Kitobni o'qish: «Genç Rahmi’nin Hikâyesi»
Hep teşvik eden Şehnaz’a sevgiyle…
Yaşam pınarlarım Alper, Meltem ve bütün çocuklara daha iyi bir dünya özlemiyle…
Desteğini hiç esirgemeyen Yard. Doç. Dr. Muhsin Kalkışım Hoca’ya minnetle…
BİRİNCİ BÖLÜM
Sinem uyanır uyanmaz odasının kalın perdesini açtı. Penceresinin önüne kadar yükselen dut ağacının açık yeşil yaprakları, bakıldığı zaman huzur verici bir manzara yaratıyordu. Yatağının baş ucundaki sehpanın üzerinde duran küçük müzik setinin düğmesini çevirdi. Hoparlörleri titreten hareketli bir müzik yayıldı sabah mahmurluğu taşıyan sessiz evin her yanına. Sinem, müziğin sesini azıcık daha yükseltti. Hafta sonu tatili olduğu için derin uykuya dalmış annesiyle babasını uyandırmak niyetindeydi. Tül perdenin arkasından dışarıyı seyrederken uzun uzun esnedi. Pijaması belinden kaymıştı, yukarı çekti. Kendi odasına bitişik, annesiyle babasının uyuduğu yatak odasının önüne geldi. İnce uzun parmaklarıyla kapıyı hafifçe tıklattı. Bir süre bekledikten sonra bağırdı:
“Babacığım, uyanır mısınız?!” Hiç ses yoktu. Kısa kesilmiş kızıl saçlarını kulağının arkasına toplayarak başını kapıya dayadı ve içeriyi dinledi.
“Babacığım, uyanın haydi, öğle olacak!” Beyaz yağlı boyalı, ahşap kapının öteki yüzünden uykulu bir ses gelince rahatladı.
“Kızım şu müziğin sesini kısar mısın Allah aşkına!” Sinem odanın kapısını açınca, kalın perdeler sıkı sıkıya kapalı olduğu için, içerinin loşluğuyla karşılaştı. Babası yastıktan başını kaldırmış, uykulu gözlerle kendisine bakıyordu. Parlak ve gülen bir çehreyle gelip babasının sıcak, hafif sakallı yanağına küçük bir öpücük kondurdu.
“Günaydın babacığım! Dün akşam verdiğin sözü unutmadın değil mi?”
“Hayır, hayır unutmadım! Ama sen önce şu müziğin sesini kıs.” Sinem, babasının sözüne uyarak odasına döndü ve yüksek perdeden çalan müziğin sesini kıstı. Yatak odasının kapısının önüne geldi. Yan taraftaki odasının penceresinden içeri vuran günün parlak ışıkları, babasıyla annesinin yattığı odaya süzülüyor, ulaşabildiği yüzeyleri hafifçe aydınlatıyordu.
“Tamam mı?” diye sordu Sinem.
“Tamam tamam.” dedi babası, derin derin esneyerek.
“Annemi niye uyandırmıyorsun?”
“Şimdi!”
“Ama baba geç kalacağız.” diye somurttu Sinem.
“Kızım neden bu kadar telaş ediyorsun? Toplam yarım saatlik bir yola gideceğiz.”
“Biliyorum, biliyorum, sen çabuk uyandır annemi!” diye babasına yalvardı Sinem.
“Sen git, elini yüzünü yıka, biz geliriz şimdi.”
“İkinize kalkmanız için beş dakika süre veriyorum. Döndüğümde sizi yatakta görürsem bilirim yapacağımı.” Sinem tuvalete girip işini bitirdi. Dışarı çıktığında kısa kesilmiş kızıl saçlarının kenarları ıslaktı. Beyaz yüzü ve iri mavi gözleri nemli nemliydi. Yerinde duramayan zarif bir ceylan gibi zıplayarak odasına girdi. İçi içine sığmıyordu. Kalktığında unutmuştu, odasındaki pencereyi açarak, içeriyi havalandırdı. Pijamasını çıkardı. Yarım kollu beyaz keten gömleğini, altına da koyu lacivert kot pantolonunu giydi. Bütün bunları yaparken müzik setinden küçük odaya yayılan hareketli müziğin ritmine uyarak oynuyordu.
“Haydi babacığım, uyanın artık!” diye de yandaki odaya doğru seslenmeyi ihmal etmiyordu.
“Saat kaç?”
“On buçuk babacığım!”
Sinem odasının temiz havayla dolduğuna iyice kanaat getirdikten sonra, pencereyi kapatarak yandaki odaya geçti. Babası yatağın içinde oturmuş, uyanmaya çalışıyordu. İlerlemiş yaşına rağmen beyaz atletinin açıkta bıraktığı uzun kolları ve omuz başları kaslıydı.
“Neden bu kadar acele ediyorsun kızım? Bir hayli zamanımız var.” dedi baygın bir sesle.
“Çok heyecanlıyım, meraktan ölüyorum, tam iki yıldan fazladır bu şehirdeyiz, hep sözünü edip durduk, ama gidemedik. Bu defa kaçamazsın artık elimden.” diyerek, sarı tüylü ince, beyaz kollarını babasının sıcak ve diri gövdesine doladı.
“Anlaşıldı, kurtuluşumuz yok galiba. Ama sen beni bırak da anneni uyandırmaya çalış, ben beceremedim. Böyle uyumaya devam ederse akşama ancak uyanır.”
“Aslan babacığım, bir tanesin!”
“Peki kızım, anladık tamam.” diyerek Sinem’in ince kollarından kurtularak ayağa kalktı ve odadan çıktı. Sinem annesinin yanındaki boş yere uzandı. Babasının atletik yapılı diri gövdesinden yatağa geçen koku ve sıcaklık, hâlâ tazeliğini koruyordu. Annesi, siyah saçları darmadağınık, derin uykudaydı. Sinem onun biçimli yüzünün üstüne düşmüş kısa siyah saçlarını kulağının arkasına toplayarak, açılan yanağına sıcak bir öpücük kondurdu. Geniş yatağın ortasında, boylu boyunca yatan annesi askılı ipek, krem rengi, kısa geceliğinin içinde, alımlı duran, biçimli vücuduyla orta yaşlı bir kadından çok, genç bir kızı andırıyordu.
“Anneciğim, uyanır mısın?” diye şarkı söyler gibi kulağına seslenen Sinem onu öperek gıdıkladı. Annesi içine gömüldüğü uykusunun arasından mızmızlanarak Sinem’i dirseğiyle itti ve:
“Git başımdan.” dedikten sonra tekrar uyudu.
“Benim güzel annem, benim şirin annem, biricik kızını hiç kırar mı?” diyerek Sinem annesine arkadan hararetle sarıldı.
“Bir hafta sonum var, rahat uyuyamayacak mıyım ben?” diyerek sinirlendi Tülay.
“Güzel annem, babam bizi gezmeye götürecek, unuttun mu?” Tülay mırıldanarak bir şeyler söylemeye çabalıyor, fakat bütün vücudunu esir alan uykunun elinden kurtulamıyordu. Sinem öfkelenerek:
“Of, anne of! Gören de seni çeçe sineği soktu zannedecek.” Babası sakal tıraşını olmuştu. Parlayan aydınlık yüzüyle yatak odasının kapısında belirince:
“Babacığım, şuna bir şey söyler misin?” dedi.
“Anneni bilmez misin? Haydi sen bir şeyler hazırla da yiyelim, onunla ben uğraşırım. Ekmek var mı?”
“Şimdi bakarım.” diyerek sevinçle yerinden fırlayan Sinem, yatak odasından çıkarak mutfağa koştu.
“Dün akşamdan kalmış, bayat birkaç parça var.” diye koridordan seslendi.
“Kapıcı niye uğramıyor?”
“Hastaymış.”
“Metin, kulağımın dibinde neden bu kadar bağırıyorsun, Allah aşkına?” diye sinirli sinirli mırıldandı Tülay. Metin karısının uykulu yüzünü seyrederken onun beyaz kollarını sevgiyle okşuyordu.
“Haydi yavrum, çocuğu üzmeyelim, kalk bakalım!”
“Ne olursun Metin, biraz daha uyuyayım!” diyerek çıplak kolunu kocasının karnının üstüne koydu. “Haydi uyan, senin biraz dahalarının sonu gelmez.”
“Söz!”
“Olmaz!”
“Ne olursun!”
“Olmaz!”
“Baba uyandı mı?” diye Sinem mutfaktan, heyecanla sordu.
“Direniyor kızım!”
“Peşini sakın bırakma babacığım!”
“Oh oh maşallah, baba kız iş birliği yapmış üstüme çullanıyorsunuz.” diyerek yerinden doğruldu Tülay. İpekli krem rengi geceliğinin askısı omzundan aşağı kaymıştı. Uykulu gözlerle dağılan saçlarını düzeltmeye çalıştı.
“Metin nereden çıktı bu gezi işi, Allah aşkına?”
“Yavrum ne zamandan beri konuşuyoruz. Bu defa kesin söz dedim. Gitmezsek çocuğun güveni sarsılır. Hem sen de merak ettiğini söylemez miydin hep?”
“Bilmem.” dedi Tülay, umursamaz bir edayla kayan askısını omzunun üstüne çıkarırken. Yataktan isteksizce kalktı, yerdeki terliklerini buldu giydi. Pürüzsüz beyaz kollarını geriye atarak gerindi, sonra da derin derin esnedi. İpekli yumuşak gecelik belirgin hatlarını, olanca görkemiyle açığa çıkarıyordu. Uzun ince bacakları, biçimli gövdesiyle büyük bir uyum içindeydi. Kısa kesilmiş siyah saçları, güzel yüzünü ortaya çıkarıyor, ona daha çocuksu bir görünüm veriyordu. Tülay yatağın ayak ucunda duran geceliğin üstünü alıp sırtına geçirdi. Uykunun içinden hâlâ çıkamamıştı. Uzun kirpikli, iri ela gözlerini açmaya çalışarak, kocasına baktı. Metin yatağa sırtüstü uzanmış, onu seyrediyordu.
“Günaydın! Günaydın canım!”
“Sinem ne yapıyor?”
“Mutfakta sanıyorum.” dedi Metin. Tülay yarım daire şeklindeki büyük tuvalet aynasının önüne geldi ve küçük tabureye oturdu. Yüzünü geniş aynaya yaklaştırarak saçlarını elleriyle düzeltti. Çerçevesi maun kaplamalı, büyük aynanın önünde açık pembe renkli, kadife kaplı, makyaj takımı kutusu duruyordu. Onun üstünde, sağında, solunda, önünde, çeşitli renklerde; ojeler, rujlar, aseton, rimel, far, fondöten, göz kalemleri, nemlendirici kremler, tonik, deodorantlar, losyonlar, bir şişe limon kolonyası, yarım paket pamuk, değişik saç fırçaları ve taraklar vardı. Tülay, başının sağ yanında dik durup yatmayan, bir tutam saçı, fırçayla yumuşatıp düzeltmeye çalıştı. Aynadaki yüzüne dikkatle bakıyordu. Alnını aynaya daha yaklaştırarak:
“Alnımdaki çizginin altına küçük bir çizgi daha eklenmiş.” dedi. Sonra da gözlerini Metin’in aynadaki görüntüsüne çevirdi.
“Yaşlanıyoruz!” dedi, Metin huzurlu bir sesle.
“Ne kadar kötü!”
“Ama yaşamın değişmez gerçeği bu.”
“Yaşlanmaktan nefret ediyorum. Zaman ne kadar da hızlı geçiyor değil mi?”
“Evet büyük bir hızla aşağı düşer gibiyiz.”
“Neredeyse üçüncü yıla yaklaşıyoruz buraya geleli.”
“Sanki dün gibi!”
“Uzun zannettiğimiz yıllar ne kadar kısa, değil mi?”
“Boşuna dememiş şair ‘Delikanlı çağımızdaki cevher. Gözünün yaşına bakmadan gider.’ diye.”
“Metin moralimi bozma Allah aşkına!”
“Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher.
Yalvarmak yakarmak nafile bugün.
Gözünün yaşma bakmadan gider.
Biz yolun yarısını geçeli neredeyse altı yıl oldu.”
“Senin oldu.” dedi Tülay uykusundan iyice kurtulmuş bir sesle.
“Ne fark eder üç yıl veya beş yıl, önemli olan inişe geçtik mi geçmedik mi?”
“Fark eder, fark eder!” dedi Tülay titrek bir sesle.
“Babacığım aşk olsun size, ben mutfakta çırpınıyorum, bir an önce işimizi bitirip çıkalım diye, siz burada ağız ağıza vermiş şiir okuyorsunuz. Sırası mı şimdi?” dedi Sinem yatak odasına girerek. Sesi küsmüş gibi kırgın çıkmıştı. Babası yerinden kalkarak gidip ona sarıldı ve:
“Ne yapayım, annene şiir okumazsam yataktan çıkmıyor ki.” dedi, neşeli bir sesle.
“Sizi gidi iş birlikçiler sizi!” diyerek oturduğu tabureden kalkan Tülay mutfağa yöneldi. Sinem’in hazırladığı masayı kontrol ettikten sonra tuvalete girdi.
“Babacığım, ne olursun! Anneme çabuk olmasını söyle.”
“Sen de bu kadar sabırsızlanma yavrum. Gideceğimiz yer orada duruyor. Yarım saat erken veya geç gitmişiz, ne fark eder?”
“Sıkıldım ama!” diye somurttu Sinem.
“Haydi gel bakalım, kahvaltımızı yapalım biz.”
“Birisi şu müziği kıssın!” diye Tülay’ın sesi duyuldu.
“Git şunu biraz daha kıs yavrum, annen bugün azıcık tersinden kalktı.”
“Ne oldu ki?”
“Hiçbir şey yok. Sadece orta yaş hüznü biraz.”
Sinem odasına girip, müziğin sesini daha kısarken, babası dinç ve diri gövdesini mutfağa taşıyarak masanın başına oturdu. Tülay alnında beliren yeni çizginin sıkıntısından bir şey yemedi. Babayla kız kahvaltılarını yaparken, yatak odasına dönen Tülay, bir yandan giyinirken bir yandan da endişeli bir hâlde tuvalet aynasının önüne tekrar tekrar giderek alnında yeni fark ettiği ikinci çizgiye bakıyordu.
“Fotoğraf makinesine film taktırdın mı?”
“Taktırdım kızım, arabada.”
Evdeki işlerini bitirip dışarı çıktılar. Yıllarca çalışıp çift maaşlarından keserek alabildikleri beyaz renkli doksan model yerli otomobilleri apartmanın bahçe duvarının önünde duruyordu. Dışarıda insanın gözünü kamaştıran cilalı bir parlaklık vardı. Üçü de sözleşmiş gibi camlarını açtılar. Arabanın içi sıcaktan kaynıyordu.
“Metin çabuk hareket etmezsen sıcaktan ölebilirim!”
“Şimdi gidiyoruz canım!”
“Orada içecek bir şeyler var mıdır acaba?”
“Nereden bileyim kızım? Daha önce görmüşlüğüm var mı ki?”
“Yeteri kadar benzinimiz var mı?”
“Var canım var!”
Homurdanarak yerinden kalkan araba, ara sokakları dolanarak ana caddeye ulaştı. Caddenin köşesindeki küçük dönerci dükkânı yeni günün aceleci müşterileriyle dolmaya başlamıştı. Dönerci ustası gür ateşte yanan ocağın önündeki döner şişine ustalıkla yerleştirilmiş, pişen gövdeden, elindeki uzun bıçağıyla ince ince dilimler keserek diğer elinde tuttuğu kısa saplı, ağzı geniş küreğin içine dolduruyordu. Bütün bunları yaparken az önce önünden geçen arabanın arka penceresinde Sinem’in iri mavi gözlerini fark edince, ocağın önünde buram buram terleyen kısa yağlı gövdesi durduğu yerde hafifçe titredi. Hafta sonu olduğu için dar ve uzun caddenin kaldırımları daha kalabalıktı. Arabanın hareket etmesiyle içeri dolan sıcak havaya rağmen az da olsa ferahlamışlardı. Fakat yine de:
“Bu sıcak dayanılır gibi değil.” dedi Tülay.
“Haklısın canım her taraf alev alev yanıyor sanki. İnsanlar fazladan bir de bu sıcakla boğuşuyorlar.”
“Zor bir coğrafya! İşsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik diz boyu, İstanbul’u özledim.” dedi Tülay içini çekerek.
“Şimdi boğaz ne güzel püfür püfür esiyordur. Rumeli Kavağı’nda bir bardak demli çaya ya da Sarıyer’de küçük bir kıyı lokantasında, taze lüfer ızgaraya neler verirdim, neler!”
“Anne ne olursun yine başlama!”
“Sen özlemedin mi kızım?”
“Özlemesine özledim, ama ben şu an burayı yaşıyorum ve gideceğimiz yeri merak ediyorum.”
“Tam bir yıldır ne tiyatroya ne de bir sinemaya gidebildik.”
“Az kaldı canım. Babamla telefonla görüştük. ‘Ne zaman geleceksiniz?’ diye soruyor.”
Caddenin ortasına dikilmiş sarımtırak kalker taşından yapılmış Şehitler Anıtı’nı dolanarak daha dar bir yola saptılar.
“Tayin işini de konuştun mu babanla? Teftiş kurulundaki arkadaşıyla görüşmüş mü?” diye sordu Tülay, açık duran pencereden hızla değişen görüntüleri izlerken. Metin, önündeki taşıtların azalmasıyla vites büyüterek hızlandı.
“Babacığım, bak yolun kenarında bakkal dükkânı var! Boğazım kurudu, içecek bir şeyler alalım!” Metin az önce hızlandırdığı arabayı yavaşlatıp, yolun kenarındaki, çoğunlukla şehre gelip sonra köylerine geri dönenlerin uğrayarak bir şeyler aldığı, küçük dükkânın önünde durdu. Esmer, orta boylu birisi dükkânın önüne sıra sıra dizili meyve ve sebze kasalarının yanında oturduğu iri siyah taşın üstünden kalktı. Arabanın içindeki Tülay’la, Sinem’i ilgiyle izliyordu. Metin kapıyı açıp aşağı inerken karısını yanıtladı:
“Tayin işini hep konuşuyoruz. Sen endişe etme! Olacak!”
Esmer yüzlü bakkal ilgisini, kendisine doğru gelen Metin’e yöneltti. Bozuk bir Türkçeyle:
“Buyurun efendim!” dedi.
Onların yabancı olduğunu arabanın plakasından ve yüzlerinin değişik oluşundan anlamıştı.
“Soğuk meyve suyunuz var mı?”
“Var efendim!”
Dükkânın önü camekânsızdı ve tamamen açıktı. Kenarda karanlıkça bir köşede evlerde kullanılan beyaz renkli eski bir buzdolabı göze çarpıyordu. Kısa boylu esmer yüzlü adam seri adımlarla yürüyerek, gidip buzdolabının kapısını açtı ve Metin’in daha önce hiç görmediği bir marka küçük teneke kutu meyve suyunu ona doğru uzattı.
“Başka yok mu?”
“Yok efendim! Ucuz olduğu için yalnız bunlar var.”
Metin, “Keşke şehirden bir yerden alsaydım.” diye içinden söylendi.
“Ne yapalım ver bakalım.”
“Kaç kutu?”
Altı. Siyah poşetin içindeki kutuları alan Metin, parasını vererek ayrıldı oradan. Arabaya bindi. Elindeki poşeti arkada oturan Sinem’e uzatırken:
“ ‘Niye istediğimizi almadın?’ diye kimse sormasın. Bundan başkası yoktu çünkü.” Sinem kutulardan birini çıkarınca:
“Ama baba!” diye mızmızlandıysa da, buz gibi içeceği sıcaktan kuruyan boğazından içeri boşalttı.
“Başka çareniz yok, itiraz istemem.”
Metin motora gaz verip hızlanırken, yolun her iki yanına dizilmiş birkaç tane un ve bulgur fabrikasını geçtiler. Önlerinde, yolun kenarına sıra sıra dizilmiş yoksul ve bakımsız evler görünüyordu. Yol kenarlarında tozun toprağın içinde küçük çocuklar oynuyorlardı. Çoğunun ayağı çıplak, burunları sümüklüydü. Güneş yanığı yanakları ince ince çatlamıştı. Aralarından bazıları resimlerdeki çocuklar kadar güzeldiler. Ama onlardan bir farkları vardı; gerçek yaşlarından daha küçük ve ufak görünüyorlardı. Bozuk yoldaki, küçük çukurların içine girip çıkan beyaz otomobil hızla geçti yanlarından. Küçük çocuklar, arkalarda, araba uzaklaştıkça daha da küçülerek bir süre sonra, görünmez hâle geldiler.
“Babanı sık sık aramayı ihmal etme, yoksa unuturlar bizi burada. Haydi biz neyse de, Sinem’in okulu düşündürüyor beni. Son sınıfı orada okusun bari. Hem kaliteli bir dershane takviyesi almadan iyi bir fakülteye giremez.” dedi Tülay.
“Sen merak etme hayatım, elimden gelen çabayı sarf ediyorum. Bu işin ne kadar zor olduğunu bilirsin. Genel müdürlüğe gerekli başvuruları yaptım. Bizim bankada bu işlerin ne kadar zor yürüdüğünü söylemeye gerek var mı? Sen üzme kendini, haber bekliyorum.”
“Alnımdaki son çizgi bu şehirde oluştu. Onlara yenileri eklenmeden doğduğum, büyüdüğüm balık ve deniz kokulu, yosun kokulu şehrime dönmek istiyorum. Çocukluğumun geçtiği sokakları, baharat kokulu Mısır Çarşısı’nı, Çiçek Pasajı’nı, midye tavayı, Eminönü’ndeki sandallarda yanmış yağda kızarmış balık kokusunu, martı kuşlarının seslerini, vapur düdüklerini, kalabalık serin çarşıları çok özledim.”
Güneşin tepeye iyice dikilmesiyle daha da ısınan hava arabanın açık olan penceresinden içeri dolarak Tülay’ın pürüzsüz ve beyaz tenini yakıyordu. Terden ıslanan saçlarını parmak uçlarıyla açarak geriye attı. Çantasından güneş gözlüğünü çıkardı, kamaşmaktan yorulan gözüne taktı. Rahatlamıştı.
“Sıcak olmadan bana da bir kutu verir misin? Bak, baban içiyorsa ona da ver!” diye Sinem’e seslendi.
“İsterim!”
Duvarlarında kırmızı yağlı boyayla “Bakkal, Fırın, Fennî Yem Satılır” gibi bazılarının bir harfi eksik yazılmış, birkaç yoksul görünüşlü dükkânı hızla geçtiler. Önlerinde yolun sağında etrafı iyi düzenlenmiş büyük bir benzinlik görünüyordu. Uzaklarda sıra sıra tepeler vardı. Üstleri ağaçsız ve çıplak. Bir yangından çıkmış gibiydiler. Eteklerine kurulmuş yüzlerce, belki de binlerce, tek katlı briketten ev, köyden kente göçün önemli bir belirtisi gibi üstüne kül elenmiş, renksiz ve cansız duruyorlardı. Tepelerin eteklerinde ucu bucağı olmayan dev bir köy kurulmuştu sanki. Yola yakın evlerin önünde kadınlar yürüyordu yöresel kıyafetleri içinde. Hepsinin elbiseleri renkli, parlak ve göz alıcıydı. Yerde sürünen eteklerine tutunmuş küçücük çocuklarla, sırtlarındaki bebeklerle yürüyor, yürüyor, yürüyorlardı. Sanki nereden gelip nereye gittikleri belli değilmiş gibi. Ağır gittiği için yolu tıkayan bir traktörü klaksonla uyararak hızla geçtiler. Yolun solundaki tek katlı yapıların bitmesiyle yemyeşil uçsuz bucaksız bir düzlük çıkıverdi ortaya. Ufku, başları dumanlı sıra sıra tepelerde yok olan yeşil bir denizin içinde yerçekiminden kurtulmuş gibi uçarak gidiyorlardı. Gördükleri manzara karşısında heyecanlanmışlardı.
“Harika!” dedi Metin, Tülay’a.
“Etrafı sıra sıra tepelerle çevrili yemyeşil, büyülü bir gölü andırıyor. Muhteşem!”
“Göl değil anne. Bu, içinde gemiler yüzmeyen yeşil bir deniz. Aman Allah’ım! Ne kadar güzel!”
“Şehrin dar duvarlarının arasından çıkınca ne güzel bir manzarayla karşılaştık. Büyüleyici, üç yıla yakındır buradayız. İlk defa bu kadar heyecanlanıyorum. Yeşil rengin bu kadar fazlasını, bu kadar büyüleyicisini ilk defa görüyorum. Masmavi engin denizleri seyrederken duyduğum şeyleri duyuyorum. Ufukların bu kadar uzak olduğunu bir denizlerde bir de burada görüyorum.” dedi Tülay.
Yol boyunca yeşil tarlaların içine gömülü telefon direkleri, beyaz otomobil arada bir soluklanıp öne atıldıkça, bir bir arkaya doğru sanki uçarak kayıyorlardı. Ötelerde tepesi aşağıya doğru, yağmur sularıyla yarılmış yığma bir tepe ve önünde dalgalanan yeşilliğin ortasında küçük bir leke gibi duran beş on tane ev seçiliyordu.
“İyi ki zorlamışım sizi, yoksa gelmezdiniz.”
“Aferin benim güzel kızıma.” diyen Metin arabaya gaz verip daha hızlandırdı.
“Ne güzel doğa! Bozulmamış, ilk şekliyle duruyor karşımızda.” dedi Tülay iri ela gözleri önlerindeki yemyeşil ovanın derinliklerindeyken.
“Yanılıyorsun canım. İnsanoğlu her yerde olduğu gibi yapacağını burada da yapmış. Bak şu ufku kapatan sıra sıra tepeleri görüyor musun? Başları çıplak ve bomboş. Oysa bir zamanlar zengin ormanlarla kaplıymış. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Van’dan yola çıkan bir sincabın, başı göğe eren meşe ormanlarında daldan dala sıçrayarak ayağı yere değmeden Akdeniz’e kadar ulaşabildiğini söyler. Şimdi öyle mi? Yeşil bir tepe görünce neredeyse şaşıracağız. Babamızın malı gibi yiyip bitiriyoruz dünyamızı.”
Eskisi topraktan, yenisi betondan evlerini asfalt yolun her iki yanına sermiş ağaçsız bir köye yaklaştılar. Çoğu tek katlı, bazıları betondan yapılmış iki katlı evlerin önlerinde, damlarında sıcak yaz geceleri yatmak için demirden renk renk tahtlar göze çarpıyordu. Kurumuş tezekler üst üste yığılı, yaş olup da kurumayı bekleyenler evlerin önlerindeki boşluklara yayılmıştı. Kadınlar başlarındaki kovalarda su taşıyorlardı evlerine. Hepsi zayıf, belleri ince ve dimdik yürüyorlardı. Beyaz otomobilin burnu, yüzü çopur çopur olan dar ve siyah asfalt yolda titreyerek ilerliyordu. Yol boyunca uzun kanaletler beliriverdi köyü geçince. Uçsuz bucaksız ovanın, binlerce yıllık susuzluğunu dindirsin diye yapılmış. Yolun sol tarafında genişleyerek yayılan yemyeşil ovanın derinlerindeki sıra sıra tepeler önlerinde bir yay gibi kıvrılarak, ufku daraltıyor, yolun sağ tarafına geçerek ona paralel yüksek bir duvar gibi yaklaşıyordu. Upuzun, ince ve siyah yolun uzak noktalarında parlak ve titrek görüntülü seraplar beliriyordu. Kenarı yeşil otlarla boyalı çopur yüzlü yolun uzak noktalarındaki parlak ve titrek görüntülü seraplar beyaz otomobil ilerleyip öne atıldıkça sanki ondan korkup kaçarmış gibi yerde kayarak daha ötelere uçuyordu. Bu kovalamaca gitmek istedikleri yere on kilometre kaldığını gösteren sarı tabelanın bulunduğu kavşaktan ovanın geniş ve yeşil karnına doğru saplanan ara yola girinceye kadar devam etti. Beyaz otomobil ileri atılmak için çırpınıp durdukça siyah tekerleriyle çiğnediği yolu önden yutuyor, sonra arkasından dışarı fırlatıyordu.
“Doğduğumuz yerden tam bin üç yüz kilometre uzaktayız ve başka bir evrene ışınlanmış gibiyiz. Burada insanlar mavi gökyüzünün altında bir başlarına kalmış gibiler.” dedi Tülay. Gözleri, önündeki yoldaydı. Güneş gözlüğü kulağının arkasını acıtıyordu. Çıkardı, siyah deri çantasına koydu.
“Her şeyi bir çırpıda geride bırakıverdik.” diye Metin mırıldandı.
“Ölüm gibi!”
“O temelli bir göç.”
“Bir deniz kıyısında ölmeyi isterim.”
“Allah korusun! O nasıl söz anne?” diye Sinem arkadan telaşla seslendi. Tülay Sinem’i duymazlıktan geldi.
“Yaban ellerde yaşamak gibi ölmek de zor. Zamanın yüzümüze kazıdığı çizgileri düşündükçe daha çok karamsarlaşıyorum. Birçok şeyi bir daha yaşayamayacak oluşumuz ne kötü.”
“Karamsar olmak ya da olmamak, o kaçınılmaz sonun bize doğru yaklaşmasını hiçbir zaman engelleyemez. Bak önümüzde görünen şu köy gibi yerde beş altı bin yıl önce önemli bir medeniyet kuruluymuş. O zaman yine insanlar, güneşin doğuşunu sevinçle, batışını biraz hüzünle karşılarlarmış. Kışın üşür, yazın yanarlarmış. Onların da ölüm karşısındaki çaresizlikleri bizlerden veya şu anda burada yaşayanlardan farklı değilmiş. Yaşlanmayı ya da ölümü algılamada uygar veya ilkel olmak, çok fark etmiyor. Değişen dekorların önünde uçup gidiyoruz. Bütünü kavramamız imkânsız, sadece bütünün içindeki minicik parçaların yer değiştirmelerini belki anlayabiliyoruz. Yaşam da bu herhâlde. Seni sıkan şey gözümüzle gördüğümüz, elimizle tuttuğumuz şeylerin bir süre sonra yerinden kayıp gitmesinden kaynaklanıyor. Alıştığımız şeyler, hayatımızdan çıkıp gitti mi mutsuzluğa kapılabiliyoruz. Çocukken yaşadığımız bir sokağın bir süre sonra yıkılıp değişmesi gibi, gençken pırıl pırıl parlak olan güzel bir cildin zamanla kırışıp yaşlanması gibi. Yaşadığımız şehrin, evin, sevgilinin kokusu burnumuzun ucundan uçup gidince yalnızlığa kapılır, onları ne kadar çok sevdiğimizi o zaman anlarız.”
“Doğduğum şehrin kokusunu özledim ben!”
“Annemin canı tatile çıkmak istiyor baba.” dedi Sinem, çok uzaklardaki bir köyü izlerken.
“Annenin canı buradan tamamen kaçmak istiyor yavrum.” Tülay elinin tersiyle terli alnını siliyordu.
“Daha çok var mı babacığım?”
“Geldik sayılır.”
“İnanamıyorum burada bir medeniyetin yaşayabileceğine. Tamamen harabeye dönmüş.”
Yol kenarındaki kadınlar, erkekler, çocuklar yaşadıkları yere, yeni bir arabanın gelişini ilgiyle izlediler. Önlerindeki yol az sonra ikiye ayrıldı. Son tabelanın gösterdiği yöne saptılar. Küçük çocuklar topluca beyaz otomobilin arkasından koşuyorlardı. Sinem dönüp arka camdan onlara el salladı. Eski şehri çevreleyen surlardan çok azı ayakta duruyordu. Belki de binlerce sene önce kullanıldığı gibi bugün de kullanılan eski şehrin girişi olduğunu zannettikleri dar bir yoldan içeri girdiler. Arabanın arkasındaki toz bulutunun içinde koşan çocuklar onları bırakmaya niyetli değildi. İncecik yolun sağında ve solunda, damlarında dörderli veya altılı sivri kubbeler olan topraktan evler duruyordu. Önlerindeki yol hafif bir yokuşla meydan gibi bir boşluğa açılıyordu. Boşluğun ötelerinde gelirken yol boyunca gördükleri köy evlerinin birer benzeri dikiliydi. Tülay tepeleri kubbeli topraktan evlere bakarak:
“Ne kadar ilginç, değil mi?”
“Çok ilginç! Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan insanlar kışın soğuğundan, yazın kavurucu sıcaklarından bu yöntemle korunabilmişler.” dedi Metin. Meydan gibi boşluğun ortasına doğru ilerleyince birkaç metre aşağıda muhteşem bir kale manzarasıyla burun buruna geldiler. Binlerce yıllık kocaman bir tarihi, yer yer yıkılmış, yaşlı, yorgun sırtında bugüne taşıyan ve gizemli bir çehreyle hâlâ dimdik, hâlâ mağrur duran, eski zamanların bu görkemli yapısı, kendisini hiç bilmediği uzak diyarlardan görmeye gelen sınırlı sayıdaki misafirlerine biraz ürküntü, biraz heyecan, çokçası hüzün veriyordu. Öğlen güneşi gökyüzünün mavi boşluğunda dağı, taşı çatlatacak kadar sıcak parlıyordu. Kavurucu sıcağın etkisiyle:
“Çok yoruldum!” dedi Tülay.
“Bu sıcakta normaldir canım.”
Büyük bir merakla çevreyi izleyerek arabadan indiler. Sinem az önce cesaretle arkalarından koşan çocukların, araba durunca ürkek bakışlarla fazla yaklaşmadan ve birbirleriyle hiç konuşmadan kendilerine baktıklarını gördü. Hepsinin yüzü güneş yanığı ve dişleri inci gibi bembeyazdı. Aralarından bazılarının saçları sarı ve gözleri yeşildi. İçlerinden birisi, bir erkek çocuk, güneş yanığı yüzünden hiç eksik etmediği tebessümle yanlarına yaklaştı. Dişleri gibi gözlerinin akı da bembeyazdı. Küçük çocuğun sarı saçlarını okşadı Sinem. En fazla beş, bilemediniz altı yaşında gösteriyordu.
“Adın ne senin?”
Küçük çocuk, koyu siyah gözlerini Sinem’e dikmiş, utangaç bir tavırla gülüyordu sadece. Arada bir, arkasında kızlı oğlanlı topluca duran arkadaşlarına bakıyor, sonra tekrar, ışıl ışıl parlayan zeytin siyahı gözlerini Sinem’in sıcaktan al al olmuş yanaklarına çeviriyordu.
“Adın yok mu senin?” dedi Sinem yumuşakça. Sarı saçlı küçük çocuktan yine tık çıkmadı.
“Türkçe bilmiyor musun?”
“Biliyorum!” dedi ürkekçe küçük çocuk.
“O hâlde adını söyle bana.”
“Muhammet.”
“Ne güzel! Kaç yaşındasın?”
“On.”
Sinem şaşırmıştı. Çocuğun yaşının daha küçük olduğunu sanıyordu.
“Okula gidiyor musun?”
“Evet.”
“Bize kaleyi gezdirir misin?”
Çocuk tekrar az önceki sessizliğine gömüldü.
“Babacığım, Muhammet’e bir kutu meyve suyu verebilir miyim?”
“Verebilirsin.”
Metin elindeki fotoğraf makinesiyle etrafın fotoğrafını çekiyordu. Sinem gidip arabadaki poşetten bir kutu meyve suyu getirerek Muhammet’e uzattı. Önce tereddüt etti küçük çocuk meyve suyunu almakta, fakat Sinem çok ısrar edince utangaç bir edayla aldı kendisine uzatılan kutuyu.
“Baba bizi de çeksene!” diyen Sinem, gidip Muhammet’in boynuna sarıldı ve fotoğraflarının çekilmesinin ardından da:
“Benim de adım Sinem. Çok uzaklardan geldik buralara. Hiç deniz gördün mü Muhammet?”
“Hayır!”
“Haydi Sinem, lafı uzatma kızım. Şu kaleyi gezelim, içerisi serindir inşallah.”
Tülay’ın sesi sinirli çıkıyordu. Onları beklemeden bulunduğu yerden aşağı kayarak indi ve kaleye doğru yürüdü. Birkaç adım sonra dönüp de Metin ile Sinem’in hâlâ gelmediğini görünce bağırdı:
“Allah aşkına gelir misiniz artık!”
Metin Tülay’ın iyice sinirlendiğini anlamıştı Sinem’e bakarak:
“Gidelim kızım, önümüzde görülecek çok yer var.”
“Hoşça kal Muhammet.” dedi Sinem küçük çocuğa. Sonra da annesine doğru koşmaya başladı. Muhammet donmuş gibi durduğu yerde dikilerek Sinem’e hiçbir şey demedi. Alev gibi yanan havanın içinden geçerek kaleye girdiler. Serin, küf kokulu bir loşlukla karşılaştılar. Birbirleriyle hiç konuşmuyor, etrafı meraklı gözlerle izlerken arada bir bakışıyorlardı. Kulaklarının hiç de alışık olmadığı bir sessizliğin ve ıssızlığın ortasına düşmüş gibiydiler.
“Baba!” deyince Sinem’in sesi yankı yaptı kalenin kalın iç duvarlarında.
“Tülay!”
“Metin!”
“Sinem!”
“Anne sizleri çok seviyorum!”
“Biz de seni!”
Birbirine karışarak dolanan sesler, çabucak ulaştı, yer yer yıkılmış kalenin dış surlarına. Büyükçe bir kapıdan geçerek çıktılar. Yerden dokuz veya on metre kadar yüksekteydiler. Yemyeşil uçsuz bucaksız ovanın derinlikleri ve onun ufkunu kapatan, sıra sıra çıplak tepeler daha iyi görünüyordu. Güneş yakıcı parlak ışıklarıyla, bedenlerini kavurup tekrar yakmaya başlarken oradan ayrılıp üniversitenin, büyük caminin ve şehir kalıntılarının bulunduğu yere ilerlediler. Muhammet onları, bıkıp usanmadan tek başına arkalarından ilgi ile takip ediyordu.
“Senin hatırın olmasa gelmezdim.” dedi Tülay bitkince bir sesle Sinem’e. “Hele bu cehennemî sıcakta.”
“Ama anne, sen de ne kadar mızıkçılık yapıyorsun. Belki bir ömür boyu bir daha göremeyeceğimiz yerleri görüyoruz, fena mı?” Önlerinde hafifçe yükselen bir tepeye tırmanıyorlardı. Karşıdan, etrafa toz bulutları kaldırarak gökyüzünü bulandıran kalabalık bir koyun sürüsü geliyordu. Yaşlı çoban en arkada silikçe görünüyordu. Arabayı durdurup sürünün geçmesini beklediler. Tozdan boğulmamak için camları kapatmışlardı. Koyunlar başları yere yakın, burunlarından fırt fırt sesler çıkararak geçtiler. Yürüdükleri toprak yolun yumuşak yüzünde binlerce küçük ayak izi bırakmışlardı.
“Bu kadar çok koyunu ilk defa görüyorum!”
“Yaymaya gidiyorlar herhâlde.”
Az önce tırmandıkları küçük tepenin öteki yüzüne inince etrafa binlerce taşın saçıldığı eski şehrin kalıntılarıyla karşılaştılar.
“Ne kadar korkunç görünüyor, gökten bomba yağdırmışlar sanki buraya.”
“Bin yüz seksen beş yılında burayı ziyarete gelen İspanyalı Muhammed b. El-Cubeyr şöyle anlatıyor: ‘Şehir, ziyaretçileri hayrette bırakacak kadar tertipli ve güzeldir. Caddeleri büyüktür. Çarşılarının üstleri örtülü ve muntazamdır. İki hastane ve iki üniversitesi vardır.’ Moğolların saldırısına uğrayan kentte taş taş üstünde kalmamış. Herhâlde tarihte yapanlarla yıkanlar layık oldukları yerleri almışlardır.” dedi Metin. Arabadan indiler. Metin ile Tülay el ele yıkılmış iri taşların arasından yürüyerek restore edilmiş büyük kemerli bir kapıdan geçtiler. Az ötede üniversiteye ait gözlem kulesiyle, kuzeye bakan ikinci bir kemerli yüksek girişten başka ayakta duran hiçbir şey göze çarpmıyordu. Geçtikleri kapıya bakarak: