İstanbul

Matn
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

Edmondo De Amicis, 1846 yılında İtalya’nın Oneglia şehrinde doğdu. Modena Askerî Akademisinden mezun oldu. Piyade subayı olarak görev yaptı. Askerî gazetede fıkra ve makaleler yazdı. Yazdığı yazıları büyük bir hayran kitlesi tarafından zevkle okunan Amicis daha sonra ordudan ayrıldı. Yaşamının geri kalanında yazarlık yaptı. Seyahat etmeyi seven bir yazar olarak İspanya’dan başlayıp Türkiye’ye kadar birçok yeri gezmiştir. Eserlerinde siyasi ve sosyal konuları işlemiştir. 11 Mart 1908 tarihinde yanında kaldığı İskoç bir yazarın evinde, Bordighera’da vefat etti.

Burcu Ün, 1991 yılında İstanbul’da doğdu. 2013 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İtalya Perugia Yabancı Diller Üniversitesinde kısa süreli dil eğitimi gördü. İtalyan Kültür Merkezinin İtalyanca öykü yarışmasında birinci oldu. 2013 yılından beri İtalyan Ticaret ve Sanayi Odasında çalışmaktadır. 2015 yılında Nicolai Lilin isimli yazarın Serbest Düşüş isimli kitabını çevirdi.

Pera’dan Sevgili Dostlarım Enrico Santoro, Giovanni Rossasco ve Fausto Alberi’ye



“Amigos, es este mi último libro de viaje; desde adelante no escucharé mas que las inspiraciones del corazón.”

Luis de Guevara, Viaje en Egypto.

VARIŞ


İstanbul’a giriş yaptığımızda hissettiğim heyecan, Messina Boğazı’ndan İstanbul Boğazı’na varana kadar geçen 10 günlük gemi yolculuğumuz boyunca gördüğüm her şeyi neredeyse unutturdu. Masmavi ve bir göl gibi durgun İyon Denizi, günün ilk ışıklarının pembe tonlarıyla boyanmış Mora Yarımadası’nın uzak dağları, gün batımında altın gibi parlayan Yunan takımadaları, Atina harabeleri, Selanik Körfezi, Limni, Bozcaada, Çanakkale Boğazı ve yolculuğum boyunca beni eğlendiren, güldüren pek çok kişi ve olay Haliç’i gördükten sonra zihnimde yavaş yavaş solmaya başladı, eğer şimdi tüm bunları anlatmak istersem hafızamdan çok hayal gücümü çalıştırmam gerekecek. Kitabımın ilk sayfası canlı ve sıcak olsun istediğim için hikâyemi, Marmara Denizi’nin ortasında, gemi kaptanının bana ve arkadaşım Yunk’a yaklaştığı, ellerini omuzlarımıza koyup o sıcak Palermo aksanıyla: “Beyler! Yarın sabahın tan vaktinde İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz.” dediği, yolculuğun o son gecesinden anlatmaya başlamak daha doğru olacaktır.

Ah! Para ve can sıkıntısı ile dolu, yıllar önce aklına esip İstanbul’a gitmeye yeltenerek yirmi dört saat içinde tüm ihtiyaçlarını tedarik eden, bavulunu toplayan ve sanki kırda ufak bir seyahate çıkar gibi sessiz sakin yola koyulan, nitekim son ana kadar rotası belirsiz, Baden-Baden yoluna sapsa daha mı iyi olurdu diye düşünüp duran benim sevgili okurum! Eğer geminin kaptanı size “Yarın sabah İstanbul’u göreceğiz.” derse siz ona soğukkanlılıkla “Ne güzel!” diye cevap verirdiniz. Ancak, bu arzuyu on yıl boyunca içinde besleyip büyütmüş, soğuk kış gecelerini kederli kederli Doğu haritasını inceleyerek geçirmiş, yüz cilt kitap okuyarak onu hayallerinde canlandırmaya çalışmış, Avrupa’nın yarısını sırf diğer yarısını göremediği için kendini avutmak için dolaşmış, bu tek amaç için bir yıl boyunca bir masanın başına çakılıp kalmış, binlerce küçük fedakârlıkta bulunmuş, hesap üstüne hesap yapmış, boş hayaller kurmuş, evdeki savaşa göğüs germiş, nihayet denizin üstünde uykusuzca dokuz gece geçirdikten sonra gözlerinin önüne serilecek o aydınlık ve muazzam görüntünün karşısında, evini terk ederek geride bıraktığı sevdiklerini düşünürken neredeyse pişmanlığa yakın o duygu ile karışan mutluluğu hissetmiş biri olsaydınız, “Yarın sabahın tan vaktinde İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz.” sözlerinin anlamını bilirdiniz ve bu sözlere soğukkanlılıkla “Ne güzel!” diye cevap vermek yerine geminin korkuluklarına korkunç bir yumruk indirirdiniz.

Tüm bu muazzam beklentinin, bir hayal kırıklığına dönüşmeyeceğinden emin olmak arkadaşım ve benim için oldukça büyük bir zevkti. Aslında İstanbul için zaten hiçbir şüpheye yer yoktur, ne yaptığını çok iyi bilen en güvensiz gezgin bile burada hayal kırıklığına uğramayacağına emindir ve geçmişin etkisinin ya da özel bir hayranlığın bununla bir ilgisi yoktur. Bu şehir; şairleri, arkeologları, büyükelçileri, tüccarları, prensesleri, denizcileri, hem Kuzey’in hem de Güney’in çocuklarını hayrete düşüren evrensel ve yüce bir güzelliğe sahiptir.

Tüm dünya, buranın dünyanın en güzel yeri olduğu konusunda hemfikirdir. Seyyahlar buraya vardıklarında akıllarını yitirirler. Perthusier kekeler, Tournefort şehri anlatmak için insan dilinin güçsüz ve yetersiz kaldığını söyler, Pouqueville buranın başka bir dünyadan çalındığına inanır, Croix âdeta sarhoş olmuştur, Vikont Marcellus kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya şükreder; Gautier gördüğü şeyin gerçek olduğundan kuşku duyar ve hepsi de pırıl pırıl bir üslupla tasvir üstüne tasvir yığarak düşüncelerinin yanında ezik kalmayacak kelimeleri seçip bulabilmek için kendilerine boş yere eziyet ederler. Sadece Chareaubriand İstanbul’a varışını şaşırtıcı bir sakinlikle anlatır, ancak o bile buranın evrenin en güzel manzarasına sahip olduğunu söylemeden edemez; ünlü Lady Montagu da aynı cümleyi telaffuz eder ancak ilk sırayı çok meşgul olduğu kendi güzelliğine ayırmak istediğini belli edercesine cümlenin başına bir “belki” ekler. Tüm bu insanlar arasında “Gençliğin en tatlı hayalleri ve ilk aşk rüyaları bile bu büyülü yerlere attığınız o ilk adımla ruhu istila eden tatlı duygunun yanında sönük kalır.” diyen vakur Alman ile “İstanbul’u görenler onun karşısında dehşete kapılır.” diyen bir Bir Fransız âlimi de vardır. Yüzlerce kez tekrar edilen bu ateşli kelimelerin yirmi dört yaşında başarılı bir ressamın ve yirmi sekiz yaşında başarısız bir şairin zihninde yarattıklarını hayal edin. Fakat elbette İstanbul hakkındaki bu parlak övgüler bize yetmediği için denizcilerin de tanıklığına başvurduk. Bu zavallı cahiller bile karşılaştıkları güzelliği anlatabilmek için sıra dışı bir kelime kullanmak ya da karşılaştırmalar yaparak duygularını ifade etmek zorunda hissettiler, gözlerini oraya buraya çevirip parmaklarını ovuşturarak, sesleri sanki çok uzaktan geliyormuş gibi mırıldanıp, artık kelimelerin yetmediği yerlerde halkın şaşkınlığını ifade etmek için kullandığı ağır ve abartılı hareketlere başvurarak kendilerini anlatmaya çalıştılar. Dümen şefi, “İnanın bana beyler…” dedi. “Güzel bir sabahta İstanbul’a giriş yapmak bir insanın hayatında yaşayacağı en güzel şeydir.”

Hava da şansımıza güzeldi, bulutsuz ve ılık bir akşamdı; deniz, geminin kalçalarını hafif bir uğultu ile okşuyordu; direkler ve en incesine kadar gemideki sicimlerin tümü yıldızlarla kaplı gökyüzünün altında hareketsizce uzanıyordu, öyle ki gemi hiç kıpırdamıyordu sanki. Pruvada uzanan bir Türk kafilesi vardı, yüzlerini; beyaz sarıklarına gümüşten bir hale çizen aya dönmüşler keyifle nargilelerini içiyorlardı, geminin kıç tarafında ise her ülkeden birini görmek mümkündü, aralarında gemiye Pire’den binmiş aç biilaç Rum komedyenler de vardı. Anneleri ile Odessa’ya giden Rus kız bebeklerin arasında, dilini anlamadığım için şaşıran ve üç kez aynı soruyu sormasına rağmen hiçbir anlaşılır cevap alamadığı için sinirlenen küçük Olga’nın yüzünü hâlâ görür gibiyim. Bir tarafımda dürbünüyle Marmara takımadalarını arayan, ters dönmüş bir boruyu andıran şapkasıyla şişman ve pasaklı bir Rum papazı, diğer tarafımda üç gündür ağzından tek kelime çıkmayan ve kimsenin yüzüne bile bakmayan, bir heykel gibi soğuk ve kaskatı Protestan bir İngiliz rahibi, önümde, biri onlara bakar bakmaz, yüzlerini hemen denize dönüp yandan göstermek isteyen kırmızı şapkalı ve omuzlarından dökülen örgülü saçlarıyla iki güzel Atinalı hanım, biraz daha ileride parmakları arasında Doğu işi bir tespihin boncuklarını dolaştıran Ermeni bir dükkân sahibi, eski zaman kostümleri giyinmiş bir grup Yahudi, beyaz iç etekleriyle Arnavutlar, vara yoğa kederlenen bir Fransız mürebbiye, yüzlerinden ne nereli oldukları ne de ne iş yaptıkları anlaşılamayan birkaç yolcu ve tüm bu insanların ortasında, tentelerin altında ve döşeklerin, desenli yastıkların üzerinde, şekil şekil, renk renk bir sürü ıvır zıvırın arasında birbirine dolanmış oturan fesli bir babadan, başörtülü bir anneden ve şalvarlı iki küçük kız çocuğundan oluşan küçük bir Türk ailesi vardı.



İstanbul’un yakınlaştığı nasıl da hissediliyordu! Etrafta sıra dışı bir canlılık vardı. Fenerin ışığında bir görünüp bir kaybolan yüzlerin tümü neşeli ve gülen yüzlerdi. Rus kız çocukları “Zavegorod! Zavegorod!” diye İstanbul’un Rusça eski adını bağırarak annelerinin kucaklarına atlıyorlardı. Kalabalığın arasından geçerken, sağda solda Galata, Pera, Üsküdar, Büyükdere, Tarabya gibi isimler duyuluyordu ve bu isimler tutuşturulan dev bir ateşin çıkan ilk kıvılcımları gibi hayal gücümde parlıyordu. Denizciler de hayatın tüm sıkıntılarını bir saatliğine de olsa unutabildikleri bu şehre yaklaşmaktan memnundular. Pruvadaki sarıklıların yarattığı beyaz kümenin ortasında olağanüstü bir hareketlenme vardı: bu tembel ve soğukkanlı Müslümanlar bile Kur’an’ın bahsettiği gibi “bir taraftan toprağa iki taraftan denize bakan” bu Ümmü Dünya’nın ufukta dalgalanan olağanüstü silüetini gönül gözüyle izliyorlardı. Gemi buharın itici gücüne ihtiyaç duymadan, üzerindekilerin sabırsızlığı ve arzularının itici gücüyle kendiliğinden hareket edecekmiş gibiydi. Zaman zaman denize bakmak için küpeşteden sarkıyordum ve suyun uğultularına karışan yüzlerce ses sanki benimle konuşmaya çalışıyordu. Bunlar beni seven insanların sesleriydi ve: “Haydi, git evlat, haydi birader, haydi arkadaş git de İstanbul’un tadını çıkar, sen kazandın, şimdi mutlu ol, Tanrı senin yanında olacak.” diyorlardı.

 

Gece yarısına doğru yolcular güverteye inmeye başladılar. Arkadaşım ve ben sonlardaydık ve bir kaplumbağa gibi ağır ağır yürüyorduk çünkü Marmara Denizi’nin dar geldiği bu neşeyi dört duvar arasına kapatmayı canımız hiç istemiyordu. Basamakların yarısına kadar inmişken, kaptanın sesini duyduk, ertesi sabah bizi kaptan köşküne davet ediyordu. “Güneş doğmadan önce uyanmış olun!” diye bağırıyordu mahzen kapısına yaklaşarak. “Geç kalanı denize attırırım!”

Dünya dünya olalı bundan daha gereksiz ve yersiz bir tehdit duymamıştır, çünkü ben tüm gece gözümü bile kırpmadım. İnanıyorum ki II. Mehmet, Konstantin şehrinin silüeti gözlerinin önünde onu heyecanlandırır iken, bir o yana bir bu yana döne döne yatağının çarşaflarını değiştirdiği Edirne’deki o meşhur gecesinde; beklemekle geçirdiğim şu yirmi dört saatlik sürede benim ranzamda dönüp durduğum kadar dönüp durmamıştır. Sinirlerim yatışsın diye bine kadar saymayı, geminin yardığı suların odamın lumbar deliğine çarparak oluşturduğu beyaz köpüklerden gözlerimi ayırmamayı, buhar motorunun monoton gürültüsü içindeki ahenkli melodileri mırıldanmayı bile denedim ancak hiçbiri işe yaramadı. Ateşim vardı, nefessiz kaldığımı hissediyordum ve gece bana hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Bir parça gün ışığı görür görmez yataktan fırladım; Yunk çoktan ayaktaydı; alelacele giyindik, üç atlayışta güverteye tırmandık.

Kahretsin!

Sis vardı.

Öyle bir sis ki ufuk çizgisinin her iki tarafını da kaplıyordu, yağmur kaçınılmaz gibiydi. İstanbul’a ilk giriş yapacağımız o mükemmel sahne uçup gitmiş, kurduğumuz en ateşli hayal suya düşmüştü, yolculuğumuz tek kelime ile “hiç olmuştu!”

Bu durum beni yıkmıştı. Tam bu sırada her zamanki minik küçük gülümsemesiyle kaptan ortaya çıktı. Fazla konuşmaya gerek yoktu, bizi görür görmez hâlimizi anladı, ellerini omzumuza atarak bizi teselli etmek için:

“Bir şey olmaz, bir şey olmaz. Korkmayın beyler. Hatta bu sise şükredin. Sis sayesinde İstanbul’u hayal bile edilemeyecek hâliyle göreceksiniz. İki saate kalmaz hava muhteşem olacak. Sözüme güvenin.” dedi.

Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum.

Kaptan köşküne çıktık.

Pruvadaki tüm Türkler yüzlerini İstanbul’a karşı dönmüş, kilimlerin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorlardı. Birkaç dakika içinde diğer tüm yolcular dışarı çıkmışlardı, hepsinin de ellerinde türlü türlü dürbünler vardı ve bir tiyatro salonunun balkonuna dizilir gibi uzun bir sıra hâlinde küpeştenin soluna dayandılar. Temiz bir meltem esiyor, kimseden çıt çıkmıyordu. Tüm gözler ve tüm dürbünler yavaş yavaş Marmara Denizi’nin kuzey kıyılarına doğru döndü, ancak hâlâ hiçbir şey görünmüyordu.

Bununla birlikte sis ufukta beyazımsı bir bant oluşturuyor, üzerinde altın renginde ve bulutsuz bir gökyüzü parlıyordu.

Tam önümüzde, pruvanın oraya doğru, eskilerin Demonesi dedikleri Bizans Sarayı’nın zevk ve sefa yeriyken şimdilerde İstanbul sakinlerinin bir buluşma ya da festival alanı olarak kullandıkları dokuz adadan oluşan bir küçük takımada ve Prens Adaları belli belirsiz görünüyordu.

Marmara Denizi’nin iki kıyısı hâlâ tamamıyla gizliydi.

Nitekim bir saat geçer geçmez tepelerden görünmeye başladı.

Ancak; eğer şehrin şekli aklınızda net değilse, İstanbul’a ilk girişin tasvirlerini anlayabilmeniz imkânsızdır. Avrupa’dan Asya’yı ayıran ve Karadeniz ile Marmara Denizi’ni birleştiren Boğaziçi Köprüsü’nü okur hayalinde canlandırabiliyor farz edelim. Böylece Asya kıyıları sağda, Avrupa kıyıları solda uzanır, yani bi tarafta eski Trakya bir tarafta eski Anadolu. İleri gittikçe, yani denizin bu koluna iyice sokuldukça, sol tarafta, girişi hemen geçince, Boğaz’la neredeyse dik bir açı oluşturan oldukça dar bir liman bulunur; bu körfez öküz boynuzu şeklinde kıvrılarak birkaç kilometre boyunca Avrupa topraklarına bir eğri çizer ve burası Bizans limanı iken üç kıtanın zenginliği buraya aktığı için adına Altınboynuz, yani bereket boynuzu derler. Bir taraftan Marmara Denizi diğer taraftan Altınboynuz (Haliç) ile yıkanan, vaktiyle Bizans’ın yer aldığı Avrupa toprağının bu köşesinde, yedi tepe üzerine kurulu Türk şehri İstanbul yükselir. Haliç ve Boğaziçi’nin çevrelediği diğer köşede ise Frenk semtleri Galata ve Pera vardır. Haliç’in tam karşısında, Anadolu kıyısının yamaçlarında Üsküdar görülür. İstanbul denilen bu yer, denizin birbirinden ayırdığı üçüncüsünün diğer ikisinin karşısında, birbirine bakan bu üç büyük semtten oluşur. Bu üç semt birbirlerine o kadar yakınlardır ki, tıpkı Paris ve Londra’nın Sen Nehri ve Thames Nehri gibi her birinin kıyılarından diğer ikisinin binaları açıkça görülebilir. İstanbul’un üzerinde yükseldiği ve Haliç’e doğru kıvrılan üçgenin köşesinde meşhur Sarayburnu bulunur, burası Altınboynuz’un iki kıyısını yani İstanbul’un en geniş ve en güzel bölümünü Marmara Denizi’nden gelen yolculardan son ana kadar saklar.

Denizci gözleriyle İstanbul’un ilk silik görüntüsünü seçebilen geminin kaptanıydı.

İstanbul’a ilk kez gelen İki Atinalı hanım, Rus aile, İngiliz rahip, Yunk, ben ve diğerleri bir grup hâlinde kaptanın çevresini sarmış sessizce duruyorduk, gözlerimiz sisin üzerinde nafile bir çabayla yorulurken kaptan kolunu sola, Rumeli yakasına doğru uzatarak bağırdı: “Beyler, işte ilk manzara!”

Gösterdiği bu beyaz nokta, alt tarafı hâlâ gizemini koruyan yüksekçe bir minarenin tepesiydi. Herkes dürbünlere yöneldi ve sisin içindeki bu küçük noktayı sanki genişletebileceklermiş gibi ısrarla izlemeye koyuldular. Gemi hızla yol alıyordu. Birkaç dakika sonra minarenin yanında belli belirsiz bir leke görüldü, sonra iki, sonra üç derken lekeler yavaş yavaş ev silüetine bürünmeye başladılar ve bu ev sırası uzadıkça uzadı. Önümüzde ve sağımızda hâlâ her yer sisle kaplıydı. Biz de bu durumda İstanbul’un; Marmara Denizi’nin kuzey kıyısında, Sarayburnu ve Yedikule arasında yaklaşık dört mil boyunca bir kemer oluşturarak uzanan kısmını keşfetmeye çalışıyorduk. Ancak sarayın bulunduğu tepeler hâlâ sis ile örtülüydü. Evlerin ardında peşi sıra yüksek, beyaz, tepeleri gül renginde güneşle aydınlanan minareler gözüküyordu. Evlerin altında, koyu renkli, şehrin çevresini kesintisiz şekilde bir kemer gibi saran ve denizin dalgaları ile parça parça ettiği, birbirine eşit mesafede yerleştirilen dev kaleler ile güçlendirilmiş burçlarıyla eski surlar ortaya çıkmaya başlıyordu. Kısa süre içinde şehrin iki mil uzunluğundaki bir bölgesi ortaya çıktı, doğrusunu söylemek gerekirse manzara beklentilerimi karşılamıyordu. Lamartine’nin kendi kendine: “İstanbul bu muymuş?” diyerek, “Tam bir hayal kırıklığı!” diye sızlandığı yerdeydik. Tepeler hâlâ sisle örtülüydü, yalnızca evlerin uzun bir sıra oluşturduğu, şehri tamamen düzmüş gibi gösteren kıyılar şeçilebiliyordu. “Kaptan!” diye haykırdım ben de. “İstanbul bu muymuş?” Kaptan kolumdan tutup eliyle işaret ederek “İşte, sözüme itimat etmeyen bir adamcağız!” diye bağırdı. “Oraya bir bakın.” dedi. Gösterdiği yere bakar bakmaz şaşkınlıktan bir çığlık çıktı ağzımdan. Sis bulutunun arkasında gizlenmiş yüksek ve sanki hafifmiş gibi görünen bir kütle, gümüş uçları güneşin ilk ışıkları ile parlayan dört çok büyük ve narin minarenin ortasında ihtişamla yuvarlaklaşarak bir tepenin zirvesinden hâlâ sis ile örtülü gökyüzüne doğru yükseliyordu. “Ayasofya!” diye bağırdı bir denizci ve iki Atinalı hanımdan biri kısık sesle “Hagia Sofia!” dedi. Pruvadaki Türkler ayağa kalktılar. Artık kilisenin önündeydik, devasa kubbeler ve dalsız dev palmiye ağaçlarından oluşan bir orman gibi birbirine karışmış minareler sisin içinden geçti. “Sultan Ahmet Cami!” diye inledi kaptan ve “İşte Bayezid Cami, Nuruosmaniye Cami, Laleli Cami ve Süleymaniye Cami!” diye saymaya başladı. Ama artık kimsenin onu dinlediği yoktu. Örtü hızla açılıvermişti ve her yerden camiler, kuleler, yeşillikler ve üst üste evler ortaya çıkmaya başlamıştı. İlerledikçe şehir yükseliyor ve girintili çıkıntılı, sürekli değişen pırıl pırıl, pembe, yeşil, beyaz yüzünü en ince ayrıntılarına kadar bize gösteriyordu. Sarayın tepeleri uzaklaşan sisin gri fonu üzerinde nazikçe kendi formunu belli ediyordu. İstanbul’un Marmara Denizi’ne bakan, şehrin dört millik bir parçası önümüze serilmişti, karanlık duvarları ile rengârenk evleri suyun üzerine bir ayna gibi net ve keskin bir şekilde yansıyordu.

Birdenbire gemi durdu.

Herkes kaptanın etrafını sarmış, nedenini öğrenmeye çalışıyordu. Kaptan yolculuğa devam edebilmek için sisin dağılmasını beklemek zorunda olduğumuzu açıkladı. Gerçekten de sis kalınca bir perde gibi hâlâ Boğaz’ın girişini gizliyordu. Ancak birkaç dakikadan daha kısa bir süre sonra çok dikkatli ilerlemek kaydıyla yolculuğa devam edebileceğimiz söylendi.

Eski sarayın bulunduğu tepeye doğru yaklaşıyorduk.

Ben de dâhil olmak üzere herkesin merakı iyice artmıştı.

“Şu tarafa dönün.” dedi kaptan. “Tüm tepe karşımızda belirinceye dek bekleyin, bakmayın.”

Döndüm ve bana dans ediyormuş gibi gelen bir taburenin üzerine gözlerimi diktim.

Kaptan birkaç dakika sonra haykırdı: “İşte burası!”

Döndüm. Gemi durmuştu.

Tepeyle yüz yüzeydik, inanılmaz yakındık.

Gölgesi denizin üzerine düşünceye dek dallarını burçlu surların dışına taşıran serviler, sakız ağaçları, köknar ağaçları ve ulu çınar ağaçları ile kaplı büyük bir tepeydi, tüm bu yeşillik yığınının ortasında düzensizce, kimi birbirinden bağımsız kimi grup hâlinde kimi rastgele serpiştirilmiş gibi köşklerin çatıları, gezinti yerleriyle kasırlar, gümüş rengi küçük kubbeler, kafesli pencereleri ve girişik bezemeli kapılarıyla narin ve tuhaf formlu küçük yapılar, arasında bahçeler, koridorlar, avlular ve gizli bölmeler bulunduğuna inanılan hepsi beyaz, küçük, yarı gizli yapılar vardı, bir ormana kapanmış dünyadan bağımsız, gizem ve hüzün dolu koskoca bir şehirdi burası. Tam bu dakikada, güneş üstüne vurduğu hâlde hâlâ ince bir örtü onu kaplıyordu. Kimse görünmüyordu ortalıkta ve en ufak bir çıt bile çıkmıyordu. Tüm yolcular gözlerini dört asırdır şan ve şerefle, zevk ve sefayla, aşk ve mutlulukla, suikastlerle ve kanla dolu anıların taçlandırdığı bu tepeye dikmişti, büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun kraliyet sarayına, kalesine ve artık dev mezarı olan bu tepeye bakarken kimse konuşmuyor, yerinden kıpırdayamıyordu. Aniden geminin ikinci kaptanı “Beyler, bakın Üsküdar!” diye bağırdı.


Üsküdar


Hepimiz Anadolu yakasına doğru döndük. Altın semt Üsküdar’ın tepeleri sabahın sisi ile örtülmüştü, sanki bir perinin sihirli değneğinin dokunuşu ile ortaya çıkıvermiş gibi tatlı ve taze, üzerine kurulduğu tepelerin zirvelerine ve yamaçlarına alabildiğine yayılmıştı. Bu manzarayı kim tarif edebilirdi ki? Kendi şehirlerimizi anlatmaya çalışırken kullandığımız dil bu şehirdeki muazzam renk ve perspektif çeşitliliğini, şehir ve kırsalın, gösterişin ve sadeliğin, Avrupa ve Doğu’nun, keyif ile ciddiyetin, kaba saba olanla zarif olanın muhteşem harmanlanışını tasvir etmeye yetmeyecektir. Aralarından kar gibi beyaz yüzlerce caminin yükseldiği sarılı kırmızılı binlerce ev, binlerce yemyeşil gür bahçe, üst tarafta Doğu’nun en büyük mezarlığının yer aldığı devasa bir servi ormanı, şehrin kenarlarında boydan boya beyaz bir kışla, grup grup ev ve servi ağaçları, yamaçlara yayılmış küçük köyler, tüm bunların tam arkasında yeşilliklerin arasına gizlenen başka başka köyler, ufuğu bir perde gibi kapatan dağların yarısına kadar uzanan beyaz minareler ve kubbe tepeleri ile dolu bir şehir düşünün, ucu bucağı olmayan bir bahçenin içine kurulmuş, yer yer frenk incirleri ile kaplı, yeşillikler ve çiçekli koylara açılan ve tüm bu güzelliklerini Boğaziçi’nin bir ayna gibi yansıttığı şehir.

Ben Üsküdar’ı izlerken, arkadaşım keşfettiği başka bir semti göstermek için dirseği ile beni dürttü. Gerçekten de Marmara Denizi’ne doğru dönünce, yine Anadolu yakasında, Üsküdar’ın hemen ötesinde, geminin çoktan geçtiği ancak şimdiye kadar sisle örtülü olduğu için fark etmediğimiz evlerin, camilerin ve bahçelerin oluşturduğu bir sıra vardı. Dürbünle bakınca kahveler, çarşılar, Avrupa stili evler, limanlar, bahçeleri saran duvarlar, kıyı boyunca dağınık hâldeki tekneler çok net seçiliyordu. Burası; Bizans’ın ezelî rakibi Kalsedon’un antik harabelerinin üzerine kurulan yargıçların köyü, Kadıköy’dü. Kalsedon İsa’dan altı yüz seksen beş yıl önce İstanbul’un merkezi karşı yaka yerine bu kıyılarda bir şehir inşa ettikleri için delfi kâhinleri tarafından körler takma adını alan Megaryalılar tarafından kurulmuştur. “İşte üç şehir gördük bile!” dedi kaptan “Gözünüz üzerlerinde olsun çünkü ardı ardına yenileri çıkacak karşınıza.”

Sarayburnu Tepesi ile Üsküdar arasında gemi hareketsiz bekliyordu. Sis tam karşımızdaki Galata ve Pera’yı örttüğü gibi Boğaziçi’ni de gizliyordu. Yanımızdan mavnalar, vapurlar, guletler, küçük yelkenliler geçiyordu ama kimse onlara bakmıyordu. Tüm gözler bu Frenk kentini kaplayan gri örtünün üzerindeydi. Sabırsızlıkla ve mutlulukla titriyordum. Birkaç dakika içinde karşılaştığımız manzara ruhumda fırtınalar koparacak kadar muazzam olacaktı. Ellerim titrediği için dürbünü gözlerimde sabit tutmaya çalışırken zorlanıyordum. Kaptan beni izliyordu, adamcağıza heyecanım zevk veriyordu âdeta. Ellerini ovuşturarak “Tamam! Tamam!” deyip duruyordu.

 

Nihayet sis perdesinin arkasından önce beyaz birtakım lekeler; sonra büyükçe bir tepenin belli belirsiz hatları, ardından güneş ışınlarının çarptığı pencerelerden yayılan ışıklar ve biri diğerinin üzerinde rengârenk sayısız evden oluşan bir tepe ile ışık dolu Pera ve Galata ortaya çıkmıştı; minareler, kubbeler ve serviler ile taçlanmış çok yüksek semtlerdi bunlar, zirvesinde elçilerin anıtsal sarayları ve Galata’nın büyük kulesi, bunlara yürüme mesafesinde Tophane’nin engin cephaneliği ve gemi ormanı görünmeye başladı. Sis, gitgide seyrelirken, şehir hızla Boğaziçi’ne doğru uzuyor gibiydi ve tepelerden caminin beyaz lekelerinin düştüğü, engin denize kadar ardı ardına köyler, sahil saraylar, kasırlar, bahçeler, köşkler, korular ve uzaktan sislerin içine gizlenmiş, sadece güneşin aydınlattığı tepeleri görünen köyler bir renk cümbüşü, bolca yeşil, anlamsız nidalar attıracak kadar güzel bir zarafet ve neşeyle birlikte ortaya çıkıyordu. Yolcular, gemiciler, Türkler, Avrupalılar, çocuklar, gemideki herkesin ağzı açık kalmıştı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Ne yöne bakacağımızı şaşırmış hâldeydik. Bir yandan Üsküdar ve Kadıköy diğer yandan Sarayburnu’nun tepeleri, tam karşımızda Galata, Pera ve Boğaziçi vardı. Tümünü görebilmek için kendi etrafımızda dönüp durmamız ve sağa sola bakmamız gerekiyordu nitekim öyle de yapıyorduk, bir yandan her tarafa ateşli bakışlar fırlatıyor, bir yandan nefesimizi kesen bir mutlulukla hiç konuşmadan yalnızca beden diliyle anlaşıyor, gülüşüyorduk. Ne güzel anlardı, Allah’ım!


Sandalcılar ve Galata Kulesi


Yine de; şehrin en güzel ve en büyük parçasını henüz görmemiştik. Sarayburnu yakınlarında hâlâ hareketsizce duruyorduk, İstanbul’un en muazzam manzarasına sahip olan Haliç, geminin burnu dönmeden görünmeyecekti. Kaptan hareket emrini vermeden önce “Beyler, dikkatli olun!” diye bağırdı. “Şimdi en dikkatli olmanız gereken yere geldik. Üç dakika içinde İstanbul ile yüz yüze olacağız!”

Bir üşüme aldı beni.

Birkaç dakika daha bekledik.

Ah! Kalbim nasıl da atıyordu! Yanıp kavrulan ruhumla o kutsal kelimenin dökülmesini bekliyordum: “İleri!”

“İleri!” diye bağırdı kaptan.

Gemi hareketlendi.

Gidelim! Krallar, prensler, Karun, dünyanın en şanslı ve en güçlü insanları işte o an size öyle acıdım ki! Benim yerimde, tam burada bu gemide olabilmek sahip olduğunuz tüm serveti feda etmeye değerdi, şu manzarayı bir imparatorluğa değişmezdim.

Bir dakika, bir dakika daha, Sarayburnu’nu geçiyoruz, rengârenk ve muazzam bir ışıkla dolu devasa bir tepeyi görür gibi oluyorum ve işte nihayet burnu dönüyoruz. İşte İstanbul! Muazzam, muhteşem, mükemmel İstanbul! Yaratılışa ve insanlığa verilmiş en büyük armağan! Böylesi bir güzelliği hayal bile edemezdim.

Şimdi seni hangi zavallı tasvire kalkışabilir! Kim, hangi aciz kelimelerle senin bu ilahi güzelliğini anlatmaya yeltenebilir! İstanbul’u anlatmaya kim cesaret edebilir? Chateaubriand, Lamartine, Gautier hepsinin dili tutulmadı mı senin karşında? İmgeler ve kelimeler zihinlerinde izdiham yaratsa da iş yazmaya gelince kalemlerinden kaçmadılar mı? Şimdi ben izliyor, konuşuyor, umutsuzca ve beni serseme çeviren bir şehvetle gördüklerimin hepsini yazıyorum. Hadi bakalım! Bu sırada Haliç geniş bir nehir gibi tam önümüzde duruyor; burada birbirine eşit iki yükselti her iki kıyıda sekiz millik tepeleri, vadileri, surları bir kemer gibi çevreler ve bu yükseltilerde kat kat yüzlerce yapı ve bahçe, sıra sıra dizilmiş renk renk evler, camiler, pazarlar, çarşılar, saraylar, hamamlar bulunur; tüm bunların tam ortasında ise fil dişi sütunlar gibi gökyüzüne yükselen ve tepeleri pırıl pırıl parlayan minareler, tepelerden denize kadar koyu şeritler hâlinde kenar mahalleleri ve surları çevreleyen servi ormanları çıkıntılık eder, neredeyse her yanı kaplayan güçlü bir bitki örtüsü çatılar arasında kıvrılır ve denizin kıyılarına doğru eğilir. Sağ tarafta, önünde bir direk ve bayrak ormanıyla Galata, Galata’nın üzerinde Avrupa stili saraylarının keskin hatlarıyla göğe yükseldiği Pera, onun önünde iki kıyıyı ve her iki yönde akan renk renk birbirine zıt iki kalabalığı birleştiren bir köprü, sol tarafta devasa kurşuni kubbeleri ve yaldızlı minareleri ile arzıendam eden camilerin bulunduğu engin tepelerin üzerine serilmiş İstanbul, beyaz ve pembe Ayasofya, altı minareli Sultan Ahmet Cami, on kubbeyle taçlandırılan Süleymaniye Cami, sulara gölgesi düşen Pertevniyal Valide Sultan Cami, dördüncü tepenin üzerinde Fatih Cami, beşinci tepenin üzerinde Yavuz Selim Cami, altıncı da Tekfur Sarayı ve hepsinin en tepesinde Çanakkale Boğazı’ndan Karadeniz’e kadar olan iki kıtanın da kıyılarına hâkim Serasker Kapısı’ndaki beyaz kule bulunur. Bulunduğumuz yerden İstanbul’un altıncı tepesi ve Galata’nın ötesinde bir şey görünmüyor, yalnızca belli belirsiz figürler, şehirlerin ve kenar mahallelerin burunları, limanlar, donanmalar, ormanlar hepsi gibi mavimsi ufukta o kadar küçük görünüyorlardı ki sanki gerçek değillermiş de hepsi ışığın ve havanın aldatmacasıymış gibi. Bu fevkalade tablonun ayrıntıları nasıl olur da dile dökülür! Bakışlarımı birkaç dakikalığına yakındaki kıyılara uzatıyorum, bir Türk evine ya da yaldızlı bir minareye bakıp kalıyorum ancak hemen sonra gözlerim bu aydınlık derinliğe o kadar gömülüyor ki iki kıyı ve iki şehir üzerinde gezinen gözlerime, gördüklerim karşısında afallayan zihnim güç bela eşlik ediyor.

Tüm bu güzelliğin üzerine sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen tasasız bir ihtişam yayılmıştı: öyle bir ihtişam ki gençlik zamanlarından kalma peri hikâyelerini ve hayallerini zihnimde yeniden canlandırıyor ancak ne olduğunu bilemiyorum bir türlü; hayali, gerçeğin dışına sürükleyen, havada uçuşan, esrarengiz ve heybetli bir şey bu. Gökyüzü; süt beyaz cam renginin ve gümüşün en yumuşak tonlarında ve bu hâliyle etrafındaki her şeyi eşsiz bir netlikte gösteriyor; üzerinde erguvani şamandıraların tıngırdadığı safir rengindeki deniz ise minarelerin uzun, beyaz yansımalarını titretiyor, kubbeler ışıldıyor, etraftaki uçsuz bucaksız bitki örtüsü sabahın ayazında sallanıyor, heyecanla titriyor, güvercin sürüleri camilerin etrafında kanat çırpıyor, binlerce boyalı ve yaldızlı kayık suyun üstünde sallanıyor ve Karadeniz’den esen rüzgâr binlerce bahçenin kokusunu buraya kadar getiriyor ve karşılaştığım bu cennet beni öyle serseme çeviriyor ki bildiğim ne varsa unutmuş hâlde geriye dönüp baktığımda Asya kıyılarındaki Üsküdar’ın gösterişli güzelliği ile başlayıp Bitinya Dağı’nın karlı zirveleri ile sona eren manzarayı görünce bir merak ve hayret duygusu yine yükseliyor içimde, bu sırada küçük adalar ve beyaz yelkenlilerle dolu Marmara Denizi, gemilerin süzüldüğü Boğaz, her iki yakada da uzadıkça uzayan bir sıra hâlinde dizilmiş villalar, saraylar ve köşklerin arasından kıvrılıp Doğu’nun en güzel tepeleri arasında gizemli bir şekilde gözden kayboluyor. Ah, evet, kesinlikle yeryüzündeki en güzel manzara, kim bunu inkâr ederse Tanrı’ya da yarattıklarına da büyük hakaret etmiş olur. Bundan daha güzel bir manzara; insan aklını aşar.

İlk heyecanım geçince yolculara baktım, kimseden çıt çıkmıyordu. Atinalı iki hanımın gözleri nemliydi; Rus hanım ise bu çok kıymetli anda küçük Olga’ya sıkı sıkı sarılmıştı. Soğuk nevale İngiliz rahibin bile ilk kez sesini duyuyorduk, durup durup “Wonderful! Wonderful!”1 diye inliyordu.

Gemi, köprünün biraz ilerisinde durmuştu; birkaç dakika sonra; Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi hamalların oluşturduğu bir kalabalık etrafımızı saran küçük teknelerden güverteye tırmandı, anlaşılmaz bir İtalyanca ile küfürler ederek üzerimize ve eşyalarımıza saldırdı.

1Harika! Harika!

Muallifning boshqa kitoblari