Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Önce Hürriyet»

Shrift:

Töre-Devlet Yayınevi

Dündar Taşer Roman Teşvik Armağanı -1978-


ÖNSÖZ

1970-1971 ders yılında, o zamanlar Afyon’un merkez ilçe köylerinden biri olan, şimdilerde Eskişehir’e bağlı bulunan; Kafkasya’dan 1900’lü yılların başlarında göç etmiş Karaçay Türklerinin yaşadığı Gökçeyayla’da öğretmenlik yaptım. O ders yılı içinde yaptığım derlemeler, “Karaçay Türklerinin Köyü Gökçeyayla” adı ile Bengü Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı.

O derlemeyi yaparken göç etmelerinin hikâyesini de Kafkasya’yı çocukluğunda yaşamış ve 1905 yılında göçe katılmış bir kişi olan, (Bilingotlar sülâlesinden, 1313 Teberdi doğumlu) Yahya Evren’den dinlemiş ve notlarımın arasına koymuştum. Bu bilgileri, derlediğim folklorik bilgilerle harmanlayıp “Hürriyet İçin” adıyla romanlaştırdım. Eser; 1978 yılında, Töre-Devlet Yayınevi’nin açtığı yarışmada, “Dündar Taşer Roman Teşvik Armağanı” ile ödüllendirilmişti fakat o yıllarda kitaplaşması mümkün olmadı. Sonraki yıllarda adını “Önce Hürriyet” olarak değiştirdiğim bu çalışmam, 2006 yılında, Hikmet Neşriyat tarafından yayımlandı. Şimdi de “ÖNCE HÜRRİYET (Karaçay Türklerinin Göç Hikâyesi)” adıyla, Avrasya Yazarlar Birliği’nin kuruluşu olan Bengü Yayıncılık vasıtasıyla tekrar okurları ile buluşuyor.

Önce Hürriyet; Karaçay Türklerinin roman tarzında ürettiği eserlerin sayısı göz önüne alınırsa, bu alanda bir boşluğu dolduracaktır diye düşünebiliriz. Eser, aynı zamanda Karaçay Türklerinin tanıtılmasında da bir araç olacaktır.

Karaçay Türklerinin yaşadıkları acılar, ciltlerle kitapları dolduracak ve çok sayıda filme senaryo olacak kadar çoktur. Yetişecek Karaçay Türk’ü ediplerin, acıların yanısıra nice sevdaları ve mutlulukları da işleyecekleri eserleri görmenin ümidiyle o kalem erbaplarını “bugünden” hürmetle selamlıyorum.

Göç ve sürgün günlerini hatırlatacak fotoğrafları göndererek, eseri görsellik açısından zenginleştiren Karaçay Türkleri Ufuk Tavkul ve Ufuk Tuzman kardeşlerime de teşekkür ediyorum.

1

-Baydımat!…

Yorgun dudakların, yorgun bir kelimesiydi bu; yavaş söylenmişti; hasta dudakların fısıltısıydı ve tek kelimeden ibaretti fakat çok şey anlatıyordu. Yatağında her an ölüme biraz daha yaklaşan adam, bu kelimeyle çok şey söylüyor, söylemek istiyordu. Sevgi yüklüydü bu söz; duygu ve temennilerin, hislerin en güzelleriyle yüklüydü.

Baydımat, her an bu kelimeyi duymaya hazır, sedirin üzerinde yarı uyur, yarı uyanık bekliyordu. Ocaktaki ateşin fersiz aydınlatmasıyla loşlaşmış odada, üzgün fakat çevik hareketlerle kocasının yanına gitti; oturdu, elini tuttu. Hayat arkadaşının son günlerini yaşadığını bilmenin burukluğuyla doyasıya bakmaya ve diyeceklerini dinlemeye hazır bir vaziyette beklemeye başladı.

Çarlık Rusya’sının baskılarının yanısıra şu birkaç yıl içinde yaşadığı fakirlik de bir çembere almış; sıkmış da sıkmış; dayanılmaz moral çöküntüleri yaşatmıştı İsmail’e. Ömür boyu çalışıp kazandığı malını, merhamet ve itimadın verdiği gafletle bir serseriye kaptırmış; bu sarsıntı sonucu yaşadığı üzüntüyle vereme yakalanmıştı. Yüzü, yarı aydınlıkta daha sarı, bakışları daha da fersizdi. Kesik cümlelerle yine fısıltıyla, ağır ağır konuştu.

–Baydımat!… Ölüm bana çok yakın… Anamı, atamı, çocukları çağır. Helâlleşmek istiyorum. Son defa konuşmak…

Kadının gözleri doldu, boğazına hıçkırıklar düğümlendi; düğümler üst üste birikti, birikti; öyleyken kendini tuttu. Kayın atasının, kayın anasının yanında ağlaması, dövünmesi ayıp olurdu. Kalktı, ayaklarını güçlükle sürüyerek bitişik odaların kapılarına doğru yürüdü. Küçük tıklamaların ardından, yavaş çağrılar duyuldu.

–Ata, ana! Oğlunuz…

–Arslanbek! Kardeşlerini uyandır. Atanızın yanına gelin.

Baydımat odaya döndü, kocasının yanına çöktü. Fısıltı hafifliğinde seslenmeler, açılıp kapanan kapıların gıcırtıları duyuldu. Daha sonra da oda kapısı açıldı. Kayın atası Osman, eşikte görününce hemen ayağa kalktı. Atası Osman’a, onun ardından giren anası Ayşa’ya yer verdi. Onlar oturdular, Baydımat da oturdu. Daha sonra çocukların en büyüğü Arslanbek, üç kız kardeşiyle birlikte geldiler.

İsmail, güçlükle aralayabildiği göz kapaklarının arasından, donuk bakışlarla odadakileri süzüyordu. Anasının işaretiyle kalkan küçük kız, ateşi kuvvetlendirmek için ocağa birkaç odun daha koydu. Alevler yeni bırakılan odunları da sarınca büyüdü, oda daha da aydınlandı. Şimdi hastayı daha iyi görebiliyorlardı. İsmail’in dudakları kıpırdamaya; sevgi, hüzün ve ayrılık yüklü kelimeler dinleyenlerin kulaklarına, gönüllerine dolmaya başladı.

–Atam, anam! Çocuklarım!… Sizlerle helâlleşmek istedim. Sabaha çıkıp çıkamayacağımı bilmiyorum. Bildiğim tek şey, ölüme çok yakın oluşum. Sizler için, milletimizin hürriyeti için çok çalıştım. Rus pençesi kuvvetli geldi. Fakirlik sarstı. Hastalık, hepsinin üstüne bağdaş kurup oturdu. Sizleri, hür topraklarda büyütmek, evlendirmek isterdim. Olmadı, olmadı!… Kaderimiz buymuş…

Durdu, soluklandı ve devam etti.

–Gidin!… Burada tutsak yaşamayın. Padişaha başvurun. O, sizleri alır. Konya mı olur, Şam mı?… Nereyi uygun görürse oraya yerleştirir. Gidin, buralarda kalmayın…

Yine durdu, yine soluklandı. Odadakiler hastanın artık konuşamayacağını anlamışlardı. Helâlleşme zamanı gelmişti.

Osman kalktı ilkin. Dudakların belli belirsiz kıpırdanışlarında helâlleştiler. Sonra Ayşa görevini yaptı, sonra da çocuklar… Son nefeslerini kelime-i şahadet getirmek için harcayan İsmail’in bir elinden anası, diğer elinden de Baydımat tutuyordu. Osman, Yasin Suresi’ni ağır ağır okumaya başladı. Odadakiler, küçük kızın hıçkırıklarının tesirinde, çaresizliğin boşluğundaydılar. Büyüklerin gözleri dolmuştu; kızlar sessiz ağlıyorlardı. O anda, Ullu Karaçay köyünün imamı da sabah ezanını okumaya başlamıştı.

***

Sabah namazından sonra uzun uzun verilen salâ, Osman oğlu İsmail’in ölümünü Ullu Karaçay köyüne duyurmuştu. Acı haber, diğer Karaçay köylerine de ulaştırıldı. İsmail sevilen, sayılan, eşi dostu çok bir insandı. İkindi vaktine kadar ev doldu doldu boşaldı. Cenazeyi altı erkek yıkayıp defnetmek için hazırladılar.

Arslanbek üzgün, ne yaptığını bilmez bir şuursuzluk içindeydi. Ullu Karaçay’dan, komşu köylerden gelenler vardı. O, konukları karşılıyor; ihtiyarların ellerini sıkıyor; tokalaştığı gençlerle dört defa kucaklaşıyordu. Soranlara babasının hastalığı ve ölüm anı ile ilgili bilgiler vermeye çalışıyordu. Zihninde yalnız atası vardı. Onun yokluğunun gerçeği, içine, şimdiden katlanılması zor bir acı olarak çökmüştü. İşte yine yaşlı bir konuğun elini sıkmıştı. Konuk, Teberdi köyünden kaygı söz aytmağa1 gelmişti. Başını kaldırıp da göz göze geldikleri an, kalbinde sıcacık duyguların kaynamaya başladığını hissetti. Bu gözler… Bu gözler… Adam, akranlarının yanına gittiği hâlde Arslanbek, hâlâ yaşlı misafirin gözlerini düşünüyordu. Konuğun gözleri, ne kadar da o gözlere benziyordu. Düşündü, düşündü ve sonunda buldu; bu konuk, o gözlerin sahibinin babasıydı. Çok dalgındı, çok… En iyi tanıyacağı kişiyi hemen tanıyamamıştı.

Aklı bir yıl öncesine gitti. Köy gençleri olarak Teberdi’deki bir toya katılmış ve orada, Şahmelek’le tanışmıştı. Onunla söyleştiği, toyda tepsediği2 o gecede, Şahmelek’in kestane bakışlarını iyice beynine sindirmişti. Bir daha hiç unutmamış, unutamamıştı. O günden bu yana da kızı görmek için Teberdi’ye, gitmek istemişse de bir türlü fırsat bulup gidememişti.

Arslanbek utandı, kendine kızdı. Bu acının arasında böylesi düşüncelerin yeri olmamalıydı. Düşüncelerini, düşüncelerindeki Şahmelek’i anlayacaklar diye sağına soluna çekinerek baktı. Az ötedeki emmisi Yakup’u gördü. Yakup, orman bölge şefiydi. Görevi icabı köyden ayrı yaşıyordu, acı haber üzerine koşup gelmişti; o da kardeşinin cenaze töreninde, üzerine düşen görevleri yerine getirmeye çalışıyordu. Yakup, Arslanbek’in baktığı o anda, küçük not defterine bir şeyler yazıyordu. Emmisinin yanından geçer gibi yaparak göz ucuyla bakarak okumaya çalıştı; okudu. Emmisi, şairdi; duygularını mısra mısra deftere geçiriyordu:

 
“İnsanları koynuna neden alırsın toprak?
Alırsın, alırsın da neden doymazsın toprak?”
 

Ullu Karaçay imamı, ikindi ezanını okumaya başlamıştı. Arslanbek, ezan sesinin verdiği ulvî duygularla, o ortama hakim olan ölüm acısının içine yeniden girdi.

***

Osman oğlu İsmail toprağa verilmişti. Hava kararmaya, Ullu Karaçay, İsmail’siz bir gece geçirmeye hazırlanıyordu. Akşam namazından çıkanlar, cenaze evine gittiler. Komşuların getirdiği yemekler yendi. Arslanbek, üzerine düşen görevleri yapmaya çalışırken, imam, Mülk Suresi’ni okudu. Daha sonra köyde “Hoca” diye anılan bir ihtiyar, bir ilâhi okumaya başladı. Arslanbek, gözünde atasının hasta yatağındaki hayali olduğu hâlde, kapıya en yakın yerde oturarak dinliyordu. Başı eğikti. Gözleri kilimin desenlerinde geziniyordu.

 
“Bismillah dep başlayalım,
Salât selâm söyleyelim.
Adet edip günde yetmiş defa
Tövbe edelim.”
 

Ne güzel bir kelime idi Bismillâh! Ne sağlam cankurtaran simidiydi tövbe! Hoca davudî sesiyle, ilâhinin mısraları içinde ilâhi öğütler veriyordu. Neler demiyordu ki: Her işin başında besmele çekilmesini, aksi hâlde şeytanın dost olacağını, kişinin arkasından konuşulmamasını, Kur’an okuyup kabre onun yoldaşlığında gidilmesini, kimseye zarar verilmemesini, oruçların tutulmasını, helâl ile haramın ayrılmasını… Arslanbek, mısralara kendini iyice vererek düşünüyordu. Aniden, düşüncelerinin arasına bir çift göz girdi, Teberdi’den bir çift göz… Şahmelek, aklına takıldı kaldı. Başı eğik, gözleri kilimin desenlerinde, öylece ne kadar kaldı bilmiyordu. Hocanın sesi ile irkildi. İlahi bitmek üzereydi.

 
“Gece olduğunda Ulu Allah’a şükür edip yatınız,
Sevgili kulu Peygamber’e salât selam söyleyiniz.”
 

Dudaklar, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e salâvat getirmek için kıpırdadılar. İmam, uzun bir dua okudu. Ardından “Fatiha!” diyerek duaları toparladı. Eller, Allah’a açıldı. Osman oğlu İsmail’den, kimsesizlerin ruhlarına kadar her bir ölü, her bir Türk şehidi için dualar edilmişti. Her bir el, odayı dolduran “Âmin!” sesleri arasında, yüzlerde ve sakallarda gezindi.

2

Hava kararmak üzereydi. Arslanbek, Ullu Karaçay köyünü arkasına almış at koşturmakta, yayla evlerine doğru yol almaktaydı. İlerde görünen bir yayla evine ulaşmak ve orada gecelemek istiyor, bu sebeple acele ediyordu.

Evin yanına varır varmaz atından indi, hayvanı ahıra bırakıp bakımını yaptı. Çalı çırpı toplayıp ocağa yığdı, ateşledi; yamçısını, ocağın hemen yanındaki otların üzerine serdi. Eyeri yastık ederek kendini dinlenmeye bıraktı. Eylül başlarında olunmasına rağmen tesirli bir soğuk vardı. Arslanbek, bir taraftan yorgunluğunu atmaya çalışırken diğer taraftan da uyumamaya gayret ediyordu. Dağ başıydı, buralar tekin olmazdı. Ateş, cızırtılarla, tatlı bir sıcaklık vererek yanıyor; bedeninde, uykuya geçişi hissettiren tatlı bir gevşeme duyuyordu. Rüzgâr, kapıyı biraz aralamıştı. Aralıktan dışarıya doğru baktı; zifiri karanlıktan başka bir şey görünmüyordu. Aklına Şahmelek’i ve gözlerini taktı. Yarı uyur, yarı uyanık vaziyetteydi. Şahmelek bazen düşlerinde, bazen de düşüncelerinde beliriyordu.

Bir çift kor, kapı aralığında parladı. Arslanbek, bir ateşe, bir de kapı aralığına baktı. Ateş ocakta yandığına göre aralıkta görünenler ateş olamazdı. Bir çift gözdü bu; ancak bir kurda ait olabilirdi. Bu arada atı, huzursuz bir şekilde kişnemeye başlamıştı. Eli, kendiliğinden gümüş kamasına doğru kaydı. Yattığı yerden kurdun gözlerini takip etti. Kapı aralığındaki bakışlar, Arslanbek’in eyer üzerindeki başı ile ocaktaki ateş arasında geziniyordu; daha sonra kayboldu.

Arslanbek, kurdun bir keşif yaptığını, tekrar geleceğini tahmin ediyordu. Hemen yatış şeklini değiştirdi; şimdi, eyerin üzerinde ayakları vardı. Kurt, ilk hamlede, eyerin üzerinde diye tespit ettiği başının üzerine atlayacak ve gırtlağı parçalayacaktı; hep böyle avlanırdı. Dışardan su şıpırtıları duyuluyordu. “Galiba, su birikintisinde beleniyor.” diye düşündü. Yaklaşan kararlı ayak seslerini dinledi. Bir çift göz, kapıda yeniden göründü ve bu sefer beklemeden ocağa doğru koştu ve ateşin üzerine doğru silkindi. Tüylerindeki suyun serpintisiyle alevler can çekişmeye başlamıştı. Ateşi kendisi için zararsız bir hâle getirdiğine inanan kurt, eyerin üzerine doğru hamle yaptı. Arslanbek, o anı bekliyordu; kurdun üzerine atıldı. Gümüş kamasını hayvanın vücuduna birkaç defa batırıp çıkardı. Kurt, cansız yere serildi.

Arslanbek, kurdun leşini dışarıya taşırken aklına atı geldi. O, ahırda olmalıydı. Oraya kurtların girmesinin imkânı yoktu. Yine de bir kontrol etti; anormal durum yoktu. Döndü, kapıyı sıkıca kapadı; açılmaması için ardına taşlar koydu. Ateşi tazeleyip yamçıdan yatağına uzandı. Bu defa uyku tutmuyordu. Aklına, Kazavat Cır3 gelmişti. Türküyü, hafif hafif mırıldanmaya başladı:

 
Kalksana Ebubekir, sevgili arkadaşım;
Gelsene böyle yanıma.
Atlanalım uzak yola,
Binsene doru atına.
 
 
Arkadaşlar binip atlarına
Uzak yola giderler,
Selâm verip kartlarına
Din savaşı ederler.
 
 
Ay yanıp çıkmış idi,
Yıldızlar parlıyordu.
“Sav göreyim balam!” dedi,
Kart anam titriyordu.
 

Türkü söylemeyi kesti. Düşündü… Ne kadar da güzeldi türküler! Ne kadar da vatan, din, millet sevgisi doluydu. Kendini savaşa giderken anasına veda eden askerin yerine koydu. Türkünün geri kalan kısmını yine mırıltılarla söylemeye devam etti.

 
Anam, canım, sen ağlama;
Sil gözyaşlarını.
Din savaşına gidiyorum
Arama kabirimi.
 
 
Benim kabirim olacak
Geniş düzlerde, dağlarda.
Korkma anam, kalmaz kanım
Bir damla da düşmana
 

Arslanbek, türküyü, her bir kelimesinin üzerinde durarak, verdiği his ve heyecanı yudum yudum içerek söylüyordu. O an, kendi ninnisini söyleyen bir bebek gibiydi; türküler mırıldanırken uykuya daldı.

Gün doğmadan uyandı. Öğleye kadar at sürdü. Mingi Tav’daki4 bir mağaranın önüne geldiğinde arkadaşının beklemekte olduğunu gördü. Kucaklaştılar. Bu, Ocukoğlu Musa idi. Arslanbek’in akranıydı, silâh arkadaşıydı. Birlikte sırt sırta vererek Rus askerlerine karşı savaşıyorlardı. Mingi Tav, Rus askerlerine mezar oluyordu. Birlikte tuzaklar kuruyorlar, birlikte vuruşarak ölüm çizgisi üzerinde ölüme meydan okuyorlardı. Ruslar, bütün uğraşmalarına rağmen Mingi Tav’a hakim olamamışlardı. Daha kötüsü, meydan muharebesi yapmışçasına asker kaybetmiş, iki Türk’ün hakkından gelememişlerdi.

Bu iki Türk’ten birini öğrenmişlerdi; biri Ocukoğlu Musa idi fakat diğerini, Arslanbek’i bir türlü tespit edememişlerdi. Rusların Karaçay köylerine soktukları casuslar bile bilgi edinememişlerdi. Ne Ocukoğlu’nun yerini ne de arkadaşının kimliğini öğrenmişlerdi. Ruslar bütün Kuzey Kafkasya köylerinde ilân ediyorlardı: Her kim olursa olsun, Ocukoğlu Musa’yı görünce haber verecekti. Görüp de haber vermeyen, onu barındıran ve saklayanı bilip de ihbar etmeyen ölümlerden ölüm beğenecekti.

Ocukoğlu gencecikti. Rusların Türk topraklarında at oynatmalarını hazmedemiyordu. Sivil veya asker, Türk’ün işine burnunu sokmaya heveslenen her bir Rus’u temizliyordu; daha doğrusu Arslanbek ile birlikte öldürüyorlardı. Üç bir yanda, beş bir tarafta, bulduklarını vuruyorlardı. Böylece öldürülen Rus sayısı gün geçtikçe artıyor, Rusların öfkesi de kabardıkça kabarıyordu.

İşte bugün bir daha bir araya gelmişlerdi. Arslanbek Ocukoğlu’nun işaretini alır almaz hemen yola koyulmuş ve buluşma yerine gelmişti. Atları yakınlarında otlarken kendileri çam dibine uzandılar.

–Anlat Musa! Mingi Tav’da ne var ne yok? Yeni avlar var mı?

–Bugün nasibimiz bol arkadaş. Bu civarda, tam yüz kişi olduğunu tahmin ettiğim bir süvari birliği var; bizi arıyorlar.

–Ölümü arıyorlar!

–Doğru…

Bu arada ikisi de düşündü. Yüz kâfirin daha kılıçtan geçirilmesi zevkiyle hayal kurdular. Bu sefer sayı pek fazlaydı, işleri de o nispette zor olacaktı. Sessizliği Arslanbek bozdu.

–Onları öyle bir dar yerde kıstırmalıyız ki… Öyle doğramalıyız ki içlerinden hiçbiri kurtulmamalı. Böyle bir yer…

İkisinin de dudaklarından aynı kelime çıktı:

–Geçit Yeri…

Durulmazdı artık. Hemen ayağa kalktılar. Kucaklaşıp helâlleştiler. Atlarına binerken ikisinin de dudaklarında besmele vardı. Atlarını sürdüler, sürdüler… Geçit Yeri’ne vardıklarında Ruslar ters yönde gidiyorlardı.

–Kalabalık gelmişler! dedi Ocukoğlu.

–Anlaşılan korkuyorlar, canları pek tatlı, diye karşılık verdi Arslanbek.

Hemen orada, çarpışmanın planlamasını yaptılar. Rusların Geçit Yeri’ne doğru gelmelerini ve oradan geçmelerini sağlayacaklardı. Musa, geçidin girişindeki çamların arkasına, görünmeyecek bir şekilde gizlendi. Arslanbek, bir tepeye çıkarak iyice görünecek bir şekilde durdu, tüfeğini havaya sıktı. Mingi Tav’ın yamaçları, tüfek sesi ve Arslanbek’in narasıyla yankılandı:

–Topraklarımızdan defolun!

Ruslar durakladılar. Önce silâh sesinin ve naranın nereden geldiğini tahmin etmeye çalıştılar ve sonunda buldular. Karşı tepede, tek başına bir kişi, tüfeğini kendilerine doğru sallıyordu. Yüz kişilik birliğe karşı tek kişinin karşı koyması anlaşılacak gibi değildi. Bu Türklerde akıl yoktu… Eceline susamış bu Karaçaylıya karşı at sürdüler. Yine de ihtiyatlı davranıyor, çevreyi kontrol ediyorlardı. Arslanbek, Ruslar yaklaşınca geçide girdi ve kaçıyormuş gibi at sürmeye başladı. Onu takip eden Ruslar da geçide daldılar; az sonra, ancak tek atlının yol alabileceği eğri büğrü geçitte tespih tanesi gibi dizilmişlerdi. Uçuruma yuvarlanmamak için dikkatli fakat Arslanbek’e yetişebilmek için de olabildiğince hızlı gitmeye çalışıyorlardı.

Son Rus atlısı da tuzağa girince Ocukoğlu, gizlendiği yerden çıktı, atını hızlandırdı, yetişti. Kılıcıyla birini hakladı, sonra birini, birini daha… Ocukoğlu’nun kılıcı biçim sizyerde, zorlu bir zamanda yakalamıştı Rusları. Hiç aman vermiyor, hasımlarını birer birer haklıyordu. Rus askerlerinden bazıları dönerek karşılık vermek istedilerse de o daracık yol, o kadarcık manevra için bile yeterli değildi. Dönerek Ocukoğlu’na saldırmak isteyen birkaç Rus, atıyla birlikte uçuruma yuvarlandı. At kişnemeleri ve Rusların feryatları birbirine karışıyordu. Bazı Ruslar, tüfeklerini kullanmak isteseler de kimisi arkadaşını vurma ihtimali karşısında tetiğe basamıyordu; kimisi de silahını kullansa da ya kendi arkadaşını vuruyor ya da attığı boşa gidiyordu. Eğri büğrü ve daracık yolda, yolun içine kadar girmiş ağaçlar, yolculuğu olduğu kadar nişan almayı da zorlaştırıyordu.

Kaçıyor gibi görüntü vererek gitmekte olan Arslanbek, Rusların tuzağa düştüğünü görünce durdu. Üzerine teker teker gelmekten başka yapacak bir şeyi olmayan Ruslara karşı kılıç sallamaya başladı. Yüz yüze geldiği Rus askerlerinden bazılarının üzerine sinmiş bulunan ölüm korkusunu bakışlarından okuyordu. O an, “Karşımdaki de bir insan!” düşüncesiyle beliren acıma duygusunu hemen bastırıyor; en ufak bir gevşekliğin kendi canına mal olacağının şuurunda, karşısındakilerinin cansız bedenlerini uçuruma yuvarlamaya devam ediyordu. Bir taraftan da söyleniyordu: “Neden topraklarımızı işgal ve bizi tutsak ettiniz? İnsanlarımıza neden zulmediyorsunuz? Kendi topraklarınızda, evinizde huzur içinde yaşasaydınız…” Arslanbek’in kılıcından kurtulmak isteyen ve ölüm korkusuyla kaçmayı düşünen pek çok Rus askeri, geriye dönmek istese de başaramıyor; arkasındakine çarpıyor ve birlikte, atlarıyla uçuruma yuvarlanıyorlardı. O gün, o saatlerde geçit yeri ve çevresi kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, Rus feryat ve inlemelerine şahit oluyordu.

Ocukoğlu ile Arslanbek’in arasında üç Rus askeri kalmıştı. Ruslar, bulundukları yerde, korkudan fırlayacak kadar büyümüş gözleriyle aşağı yukarı bakındılar. Ne yukarıya, dik yamaca at sürmek mümkündü ne de aşağıya, uçuruma; kaçıp kurtulmaları mümkün değildi. Onların akıbeti de diğerleri gibi oldu. Mingi Tav’ın Geçit Yeri, yüz civarında Rus atlısına mezar olmuştu. Muzaffer iki yiğit kucaklaştılar.

–Ellerin dert görmesin, dedi Arslanbek.

–Türk milleti sağ olsun, dedi Musa.

Yorgun fakat mutluydular. Oradan hemen uzaklaşmaları gerekiyordu. Birlikte uzunca bir süre yol aldılar. Uzakta, bir yayla evi görünmüştü, evin önünde de birisi vardı ancak kim olduğu anlaşılmıyordu. Arslanbek, atının dizginini çekti.

–Orada bir Karaçaylı var. Beni görüp tanımaması gerek, dedi. Gitmeliyim…

Kucaklaşıp ayrıldılar. Arslanbek, yayla evinin önündeki kişinin görüş mesafesinden çıkıncaya kadar, köyü Ullu Karaçay’ın aksi yönünde at sürdü; daha sonra yönünü köyüne çevirdi. Tanınmaması, bilinmemesi için böyle davranması gerekiyordu.

Ocukoğlu, yayla evine doğru at sürdü. Tahmin ettikleri gibi ev, Karaçaylı bir hacınındı. Hacı, Ocukoğlu’nu karşıladı.

–Hoş geldin yiğit, dedi. Kimsin, kimin nesisin?

Musa, atından inmeden, bir çocuk mahcupluğunda kendini tanıttı.

–Bana Ocukoğlu Musa derler.

Hacı şaşırdı.

–Yaa… Sen hangi cesaretle böyle ortalıkta geziyorsun? Seni görüp de haber vermeyen kurşunlanacak.

–Korkuyorsan giderim.

–İn atından Ocukoğlu, dedi hacı öfkelenerek. Rus kâfirinden korkmam. “Hacı, konuğuna bakmadı.” dedirtmem. Ölsem de seni barındırırım. Sen gibi bir yiğit için canım da malım da feda olsun.

–Sağ ol…

Ocukoğlu atından gülümseyerek indi.

1.Kaygı söz aytmak: Baş sağlığı dilemek.
2.Tepsemek: Oynamak.
3.Kazavat Cır: Savaş türküsü
4.Mingi Tav: Kuzey Kafkasya’da, Karaçay-Malkar ülkesinde, Karaçay Türkleri ile özdeşleşmiş dağ; Karaçay-Malkar Türklerinin sembolüdür.

Bepul matn qismi tugad.

5 543,77 soʻm