Kitobni o'qish: «Ejderhanın Evrimi»
Önsöz
Son üç kış boyunca John Rylands Kütüphanesi’nde verdiğim konferansların detaylarını içeren bu kitabın yöntemi ve kapsamı hakkında okuyuculara bazı açıklamalar yapılması gerekiyor.
Bu konferanslar çok çeşitli konularla ilgilidir. Bu konuları tek bir hikâyede az çok birleştiren bağ, yalnızca “Ejderhanın Evrimi” başlığıyla kurulabilmektedir.
Bu kitap, savaş zamanının zorlu koşullarında az bulunan boş zamanlarda yazıldı. 23 Şubat’ta Manchester Edebiyat ve Felsefe Topluluğu’na “On the Significance of the Geographical Distribution of the Practice of Mummification”1 başlığıyla bazı gelenek ve inançların antik dönemlerde yaygınlaşması hakkında bir makale sundum. İki hafta sonra Rylands’deki konferansımda genel sonuçlar üzerine bir değerlendirme yaptım.2 Bu konuşmalardan ilkinin yayımlanmasının sebep olduğu hararetli tartışmalardan ötürü, bir sonraki Rylands konferansımı “Mısır Mumyalama Uygulamasının Medeniyetin Gelişimiyle İlişkisi” tartışmasına adadım. Birkaç ay sonra bu konuşmamı Bulletin’de yayımlanması için hazırlarken, bu kitabın ilk bölümünü oluşturan konuşmanın detaylandırılması için özlü bir başlık olarak kullandığım “Tütsü Yakma ve Libasyon” meselesi büyük önem kazandı. “Tütsü Yakma ve Libasyon” veya “Ejderhanın Evrimi” ile bağı çok zayıf veya hiç ilgisi olmayan pek çok konunun bu bölümde tartışılmasının sebebi budur.
Suyun hayat vericiliğine olan inancın simgelerinin gelişimi ve bu simgelerin Osiris, Ea, Soma (Haoma) ve Varuna gibi tanrılarda cisim bulmaları hakkındaki bu çalışma, bir sonraki konuşmamdaki “Ejderhalar ve Yağmur Tanrıları”nın tarihinin açıklanması için bir zemin hazırladı.
İlgimi ejderhaya yöneltmemde, Orta Amerika’da Kolomb öncesi döneme ait anıtlar ve elyazmaları üzerindeki Hint Fili’nin bazı tasvirleri hakkında yapılan tartışma büyük rol oynadı (Nature). Bu harika tasvirlerin anlamını araştırdığım sırada Amerika’nın fil kafalı yağmur tanrısının, Hindu tanrısı İndra (ayrıca Varuna ve Soma) ve Çin ejderhasıyla tamamen aynı olduğunu fark ettim. Bu özdeşliğin keşfedilmesi Amerikan yağmur tanrısının Kamboçya yoluyla Hindistan üzerinden Pasifik’i geçerek Amerika’ya ulaştığı gerçeğini pekiştirdi.
Ejderhalar hakkındaki bu kapsamlı çalışma Ulu Ana’nın, özellikle onun Babil’deki simgesi olan Tiamat’ın, bu meşhur harika yaratığın evrimindeki rolünün önemini kavramamı sağladı. Dr. Rendel Harris’in, Rylands Konferansı’nda “Afrodit Kültü” üzerine yaptığı teşvik edici konuşmanın etkisiyle bir sonraki konuşmamı, “Afrodit’in Doğuşu”na ve tanrıların doğuşu meselesindeki genel tartışmalara adadım.
Bu konuşmaların her biri teklifsiz olarak verilmiştir; ancak konuşmaların yapılmasından genellikle aylar sonra Guppy’nin bu konuşmaların Bulletin’de yayımlanması konusunda ısrar etmesi üzerine çalışmalarımı yeniden düzenleyip önceden çoğunlukla resimler ve bu resimler üzerine yapılan sözlü yorumlarla anlatılan hikâyenin yazıya geçirilmesi zaruri oldu.
Bu detaylandırmalar yapılırken başka meseleler ve yeni bakış açıları ortaya çıktı. Bu yüzden kitapta yazılanlarla bu yazılanların kaynağı olan konuşmalar arasındaki benzerlik giderek azaldı. Böyle farklılıkların oluşması, özünde görsel olan bir içeriğin yazıya dökülmesine girişildiğinde, çok sayıda görsel kopya edilmedikçe kaçınılmazdır.
İlk iki konferansımın her biri, bir sonraki konferans verilmeden önce basıldı. Bu yüzden bunlarda pek çok tekrar vardır ve müteakip konferanslar önceki konferanslarda bahsedilen bulguların daha geniş bir yorumundan ibarettir. Tüm kitabı tekrar gözden geçirme fırsatım olsaydı ve diğer işlerim kitap üzerinde daha fazla çalışmama izin verseydi bu kusurları giderebilirdim. Böylelikle bilgilerin toplandığı ve görüşlerin sıralandığı bir çalışmadan biraz daha tutarlı bir hikâye ortaya konabilirdi.
Kitabın yazarı, ejderha hikâyesi gibi özü itibarıyla karmaşık bir tartışmanın bu şekilde sunulmasının yetersiz olduğunun farkındadır.
Ancak Rylands Kütüphanesi’ne karşı olan sorumluluğum, bütün elverişsiz şartlara rağmen böylesine zor bir işe girişmemi gerektirdi. Bu yüzden bu eser, tutarlı bir tez olarak görülmemeli, yalnızca ejderhanın tarihi hakkındaki bir çalışma için ham bilgi veren bir kitap olarak değerlendirilmelidir. Bulletin of the John Rylands Library’de yayımlanacak olan 13 Kasım 1918 tarihli “Mitlerin Anlamı” üzerine konferansımda, önceki üç konferansımla şekillenen çalışmalardan çıkan sonuçları yorumladım. Bir sonraki kitabım olan “Tufanların Tarihi”nde bütün bulguları ayrıntılı bir şekilde inceleyerek, insanoğlunun yüzyıllardır süren ölümsüzlük iksiri arayışının gerçek hikâyesini aktarmaya çalıştım.
Mısır ve Babil’in en eski kayıtlarında, bir kralı sulama sistemini kuran cömert biri olarak resmetmek âdetti. Zamanla kral, çöle hayat veren suyu bahşeden kişi olmanın da ötesinde suyun hayat vericiliğiyle özdeş görülmeye başlandı. Böylelikle toprağın verimliliği ve insanların refahının, kralın diriliğine bağlı olduğu kabul edildi. Dolayısıyla, kralın kudretinin zayıfladığını gösteren emareler belirdiğinde ve bu yüzden ülkenin refahı tehlikeye düştüğünde, kralı öldürmek mantıklı bir eylem olacaktı. Ancak ölü kralın, öbür dünyada yeniden bir hayat bahşetme gücü kazandığı düşüncesi gelişince kral, toprak ve insanlar için öncekinden çok daha lütufkâr olan tanrı Osiris’e dönüştü. İlk ejderha cömert bir yaratıktı. Suyun simgesi, krallar ve tanrılarla özdeşleştirildi. Ancak Osiris’in düşmanı kötü bir ejderhaydı ve Set’le özdeşleştirildi.
Bununla birlikte ejderha miti gerçek olarak, yaşlanan bir kralın öldürülmeyi reddetmesinden sonra gelişmeye başladı. Ulu Ana, kralı gençleştirmesi için hayat bahşedici olarak anılmaya başladı. Ulu Ana’nın elindeki tek iksir ise insan kanıydı. Kanı elde etmek için insan kurban etmeye zorlandı. Onun kanlı eylemleri, insan katleden bir aslan veya bir kobrayla karşılaştırılıp nihayetinde onlarla özdeşleştirilmesine yol açtı. Katil ejderhanın hikâyesi bu olayın hayli çarpıtılmış bir anlatısıdır. Olayların detaylandırılması süreci her türlü yoruma açıktı, ayrıca Horus ile Set arasında cereyan eden savaşın efsanevi anlatımıyla karışmıştı.
Kanın yerini alacak bir başka unsur ortaya çıktığında, artık insanları kurban etmek gereksizdi. Ancak bu uygulamanın devam ettiğini de açıklamak gerekiyordu. Artık yalnızca bir kurban olmayan insanoğlu günahkâr ve isyankâr oldu (isyankârlığı yaşlanan kral veya tanrıya şikâyet ediliyordu) ve bu ihanetinin bedeli olarak öldürülmesi gerekiyordu. Ulu Ana, kral veya tanrı yerine öç almaya devam etti. Horus ve Set efsanesinde tanrının düşmanları da Horus tarafından cezalandırıldı. Kral Horus tanrıların öcünü alma işini Ulu Ana’dan devraldı. Ulu Ana ay ile özdeşleşirken, Horus güneş tanrısına dönüştü ve Ulu Ana’nın pek çok sıfatını üstlendi. Ayrıca onun oğlu oldu. Mitin daha sonraki aşamalarında, Güneş Tanrısı annesinin tahtını tamamen ele geçirdiğinde, Ulu Ana’nın yıkıcı faaliyetlerinden kaynaklanan kötü şöhreti, onun Horus’un düşmanı Set’in peşinden giden isyankâr insanlarla karıştırılmasına yol açmışa benziyor. Böylelikle kötü ejderha, Ulu Ana ile Set’in özelliklerinin harmanlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu ejderha Babilli Tiamat’tır. Ejderha mitindeki bütün olayların bu karışık silsilesi, birbirinden ayrılması çok güç olaylar karmaşasından türemiştir.
Su tanrısının veya onun düşmanının özellikleri Ulu Ana ve savaşçı güneş tanrısınınkilerle benzeşmeye başladığında bu ilahi özelliklerle özdeşleşen hayvanlar hem tek tek hem de toplu olarak su tanrısının kudretinin somut bir dışa vurumu olarak görülmeye başlandı. Böylece inek ve ceylan, doğan ve kartal, aslan ve yılan, balık ve timsah suyun hayat verici ve yok edici gücünün timsali haline geldiler. Suyun hayati güçlerinin farklı tezahürlerini ifade etmek için bu çeşitli hayvanların parçalarının birleştirilmesiyle çeşitli yaratıklar veya ejderhalar meydana geldi. Bu yaratıkların özelliklerinin detaylandırılması süreci son derece karmaşık bir mitin oluşmasına yol açtı. Ancak ejderhanın hayat üzerindeki denetleyici güçleri, insanın hayati özüyle ve istenen veya istenmeyen bir misafir olarak görülen, herkesin vücudunda bulunan ve insanların kaderini tayin edici iyi ve kötü perilerle karıştırılınca, hikâye daha da karmaşıklaşmaya başladı. Ka ve fravaşi hakkındaki açıklamalarımda bu öğelerin birbirine girdiği bu muazzam karışıklığa da değindim.
Birinci ve üçüncü bölümü yazarken, Başpiskopos Söderblom’un önemli monografisinden haberim olsaydı, bu efsanevi ilginç yaratığın ejderha ile kıyaslanması sonucu mitlerin tarihinde nasıl can alıcı bir rol oynadığını gösterebilirdim. Çünkü ejderha ile kişilerin canlı ruhlarının özdeşleştirilmesi, ejderha hikâyesinin insanların bencil çıkarına hitap ettiğini açıklamaktadır. “Tütsü Yakma ve Libasyon” konferansını yazdığım sırada, ka ve fravaşi meselesinin ejderhayla olan ilişkisi hakkındaki en ufak bir fikrim bile yoktu.
Ama üçüncü bölümde Profesör Langdon’ın “Bir Babil Kralı İçin Kefaret Töreni” adlı çalışmasından bir alıntıyla, ka ve fravaşi’nin Babil’deki muadilinin “yanımda yürüyen tanrım” olarak tasvir edildiğini gösteriyorum.
“Tütsü Yakma ve Libasyon” konferansımda, Ka’nın Mısır’a özgü yorumunun altında yatan fikirlerin aslında İranlıların fravaşi için kullandıkları şeylerle özdeş olduğunu söylemek gibi cüretkâr bir iddiada bulunmayı göze aldım. Ancak bu sırada böyle bir karşılaştırmanın zaten yapılmış olduğunun farkında değildim.
Ka’ya benzer bir şekilde fravaşi de besleyicilik ve doğurganlık gibi aynı fevkalade işlevlere sahiptir. Ancak fravaşi yalnızca Ulu Ana ile değil, su tanrısı veya iyi ejderha ile de ilişkilendirilir. Çünkü fravaşi su kaynağıdır ve toprağa bereket getirir. Fravaşi ayrıca teslisin ilkel yorumundaki üçüncü eleman, Savaşçı Güneş tanrısıyla özdeşleştirilir. Bu özdeşleştirme hem savaşçı güneş tanrısının ifade ettiği kötülüğün şeytani güçleri gibi genel anlamıyla hem de Kanatlı Disk gibi somut bir şekle bürünmüş haliyle yapılmaktadır
Bu açılardan fravaşi, ejderha ile yakından ilişkilendirilir. Varlığına “ilahi ve ebedi” sıfatlarının eklenmesi için, özgür iradeye sahip bir insan suretine bürünen melek ya da ruh haline gelmiştir. Aslında bütün bunlar, erken dönem İranlı psikologların içgüdünün çalışma biçimini açıklamak için giriştikleri ilkel bir çabanın dışavurumudur.
Kitabın birinci ve üçüncü bölümlerinde aslında aynı düşüncenin varyantları olan Yunanların, Babillilerin, Çinlilerin ve Malezyalıların sahip oldukları kavramlara başvuruyorum. Söderblom, Karenlerin kullandığı ilginç bir benzerliğe atıfta bulunur: Karenlerde fravaşi’nin muadili kelah’tır. (bkz. A.E. Crawley, The Idea of the Soul, 1909).
Ejderha mitinin gelişiminde astronomik etkenler çok büyük rol oynamıştır. Ancak bu konu hakkında detaylı bir tartışmaya kasıtlı olarak girmedim. Çünkü bunlar ejderha mitinin ortaya çıkışında öncelikli bir etkiye sahip değildi. Gökyüzü dünyası veya cennet kavramının ejderha hikâyesine eklenmesi pek çok yazarı, mitin ilk ve esas olarak astronomik olduğuna ikna etmekte mühim bir rol oynadı. Ancak, mitin köken itibarıyla yalnızca sulama sistemlerinin kurulması ve ölümsüzlük iksirinin bulunmasıyla ilgili olduğu açıktır.
Nil Nehri’ndeki yıllık su taşkınlarının ilk güneş takviminin oluşturulmasını sağladığı fikrini öne sürdüğümde, Sör Norman Lockyer’ın aynı iddiayı zaten ortaya atmış olduğunun farkında değildim. Hatta Lockyer, benim bu kitapta bir araya getirdiğimden çok daha fazla delille bu iddiasını desteklemektedir.
Bu konferansları hazırlarken sayısız kişiden yardım aldım. Ancak Dr. Alan Gardiner’a, Mısır dilindeki didi kelimesinin “mandrake” olarak çevrilmesinin yanlış olduğuna dikkatimi çektiği için şükran borçluyum. Ayrıca F. Ll. Griffth’e, bu kelimenin doğru anlamını açıkladığı ve bu konuyla ilgili literatürü bana sağladığı için minnettarım. Manchester Müzesi’nde Mısır Bölümü’nde yardımcı asistan olarak çalışan Winifred M. Crompton bakılmadığı takdirde büyük eksiklik yaratacak çok önemli kaynaklardan beni haberdar ederek bana destek olmuştur. Crompton ve Dorothy Davison bu kitaptaki çizimleri yaparak bana yardımcı olmuşlardır. Wilfrid Jackson, konunun anafikrini şekillendiren deniz kabukları ve kafadanbacaklılar hakkında pek çok bilgi vermiştir. Jackson ayrıca kitapta kullandığım birçok kitabı bir araya getirmiştir. Cambridge Üniversitesi’nden Dr. A. C. Haddon, Manchester’da bulunması imkânsız bazı kitapları ve dergileri ödünç vermiştir. Edinburgh Üniversitesi’nden Donald A. Mackenzie özellikle İskoçya ve Hindistan folkloru hakkında beni bilgiye boğmuştur. Rylands Kütüphanesi’nden Henry Guppy ve Üniversite Kütüphanesi’nden Charles W.E. Leigh’e çok değerli destekleri ve tahammülleri için teşekkürü borç bilirim. Burada isimlerini zikrettiğim ve zikredemediğim daha pek çok kişiye şükranlarımı sunuyorum.
Söz konusu konferansların yazıldığı bu üç yıl içinde Dr. W. H. R. Rivers, F. R. S. ve Bay T. H. Pear’ın askeri hastanedeki psikolojik çalışmalarını tecrübe ettim. Bu kitabın her sayfasında bu ilginç deneyimin izlerini görmek mümkündür.
Belki de görüşlerimi şekillendirmemde ve düşüncelerimi yönlendirmemdeki en büyük etken her şeyden çok W. J. Perry’nin teşvik edici çalışmalarıdır. Bu çalışmalar kültürel antropolojiyi gerçek bir bilim haline getirmiş ve medeniyet tarihinin ilk dönemlerinin aydınlanmasını sağlamıştır.
G. Elliot Smith
Birinci Bölüm
Tütsü Yakma ve Libasyon3
Ejderha aslında suyun hayat verme ve yok etme gücünün bir simgesiydi. Bu bölüm, suyun biyolojik kuramı ve medeniyetin diğer kökleriyle ilişkisi hakkındadır.
İster ev ister mezarlık ister mabet olsun, kaba taştan binaların dikilmesi, marangozluk ve duvarcılık zanaatı, heykel yapma, libasyon ve tütsü yakma âdetleri gibi her medeniyette görülen bu temel uygulamaların birçoğunun, benzer işler yapmakta olan diğer halklarla herhangi bir iletişim kurmadan, onların herhangi bir yönlendirmesi olmadan her halkın kendi kendine yapabileceği basit ve açık uygulamalar olduğu herkesçe kabul edilir. Ancak böyle görünüşte alelade işler incelendiğinde onların uzun ve karmaşık bir tarihe sahip oldukları görülecektir. Bir toplumda çok sayıda farklı koşulun bir araya gelerek bu koşulların o toplumdaki bir kişiyi böyle bir keşif yapmaya zorladığı âna kadar, bize şu anda çok açık gelen bu uygulamaları gerçekleştirmek için hiç kimse bir girişimde bulunmamıştır. Ayrıca bilgin mucit kendinden önceki fikirleri bir araya getirip onlardan yeni bir icat ürettiğinde bile yeni bir şey icat ettiğinin farkında değildir. Çünkü o, bu sefer yeni keşfini meslektaşlarına kabul ettirmeden önce onların muhalefetlerine karşı güç bir mücadele vermeye başlamak zorundadır. Aslında o, muhaliflerini yeni keşfine ikna etmeden önce, onların önyargılı fikirlerine ve yapmış olduğu ilerlemenin önemini anlamadaki eksikliğine karşı savaşmak zorundaydı. İnsanlık tarihi boyunca yapılan icatların çoğu, bu gibi durumlarla karşı karşıya kalmıştır. Gelenek, bize basit ve açık gibi görünen böyle icatlar ürettiğinden ya bunların tarihini araştırmak bize gereksizmiş gibi gelir ya da onların çok basit bir şekilde yapıldığını düşünürüz. Ancak bunlar üzerine tekrardan düşünmek gerekmektedir.
Dini törenlerde tütsü yakma ve libasyon âdeti çok yaygındır ve sayısız çeşitliliğe rağmen, gerçek kökenlerini ve önemlerini daha derin bir şekilde incelemek için gereksiz gibi görünen böyle akla uygun yöntemlerle açıklanması mümkündür. Sözgelimi, Profesör Toy tütsü meselesindeki bu soruları özlü bir şekilde hükümsüz bırakır. Toy, “ayinden önce yakılan tütsü gibi şeylerin yiyecek olarak kabul edildiğini, ancak zamanla bu ilkel özelliğin unutulması sonucunda geleneksel bir değerin yakma işlemiyle ilişkilendirildiğini ve daha sorunsuz bir dönemin tanrılar için ambrosia ve nektar gibi daha saf yiyecekleri gerektirdiğini, ama en nihayetinde bunlardan vazgeçildiğini” ileri sürmektedir.4
Şüphesiz ki bu, ortada elle tutulur bir kanıt olmadığı için bütünüyle geçersiz bir varsayım veya bir varsayımlar dizisidir. Dahası, bu tarz açıklamaları doğru çıkaracak herhangi bir erken dönem literatürü bulunuyor olsa bile bunlar hiçbir şeyi açıklamaz. Profesör Toy’un iddiası kabul edilse de edilmese de tütsü yakma meselesi gizemini koruyacaktır.
İddia edilen tüm bu “basit ve açık” olaylar için bahsetmeye değer çok sayıda farklı açıklama öne sürülür. Bu gibi meselelere meraklı olan okuyucu bir ansiklopedi dizisine başvurarak çok sayıda bilgi bulacaktır.5 Yalnızca birini alıntılamak yeterli olacaktır: “Kanlı kurban törenlerinin dinin bir parçasını oluşturduğu tapınaklarda buhur ve diğer baharatlar vazgeçilmezdi. Süleyman Mabedi’nin atmosferi korkunç bir şekilde mezbahayı andırıyor olmalıydı ve ancak tütsünün dumanı rahiplerin ve ibadet edenlerin dayanması için kolaylık sağlayabilirdi. Bu, Asya’daki binlerce diğer mabet için de geçerlidir. Şüphesiz saray eşrafı ve soylular, bu gibi pis ve sağlıksız uygulamalara maruz kalıyorlardı. Bu yüzden bu fena kokuya katlanılabilmesi için bir çareye gereksinim vardı.”6 Antik ve mistik Doğu dünyasındaki dini ritüellerin yirminci yüzyıldaki bir İngiliz sağlık müfettişinin karşılaşabileceği türden bir titizlikten esinlendiğini düşünmek bütünüyle hoş bir anakronizmdir.
1. şekil: Tütsü Yakmanın ve Libasyonun Geleneksel Bir Tasviri (Yeni İmparatorluk Dönemi – Lepsius Sonrası)
Tütsü yakmanın kökenini izah ederken bu kadar çeşitli ve birbirini karşılıklı olarak çürüten sebepler varsa bu, uygulamanın o kadar “basit ve açık” olamayacağı anlamına gelir. Zaten geçmişte de bilim insanları hangi teorinin geçerli olduğu konusunda anlaşmaya varamamıştır.
Ancak öğrenilen yanlışları sıralamanın hiçbir faydası yoktur. Erken dönem literatüründen günümüze ulaşan belgeler sayesinde doğru açıklamaya ulaştığımızda bu yanlışların çelişkileri ortaya çıkar. Ben bunun için Mısır’ın Piramit Metinleri’ni tercih ediyorum.
Bu antik kaynağı incelemeden önce, bu gibi meseleler hakkındaki tartışmaların genel prensipleri gözden geçirilmelidir. Bu bağlamda, totemcilik uygulamasıyla ilgili Profesör Sollas’tan7 alıntı yapmak uygun olacaktır: “Böyle fikirlerin nasıl üretildiğine akıl erdirmek zorsa, bu fikirlerin farklı kavimlerce neredeyse aynı yolla tekrar tekrar nasıl oluşturulduğunu ve farklı çevrelerde bağımsız bir şekilde nasıl geliştirildiğini anlamak çok daha zordur. En azından hepsinin ortak bir kaynağı olduğunu düşünmek en kolayıdır (…) ve dünyanın en ücra köşelerine kadar ulaştırılmış olabilir.”
Tütsü yakma ritüelinin herhangi bir özelliğini ve farklı coğrafyalarda bu ritüelin icra edildiği özgün koşullar hakkındaki bulguları özenli ve önyargısız bir şekilde inceleyen herhangi biri, böyle insan yapımı bir geleneğin icat edildiği merkezden dünyanın geri kalanına yayılmış olması gerektiğini kabul edecektir.
Etnolojik bir konuyla ilgili bu sözde “açıklayıcı izahın” incelenmesiyle dikkate değer bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Olayın içinde olanlar, bu meselelerin kaynağını layıkıyla açıklayacak bir değerlendirme sunamamaktadır. Onlar tütsü yakma ritüelinin çok uzun zamandan beri yapıldığını ve bunun çok yaygın bir uygulama olduğunu bilirler. Geleneğe çok alışmışlardır ve onun devam etmesi için üstü kapalı bazı bahaneleri vardır. Uygulamanın ne kadar tuhaf bir biçimde akıl dışı ve açık bir manadan yoksun olduğunun farkında değildirler. Bu tarz uygulamalar için öne sürülen sebep çoğu zaman, tarihsel süreçte ritüelin icrasına eklenmiş geleneksel anlamların veya ritüeli isimlendirmek için kullanılan ifadelerin yorumlanmasından ibarettir. Genellikle bir etnograf ya da bir apolojist8 libasyon veya tütsü yakma gibi ritüellerin niçin icra edildiğini bilmediklerini, bu ritüellerin onlara tamamen anlaşılmaz ve manasız geldiğini kabul edecektir. Adanmışlığın kutsal bir eylemi olarak seleflerinden onlara miras kaldığı için bu ayini icra etmelerinin altında yatan gerçek sebebi de kabul etmeyeceklerdir. Ritüelin asıl anlamı, antik dönemden aktarıldığı süreç içinde tamamen unutulmuştur. Onlar bunun yerine basitçe, böyle eylemlerin anlamı belliymiş gibi davranırlar. Dini duygular ve safsatalarla oluşturulan büyü bozulduğunda böyle yalandan açıklamaların hilekâr tarafı ortaya çıkar. Buna karşın apolojistler, kendilerini veya müritlerini bilinçli olarak kandırmak gibi bir niyetleri olmadığından tamamen günahsızdırlar. Onlara göre bu gibi ritüellerin yapılacak doğru ve uygun şey olarak nesilden nesle aktarılması yeterlidir. Ancak insanoğlunun içgüdüsel dürtülerine karşın insan zihni, asıl kaynağı bilinmeyen eylemlerin gerçek sebeplerini öğrenmek ister.
İnsan davranışlarının çoğunlukla akıl kaynaklı olduğunu varsaymak, sık düşülen bir yanılgıdır. Günlük hayatla ilgili pek çok psikolojik araştırma, insanın genellikle beklendiği gibi akıl açısından üstün bir varlık olmadığını göstermektedir.9
İnsan pek çok davranışında içgüdülerinin, yaşanmışlıklarının ve içinde büyüdüğü toplumun âdetlerinin etkisindedir. Ancak bir kere eyleme geçtiğinde veya gideceği yol haritasını çizdiğinde nedenlerini haklı çıkarmak için bahaneler üretmeye hazırdır. Çoğu kez bu bahaneler eylemin altında yatan gerçek sebepleri göstermez. Pek az insan sebepler üzerine düşünür veya kendi duygularının, eylemlerinin gerçek değerinin farkındadır. İnsanda, kendisini tatmin etmek için hislerine ve duygularına, yani yaşadıklarının anlamına tercüman olan bir içgüdü vardır. Ancak bu daha çok kendini haklı çıkarmanın bir gereğidir. Yani insan, gizlenen asıl sebebin yerine yapıp etmelerini haklı çıkaracak tatmin edici bir açıklama getirir.
Bu haklı çıkarma sürecinin, insanın yaşamı boyunca edindiği bilgi ve geleneklerin toplamıyla oluşturduğu zihinsel bir tasarıma dayandığı açıktır. Doğduğu andan itibaren sürekli maruz kaldığı etkiler, insanın inançlarının ve görüşlerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. İnsan bilinçli bir şekilde veya farkına varmaksızın bazı sabit fikirleri benimser. Bu fikirler yalnızca dini, ahlaki veya politik olanla ilgili değildir; günlük hayatta çok sık karşılaşılan durumlar hakkında neyin doğru neyin yanlış olduğuyla da ilgilidir. Bunlar, insanın inançlarını ve konuşma biçimini kesin olarak şekillendirir. Bu süreçte aklın şaşırtıcı bir şekilde çok ufak bir rolü vardır. Zira çoğu insan, içinde yaşadığı toplumun geleneklerini çevresinden öğrenir ve böylece bunlar üzerine lüzumsuz yere düşünmek zahmetinden kurtulur. Toplumun uzun süreli geleneklerinin aktarım aracı olan kelimeler, çağlar boyunca yavaşça gelişen ve inceliğiyle insanların düşüncelerine renk katan sembollere ve çoğu insanın belirsiz bir şekilde farkına varabildiği ince anlam farklılıklarına sahiptir.10 Her birey, topluluğunun oturmuş gelenekleriyle karşılaşır. Toplumun inançlarının ve tecrübelerinin semeresinin alındığı bu süreçte her bir fert, pek çok geleneği ve fikri sorgulamadan kabul eder. İnsanlar bunları zaten açık seçik bir şey olarak görme eğilimindedir. Her ne kadar bunlar hakkında bir soru sorulduğunda gerçek hikâyeyi anlatamayacak durumda olsalar da bunları akıllarıyla onayladıklarını veya akılları tarafından yönlendirildiklerini zannederler.
Bu genel değerlendirmeyi bitirmeden önce11 medeniyet tarihinin erken dönemlerini çalışanlar tarafından sıklıkla görmezlikten gelinen bazı basit psikolojik gerçeklerden bahsetmek istiyorum.
İlk olarak, insanoğlunun en basit icadı bile yapmasını sağlayan şartların sayısı ve karmaşıklığı, bu şartların ikinci defa bir araya getirilmesinin imkânsız olduğunu gözler önüne sermektedir. Herhangi bir konuda son derece açık ve kesin kanıtlar ileri sürülünceye kadar gelenek ve inançlarda antropolojik açıdan hiçbir önemli değişimin iki defa gerçekleşmediği düşünülebilir.
Bu iddiayı çürütmeye çalışanlar patent bürosunun çalışmalarına başvurarak konunun anafikri hakkında hiçbir şey bilmediklerini gösteriyorlar. Zira bu antropolojik mesele, ortak herhangi bir bilgi birikim mirasını paylaşmadığı ve birbiriyle doğrudan veya dolaylı olarak herhangi bir temas kurmadığı varsayılan farklı farklı toplumlarla ilgilidir. Ancak patent bürosuna başvuran kişilerin hepsi bizim medeniyetimizin ortak birikiminden istifade ediyorlar. Başkaları tarafından taklit edilmesini engellemeye uğraştıkları icatlar yalnızca, tüm medeni insanların ortak mirasının ürünüdür. Benzer buluşlar aynı koşullar altında görünüşte birbirinden bağımsız bir şekilde yapıldığında dahi, çoğu durumda bu buluşlar insanlığın ortak bilgi birikiminin sonucu olarak düşünülür.
Bu genel tartışmalar insan zihninin işleyişindeki diğer unsurları akla getirmektedir.
Bazı hayati ihtiyaçlar veya zorlayıcı şartlar, insanları belli bir akıl yürütme dizisine girişmeye veya araştırmalarının sonucu olan çözümler üretmeye zorladığında, bunların gerçekleşmesi pek çok şarta bağlıdır. İnsanın bilgi ve tecrübe düzeyi ile yakınlarından edindiği fikirlerin, neticenin şekillenmesinde şüphesiz ki büyük bir payı olacaktır. Temel fizik veya biyolojiyle ilgili basit bir meselede bile insanın ilgisi sadece belirli unsurlara yönelecektir. Bazı unsurlar insanın ilgisini zorla çekmeye çalışsa bile bilgisinin sınırlı olması tamamıyla eksik bir kavrayış geliştirmesine yol açacaktır. Bununla birlikte insan, değerini anladığı unsurları izah etmek için işe yarayan bir varsayım geliştirebilir. Bu varsayım ona mantıklı ve akla uygun olduğu kadar tamamıyla eksiksiz ve kusursuz gibi gözükse de onun çözümü kendisinden sonrakilere yalnızca gülünç gelecektir. Çünkü bu insanlar maddenin özellikleri ve canlıların doğası hakkında çok daha geniş bir bilgiye sahip olup aynı meseleye tamamıyla farklı bir şekilde yaklaşacaklardır.
Bununla birlikte, yalnızca bir grup olgu hakkında deneysel bir izah geliştirilince bilimsel bir yönteme ulaşılır. Bu bilimsel yöntemin, insan zihninin genel eğiliminin bu teoriyi benzerlikler ve hayali türdeşlikler yoluyla desteklemesinden bir farkı yoktur. Başka bir ifadeyle, tekil gerçekliklerden tümele ulaşılır. Çoğu durumda bu zihinsel sürecin çok erken başladığı unutulmamalıdır. Teorilerin kurulmasında benzerliklerin rolü çok belirgindir.
Bunun gibi pek çok etmen, herhangi bir inancın şekillenmesinde doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bir ilke gereği rol oynar. Bu yüzden tarihçilerin işi zordur. Devasa yapıların inşa edilmesindeki gerçek dayanağın kökenini (çok geniş genellemelerin yapılmasında açıkça rol oynayan etkenler arasından) ortaya çıkarmak gibi genellikle oldukça zor bir işle uğraşırlar. Burada bu iki temel konuya değinmemin iki sebebi var. Birincisi, bu konular etnograflar tarafından sıklıkla ihmal edilmektedir. İkinci sebep, oldukça fazla etkenin rol aldığı bu tarihi olayları burada ele alacak olmamdır. Bu etkenlerin bir kısmını elerken, ilkel insan düşüncesinin karmaşık yapısında göze çarpan ufak noktalardan daha fazlasını da keşfetmediğimi açıkça belirtmek istiyorum.
Bu temel psikolojik değerlendirmelerden varılan bir diğer sonuç, kullanılan kelimelerin ister istemez oluşturabileceği yanlış anlamalara karşı ihtiyatlı davranılması gerektiğinin son derece önemli olduğudur. Çağlar boyunca kelimelerin asıl anlamları bizim pek çok düşüncemizi ifade etmek için kullanıldı. Kelimeler, insanın arzularını ifade etmedeki değişkenliğinin bir nevi yansıması olan anlamlarla son derece zenginleşti. Antik dönemi ele alan pek çok yazar böyle kelimeleri kullanmaktadır. Sözgelimi “ruh”, “din” ve “tanrılar” gibi ifadelerin çağdaş anlamlarıyla kullanılması güçlüğe ve yanlış anlaşılmalara sebep olur.
Mesela, “ruh” ve “ruhsal töz” kelimelerinin ilk veya görece ilkel insanlarla ilgili literatürdeki kullanımında pek çok anlaşmazlık vardır. Çünkü pek çok durumda bu insanların, “hayat” veya “hayati ilke” kelimeleriyle tam olarak vücuttaki yokluğu ölüm demek olan bir şeyi ima etmeye çalıştıkları çok açıktır. Ancak böyle bir kelimeyi basitçe “hayat” diye çevirmek yetersizdir. Çünkü bütün bu insanlar, “hayat”ın “nefes”le özdeşliği veya maddi tözün doğasındaki varlığı hakkında benzer bir teorik görüşe sahiptir. Kendi dilimizde tamamıyla aynı düşünceyi ifade edecek bir kelime veya tabir bulmak elbette imkânsızdır. Çünkü her bölgenin veya toplumun kendine özgü sembollerini ifade etmede yetersiz kalan, kelimeler arasındaki değişen küçük anlam farklılıkları her toplulukta vardır. “Hayati öz” ifadesi, bu durum için en uygun örnektir.
Rylands’daki konferansımda12 şu anda bütünüyle dünyanın ortak mirası olan medeniyetin unsurlarının dünya genelindeki yayılımı hakkında kabataslak bir çerçeve çizdim. Antik Mısır’ın birtakım sanat, gelenek ve inançların gelişiminde oynadığı rolden bahsettim. Mevcut çalışmada bu gelişim sürecinin bazı taraflarını daha ayrıntılı bir şekilde incelemeyi ve Mısır’ın mumyalama pratiğinin geniş etki alanı ile onun meydana çıkardığı yeni düşünce silsilesini irdelemeyi amaçlıyorum. Bu uygulama, kendisinden önce bilinmeyen sanatların ve zanaatların bulunmasında ufuk açıcı olmuş ve bu etkili düşünsel birikimle birlikte, geleneklerin ve inançların karmaşık yapısını şekillendirmiştir.
Bununla beraber, mumyalama pratiğinin medeniyetin gelişimiyle olan ilişkisinden bahsederken yalnızca bir kültürü şekillendiren bir etkiden söz etmiyorum. Mumyalamanın Mısırlılara ifade ettiği anlamı belirlemede genel dünya felsefesinin oynadığı rolü ve doğa olaylarının anlamına ilişkin mevcut öğretilerin üzerindeki bu etkilere verilen tepkileri de aklımdan çıkarmıyorum.
Şüphesiz ilk olarak, ölüyü mumyalamak gibi böylesine fantastik ve korkunç bir uygulama ile medeniyetin inşası arasında ne tür bir bağlantı olabileceği sorusuyla karşılaşacağım. Sanatlar, zanaatlar, gelenekler, inançlar, toplumsal ve politik kurumlar gibi medeniyetin birincil unsurlarının gelişiminin yönünü doğrudan ya da dolaylı olarak böylesine bir uygulamanın değiştirmesi mümkün müdür?
Önceki yazılarım ve konferanslarımda13 bu geleneğin Profesör Lethaby’nin “medeniyetin temeli” olarak adlandırdığı sanat ve marangozluk, taşçılık gibi zanaatların bulunmasıyla nasıl yakından bir ilişki içinde olduğunu gösterdim. Bunun yanı sıra, tapınakların evrimi ve bedensel olarak yeniden canlanma fikriyle bağlantılı bir şekilde gelişen dini inançların ve törenlerin şekillenmesinde mumyalama geleneğinin etkin bir rolü olduğunu açıkladım. Ayrıca mumyalama uygulamasının, medeniyet tarihindeki dolaylı tesirlerinin önemine de değindim. Mumyalama geleneği, tarihin kaydettiği ilk büyük deniz seferlerini teşvik etmiştir.14 Mısırlıların Akdeniz ve Kızıldeniz’deki deniz ticaretine girişmesinde başlıca neden, yüzyıllar boyunca mumyalama ve dini törenlerde kullanılması için gereken reçine ve balsam arayışı ile tabut yapımı için gereken kereste ihtiyacıdır. Sonuç olarak bu yolla kazanılan bilgi ve tecrübeler Mısırlılar ve onların ardıllarının daha uzak denizlere yelken açmalarını mümkün kılmıştır. Böyle bir ilişkinin etkisinin büyüklüğünü tam olarak hesaplamak mümkün değildir. Bu etki yalnızca bizim ortak medeniyetimizin tohumlarının dünya geneline saçılmasını sağlamamış, bununla birlikte farklı tarihleri ve gelenekleri olan insanların yakın bir temas içerisine girmesini de sağlamıştır.