ince üç defa uludu, iki kardeş okumayı bıraktılar. Yüreklerini titreten bir korkuyla doğanın bu hırçınlığını dinliyorlardı. İşte tam bu anda karyolalarının baş tarafındaki duvara düzgün aralıklarla tak, tak, tak, üç defa vuruldu. Bu vuruşlar hiçbir kuruntuya bağlanamayacak bir açıklıkla duvarın üzerinde tane tane, tokça tokça işitilmişti.
İki kardeşin karyolaları kocaman odanın karşılıklı iki duvarına bitişik kurulmuştu. Baş uçlarına rastlayan kenarın ortasında çifte kanatlı kapı, ayak ucunda bahçeye ve batıya bakan üç geniş pencere… Binanın bu cephesinin önünü kaplayan yüz yıllık bir çınar, içini yeşil bir boşlukla doldurduğu odayı yazın öğleden sonra güneşten korur. Yalnız sağ uçtaki pencere, Karacaahmet’in matem siyahlığını çerçevesi içine alır.