Kitobni o'qish: «Gönül Ticareti»
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
GÖNÜL TİCARETİ
Bir sabah ona köprü üstünde rastladım. Şapka sağa, kravat sola kaymış. Bol elbise içinde kurada vücudu daha zayıf görünüyor. Ceketinin yan cebinden ağırca bir kitap sarkıyor, öbür cebi de tıkıştırılmış bir alay gazete ile şişkin.
Serseri bir dalgınlıkla gözlerini yanından geçen bir kadına dikmişti. Bu hayranlık yüzüne alayla karışık bir hasret süzgünlüğü vermiş, yavaşlamış adımlarla yalpalar gibi yürürken birdenbire omzuna vurarak “Nihat…” dedim. “Bu dalgınlık ne?”
Bu ansızın olan rampadan biraz şaşalayarak cevap verdi:
“İşte görüyorsun ya! Şu güzel nazenine daldım.”
“Yaş altmışı çeyrek geçiyor, hala mı güzel kadın görünce kendini kaybediyorsun?”
“Yok, hayranlığım bedii değil, tenkitçidir.”
“Ne demek?”
“Şimdi kadınlara gençliğimdeki düşkünlüğümle bakmıyorum. Artık onları düşmanca bir görüşle süzüyorum, gözlerimle âdeta ısırıyorum.”
“Bu düşmanlık neden?”
“İhtiyarlık aklımı başına getirdi de…”
“Demek artık kadında mutlaka bir kusur bulmak hıncıyla bakıyorsun?”
“Bugünkü kadının kusursuzu var mı?”
“Şu giden kadının şıklığını, güzelliğini kusur mu sayıyorsun?”
“Ne şekilde olursa olsun sahtekarlık ahlakça nefret edilecek, kanunca da cezaya yol açacak bir şeydir. Bu cezadan yalnız kadınlar, bu göz göre göre sahtekarlık yapanlar affedilmişlerdir. Kadının yüzünde prizmanın güneşten analiz ettiği yedi renkten hiçbiri eksik değil. Bu renkler de ahlakı gibi çabuk uçar, bidüziye tamirle uğraşılır. Belediye bu ‘badijonaj’dan1 vergi alsa ihya olur. Yüzünü bandıra gibi ala, mora kısım kısım boyar. İnceltmek için kaşlarını yolar. Topuk tarafından boyuna sekiz santim ekler. Tabiatın verdiği yüz ve endamla görünmeye razı olamaz. Renk kendi rengi değil, boy kendi boyu değil, yaş kendi yaşı değil. Acaba bütün kişiliğinde kadının hâlis olarak kendinden olan bulabileceğimiz nesi vardır? Yani içten, dıştan tam ayar, hilesiz kadını nerede bulacağız? Boynundaki inci, kendi gibi çoklukla yalancıdır. Çorapları yapma ipektir. Göstermeye çalıştığı ruhi ve mali bütün varlıkları da hep birer balondur. Böyle kadının hâli sahte etiketle boyalı yağ satan bakkalın hileciliğine benzemiyor mu? Bu yapmacıklar arasında onda sahici bir yürek bulunur mu?”
“Haksızsın… Çok haksızsın Nihat… Bu yaştan sonra da genç kadından kendine, doğru yürek arıyorsun. Güzel bir kadının makyajını bakkalın yağ boyamasına benzetmek de yalnız estetikten uzaklaşmak değil, âdeta küfürdür.”
“Azizim bu oyunda ben yandım. Kadın beni estetik güzellikle değil hilekârlığıyla yaktı.”
“Kim bu kadın?”
“Kendi eşim.”
“Ayrıldınız ya…”
“Başka çare var mı?”
“O hâlde çektiğiniz acı dinmiş olacak?”
“Hayır. Aile namusuna öyle bir kir bulaştırıp gitti ki yedi deryanın suyu temizleyemez.”
Böyle hem konuşuyor hem de İstanbul tarafına doğru ağır ağır yürüyorduk. Anlattıkça arkadaşımın soluk yüzü ateşleniyor, gözleri parlıyor, sözleri ağzından kıvılcım gibi saçılıyordu. Bu, sokak ortasında anlatmakla bitecek şöylece bir macera değildi. O, yüreğini boşaltmak ihtiyacında görünüyordu, bende de dinlemek için bir merak uyandı. Ta Yeni Cami’nin arkasındaki sıra kahvelere kadar gittik. Kuşçu dükkânındaki kanaryalar tirillerini çekerken Nihat da içten bir feryada benzeyen hikâyesine başladı:
“Genç yaşımda evlendim. Bu hemen herkese olağan bir kazadır. Karım güzel, çok da zeki. Acı bir tecrübenin verdiği uğursuz bir sonuçla söylüyorum ki güzellikle zekiliğin birleşmiş olduğu bir kadınla evlenmeye kimse özenmesin. Erkek akılca her zaman dişisinden üstün bulunmalıdır. Bu evlenmeden üst üste iki oğlumuz oldu: Sermet’le Suat… Bu çocuklar bana çok benzerler. Esmerlikleri, gözlerinin renkleri, kaşları, kulakları, elleri parmakları, tırnakları hep ben… İkisi de küçük çapta benim birer modelim gibidir. Derken efendim, dünyaya bu üçüncü velet geliyor. Bunun bizim soya andırır en küçük bir tarafı yok. Tıpkı kuluçka tavuğun altındaki yumurtalara karışarak civcivler arasında çıkan bir ördek yavrusu gibi, büsbütün başka bir cins… Şunu söyleyeyim ki biz ailece vücut ve çehrelerin uyumu ile övünecek bir güzellikte değiliz. Tabiatın her gün tezgâhtan özensiz çıkardığı kabataslak yaratılmışlardanız. Üçüncü oğlumuz Nüzhet’te renk duru beyaz, gözler koyu mavi, saçlar lepiska… Resim gibi aristokratik botede2 bir bebek. Gelgelelim ki bu güzellik yılan yavrusu etkisiyle beni zehirliyor. Bu kuşkumu kadına açmaktan uzun bir dirliksizlik rahatsızlığından başka ne çıkar? Tabii suçunu kuvvetle inkâr edecektir. Ben onun karşısına günahını reddetmeyecek açıklıkta sağlam bir ispatla çıkmalıyım. Fizyoloji kitaplarını araştırıyorum, profesörlerden soruyorum: Babadan evlada esmer bir aile içinde sarışın bir çocuk doğabilir mi? Evet diyorlar. O ailenin geçmiş insanlarından biri sarışın olabilirse bu yaratılış birkaç göbek atladıktan sonra gelen bir çocukta da kendini yeniden gösterebilir. Bu, sözler hiç de yüreğime su serpmiyor. Büyükannemden bir araştırıyorum, soyumuzda hiç de mavi gözlü, sarışın kimse var mıydı? İhtiyar kadın epeyce düşündükten sonra buruşuk dudaklarıyla anlatıyor:
‘Dedelerimizden Hasekizade Muhittin Efendi’nin torunu Çelebi İbrahim Enver Molla galiba kumral bir adammış…’
Ho ho, hooo! Bu ‘galiba’ kuşkusu o kadar ezgili bir şey ki bu küçük ihtimalin kuvvetine dayanarak karımın büyük günahından geçmek için çok geniş yürekli olmalı. Muammanın düğümünü çözen falcıyı nerede bulayım?
Baba dostu, görmüş geçirmiş birkaç ihtiyara soruyorum:
‘Beni kuruntudan öldüren bu şüphe acısına bir çare bulunuz. Bu esmer derime, bu kaba suratıma bakınız; benden Meryem’in kucağındaki yavru Mesih’e benzer meleklikte bir çocuk olabilir mi?’
Sorduğuma gülümseme ile cevap veriyor:
‘Oğlum, deli olma! Babasının tıpkı tıpkısı olmaz ya? Tabiatın bu şaşırtmalarına akıl ermez. Baba soyunda sarışın kimse yoksa belki ana tarafında vardır. Böyle renk başkalığından kuşkulanıp da kadını suçlamaya kalkışmak insaf değil.’
Her sözün rüzgârına dönen bir şaşkınlıktayım. Bizim soyumuzda yoksa belki karımın geçmiş akrabalarında vardır. Bir sırasını getirerek Behire’nin ağzını arıyorum. O, ağır şüphemden hiçbir şey sezinlemez bir saflık ciddiyetiyle ‘Bizim soyumuzda sarışın çok.’ diyor.
‘Ben bir tekini görmedim de…’
‘Nerede göreceksin. Annem saraylı Nevres Hanım’ın saçları mısır püskülü gibiymiş. İhtiyarlığında ak pak oldu da öldü. Ondan öncekilerin de sarışın olduğunu söylerler.’
Nevres Hanım’ın mısır püskülünden davam için ispat çıkarmak güç. Karımın takındığı bu saflık tavrı gerçek mi? Kafamı kemiren şüphenin esasından şimdiye kadar onun hiçbir şey anlamamış olması da olacak şey değil. Bazı sinirli saatlerimde yüreğimin bu acısını başa kakarcasına taşıyorum. Fakat o hiç oralarda olmuyor. Ağır manalı sözlerimi hiç üzerine almıyor. Bu renk vermemek kurnazlığındaki kuvveti beni ürkütüyor. Büsbütün apaçık hücuma da cesaret edemiyorum. Haklı davamda beni haksız çıkaracak bir şirretlikle ağzımı kapatırsa… Elimde Nüzhet’in sarı saçlarından başka tutunacak bir delil hüccetim yok.
Düşünüyorum: Dünyada hiçbir sır ebediyete kadar gizli kalmaz, mutlaka bir patlak verir. Bunun vakit ve saatini beklemeli. Gerçek iyice meydana çıkarsa ne yapacağımı da bilmiyorum. Silaha davranmak neye yarar? Kadını öldürsem çocuk yine aileye kalacak. O masuma kıymak da büsbütün cinayet olur. Beni çileden çıkaran bir hâl daha var. Karım benden olan iki oğluna karşı âdeta bir üvey ana kayıtsızlığındadır. Fakat Nüzhet’in üzerine bütün şefkatiyle titrer. Gösterdiği bu üstün tutma hepimizi kıskandırır. Ailemize karışarak ana yüreğinden öz çocuklar için olan sevgi payını zorla alan bu yabancının bizden büsbütün ayrı bir yaratık olduğuna bu da bir delil değil mi?
Ara sıra kendimi tutamam, dalaşırım:
‘Hanım, Nüzhet öz çocuğun da ötekiler üvey mi?’
Duygularını bir gülümsemeyle örtmeye çalışarak:
‘Üçü de evladım ama Nüzhet nazik yapılıdır. Her şeyden çabuk müteessir olur. Ayrıca bakım ister.’
‘O bize benzemez!’
‘Benzemez. O, Rabb’imin gökten indirdiği bir melektir!’
‘Onu âdeta Meryem Ana kutsallığıyla doğurdun. Çiçek koklayarak!’
Karım hiç üstüne alınmadığı dokunaklı sözümün şeklini değiştirerek tekdire geçer:
‘Aman öyle söyleme! Nüzhet’in Mesih’e benzemesini istemem. Çocuğunun üzerine neler yoruyorsun öyle?’
Dikkat ediyorsunuz ya? Çocuğunun üzerine! Karımın piçi bana mal etmeye uğraşan bu cesur iftirası önünde gönlüm bulanır, yüreğim daralır. Hemen haykırmak isterim:
‘O çiçekten değil, bir erkekten doğdu, o da ben değilim!’
Fakat yarayı neşterleyip de cerahatleri ortaya saçmanın daha sırası gelmediğini düşünerek yüreğimin taşan zehirlerini tekrar içime sindirir, susarım.
Sonunda karımın cinayeti üzerine şafak attı. Birdenbire doğan güneş gizliyi aydınlatıverdi. Mallarının çokluğu, parasının bolluğu dillere destan olan, padişahın yakınlarından Vahip Paşa öldü. Bütün malını mülkünü kanuna uygun, kanuna aykırı çocukları arasında bölüştürürken bizim Nüzhet’e de ayda dört yüz lira getirir koca bir apartman düşmüştü. Etrafımı saran rezaletin ağırlığı altında ezildim. Bir kuyu kazarken üzerine toprak çöken kuyucu gibi bunaldım. Bu ağır namus yükünü silkinip de üzerimden nasıl atabilecektim?
Böyle felaket anlarında intikam heyecanının ilk şiddetine kapılanlar işi kama veya kurşunla temizlerler. Ben bu kadar basit olmak istemiyordum. Tuhaf şey, bilmezlikten gelme maskelerini atarak karımla ilk yüzleşmemizde, sandığım kadar hiddet, şiddet görülmedi.
Bahire çok tabii bir jestle ‘Nihat…’ dedi. ‘Çektiğin şüphe acılarını her gün gözlerinden okuyordum. Fakat ne bende gerçeği söylemeye ne de sende onu açıkça sormaya cesaret bulundu. Bugün sır, bir volkan fışkırışıyla kendini ortaya attı.’
Karımın bu kadar soğukkanlı, heyecansız ve korkusuz sözleri karşısında ben büsbütün alıklaştım. O, söyleyip duruyordu:
‘Eski ahlaktan yeni ahlaka geçiyoruz. Böyle olan şeylerde, herkes kendi ruh terbiyesi, asillik veya vahşiliğini gösterir. Bu önemli sosyal dönüm alışıksızlığının elbette çok kurbanları olacak, insanlar arasında vahşilikle medenilik düellosu daha çok zaman sürecektir. İstersen hamal Memo gibi bıçağını çek, kanımı dök. Üzerine fışkıracak kızıl kanla kocalık namusunun temizlendiğine inan.’
Karımın, beni yeni morale aşılamak, idmanlandırmak isteyen bu sözleri karşısında taş kesildim. O anda ben ne olmalıydım? Hamal Memo mu yoksa havsaladan kurtulmuş geniş düşünen medeni bir mösyö mü? Başım dönerek bu dönüm yerinde durdum. Düşünüyordum. Nereden nereye gidiyorduk? Nikâh, kanuna uygun karılık kocalık, eski aile hayatı vakitlerini yaşamış birer tarih oyununun perdeleri gibi gözlerimin önünde açılıp kapanıyordu.
Benim çenem kilitlendi, karım söylüyordu:
‘İnsan kumru tabiatında bir monogam değildir. Erkek ve kadın çiftlerin hercailiğe esirlikleri yaratılıştan beri vardı. Bazı evliler arasında dumanı gizli tütüyordu. Şimdi açığa vurdu. İkiyüzlülük kalkıyor. Bu, daha doğru, belki de daha ahlaklı bir şey değil mi? İnsanların yasası doğa yasalarına üstün gelebilir mi?’
Heyecan azabıyla tutulan dilimi açmaya uğraşarak tıkana tıkana ‘Bahire…’ dedim. ‘Özrün kabahatinden büyük! Hamal Memo olmayacağım fakat senin istediğin gibi havsalasız bir mösyö de olmayacağım. Şurada iyi bir aile kurmuştuk, iki oğlumuz da bu bağı kuvvetlendirmişti. Bu mutluluğu ne gibi bir zevkin sürüklemesine feda ettiğini anlayamıyorum.’ Karım gittikçe ataklığı artan bir anlatışla:
‘Dur anlatayım. Bu işte zevk, lezzet, neşe yok. İşlediğim suçta zerre kadar bir cinsel zevk ve sevdaya kapılmış değilim. Çünkü senden yaşlı olan o adamın hiç de gönül çekecek bir sevimliliği yoktu.’
Memolaşıp hemen yumruğumu kaldırarak haykırdım:
‘Ya bu cinayeti hangi duyguya kapılarak işledin?’
Karım bir trajedi mahzunluğu alarak:
‘Nihat, senin doksan lira maaşınla geçinemiyorduk.’
‘İffetini satarak mı geçinmek istedin?’
‘İşte gördün ya, pahalıya sattım. Bugünkü ekonomik cinayetlerin arasında bu benimki çok zararsız bir gönül ticareti sayılır. Ben bunu vicdanımdan fetva alarak yaptım. Pişman değilim. O adam öldü, bu işten vücudumda bir eksiklik yok. Ben yine senin karınım. Nihat, zamana göre yenilenmelisin. Eski havsalaya bugünün anlayışı sığmaz.’
‘Artık kısa keselim, dayanabileceğimin sonuna geldim! Al piçini, defol! Burada bırakacağın oğulların için de ölmüş bir anasın!’
Hâlime acır bir bakışla karımın son sözü şu oldu:
‘Yalnız kendimizle ilgili olan her olayı ne kadar can sıkıcı olursa olsun öfkeyle değil, bundaki çıkarlarımızın milimetreleriyle ölçerek ona göre davranmaya kalkışmalıyız. Nihat, sıkıntın arttığı günlerde beni hatırla.’ ”
Birkaç saniye dinlendikten sonra, karşımdaki, sözünün alt tarafım tıkanır gibi bir sıkıntı içinde şöyle yürüttü:
“Çok sıkıntılı günlerim oldu. Onu hatırladım ama başvurmadım. Elimi bir uzatsaydım avcum parayla dolacaktı. Kirli bir yerden gelen paranın yasal olmaması önündeki irkilti bize nereden geliyor? Duyulursa âlem ne der çekintisinden. Bu çekinme olmasa, yani dışarıya bir sızıntı çıkmayacağı sağlamca bilinse namusu okşayarak bu hediyeyi kabule razı etmek olabilecek sanırım. Eski ve yeni adamın da gizli psikolojisi budur, değil mi? Karımın bu lütufkârlık şeklindeki hakaretine karşı da el kaldırmadım. Şimdi o karıştığı monden hayatın şıklığı içinde, parasına, güzelliğine ah çekenlerin rekabetleri arasında daha genç, şen, ferah içinde, kaygısız yaşıyor. Refahı kuran maddelerin hangi zehirli ticaret kaynaklarından geldiği hiç de önemli bir şey değil. Zenginlik, sahibini yaşattığı anlarda eski ve yeni günahların bütün kirlerini de yıkıyor. Karım, ailemizin yarı sefil hayatına ortak olmaktan ayrılmamış olsaydı yokluk çekecekti. Düşmenin getirdiği maddi rahatı kadın değerinin sözden ibaret manevi mükâfatına feda etmiş olacaktı. Geleneklerden doğan moral prensipleri, hayat yollarının zikzakları içinde ara sıra böyle bir kızak hızıyla bayır aşağı kayıp gidiyor. O, namussuzluktan aldığı saygı, haysiyet, itibar içinde geniş bir hayat yaşıyor. Biz namusun üzerimize yüklettiği kıpırdanılmaz ağırlıkları altında eziliyoruz. Bu da züğürt tesellisi gibi bir şey değil mi azizim? Bu kelimenin icadından yararlanıp yararlanamayanları bana ayırsana bakayım.”
Konuşmanın hüznü içinde ikimiz de bir dakika sustuk.
Sonunda “Nihat…” dedim. “Sen karını çok seviyormuşsun. Bu sevda seni yıkmış, moralini de bulandırmış. Karının senin idmanlandırmak istediği rejime karşı da eski bir adam vahşiliği göstermemişsin.”
“Evet, bu fikirde babamın moralinden yarı yarıya ayrıldım, buna bir yontulma diyebilirsin.”
UÇURUMUN KENARINDA
Sinir Doktoru Bay Sadi hastalarını nöbetle kabul ettiği sırada muayene odasına ince, alımlı, kibar edalı, güzel bir kadın girdi. Müşteri ve hekim hafif bir reveransla selamlaştılar.
Doktor maroken geniş koltuğu işaret ederek “Buyurunuz hanımefendi.” dedi.
Kadın zarif eğilmeli bir oturuşla koltuğa ilişti. Odaya hafif bir menekşe kokusu yayıldı. Hâlsiz bir eda ile elini alnına götürdü. Yarım dakika yumduğu gözlerini açınca nerede bulunduğunu anlamak isteyen bir araştırma ile çevresine bakındı. Sonra başını eğerek düşünür gibi bir tavır aldı.
Bir doktorun dikkati karşısına ilk çıkışta geçirilen küçük bir heyecan anıydı.
Bet beniz manolya çiçeği solgunluğunda… Yüz, elmacık kemiklerini hafifçe belirten bir süzgünlükte… Lacivert yansımalı koyu gür saçların çerçevesindeki bu yüze uzun kirpikli iki kara göz, baktıkça insanı alan üstün değerde bir tablo güzelliği vermiş. Manolya yaprağını andıran düz neftî elbisesi o çiçekle ilişkisini büsbütün artırıyor.
Robuyla uygun şapkasının kenarında o çiçekten yalnız bir gonca var.
Yüzünde pudradan bir zerre görülmüyor. Ne de dudaklarında yakısı henüz kaldırılmış çiğ bir yara kızıllığı… Boynunda kedileri, kuzuları kıskandıracak boncuk dizileri yok… Elleri manikürsüz…
Modanın yapmacılığından yaraşır yaraşmaz güzelliklerine cila arayan kadınların zevksizliklerinden kaçan bir sadelik heykeli…
Böyle sade kalabilenler tabii güzelliklerine güvenebilenlerdir. Yüzlerini ressam paletine çevirenler güzelliklerine herkesten önce kendilerinin inanmadıklarının herkese karşı bir çeşit itiraflarını yapıyorlar demektir.
Bu tuvalet düşkünleri tabii hâlleriyle sade görünmekten o kadar korkuyorlar ki vapurda, trende, tramvayda suratlarını o bildiğiniz süngere yalatmadan beş dakika rahat duramıyorlar.
Bu levent endamlı, menekşe kokulu kadının ökçesi de basitti. On iki santim topuk üzerine bindikten sonra kendilerini servileşmiş sanan bodur kadınların saflıklarıdır ki bu zararlı modayı sürdürüp gidiyor.
Bayanın yüzünde, modanın yapmacık şatafatlarına düşmeyen tabii güzelliğinden bir gurur gezindiği seçiliyordu.
Doktor bu “neurastenique” hastayı muayeneye hazırlanır bir tavır alarak “Müsaade eder misiniz?” dedi.
Bayan bu isteğe karşı olumsuz anlamda el işaretiyle bir “Hayır!” inledi.
Doktor biraz şaşırarak durdu. Hayır mı? O hâlde hastanın bu muayene odasında bulunuşu neye verilebilirdi? Doktor bu soruyu gözden göze sessiz bir bakışla sordu.
Çabuk anlayışlı zeki kadın cevap verdi:
“Benim derdim muayene ile anlaşılmaz, reçete ile iyileştirilmez. Hastalığımın ilacı eczane kavanozlarında bulunmaz. Tıbbi hidroterapi, masaj, kakodilat dö fer bromür, serum, filan falan topyekûn geçiniz hep bunları. Presyonuma bakarsınız, nabzımı sayarsınız, kalbimi dinlersiniz. Ama bu merkez organının hayati açılıp toplanma hareketi asıl derdimin korkunçluğundan size hiçbir şey anlatmaz. Onu, bana sormalısınız.”
Oturduğu koltuğun iki kenarına dayanarak sinirli bir hareketle yerinden kalktı. Yine oturdu. Doktora doğru eğildi. Derin bakışlarla onun gözlerini aradı:
“Ben bugün buraya vücut hastalıkları mütehassısı bir doktordan ilaç ricasına gelmedim. Gizli günahımı anlatacak bir papaz arıyordum. Maksadım, bir muayene cefasına değil, duvarları sağır bir günah çıkarma hücresine sığınmaktır.”
“Peki hanımefendimiz, beni bir papaz, burasını da bir günah çıkarma hücresi farz edebilirsiniz.”
Bayan baygın süzüşlerle dört yanına bakına bakına:
“Burası her sırrı yutan derin bir kuyudur, değil mi?”
“Emin olunuz öyledir.”
Manolya şimdi daha da sarardı. Küçük fakat ölüm hâlini andırır ve önemli bir sır söyleyecekmiş gibi bir gülümsemeyle yeniden doktora eğildi, ağlar gibi “Ben kocamı sevmiyorum!” dedi.
Doktor kendini tutamayarak tekrarladı:
“Kocanızı sevmiyorsunuz…”
“Sevmiyorum, öleceğim, sevmeyeceğim!”
“Nedenini sormak iznini veriyor musunuz?”
“Sorabilirsiniz.”
“Teşekkür ederim. Kaç yaşındasınız?”
“Yirmi sekiz.”
“Ya o?”
“Kırk beş.”
“Ne zamandan beri evlisiniz?”
“Dört yıl oluyor.”
“Çocuk var mı?”
“İki tane düşürdüm.”
“Bu adamı sevemeyeceğinizi ona varmazdan önce anlayamamış mıydınız?”
“Anlamıştım. Yalnız sevmemek değil, şöylece bir antipati değil, nefretler içinde boğuluyordum. Ben daha okulda küçük bir kızken bana göz koymuş. Zengindir. Babamın yanında türlü dalavereler çevirmek için ortaya avuçlarla para dökmekten çekinmedi. Gözyaşları içinde çırpına çırpına beni onun kolları arasına attılar. Ah doktor, zayıfları, masumları korumak için meydana getirilmiş hükümler kanun kitapları arasında kapalı dururken beri yandan Orta Çağ zulümlerini andırır vahşice haksızlıklar oluyor! Kanun bir kılıçtır, onu kullanacak el ister. Halk içinde yaşı, aklı, kültürü bu işe yarar, bu eskrime idmanlı kaç kişi bulunur? Sonra da beyinleri eski geleneklerle beslenmiş hâkimlerin düşüncelerini kadına tam hürriyetini verecek yeni ahlakın icaplarından yana çevirmek mümkün müdür? Dünya ne kadar büyük devrimlerle altüst olursa olsun, dünyada erkek her zaman hâkim, kadın her zaman onun emir eridir. Kocan, kardeşin, oğlun tepende küstah amirlerdir. Hayat piyasasında kadının değeri düşüktür. Her gün sokaklarda kıskançlık vahşiliğiyle kocaları, âşıkları tarafından bıçaklanarak cesetleri kaldırımlara serilen kadınların felaketlerini gazetelerde okumuyor musunuz? Bu sayısız vakalara karşı hiçbir erkeğin darağacında cinayetinin cezasını çektiğini işittiniz mi?”
Az bir süzgünlükten sonra heyecanla hanımefendi yumruğunu havaya kaldırarak devam etti:
“Böyle olaylarda kanunun şefkati erkekler içindir! Ya ansızın bir öfke ya akılca bir bozukluk falan filan gibi özürler öldürenin yardımına yetişir. Kanunun satırları erkek kafasına göre kadına karşı yorumlanır. Bir kadın kocasının, âşığının üstüne başka bir erkek sevmiş. Vayyy! Bu korkunç davranışın ağır günahıyla artık zangır zangır yer, gök tirer. Gönüldür bu efendim, sevmez mi? Tabiatta sempati, antipati yok mu? Sinirlerimizi, cinsin cinse karşı duyduğu akıl ermez çekiş garipliklerini biz kendimiz mi yaratıyoruz? Gönüldür bu, gönül. Operada mızıka ile bağırmıyorlar mı?
L’amur est un en fan de Bohème
II n’a jamais connu de lois.
Allah korusun, kocası karısını bir erkekle yakalamış. Kadın korkusundan kanepenin altına kaçmış. Fakat vahşi herif tabancayı çekmiş: Dan… Dan… Dann… Zavallıyı bir külçe hâline getirmiş. Doktor beyefendi, tahtaların üzerine akan bu kızıl kan, tabiatın gönüller üzerindeki yenilmez egemenliğini, sempati, antipati denilen sırları etüt eden yeni vicdanlar önünde kıyamete kadar erkeğin vahşiliğini, kadının mazlumluğunu bağıracaktır. İnsanlığını tanımakta çok geri kalmış mutaassıp bir erkek böyle olaylar karşısında şöyle kükrer: ‘Gebertmiş kahpeyi! Oh, çok iyi etmiş! Benzerlerine ibret olsun.’ ”
Bir ışıklı çeşme gibi renk renk fışkıran bu lakırtı şelalesi karşısında biraz afallayan doktor:
“Hanımefendimiz o manzaraya karşı bir kocanın düşeceği öfkenin şiddetini insafla niçin göz önünde tutmuyorsunuz? Böyle bir durumda o erkeğin yerinde siz olsaydınız ne yapardınız?”
Bayan ateşlenerek:
“Ne mi yapardım? Müsaade ediniz, söyleyeceğim. Kocasına karşı hiç sempati duymayarak gittikçe derinleşen bir nefretin işkencesi altında eriyen kadın artık tabii hâlini koruyamaz, haşinleşir, hırçınlaşır, sinirliliğin sonuna gelir. Her vesile ve her tavrıyla bu tiksintisini meydana vurmaktan kendini alamaz. Kocaların çok zekileri değil ahmakları bile bu nefreti fark edebilirler. Kocasından şiddetle nefret eden bir kadını günah üzerinde yakalamak saatini beklemeden önce bırakmalıdır. Vahşi kocalar, âşıklar böyle yapmıyorlar. Kadın, ‘Bırak beni!’ feryadıyla anasının evine kaçıyor, denizaşırı bir yere kayboluyor. Fakat ne yapsa kurtulamıyor. Kokuya saldıran aç bir kurt gibi belde silah, herif kurbanının peşine düşüyor. Sonunda susadığı kanı avuçla içiyor. Kimi zaman âşığı da beraber öldürüyor. Sorarım size, tiksinilmiş kaba bir erkeğin karşılık görmeyen çirkin aşkı yoluna iki cana birden kıymak doğru mudur? Kanun bu işe niçin şaşı bakıyor? Daha doğrusu baktırılıyor? Niçin bu cinayetler bu kadar sık oluyor? Çünkü cinayeti yapan herif bir ceza ile yahut cezasız kurtulacağından emindir. Çünkü böyle bir kadına karşı her erkek diş biler. Cinayette günlerden, haftalardan, aylardan beri sürüp gelen hazırlanma her noktada gözlere çarpıp dururken gene katil hesabına hafifletici nedenler yaratılır. Bu apaçık haksızlıklar kanunun yapılışında mıdır? Açıklanış ve uygulanışındaki yan tutma göz yummasından mıdır? Zamanımızın bu yolda düşünüş vahşetini gelecek yüzyıl şiddetle reddedecek, düzeltecektir. Kafası bugünkü terbiye ile ışıklanmış bir koca, kendisini sevemeyen karısının bu sempatisizliğini öldürmesini gerektirecek bir eylem sayılamayacağını bilir. Karısını başka bir erkekle suçüstü yakalamak, bir koca için çok acı bir felaketse o güne kadar sürüp gelen her açık işarete karşı bu sonu beklemenin ağır bir cezası demektir. Sovyetler’de kadınla erkeği birleştiren bağların çok hafiflediklerini görüyoruz. Gelecek yüzyılda bu bağlar büsbütün başka biçimler alacaktır. Bugün bu çeşit cinayetleri işleyenler, kendi egoist hayvanlıklarından başka karşısındakilerin tabii haklarına saygı göstermeyi bilmeyen geçmiş yüzyılların küflü kafalarıdır. Bir kadını sevmek o kadın üzerinde bazı hakları olmak için bir sebep sayılıyorsa kadının nefreti de ondan ayrılmak özrünü gerektirecek yasal bir gerekçe sayılmalıdır. Hep bu fenalıklar kanun kaçakçılıklarıdır. Hep bu ışığa doğru gidiyoruz. Fakat bu olgunluğa varana kadar şehit vereceğimiz kadınların sayıları mezarlıkları dolduracaktır.”
***
Bu tuhaf şikâyetlerinin heyecanlarından yorulan bayan başını koltuğun arkalığına verdi. Göğsü kapanıp iniyor, göz kapakları kısılıyordu.
Doktor yarım bardak suya birkaç damla eter akıtarak “Alır mısınız?” dedi.
“Teşekkür ederim, daha sonra…” cevabıyla gözlerini bütün bütün yumdu.
Doktor, bu “asthenique” yüzü incelemeye koyuldu. Bir zaman dinlendikten sonra sinirli kadın korkulu bir uykudan uyanır gibi birdenbire doğruldu. Yine doktorla göz göze geldi.
Doktor çok yumuşak bir davranışla:
“Dinlenmek ihtiyacındasınız. Fakat bir iki soruma daha izin verir misiniz?”
Baygın ses:
“Buyurunuz.”
“Siz kocanızı sevmiyorsunuz ama anlaşılan o sizi çok seviyor.”
“İşte felaket buradan kopuyor ya… Duygularımız tersine olarak birbirine çok uygun.”
“Ondan nefretinize yol açan hâllerin çeşitlerini de lütfen anlatır mısınız?”
“Peki, işte kordiyal alınacak sıra geliyor. Ne kadar büyük bir mütehassıs, bilgin, duygulu doktor olsanız yine içinde yandığım cehennemin azabını anlayamazsınız. Bunu hakkıyla duyabilmek için aynı hâle düşmüş bir kadın olmalısınız. Sizi zorla kolları arasına çekmek hakkı olan koca bir yılanın nefesiyle zehirlerini ruhunuza akıta akıta kolları arasında kemikleriniz çatırdarken birkaç kere bayılıp ayılmalısınız.”
“Hâli, şekli nasıldır bu adamın?”
“Şamandıra gibi, iskele babası gibi kısa, kalın… Tüylü, varisli, şişko! Bacakları, tırnakları kör, düztaban! Ayakları katmer katmer hasırlı, topukları görülecek şey değil. Nefret uyandıracak bu çirkinlikleri kadından saklamak gerekirken o, hiç ilgisiz sere serpe oturuşlarıyla bu gudubetliklerini insanın gözüne, burnuna sokar. Kalın ense, yusyuvarlak yüz, ortası çökük küçük burnuyla tam bir buldok kafası… Gamsız, duygusuz adam, dünya yıkılsa umurunda değil… Ağlanacak şeylere güler, obur gibi yer, horul horul uyur. Sabahleyin uyanıp da iki kol, iki bacağıyla hayvan gibi çatır çatır gerine gerine, kaba bir mahmurluk almış şişkin yüzüyle beni döşeğe bir çağırışı vardır. Veriniz bana bir yudum kordiyal…”
Doktorun uzattığı bardaktan süzgün süzgün iki damla aldı. Bardağı elinden düşürecek bir hâlsizlikle geri verdi. Yine yumuk gözlerle bir zaman dalar gibi yaptıktan sonra “Ah!” dedi. “Ah doktor, bana ettiği iltifatları işitseniz iğrençlikten titrersiniz. Beni yutacak gibi nefesini içeriye çeke çeke ‘Ah benim şekerli, ballı, sütlü, kaymaklı karıcığım. Ver bana gerdanının kremalarından… İçir bana kevserini yudum yudum…’ Her söz başında tekrarlanan bu ‘karıcığım’ bayağılığı beni kusturacak bir hâl getirir: ‘Benim çilek dudaklı, şekerli, gevrek karıcığım…’ Muhallebici, pastacı, manav dükkânlarında tatlı, mayhoş ne varsa artık ben oyum. Oburun şairliği midesinden gelir! Karıcığım… Karıcığım… Zuhuri’den, Karagöz’den halk diline miras kalmış kaba ağızların sakızı bu bayağı, soğuk iltifat beni bitirir. Sonunda istek dolu gözlerini üzerime dikerek saldıracak bir taşkınlık aldığı zamanlarda beş kat binadan kendimi aşağıya atacak bir çılgınlığa tutulurum!”
Bayan ellerini arkaya atarak titreye titreye can verir gibi ağır fakat dolgun bir nefes boşalttı. Gene yumulup açılan gözleriyle süzüldü. Doktor onu bir zaman dinlenmeye bıraktıktan sonra ricalı, çok yumuşak bir sesle “Hanımefendimiz…” dedi. “Burayı bir ‘confessionnal’, beni itiraf dinleyen bir papaz farz etmiştiniz.”
“Evet.”
“Bu papazın görev olarak sizden bir sır sormasına izin verir misiniz?”
“Buyurunuz.”
“Kocanızdan şiddetle nefret ediyorsunuz?”
“Bütün kuvvetimle…”
Doktor alçalttığı sesine bir gizlilik yumuşaklığı vererek onun kulağına âdeta üfler gibi fısıldadı:
“Sevmediğiniz kocanızdan boş kalan gönlünüze girmiş başka bir erkeğin sempatisi var mı?”
Bu soru karşısında tıkanma hıçkırıkları geçiren kadının vücudunu ansızın bir ıspazmoz sardı. Yaralı bir kuş kanadı çırpınışıyla elini doktorun ağzına uzattı, kısık kısık:
“Hayyyyy susunuz, Allah aşkına susunuz! Uçurumun kenarındayım. Burada duralım… Beni daha öteye itmeyiniz. Hayatın en büyük hakları cinayet biçimine sokan öyle zalim durumları var ki…”
Bir “défaillance”3 hâlinde yalnız biraz kordiyal aldı. Vücudunun el ve elektrik masajlarına izin vermedi.
“Çok söyledim… Kesildim… Kesildim… Bindiriniz beni arabama…”
Birdenbire onun gözlerinin önüne açılan uçurumun korkunçluğundan kaçmak istediğini doktor anladı. Fakat bu zavallı kadın için bu kaçış mümkün müdür? Çünkü o kendini kenarında saydığı uçurumun ta dibindeydi.
Hasta ruhunun bütün acıları dışarı vuran yalvarma dolu gözlerini şimdi biraz pişman, biraz şaşkın anlatışlarla doktora dikerek:
“İtiraflarım bu kuyuda sonuna kadar gömülü kalır değil mi?”
“Hiç merak etmeyiniz. Mesleğine saygılı bir doktor bir papazdan daha çok sır tutar.”
Titrek eliyle ücreti masanın üzerine bıraktı.
Doktor: “Ne bir ilaç aldınız ne de tek bir öğüt.”
Bayan: “Kanımda fazla biriken zehirleri biraz döktüm. Bu yeter…”
Koltuğuna giren iki kişinin yardımıyla bayan yarı baygın bir hâlde otomobiline bindirildi.
Doktor son ayrılış selamıyla bu devasız hastanın arkasından acı acı düşündü.
Bepul matn qismi tugad.