Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Gulyabani»

Shrift:

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

BAŞLANGIÇ

HANIMNİNEDEN YAZARA MEKTUP

Bey Oğlum!

Romanlarınızı seve seve okuyanlardan biri de benim. Hele bazılarını birkaç defa okudum. Şimdi de canımın en sıkıntılı zamanlarında okur, size dua ederim. Ama darılmayınız, bir iki şikâyetim var. Meşrutiyet ilan edileli beri daha güzel, daha eğlenceli eserler okumaya hazırlanırken iş pek umduğum gibi çıkmadı. Düşünüşümüz değişti. Dilimiz hemen bambaşka bir şey oldu. Alafrangalaştı. İnceldi. Bu değişme az çok sizin eserlerinizde de kendini belli etti. Eski hikâyelerinizle yenilerini tasvir, tasarlama ve üslup bakımından karşılaştırsanız bu farkı siz de görürsünüz. Birçoklarınca belki bu bir ilerleme belirtisidir. Ama bu konudaki bazı düşüncelerimi açıklamaya izin veriniz. Sizin en büyük gücünüz, uzmanlığınız, mahalle karılarını, hele aileler arasındaki çeneleri düşük kocakarıları söyletmektir. Millî ve gerçek bir felsefeyi bütün çıplaklığıyla satırlarda gösterirsiniz. Serde kocakarılık var. Bendeniz de en ziyade o çeşit tasvirlerinizden hoşlanır, zevk alırım. Yeni edep ve felsefe alanlarına sapıp kaleminizle gerçekten tatlılaştırıp güzelleştirdiğiniz, o size özgü millî ve samimi söz konularından pek uzaklaşırsanız edebî kişiliğinizi kaybetmenizden korkarım. Bu hem sizin hem de bizim için büyük bir kayıptır. Her romanınızda mutlaka benim gibi bir kocakarı söyletmenizi bir yazı şartı yerine koymak da istemiyorum. Ama kendinize mahsus olan konulardan pek uzaklaşmamak, her zaman en büyük sanat tasanız olmalıdır. Bu alanları siz herkesten iyi bilir ve kestirirsiniz.

Beni vaktiyle okuttular. Biraz mürekkep yalattılar. Her eserinizden az çok hoşlanırım. Ama benim bir merakım vardır. Sevdiğim hikâyeleri kendi kendime okumam. Yaştaşım birkaç hanımnineyi etrafıma toplayarak yüksek sesle onlara okurum. Romanın, onların saf anlayış güçlerini zevklendiren açık, içten noktalarında bu aciz okuyucunuzun da sevinci sonsuzdur. Ama yazık ki her kadınnine Schopenhauer’ın dünyayı kara gözlükle gösteren üzücü felsefesine ayna olan satırlardan anlam çıkarabilecek bir zihin terbiyesine sahip değildir. İşte sizden bu bilgisiz hanımninelerin sohbetleri çerçevesinde okunacak, yani bu tandır küllerini neşelendirecek bir hikâye yazılmasını rica ediyorum. Düşünüşleri gibi eğlenceleri de pek sınırlı olan bu zavallılara edeceğiniz bu hizmetin sevabı büyüktür. Bu eseriniz romanla masal arasında bir şey olmalıdır. İşte en büyük ustalığınız bu hikâyenizde görülecektir. Çünkü ya masalı şimdiki romanlar arasına yükseltmek derecesinde bir sanat gösterecek ya da değerini düşürmeden, özünü küçültmeden romanı masal derecesinde sadeleştireceksiniz. Kaleminizin gücüne güvenerek sizden bu olağanüstü eseri bekliyorum. Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri yahut bir çarşamba karısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış olan kocakarılar hikâyenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız. İşte sizden bunu bekliyorum. Rica bizden, lütuf sizden. Baki, çok dualar, övgüler, evladım.

Okuyucularınızdan bir hanımnine

CEVAP

Muhterem Hanımefendi Hazretleri,

Beni seven okuyucularım olan siz hanımninelerimi sevindirmek için imkânsız olanı mümkün kılmak gibi aşırı bir işe kalkıştım. Ama bu güç işe ilk giriştiğim zaman çektiğim güçlüğü tarif edemem. Çünkü ömrümde cin, peri görmedim. İnsana çeşitli cilveler gösteren bu hayat şimdiye kadar beni bir dev, bir gulyabani veya bir çarşamba karısının görülme zevki yahut sohbetiyle şereflendirmedi, böyle bir lütuf göstermedi. Talihin bu iznine eriştiklerini yeminlerle kesinleştiren bazı kimselere rastladım. Bunlar cin, peri, cadı, hatta gulyabani gördüklerini ciddi ciddi savunuyorlar. Ama bu kimselerin içten anlatışlarına karşın sözlerine inanamadım. İçlerinde yalan söylemeyecek olanlar da var. Bu gibilerinin ansızın kuruntuya kapılıp görülmeyeni gördükleri kanaatine varmakta tereddüdüm yoktur. Basın serbestliği çıkalı “ispirtizma”ya ve ruhlarla konuşmalara dair birçok eserler yayımlandı. Acayip şeylere karşı her zaman merak duyan halk bu eserlerden bekledikleri iç ferahlığına erişemediler. Arkadan “Nat Pinkerton” yetişti. İşlerinin çerçevesi pek de peri işinden geri kalmayan bu Amerikalı, hayalden çıkma hafiye ustasından sonra basın alanına bir gulyabani de ben salıversem, zaten siyaset ve kriz patırtıları içinde yorgun düşen okuyucularımın zihinlerini büsbütün karıştırmış olmaz mıyım?

Hanımefendi!

Romanlar hakkında ileri sürmüş olduğunuz kısa ama yararlı düşüncelerin de bir okuma sonucu olduğu görülüyor. Hanım okuyucularımın içinde sizin gibi akıllı kimselerin bulunduğunu görmek bendenizce gerçekten övünülecek, sevinilecek bir şeydir. Tavsiyenize uyarak masalı şimdiki romanlar derecesine çıkarmaya yahut romanı -özünü değiştirmeksizin- masal derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser geldi. Bu hikâyede gariplikler ve tabiat üstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve görünüşte bir gulyabaniyle bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar, ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, patırtılar oluyor gibi gelirdi. Kendi kendime “İşte periler geldi. Roman müsveddeleri içinde, onlar için yazılanlardan memnun olmadıkları sayfaları alıp götürüyorlar.” derdim.

Sabahleyin kalkınca ilk işim acele müsveddelerimi saymak olurdu. Bütün kâğıtlarımı numara sırasıyla tamam bulunca, “Oh! Hele dokunmamışlar.” diye geniş bir nefes alırdım. Hikâyeme ilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz. Zaten dev, gulyabani, çarşamba karısı gibi halkın hayalinden çıkma acayiplikler bilgi ve teknik sınırları içine alınamaz. Bunların yakalarından tutup da bir ameliyat odasından, bir atölyeden içeriye sokmak, bir fizyolojistin, bir kimyagerin, bir operatörün, bir bilginin veya fen adamının karşısına çıkarmak kabil olsa soyları sopları, asılları fasılları, ıcıkları cıcıkları hakkında kesin bilgi ediniriz. Halk arasında onlardan yana veya onlara karşı dolaşan lakırtılara artık bir son verilirdi. İlim, konularını yerin dibine inerek, göklere çıkarak, teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde, her zerrede arıyor. Bu acayip yaratıkların, bu yabanilerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikropla aşılama yaptığı tavşanlar, fareler gibi kafese kordu.

Ah Hanımnineciğim… Dürbünlerden, Kodak makinelerinden, her türlü teknik kovalamalardan kaçan gulyabaniyi bu aciz romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gözünüzün önüne koyabileceğim? Bendenize pek güç bir görev yüklüyorsunuz. Ama güzel hatırınız için, işte bu imkânsız şeyin üstüne saldırıyorum. Şu hikâyemde tabiatın üstünde yaratıklarla sizi görüştüreceğim. Başka memleketler romancılarınca sürümü sağlamak için edebiyat gücü yeter bulunur. Fakat bizde sürüme ulaşmak için “huddam sahibi” olmak gerekiyor.

Teknik ve ciddi ilim adamlarının tenkitlerini ve azarlamalarını çekmeksizin sizi manevi âlemin kendimce olan sırlarında dolaştırdıktan sonra gene madde dünyasına döneceğiz. Roman, bir gariplik toplamı olmakla birlikte yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulacak.

Hanımnine, affedersiniz. Beni çok sıktınız. Ama buna da eyvallah… Peki, dediğiniz gibi olsun. Hikâyenin sizi heyecana düşürecek kadar meraklı olmasını istiyorsunuz. Bazı sayfalarda eğer çarpıntınızın şiddetinden tandır mangalını devirmez veya bozayı üstünüze dökmezseniz her türlü paylamanıza razıyım.

Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak.

Baki saygılar…
Hüseyin Rahmi

1
MUHSİNE HANIM

Bu saf, saygıdeğer kadın, kınalı saçlarının üzerine kundakladığı çimenî, tırtıl oyalı, koyu şarap rengi yemenisiyle, parlak dikişli lacivert lahurakiden1 geniş hırkasıyla, etrafı kırmızı kaytan çevrili aba mestleriyle hâlâ gözümün önündedir.

Çocukluğumda, o zaman, yaşı altmışı geçkindi. Ama yuvarlaklıkları ortalarına doğru eğri büğrü olmuş porsuk kaşlarının üstüne rastık şerbeti gezdirmek, gerdanda, renksiz kalmış eski benlerini tazelemek, kirpiksiz göz kapaklarını sürmeyle gölgelendirmek alışkanlığında, hoppalıkta, emekliye çıktıktan sonra bile hâlâ ayak diriyordu.

Kocası Hacı Hasan Efendi’ye gönül okşayıcı görünmek isteğinden gelen bu hoppalıklarına karşı takılmaktan kendilerini alamayan komşu hanımlarına “Kardeşler, viran evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluktur…” diye karşılık verirdi.

Onun, etli vücuduyla romatizmalı kalçaları üzerinde sendeleye sendeleye “of” diyerek “Bana da yer açın, cadalozlar!” şakasıyla tandır başında bir yer alışı vardı.

Cuma ve pazartesi geceleri, kışın Aksaray’daki evimizde bir boza partisi verilirdi. Partinin ruhu, en güzel konuşanı, en tatlı hikâyecisi Muhsine Hanım’dı. Hazır bulunanların hepsi, onun gelişini dört gözle beklerdik. O, kendisine karşı bu düşkünlük ve merakımızı bildiğinden ziyaret saatini mahsustan değiştirir, en sonra gelir, ondan yoksun kalacağız tasasıyla bir zaman yüreklerimizi oynatırdı. Tam umudumuz kesilecek gibi olup da epey üzüldükten sonra kapı tokmağı “tak” ederdi. Kocası Hacı Efendi’nin tek vuruştan ibaret bir kapı çalışı vardı. Gelenin onlar olduğunu hep anlar, bütün masala susamış çoluk çocuk sevinçle merdivenlere, karşılamaya koşuşurduk. Muhsine Hanım, avluya girince “Hacı, pek gecikme!” diye tembih ederek kocasını savdıktan sonra mavi zemin üzerine iki sarı sopalı, ipekleri sağılmış, Şam işi eski çarşafının yukarı kısmını omzundan aşağıya atarak, eteklerine basa basa, yuvar yuvar2 yürür, hemen koltuklayıp tandır başındaki, saygın kimselere ayrılan yerine oturturduk. Artık bütün gözler büyük bir merak ve bekleyiş içinde onun buruşuk dudaklarına dikilirdi. Masalcı hanım, kendini ağır satmak için çeşitli nazlanmalardan sonra “Bu gece hunnağım3 var, yutkunamıyorum, hâlim yok. Bu akşam da siz söyleyin, ben dinleyeyim!” nazlarından ve birçok ricadan sonra bir bardak boza başlangıcıyla hikâyeye girişirdi.

Bozanın mezesi olan leblebilerini, dudaklarının ortasından başlayarak alt, üst çenelerinden meydana gelen yüz kısmını buruşturarak, bu sabit nokta etrafında dolaştıra dolaştıra yüzünü tuhaf buruşturmalarla, çiğneyerek biraz göz süzüklüğüyle başlardı.

Hikâyenin heyecan verici yerlerinde başıyla birlikte kulaklarındaki, enseden pamuk ipliğiyle birbirine iliştirilmiş, iki küçük yaprak arasından sarkmış ufacık armuda benzeyen Mevlevi sikkeleri biçimindeki gümüş küpeleri heybet veren bir biçimde titrerdi.

Onun hikâyeleri içinde en ünlüsü, en meraklısı Gulyabani olayıydı. Bu bir masal değil, olmuş bir şey, gençliğinde Muhsine Hanım’ın uğradığı acayip ve üzücü bir serüvendi. Bunu kendisinden dinlediğim gibi anlatacağım. Ama anlatanın arı ve duru dili, olayın anlatılan satırlara bütün incelikleriyle geçirilmesine elverişli olmadığı için, gerektikçe asılda olmayan özel terimleri kullanmak zorunda kalacağımı söylemek zorundayım.

Yani Muhsine Hanım’dan dinlediğimi kendi hikâye dilimle yazacağım. Bazı cümlelerin, hikâyeyi anlatan kadının saf ağzından çıktığına şaşıp kalacak olan okuyucularımın itirazlarına karşı bunu söylemeye gerek gördüm.

İşte olay:

2
AĞLATICI BİR YOL

Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle beraber çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı:

“Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Ama Rabb’im saklasın, şimdikiler gibi, erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterirdim ne göğsümü. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Fukaralık ayıp değil ya, bana mal mülk olarak damla bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost gayret etti, cömertlik gösterdi. Herkes hâline göre bir hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler, pulladılar, herifin birine verdiler. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı. O arı, ben çiçek, o burgu, ben tahta. Tanrı’nın günü haşlar, canımı yakar. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döver. Kısacası, paya pay, üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah, canıma tak dedi. Bir gün, o evde yokken bohçamı bağladım, kaçtım. Boşandım, kurtuldum. Bana ettiği yanına kalmadı. Kendisi de meyhane peykesinde can verdi gitti.

Taze dul kaldım. İsteyenler çok oldu. Ama kocadan canım yandı. Şimdiki kocam Hacı’yı buluncaya kadar neler çektim neler… Bir zaman kimseye varmadım. Elde yok, avuçta yok. Neyle geçineyim? Sığındığım el evlerinde insanı kırk yıl isterler mi? Bir kibar konağında hizmetçiliğe gitmeye karar verdim. Öyle bir yer bulundu. Haftasında beyefendi beni merdiven aralığında sıkıştırdı. Kaçayım diyorum, herif izbandut gibi kuvvetli, kollarının arasından kurtulamıyorum. Bağırsan, çağırsan olmaz. Neyse helali hoş olmasın, beyefendi benden birkaç öpücük aldı. Ertesi günü oradan tası tarağı topladım, kaçtım. Gene öyle, iki elim böğrümde, açıkta kaldım. Bir zaman daha orada burada süründükten sonra benim küçüklüğümü tanıyan ana dostu bir Ayşe Hanım vardı. Geldi, beni buldu. Yüzümü gözümü okşayıp öperek dedi ki:

“Kızım, senin bu yaşta böyle kimsesizliğine, yoksulluğuna yüreğim parçalanıyor. Sana uygun bir yer buldum, gider misin?”

“Temiz, namuslu bir yer olduktan sonra niçin gitmeyeyim anacığım?”

“A… namuslarına yerden göğe kadar kefilim. Aylık da gayet boldur. Görülecek iş de yok, ama…”

“Eeey, aması ne oluyor?”

“Sana verecek bazı öğütlerim var. Bunlardan bir harf dışarıya çıkmayacaksın…”

“Eğer istediğim gibi bir kapıysa vereceğin tembihlerden dışarıya çıkmam, inan.”

“Bu gideceğin yerde bir gözünü kör, bir kulağını sağır edeceksin. Göreceğin şeylerin aslını öğrenmek merakına kalkışmayacaksın. Elinde olmadan sezdiklerini dışarıya açıklamayacaksın. Onlar parada pulda değil. Gayet emniyetli bir kadın arıyorlar. Dişini sıkar da oturur, kendini onlara beğendirip emniyetlerini kazanabilirsen birkaç yıl içinde oradan zengin olup çıkarsın. Bir ev alıp başçağızını sokarsın. Bir yurdun olduktan sonra bekâr dikişi diksen geçinip gidersin.”

“Ay, korkarım. Orası öyle pek esrarlı bir yer mi?”

“Bak şimdiden merak etmeye başladın. Nene gerek senin âlemin esrarı?”

“Ah anacığım, merak etmemek insanın elinde mi? İnsan mı öldürüyorlar, hırsızlık mı yapıyorlar? Orası bir batakhane midir?”

“Çılgın, şimdi ağzına tokadı vururum. Aklına getirdiğin şeylere bak. Ben seni hiç öyle yerlere götürür müyüm? Bunlar gayet zengin, pek terbiyeli, çok kişizade insanlar. Terbiyeli, tedbirli, ağzı sıkı, aklı başında bir hizmetçi arıyorlar.”

“O kadar ağzı sıkı olmaya neden lüzum var?”

“Bazı kibar konaklarında içerideki şeylerin dışarıya sızdığını istemezler. Çalçene birtakım mahalle karıları hizmetçiyiz diye oraya buraya gidiyorlar. Aldıklarını, bulduklarını rastgele yerde söyleyerek lakırtı tellallığı ediyorlar. Bu dediğim yerde bu türlü çaçaron istemiyorlar. İş bundan ibaret.”

“Bu konak nerede?”

“Üsküdar’dan biraz ötede.”

“A, demek denizaşırı…”

“Acemistan’a gidecek değilsin kızım. Üsküdar nerede? Şuracıkta, burnumuzun dibinde… Sana hem yağlı bir kapı bulmalı hem de semt mi beğendirmeli? Boğaziçi’ne, Bulgurlu’ya gitmeyiz diyen Arap aşçılar gibi sen de ahmaklık etme. Her hâllerine ben kefilim diyorum. Beğenmezsen durmazsın. Seni pençenle4 halayıklığa satmıyorum ya! Yıkan, temizlen, arlan, paklan, en yeni esvabını giy. Şöyle ağırbaşlı, terendez, cilasun gibi hizmetçi hâline gir. Vallahi az zamanda orada donanır, tövbe yoksulu olursun. Boğazın yemek, üstün esvap, cebin para görür. Oradan bana bir hizmetçi ısmarladılar. Anan rüyama girdi. Sen aklıma geldin. Sonra bana dua edersin.”

Ayşe Hanım’ın bu inandırıcı sözleri ve ricaları karşısında teklifini kabul ettim ve ertesi günü gitmek için hazır bulunmaya söz verdim.

Sabah oldu. Erkenden Ayşe Hanım geldi. Bahçekapısı’na indik. Bir kayığa bindik. Niçin herkesle beraber büyük kayığa binmediğimizi Ayşe Hanım’dan sordum.

“Bu kadar meraklı olma kızım. Her hesabımı sana söylemeye mecbur değilim.” cevabını verdi.

Üsküdar’a çıktık. O tarihte Üsküdar’da şimdiki faytonlar, talikalar yoktu. İki yüksek makas üzerine oturtulmuş ve her tarafı pencereli, karpuz şeklinde yuvarlak arabalar vardı. Ayşe Hanım beni bir kenara çekti, “Sen burada dur!” dedikten sonra gitti. Bu arabacılardan biriyle pazarlık etti. Arabayı neresi için tuttuğunu işitemedim. Biz, yan yana, yuvarlak, antika bir çekmeceye benzeyen bu arabaya kurulduk.

Çarşıdan geçerken bir bakkal dükkânı önünde durduk. Ekmek, peynir aldık.

“Anneciğim, gideceğimiz konakta yiyecek yok mu? Yahut pek uzak mı gideceğiz?”

“Aman, kırk merak karı, sus! Adım başında bana ahiret sualleri sorma. Kır havasıyla şimdi acıkırız. Safra bastırmak için aldım.” dedi.

Ben, Üsküdar’ı ömrümde ilk defa görüyorum. Çarşıyı geçtik. Etrafı kırlık, mezarlık, uzun bir yoldan gidiyorduk. Bir çeşmeye rastladık. Zincirli bakır tastan doya doya su içtik. Araba bir yokuşa saldırdı. Git git bitmez, git git bitmez…

Mevsim yaz sonuydu. Biraz sıcak vardı. Ulu bir çınarın altında uyuyan yeşil bir türbenin önünde eğlendik. Ayşe Hanım elini kaldırdı. Mırıl mırıl okudu. “Allah şefaatine kavuştursun!” duasıyla ellerini yüzüne sürdü. Ben de Rabb’im kabul etsin, namaz surelerinden bildiklerimi okudum. Gene yola düzüldük. Artık evler seyrele seyrele hemen yok oldu. Tamamıyla bir kırlıktan iniyorduk. Arada bir öküz arabasına, atlı, eşekli adamlara rastlıyorduk. Arabada sallana sallana içim bağrım birbirine karıştı, “Daha çok var mı?” diye sordum.

Ayşe Hanım’ın susmasına karşı arabacı “Dur bakalım, daha yola yeni düzüldük!” cevabıyla korkumu artırdı. Artık gide gide insana değil, ine, cine bile rastlamaz olduk. Gözlerimizin önünde dağlar, tepeler açıldıkça açılıyordu. Ah alnımın kara yazıları… Bu karı acaba beni nerelere götürüyordu? Benim ona sorduğum sorulara karşılık Ayşe Hanım hafiften “Açıl dağlar, açıl… yâri göreyim…” nakaratlı bir şarkı tutturdu. O söylüyor, ben gözyaşlarımı kalbime içirerek sessizce ağlıyordum.

Hayvan yoruluyor, arada bir dinleniyorduk. Uzaktan denizleri, bayırları gördükçe bütün bütün garipseyerek artık kendimi tutamaz oldum. Ayşe Hanım kızdı:

“Ah bebeciğim, emziğini mi istiyorsun? Koskoca kadın böyle hüngür hüngür ağlamaya sıkılmıyor musun? ‘Merhametten maraz hasıl olur.’ derler ya, çok doğru bir lakırtıymış. Artık bir kere yola çıktık. Ağlasan da gideceğiz, bayılsan da gideceğiz. Ben bu kadar masraf ettim. Geri dönmek olmaz. Bu paraları kimden alacağım? Bari sus da arabacıyı kendine güldürme!” diye beni azarladı.

O ıssız yerlerde ağlamak, sızlamak ne para eder? Bir etrafıma bakındım, tamamıyla bu kadının elinde, insafına kalmış olduğumu anladım. Arkamızdan İstanbul, Üsküdar kaybolmuştu. Bir zaman daha gittik. Uzaktan bir köy göründü. Kendimi hemen arabadan atıp o tarafa kaçmak istedim. Bu telaşımı gören Ayşe Hanım alaylı bir gülüşle:

“Muhsine, deliliği bırak. Sen çağda taze bir kadın, tek başına bu ıssız yerlerde o köye kadar nasıl gider? Kendini hancılara, bağcılara ziyafet mi çekeceksin? O köyü buradan öyle görüp de yakın bir yer sanma. Orası bir saat sürer.”

Girişeceğim işin pek delicesine olduğunu anlayarak niyetimden vazgeçtim. Ama üzüntümü gidermeyi bir türlü başaramadım. Ellerimi yüzüme kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Beni satmaya mı, öldürmeye mi, işte her nereyeyse götüren o kadın bu çarpıntılarımdan biraz insafa geldi. Yüzünü, sesini tatlılaştırarak:

“Benim gibi bir ana dostundan sana hiçbir fenalık gelmez. Korkma, seni boğazlamaya götürmüyorum. Tirink tirink ay başlarında yüz tane kuruş alması kolay mı? İstanbul’da böyle bir kapı bulmak mümkün mü? Ne yapalım? Tanrı işte sana bunu kısmet etmiş. Kısmetini böyle uzacık yerlerden verecek. Yapacağım iyiliğe beni pişman etme. Çok şükür, işte altımızda araba… geldik. Çok bir yer kalmadı. Beğenip de oturursan ne âlâ. Hoşlanmazsan gene beraber döneriz. Ben seni zorla orada zincirlere bağlayıp bırakmayacağım ya…”

Bu sözlerden sonra, yüreğime su serpilir gibi oldu. Sustum. Sessizce boyun eğerek etrafıma bakmaya başladım.

Gene dere tepe demeyip gidiyorduk.

1.Lahuraki: Lahor’da yapılan bir tür şal kumaşı, lahuri. (e.n.)
2.Yuvar yuvar: Yuvarlanır gibi. (e.n.)
3.Hunnak: Anjin; boğaz mukozasının şişmesi, boğak. (e.n.)
4.Pençe: Esir satışlarında, satış beratının altına imza yerine bastırılan avuç mührü.
21 759,59 soʻm
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
ISBN:
978-625-6485-77-8
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi