Kitobni o'qish: «Yaban Gülü»
Güzide Sabri, 1883 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Çamlıca’da, Koşu Yolu’ndaki köşklerinde büyümüştür. Kendisine yazma arzusu verdiği için burası yazarın hayatında çok önemli bir yere sahiptir. İstibdat devrinde babasının Sivas’a sürülmesi, Güzide Sabri’nin hem ruh hem de beden sağlığını çok etkilemiştir. Babası Tokat’a nakledildiğinde annesiyle birlikte bir müddet burada yaşamış, daha sonra Bursa’ya gelen babasının yanında yılın birkaç ayını geçirmiştir. Beyoğlu Birinci Kâtibi Ahmet Sabri Bey’le evlenen yazar, evlendikten sonra da yazmaya devam etmiştir.
Henüz 16 yaşında ilk romanı Münevver’i kaleme alan Güzide Sabri, Servet-i Fünun edebiyatının etkili olduğu dönemde yazmış olsa da bu gruba katılmamış ancak asli temalarını eserlerine taşımıştır. Münevver, verem edebiyatının tüm karakteristik ögelerini barındıran ilk eserdir.
Yazdığı dönemde büyük ilgi gören Güzide Sabri, popüler edebiyat türünde pek çok romana imza atmıştır. Popüler edebiyata getirilen en büyük eleştiri, mesaj verme kaygısından uzak olmasıdır. Yaşadığı ve yazdığı dönemde Osmanlı Devleti büyük çalkantılardan geçerken Güzide Sabri de Yaban Gülü hariç romanlarında bu konulara yer vermemiştir. Cumhuriyet döneminde ise köy ve yerli unsurlara daha çok yer vermiş, hatta yüceltmiştir. İlk kadın kara sevda yazarı olarak tanınan yazar, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ile âdeta bütünleştirilmiştir.
Daha çok romancılığıyla tanınsa da çeşitli dergilerde takma isimle hikâye, şiir ve makaleler de yayımlamıştır. Takma adla yazmasının sebebi, eşinin edebiyat dünyasında tanınmasını, adının duyulmasını istememesidir.
Kadınca bir duyarlılıkla yazan, romanlarında ana karakter olarak hep kadınlara yer veren Güzide Sabri, zaman zaman biyografik ögeler de kullanmıştır. Örneğin Münevver romanının başkahramanı Münevver, gerçek hayatta da Güzide Sabri’nin arkadaşıdır.
1946 yılında Giresun’da hayata gözlerini yummuştur.
Romanları: Münevver, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, Yaban Gülü, Hüsran, Hicran Gecesi, Necla, Mazinin Sesi.
Leyla, Bursa’nın ufak, şairane manzaralı bir köyünde çamur sıvalı, toprak damlı bir kulübenin basık çatısı altında dünyaya gelmişti. Zavallı yavru; hayatın ilk sıcak nefesi ciğerlerini yaktığı, ilk ağlayışıyla ağzını açtığı dakikalarda, talih, kendisini ısınacak, barınacak, sokulacak bir ana kucağından ebediyen mahrum etmiş, babasının himayesine sığınmaya mecbur olmuştu.
Köyün harap mezarlığından üzgün ve yorgun dönen zavallı babası, acı gözyaşlarıyla kızaran gözlerini bu karanlık kulübenin içine çevirdiği zaman, bezlere sarılı minimini öksüzün komşulardan bir kadının kucağında, okşanmadan, perişan bir hâlde mışıl mışıl uyuduğunu gördü. O anda duyduğu acı, bu saf köylünün yüreğini sızlatmıştı.
Çaresizliğin yeisiyle fikrini kaplayan siyah bulutlar arasında şaşırmış olduğu hâlde, başını elleri arasına alarak çocuğun önüne oturdu.
Gözlerinden akan sıcak yaşlar, çocuğun masum yüzünün üzerine damla damla akıyor; onu açlıktan, sefaletten öldürmek, bir baba yüreğini parçalayan ikinci bir matem oluyordu.
Sakin ve solgun bir karanlık içinde, bir köy hayatının fukaralığı ortasında ve bu is kokan kulübenin oyuk ve nemli duvarları arasında, iki elleri koynunda, bir âcizlik ve perişanlık ile ağlayan bu üzgün köylü birdenbire çocuğu kucağına aldı.
Taze, pembe yanaklarını hafifçe kokladıktan sonra gözlerini kaldırdı.
Kendisine acıyan bir nazarla bakan komşu kadına hitaben:
“Nefise nine.” dedi. “Çimenli Fatma’nın öksüz bıraktığı bu kızı sana emanet ediyorum. Buna sen bak!..”
Kadın fena hâlde bozuldu, bu söz hiç hoşuna gitmemişti. Lakin senelerden beri komşusu olan Ahmet Çavuş’u, şu acıklı hâlinde bütün bütün üzmemek için, başını önüne eğerek yavaşça:
“Peki.” demişti.
Ahmet Çavuş ise Nefise ninenin şu tekliften memnun olduğunu anladığı için cebine soktuğu elini, kadına doğru uzatmış ve mecidiyelerin kulağı okşayan sesi, bir babanın yalvaran sözlerinden ziyade onun kalbini yumuşatarak:
“Sen hiç merak etme Ahmet Çavuş, elimden geldiği kadar kızına bakarım.” diye söz vermiş ve aynı zamanda bu minimini yavruyu babasının kucağından almak için kollarını uzatmıştı.
O günden sonra her gün zavallı adam dağa çıkar, kestiği odunları şehre indirir ve bedelini Nefise nineye verirdi.
Nefise nine, ona “Leyla” ismini vermişti.
Zira şimdiye kadar hayalinde Kays’ın sevgilisi Leyla kadar hiçbir kadının güzel olması ihtimalini yaşatmamış olan bu saf kadın; bu ismi ancak bu küçük kıza layık görmüştü.
Çocuk günden güne büyüyordu. Babası akşamları gelir, onu kucağına alır, altın gibi sarı saçlarını, pembe yanaklarını kokladıktan sonra, Nefise ninenin kolları arasına bırakarak kulübesinin karanlık damı altına çekilir, orada akıttığı gözyaşlarıyla kederini gidermeye çalışırdı.
Bir gün Ahmet Çavuş yine odun kesmeye gitmiş fakat akşama dönmemişti. Ertesi gün ve gecesi de görünmemişti. Nihayet birkaç gün sonra ormanın kıyısında akan coşkun bir derenin kenarında, bir ağaç kütüğüne takılmış cesedi bulundu.
Biçare adamın odun keserken kazaen düştüğü; hırçın, coşkun suların cereyanı ile sürüklenip öldüğü anlaşıldı.
Artık Leyla hem öksüz hem de yetim olarak Nefise ninenin kolları arasında kalmış, istikbalin korkunç karanlığı, o günden itibaren onun küçücük varlığını sarmaya başlamıştı.
Zira Ahmet Çavuş’un ölümüyle küçük Leyla’nın bir angarya olarak başına kalması, Nefise nine için büyük bir felaket olmuş; bu zavallı kızın vücudu, ağır bir yük gibi omuzlarına çökmüş, canından usanacak kadar derin bir yeise kapılmıştı.
Gerçi çocuk; pek sakin, pek uslu ise de her günkü meşguliyetleri onunla uğraşmaya müsait değildi.
Leyla’nın genellikle günleri komşu evlerinde, sokak ortalarında, kapı önlerinde geçiyordu.
Nefise nine, ara sıra köyden vilayete iner; tarhana, yoğurt gibi yapmış olduğu şeyleri tanıdığı konaklara satar ve akşama köye döndüğü zaman Leyla’yı, kapının önünde bir taş üstünde kendisini bekler bulurdu.
Çocuk, beş-altı saatlik bir ayrılığın verdiği sokulganlıkla ona kollarını uzatarak kucağına sokulmak arzusunu gösterirken onun soğuk ve aksi bakışıyla karşılaşır; mahzun bir tavırla boynunu bükerek sanki ondan ufak bir iltifat, hafif bir tebessüm bekler gibi karşısında durur; bilmeyerek, anlamayarak pek derin bir muhabbetle sevilmeye muhtaç olduğunu anlatmaya çalışırdı.
Analık şefkatinden mahrum olan bu kadın; iki yaşındaki bir çocuğun bütün ruhi ihtiyaçlarıyla dilendiği tatlı bir bakışı bile esirgeyerek ve önüne çamur gibi bir parça ekmeği atarak bir tarafa çekilirdi.
Biçare yavru! O, bir lokma ekmeği yedikten sonra “anne” bile demeye cesaret edemediği bu kadının gösterdiği yere gider, başını katı bir yastığa koyarak uyuyakalırdı.
Bir sabah erkenden Nefise nine, eşeğini hazırlamış, Leyla’yı da bir heybenin içine koymuş, bir de ufak bohça alıp şehrin yolunu tutmuştu.
O akşam ve ertesi akşam geri dönmeyen Nefise nineyi merak eden köylüler, birbirinden sormaya başlamışlardı. Nihayet dört gün sonra eşeğin heybesi boş olarak kadın köyüne gelmiş ve ağır bir yükten kurtulmuş gibi derin bir nefes almıştı.
Onu merak eden komşular, köye niçin yalnız geldiğini ve Leyla’yı nereye bıraktığını merak ederek etrafını sarmışlardı.
O, gülerek anlatıyordu:
“Leyla’yı…” diyordu. “Vilayetin en büyüklerinden birinin konağına evlatlık verdim, çocuk şimdi rahata düştü. Zengin bir efendinin bir tek kızı oldu. Fena mı yaptım?”
Nefise nine sözünü bitirdikten sonra güzel Leyla’dan ayrıldığına hiçbir teessür göstermeden, evinin kapısını açarak rahat rahat içeri girmişti.
***
Akdeniz’e hareket etmek üzere olan büyük bir posta vapurunun birinci mevki yolcularına mahsus salonunda bulunanların arasında; kıyafeti gayet düzgün, kırk beş-elli yaşlarında tahmin edilen bir zat ile sarı saçlı, pembe yanaklı, tombul ve iki yaşlarında kadar görünen minimini bir kız bulunuyordu.
İkisi de salonun tenhaca bir tarafına çekilmişlerdi.
Çocuk, elinde süslü bir bebekle oynarken Rahmi Bey ruhundan taşan derin bir sevgi ile onu seyrediyor, bakışlarıyla onun altın saçlarını, pembe yanaklarını okşuyordu.
Zavallı adam, ömründe ilk defa hissettiği bir baba sevgisi ile o kadar mesut idi ki sanki dünyanın bütün sonsuz zevkleri bu küçük yavrunun vücudundan teşekkül etmiş sanıyordu.
Bir aralık eğildi:
“Leyla, kızım, uykun geldi mi?” dedi.
Çocuk, neşeli bir yüz ile ona baktı ve sokulmak arzusunu göstererek başını koluna dayadı.
Rahmi Bey, onu hemen dizleri üzerine aldı ve kıvırcık, parlak saçlarını öperek başını göğsü üzerine bastırdı.
Bu iki kimsesiz hayatın birbirine sarılması pek hoş bir görünüş vücuda getirmişti.
Leyla, hakikaten hiç umulmayan bir saadet içinde yaşıyordu. Köyün ıssız, unutulmuş muhitinden, Nefise ninenin zalim ve lakayıt bakışlarından uzaklaştıran talihi, onu şimdi şefkatli ellere bırakmıştı.
Beyrut’a çıkan yolcular arasında Rahmi Bey’in ailesi de vardı. Leyla, süslü elbisesi, tüylü, dantelalı başlığı ile eşsiz bir çiçek gibi Rahmi Bey’in en eski cariyesi ve evinin en kıymettar bir müdiresi olan Mahinur Kalfa’nın kucağında gidiyordu. Kader, bu kızı bir köylüden dünyaya getirmiş fakat karanlık ve fakir bir hayata layık görmemişti.
Rahmi Bey ve ailesi evvelce kendileri için hazırlanan konağa yerleştiler.
Leyla’nın ilk terbiyesi, Rahmi Bey’in sevgili cariyesi Mahinur Kalfa’ya bırakıldı. Bu kadın, hakikaten çok insan ve yüksek ruhlu idi.
Rahmi Bey ise cidden kibar, asil, kalbi temiz olup, çok sevdiği zevcesinin birdenbire ölümü ile sonsuz bir keder içinde yaşıyordu. Fakat Leyla, bu karanlık hayatın yeni bir ışığı olmuştu.
Çocuk, büyük kalfaya nine; Rahmi Bey’e de baba diyordu. Minimini ruhunda bu kelimeyi söylemeye zorlayan gizli bir kuvvet vardı. O, mutlak anne veya anneciğim demek istiyordu. Mahinur Kalfa kendisine nine denmesinden hoşlanarak, Leyla’nın öksüzlüğü ile kendi yalnızlığında eski zamanlara ait bir benzeyiş buluyor, günden güne artan bir sevgi ile kalbinin dolduğunu anlıyordu.
Rahmi Bey, bu güzel kıza daha güzel bir isim bulmak istemişse de hiçbirini münasip görmeyerek, kulağında pek hoş bir tesir bırakan “Leyla”yı tercih ederek, onu bu isimle çağırmaya karar vermişti.
Güzel Leyla’nın evde şikâyet edilecek hiçbir hâli görülmüyordu. Bütün gün süslü bebekler ile meşgul olur; onları öper, sever, koynuna alır ve uyuturdu.
Rahmi Bey’in bu sevgili evlatlığı günden güne büyüyor, fıtri zekâsı, bilgisi gittikçe genişliyordu.
Beyrut’ta dört sene oturmuşlardı. Artık bu zamanlar ciddi bir tahsil ve terbiyenin başlangıcı olmuş, ilk terbiyesi bittiği için kalfa onu hocalarına bırakmaya mecbur kalmıştı.
Leyla’da okuyup yazmak ve her şeyi öğrenmek hevesi o kadar çoktu ki… Hocaları, Rahmi Bey’e nihayetsiz takdirlerde bulunurdu. Musikide de aynı heves ve terakki ile çalışmak istidadı görülüyordu. Rahmi Bey onunla son derece iftihar ederek Beyrut’un en muktedir muallimlerini konağına toplamış, manevi evladını onların eline bırakmıştı.
Zaman geçtikçe bu kızda harikulade bir güzelliğin ilk izleri görünmeye başlıyordu. Koyu yeşil ile siyahın karışmasından hasıl olan gölgeli ve şahane gözleri, bakışlarına baygın ve süzgün bir güzellik veren uzun kıvırcık kirpikleri vardı. Dişleri o kadar beyaz ve düzgün idi ki dudaklarının arasında parlak bir sıra inci gibi görünürdüler. Güneşin altın ışıklarını andıran saçları ise güzelliğine bir büyüklük ilave ederdi. Rahmi Bey bu saçları okşadıkça, ileride bu kızı itina ile saklamaya mecbur olacağını düşünüyordu.
Bir akşam Beyrut’un en meşhur musikişinasları selamlıkta toplanmışlardı. Şarkılar birbirini takip ediyor, sanatkârların ellerindeki musiki aletleri kederli bir kalbin takatsiz iniltileri gibi titriyor, dinleyicilerini müteessir ediyordu.
Bu sırada Rahmi Bey’in dikkatli bakışları Leyla’ya dönmüştü. Musikinin bu masum ruhta hasıl edeceği tesiri anlamak istiyordu. Çocuk o kadar derin bir zevk içinde dinliyordu ki babasının kendi üzerine çevrilen bakışlarından bile haberi olmuyordu. Selamlıktaki misafirler bu kadar küçük bir kalpte mevcut olan duyguyu hayretle karşılamakta idiler.
Rahmi Bey bir aralık eğilip eliyle Leyla’nın saçlarını okşamıştı. Bu temas ile tatlı bir uykudan uyanır gibi başını kaldırmış olan Leyla, en masum bakışlarıyla Rahmi Bey’e bakmış, sonra başını onun göğsüne dayayarak derin derin içini çekmişti. Gece herkes odalarına çekildikten sonra Leyla yatağına girmiş lakin uyuyamamıştı. Dinlediği udun yanık sesleri, o mavalların, o içli ahların inleyen akisleri ruhunda derin bir iz bırakmıştı.
Sabahleyin büyük kalfa gelip beyefendinin kendisini istemekte olduğunu söylediği zaman Leyla, derhâl babasının odasına koştu. Rahmi Bey ayakta duruyor, elinde minimini sedefli bir ut tutuyor ve:
“Kızım.” diyordu. “Bu udu sana aldım, memnun oldun mu?”
O zaman çocuk koştu. Kollarını babasının boynuna doladı ve:
“Ah!..” dedi. “Rüyamda sabaha kadar hep bunu gördüm. Kucağımda böyle süslü minimini bir ut varmış, ne güzel çalıyordum.”
Rahmi Bey gülerek:
“Piyano derslerinin hariç bir zamanında biraz da Arapça, ut öğrenirsin diye düşündüm, herhâlde pek fena bir saz değildir.” diye cevap veriyordu.
Leyla sevincinden ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Mütemadiyen Rahmi Bey’in ellerini öpüyordu. O da onun pembe yanaklarını okşuyordu. Kalfa ise karşıdan, öksüz bir kızla evlat muhabbetinden mahrum bir kalbin ruhi ve tabii ihtiyaçlarını seyrederken pek müteessir oluyordu.
Seneler geçtikçe Leyla parlak güzelliği ile görenleri hayran ediyordu. Gözlerindeki sihirli bakışlar, tavırlarındaki sadelik daha ziyade artmış; genişlemeye başlayan omuzları üzerinden yükselen başı daha vakur, daha muhteşem bir eda, endamına ayrı bir ahenk veriyordu.
Artık Leyla eskisi gibi selamlığa çıkamıyordu. Zira erkekten kaçma zamanı gelmiş, halkın gözünden muhafazası lazım gelecek bir çağa vasıl olmuş idi.
İstanbul’dan gelen mektupları babasına genellikle Leyla okur, icabında ise cevabını kendi yazardı. En sık gelen mektuplar Rahmi Bey’in biraderinden idi. Bir gün gelen mektubun içinden genç, güzel bir fotoğraf çıkmıştı. Leyla, bunu bir nevi merak ve hayretle incelemeye başlamış; düşünceli bakışların, vakur, sevimli bir simanın sahibi olan bu resim, onun ruhunda derin bir iz bırakmıştı. Bu genç, güzel amcazadenin hayali günlerce fikrini meşgul etmişti.
Akşamüzeri Rahmi Bey resme sevgi ile baktıktan sonra dudaklarında tatlı ve manidar bir tebessümle: “Ne güzel bir çift…” diye söylenmişti.
Bugünlerde konağın içinde garip bir hazırlık görülüyordu. Suriye’nin, Hama’nın en zarif ve en nefis kumaşları ile salonların döşemeleri yenileniyor. Rahmi Bey’in şahsi işlerinde bir faaliyet görünüyordu. Leyla ise bu hâllerin sebebini tahkike cesaret edemeyen, sıkıntılı bir his ile acı çekiyordu. Şimdiye kadar sakin geçen hayatlarına arız olmak üzere olan değişikliğin ne olabileceğini düşünüyordu. Bir gün büyük kalfanın yanına gitti. Hiç girizgâha filan hacet görmeden:
“Ne oluyor nineciğim? Konaktaki bu hazırlık nedir?..” diye sordu.
Mahinur Kalfa kaşlarını çatarak başını sallaya sallaya: “Ne olacak, ne olacak?.. Beyefendi bu yaştan sonra evleniyor, genç hanım alıyor, bütün hazırlık onun için.” cevabını verdi.
Leyla, gayriihtiyari hayretle haykırmıştı. Evleniyor, bu ne demekti! Düşüncesi birdenbire bu kelimeyi kavrayamamıştı. Çünkü şimdiye kadar bunu bir kere olsun aklına getirememiş, kendisinden başka kimsenin ona yakın olma ihtimalini düşünmemiş, hayatta onu sırf kendisinin olarak tanımış. Ve sevilmek hissinin bütün tabii ihtiyaçlarıyla hakiki bir baba kucağı sandığı bu kolların arasına sığınmış, burasını ebediyen kendisinin olacak zannetmişti. Leyla, bugünlere kadar Rahmi Bey’i kendi öz babası olarak tanıyordu.
Genç kız bir şey söylemeden kalfanın yanından uzaklaşarak odasına çekildi. Kalbini garip bir keder kaplamıştı. Sakin ve mesut geçen günleri artık tarihe karışıyordu. İlk defa olarak kalbinde sızlayan bir acı duydu. Fakat henüz kederin, acının ne olduğunu tatmamış olan Leyla bu hissin hakiki manasını anlayamamıştı. Gözleri denizin ufuksuz boşluğuna daldı. Uzun kirpikleri üzerinde hayatın ilk keder yaşı parlıyordu.
Bir sabah uyandığı zaman konakta her günden farklı bir telaş, bir hazırlık olduğunu gördü. Büyük kalfa bilhassa kendini çağırıp gelin hanımın geleceğini bildirdiği zaman Leyla hiçbir hayret göstermeden odasına döndü. Zaten bunu beklemiyor muydu?
Saçlarını taradı, sonra çehresine pek yaraşan yeşil elbisesini giydi. Gençliğinin gözleri kamaştıran güzelliği içinde aşağı inerken merdiven başında babasına tesadüf etmişti. O, telaşlı telaşlı bir şeyler söylüyor, ötekine berikine emirler veriyordu. Leyla’yı görünce güldü: “Bugün ne güzel bir hanım olmuşsun!” dedi. Genç kız, dudaklarında mahzun bir gülüşle, bir tebessümle önüne bakıyordu. Rahmi Bey:
“Ne o! Küçük hanım bugün dargın gibi duruyorsun? Hani sen her vakit babanı öperdin, değil mi! Seni yaramaz seni!..” diyerek saçlarını okşadı. Bu esnada herkes aşağıya doğru koştu. “Gelin geliyor!” sesi, konağın içinde birdenbire bir telaş hasıl etmişti.
On dakika sonra bütün gözler merdivene dönmüştü. Beyaz elbiseler içinde uzun boyu, orantılı endamıyla narin bir vücut, beyaz bir tül ile örtülmüştü. Güzel bir sima göründü. Leyla olanca dikkatiyle bakıyordu, bu kadın düşündüğü gibi değil bilakis pek güzel ve pek sevimli görünüyordu. Zavallı çocuğun müessir bir hülya ile sıkılan kalbi, şimdi biraz müsterih olmuştu. Herkes çekildikten sonra gelinin bulunduğu odaya girdi. Bir yer bularak karşısına oturdu. Salonun bir köşesinde bir vakar ve kibirle oturan bu gelin hanım, iri siyah gözleriyle kendisini derin derin süzüyordu. Genç kız bu bakışların altında o kadar utandı, o kadar sıkıldı ki bir dakikada bütün vücudu sıcak bir ter içinde kaldı! Bir aralık orada bulunan kadınlardan biri kendisini göstererek yanındakine gizlice:
“Bu kız Rahmi Bey’in kendi kızı mı?” Öteki: “Hayır, evlatlığı.” diye cevap vermişti.
Leyla bu sözleri tamamıyla işitiyordu. Lakin: “Evlatlığı!” Bu ne demekti? Bunu anlayamıyordu. Oturduğu yerden birdenbire kalktı. İçin için ağlıyordu. Zavallı kızcağız bugün hiç görmediği, hiç bilmediği, hiç bahsedilmeyen annesi için o kadar şiddetli hasret, öyle önüne geçilmez bir arzu duyuyordu ki… Annelerinin yanına sokulup oturan çocuklara baktıkça gözleri yaşla doluyordu. Ah!.. Ah ne olurdu, onun da bir annesi olsa! Kendisini her felakete, her tehlikeye karşı şefkatli kucağında saklasaydı!..
O gün akşama kadar mahzun ve müteessir dolaştı. Fikrini daima bir kelime tırmalıyordu. “Evlatlık!..” Bu ne demekti?.. Dünyada onun babasından başka kimi vardı?.. Bunu ninesine sormaya karar vermişti. Her şeyi ondan öğrenecekti.
Gece konağın içi tenhalaştıktan sonra, Leyla odasına çıkarak soyundu. Mevcudiyetinde bir terk edilmişlik hissi vardı. Sanki bu gece dünyada yapayalnız kalmış gibi kederli idi. Bir müddet sonra Rahmi Bey kendisini çağırtmıştı. Odaya girerken gayriihtiyari titriyordu. Birkaç adım atarak oturdu. Rahmi Bey:
“Leyla, yanıma gel, buraya otur.” dedi. Genç kız başını kaldırdığı zaman, kanepesine yaslanmış olan gelinin küçümsemeye benzer bir nazar ile kendisine baktığını görmüştü. Rahmi Bey genç kadına hitaben:
“Gördünüz mü?” diyordu. Leyla pek sevimli, pek nazlı bir kız değil mi? Tabiatındaki uysallıktan memnun olup kendisini seveceksiniz zannederim.
Kadın lakayıt ve biraz müstehzi bir eda ile:
“Şüphesiz.” diye cevap veriyordu.
Leyla yarım saat sonra kendisini dışarı attı. Bunalmış gibi idi. Kalfanın yanına gitmeye ve bu gece onunla yalnız kalmaya pek ihtiyacı olduğundan, onu odasında yalnız bulduğu zaman pek sevindi. Koştu, kolları arasına kendini attı. Başını göğsüne dayadı. Ah… Bu gece bir anne kucağı, bir anne kokusu isteyen ruhu pek ezalı hisler altında eziliyordu.
Mahinur Kalfa onu seviyor, okşuyordu. Fakat bu Leyla’nın ruhunun ihtiyacını doyurmaya kâfi gelmiyordu.
“Nine.” dedi. “Bu gece o kadar çok ağlamak istiyorum ki…”
“Niçin yavrum, buna sebep ne?”
Leyla kalbi yırtılıyormuş gibi içini çekti: “Bilsen, bilsen!..” dedi. “Bana bugün evlatlık dediler. Söyleyiniz nine, ben hakikaten evlatlık mıyım?”
Kalfa bu sual karşısında birdenbire şaşırdı:
“O nasıl lakırtı?” diye söylendi.
“Bilmem, ben de işte size soruyorum.”
“Yanlış.”
“Hayır, yanlış değil, yalnız belirsiz.”
“Bunlar ne münasebetsiz sözler canım! Bu akşam nereden uydurup söylüyorsun?”
“Nine… Vallahi ben uydurmuyorum, öyle söylediler.”
“Kim söyledi canım?”
“Misafirlerden iki hanım…”
“Halt etmişler.”
“Yok yok, nine artık ben çocuk değilim. Bunları söylerken hakikati gizlemeye uğraştığınızı görüyorum. Gözlerinizde öyle derin manalar var ki bana hayatımın acı taraflarını anlatıyor. Lakin ben mukadderatına teslim olmuş bir kızım. Söyleyeceğiniz hakikat ne kadar acı olursa olsun korkmayınız, ben tahammül edeceğim.”
İşin ciddi bir renk aldığını gören kalfa tesirli bir sesle:
“Rica ederim, Leyla… Böyle sözler söyleme. Haydi odana git de rahatına bak. Ben de yorgunluktan bayılıyorum, şimdi yatacağım.”
Leyla, kalfanın meseleyi kapatmak üzere kendisini baştan savmak istediğini anladığı için:
“Bir yere gitmem.” dedi.
“Canım ne söyleyeyim, bir şey bilmiyorum ki…”
“Her şeyi, her şeyi biliyorsun da söylemek istemiyorsun.”
“Allah Allah… Bu gece seninle derde çattım. Çok nefes tüketecek hâlim yok. Yorgunum diyorum, anlamıyor musun?”
“Ben her şeyi anlıyorum. Anladığım için soruyorum.”
Kadın önüne bakıyor, aynı zamanda titriyordu. Bu kız er geç bu acı hakikati öğrenmeye mahkûm idi. Başını kaldırarak ona baktı, pek müthiş bir sır söyleyecekmiş gibi korkuyordu:
“Peki…” dedi. “Böyle olduğunu bilsen ne yaparsın?”
“Hiçbir şey. Yalnız mevkimi bileceğim.”
“Bilirsen ne olacakmış?”
“Ona göre davranışlarımı tayin edeceğim.” “Nasıl?”
“Mesela bugün yeni gelen evin hanımına başka türlü itaat, baba dediğim Rahmi Bey’e daha derin bir muhabbet göstereceğim. Onu her zamandan ziyade seveceğim.”
“Niçin?”
“Şimdiye kadar gösterdiği şefkat, muhabbet, yaptığı fedakârlık, kendisine karşı olan şiddetli muhabbetime bir de şükran hissi ilave edeceği için…”
“Demek yine kendisini evvelki kadar seveceksin?”
“Hiç şüphesiz… Çünkü dünyada ondan ve senden başka kimseyi bilmiyorum ki…”
Kalfanın gözleri yaşla doldu.
“Biz de senden başka evlat muhabbetinin ne olduğunu bilmiyoruz ki yavrum. On beş senedir sen bizim yegâne sevgimiz, yegâne eğlencemiz, yegâne evladımızdın…” dedi.
Leyla elleriyle yüzünü kapamış, muhitinin derin boşluğu içinde sakin sakin ağlıyordu. Neden sonra başını kaldırıp yaşlı gözlerle kalfaya baktı:
“Nine.” dedi. “Sen annem ile babamı tanıyor musun? Hiç olmazsa onlar hakkında biraz izahat ver. Annem güzel miydi? Babam vicdanlı ve namuslu bir adam mıydı?”
Kalfa başını sallayarak:
“Artık çok oluyorsun…” dedi. “Her şeyi derin derin sorma.”
“Nineciğim, hayatımın en mühim sırrını öğrenmek hakkım değil mi? Niçin beni bundan mahrum ediyorsun? Bu iki zavallı ölünün toprakla örtülen vücutlarından hiçbir hatıram olmasın mı?”
Kalfa üzüntülü bir tavırla:
“Yemin ederim ki ben hiçbir şey bilmiyorum. Seni bize yabancı bir kadın getirdi. Onlar çoktan ölmüşlerdi. Sen bu kadının eline kalmıştın…”
Leyla bir kere “Ah!..” diye haykırdı ve sonra Mahinur Kalfa’nın kolları arasına düştü.
***
Artık konaktaki yaşayış tarzında ve idarede mühim değişiklikler yüz göstermeye başlamıştı. Pakize Hanım elinde anahtarlar, ötekine berikine emirler veriyor, büyük kalfayı çağırarak Leyla için ona bir şeyler söylüyor, sonra zavallı kızı görür görmez içinden bir öfke ile:
“Baksana kızım! Kitaplarını ve yazıhaneni, ufak tefek neyin varsa en aşağı kata indir. Bundan sonra hocaların oraya gelsinler. Sende artık büyük kalfanın yanında yat. Odalar yetişmiyor, orasını kendime misafir odası yapacağım. Anlamıyor musun?” diyordu.
Birdenbire büyük bir konağın, yüksek bir mevkinin sahibesi olduğu için ne oldum delisi olan bu şımarık kadının sözlerinde, itiraz kabul etmez bir katiyet vardı. Emre itaat mecburi olduğu için biçare Leyla kaç senedir severek yattığı bu küçük sevimli odadan karyolasını bozdu, yatağını kalfanın odasına indirdi. Kitaplarını, yazıhanesini, bütün sevdiği bu kıymetli eşyalarını en aşağı katta karanlıkça bir odaya yerleştirdi. Bu işleri hiç kimseye şikâyet etmeden gördü. Sofada kalfaya tesadüf eder etmez kalfa kendisine:
“Gördün mü Leyla, başımıza gelenleri?” diye şikâyete başlamıştı. “Bütün kabahat bizim efendide.” diyordu. “Ne olacak, dayısının yanında adi bir besleme gibi büyümüş; terbiyeden, görgüden mahrum olan bir kızı hanım diye başımıza getirirse işte böyle evin içi altüst olur. Dünyada sonradan görmek kadar fena bir şey yoktur. Ah… Rahmetli hanımefendiciğim gözlerini aç da bak, kırkyıllık evin barkın ne hâllere girdi. Kocan bu yaştan sonra gönül budalası oldu.”
Kalfa pek buhranlı idi. Leyla bu sözleri dinlemek istemediğini anlatan bir tavırla:
“Nemize lazım, nineciğim.” dedi. “Onun ne mazisine ne de şimdiki hâline dair söz söylemeye hakkımız var. Yalnız o bizimle uğraşmaktan vazgeçse emin ol ki kendisini seveceğim ve memnun etmeye çalışacağım. Fakat niçin bilmem, kendisi bizden hoşlanmadı. Ben ne yaptım, hem ne yapabilirim değil mi? Benim gibi zavallı öksüz bir kız…”
Günler, aylar geçtikçe Pakize Hanım’ın kahır ve cefası, hiddet ve nefreti daha ziyade artıyordu. Leyla’yı o kadar kıskanıyor, ona o derece haset ediyordu ki o sırma gibi parlak saçlarını yolmak, o eşsiz gözlerini çıkartmak, âleme karşı onu çirkin ve menfur göstermek arzusu ile yanıyordu. Ah bu kadar güzel, bu kadar müstesna olmasaydı… Bununla beraber mükemmel bir tahsil, mükemmel bir musiki ve esaslı bir terbiye… Evet, Leyla’nın sahip olduğu meziyetlerin hiçbiri kendisinde yoktu. Bunu anladığı için daha ziyade üzülüyor, daha ziyade harap oluyordu. Bir evlatlık, adi bir köylü olduğu hâlde kendisinden kat kat üstündü. Bu çekememezlik her dakika onu öldürüyordu.
Rahmi Bey Leyla’nın çektiği üzüntüyü, uğradığı hakareti görüyor, fırsat buldukça onun kırık gönlünü almaya uğraşıyor. Gizli gizli:
“Leyla kızım.” diyor. “Bu hırçın kadının hareketlerini hatırım için hoş gör. Bir gün onların hepsinden vazgeçecek. Sabret, kusuruna bakma…”
Leyla bu sözleri dinlerken Rahmi Bey’in gözlerinde aşkının şiddetine tercüman olacak kadar kuvvetli parıltılar görüyor ve bu kuvvetin şiddeti altında her türlü meşakkate dayanmaya razı olacağını anlıyordu.
Bir gün kalfa:
“Biliyor musun Leyla?” demişti. “O seni kıskandığı için böyle yapıyor. Çünkü sen çok güzelsin, sonra ruhen ve his bakımından ondan yükseksin. O senin yanında hiç değeri kalmadığını gördüğü için böyle kuduruyor, patlıyor. Sonra sana hücum ediyor. Hiç müteessir olma, hiç üzülme yavrum. Tahammül ile selamete çıkacağına emin ol.”
Mahinur Kalfa’nın bu düşüncesi tamamıyla hakikate uygun olduğu hâlde hayatı boyunca haset denilen fenalığı hissetmemiş olan Leyla, temiz bir vicdan ile bu sözlerin varlığına ihtimal vermeyerek dinliyordu.
***
Bir gün İstanbul’dan fena bir haber aldılar. Feridun Bey, bunu amcasına yazıyordu. Babası ansızın kalp sektesinden ölmüştü. Rahmi Bey senelerden beri hasret olduğu biraderinin ölümüne son derece müteessir oldu. Günlerce gözyaşı döktü. Leyla da çok müteessir olmuştu. Bu hiç görmediği amcanın matemini kalbinde sakladı. Feridun’un ne elemli günler geçirdiğini düşündü. Bu düşünce anlamadığı bir sebepten dolayı ruhunu üzdü.
Aradan iki sene daha geçti. Leyla on yedi yaşını bitiriyordu. Kahırlar ve zulümler içinde geçen bu uzun zaman, hayatının en azaplı safhalarıydı.
Bir akşam Rahmi Bey büyük bir sevinçle geldi. “Padişah emri ile İstanbul’a gidiyoruz.” dedi. Bu müjde, konak içinde pek büyük bir sevinçle karşılandı. Her tarafta bir hazırlık, herkeste bir telaş vardı. Pakize Hanım kaç senedir görmediği biraderine kavuşacağı için memnun, Leyla İstanbul’u hiç görmediği için garip bir merak içinde idi. Zira Rahmi Bey, Sultan Abdülhamid’in izni olmayınca İstanbul’a gidemeyenler arasında bulunan ekâbirden idi. Feridun Bey’e hareket edecekleri günü bildiren bir telgraf çekildi ve o hafta hareket eden posta vapuru ile hareket olundu.
Rahmi Bey’in merhum biraderi Emin Bey’in konağında aile reisi olarak Feridun’un annesi Süreyya hanımefendiden başka kimse yoktu. Bu hanenin idaresi ve geçimi pek muntazam olup Emin Bey hayatta iken bile bir şeye karışmazdı. Evin bütün idaresi hanımefendinin nezareti altındaydı. Zaten serveti tamamıyla kendine ait olup bunu da pek yolunda idareye muvaffak olmuş ve hayattaki bütün mesai ve muhabbetini yegâne oğlu Feridun Bey’e hasrederek çocuğun tahsili ve terbiyesine ait vazifelerini ancak ifa eylemişti.
Feridun, yirmi altı yaşında bir genç olduğu hâlde babasından ziyade annesinin nüfuzu altında yaşardı. Bu idareli kadın, oğlunu akranları arasında en ciddi ve metîn bir tahsil ile yetiştirmişti.
Feridun arkadaşları arasında ahlakının iyiliği, terbiyesi, zekâsı ve iktidarı ile tanınmıştı. Şimdiye kadar hiçbir kadının arkasından koşmak için yorulduğunu hatırlamayan bu genç adam bu adi heveslerden, geçici sevgilerden nefret eder; aşkı bir oyun, bir eğlence olarak kabul edenlere teessüfle bakardı.
Kendisi aşkı, ancak pek yüksek kalplerde yaşayan ve pek kıymettar bir his olarak tanırdı. Onu hiç incitmeden, hiç kirletmeden, hiç hırpalamadan muhafaza etmek isterdi. Henüz daha kimseyi sevmiyor, daha doğrusu sevemiyordu. Bu kadar yüksek gördüğü aşka layık bir kalp arıyor; ölmeyen, eskimeyen, çürümeyen bir bitkiyle bunu orada yaşatmak emelini besliyordu.
Hanımefendi, oğlunun şimdilik sevmek hissinden uzak yaşadığına ve muhabbete bu derece hürmetkâr olduğuna son derece memnun olmakla beraber bu yüksek düşünce ile hiçbir vakit istediği aşkına ulaşamayacağına emin olduğu Feridun’a her suretle kendi beğendiği gibi bir kız alacağını düşünerek seviniyordu.
Bu kadının en büyük kusur ve en çirkin ahlakı, kibirli olmasıydı. Hemen hemen kendinden aşağı olanlarla lakırtıya tenezzül etmeyecek kadar gururu vardı. Asaletini, mevkisini pek yüksek görür ve bundan mahrum olanları hor görürdü. Sözleri pek ağır ve pek vakurdu. Hiçbir kadını, hiçbir kızı oğluna layık göremezdi. Tahakkümü pek sever ve dünyada kendisinden başka kimsenin aklıyla, sözüyle hareket etmez, kimsenin fikrini beğenmezdi. Bununla beraber Feridun, annesini son derece hürmet ve muhabbetle sever ve onun hükmeden ve mağrur bakışları karşısında daima hürmetle söz söylerdi.
Bir akşam Feridun elinde bir telgraf ile geldi.
“Anne.” dedi. “Müjde, amcam geliyor!” Hanımefendi buna cidden memnun olmuştu. Zira kayınbiraderini hürmetkâr bir muhabbetle sevdiği ve senelerden beri görmediği için bu haber onun gözlerinden yaşlar getirerek: “Ah…” diyordu. “Merhum baban da sağ olaydı da bu sevinçli günü göreydi!”
Bepul matn qismi tugad.