Kitobni o'qish: «Fergana Güzeli»
Corci Zeydan; 14 Kasım 1861 tarihinde, Beyrut’ta doğdu. Fakir bir aileye mensup olan Zeydan, küçük yaşlarda annesinin yönlendirmesi ile çeşitli medreselerde eğitim aldı. Farsça ve İngilizcenin yanı sıra matematik ilmini de öğrendi. Geçimini sağlamak için daima çalışan Zeydan, 1881 yılında Amerikan Üniversitesi Tıp Fakültesine başladı. Diğer öğrencilerden farklı olması yönüyle ön plana çıktı ve üniversitenin onaylamadığı Darwin teorisini destekleyen hocaların yanında bulunarak katıldığı bir boykot sonucunda okulundan uzaklaştırıldı. Eczacılık diplomasını almayı başarsa da maddi sıkıntılar nedeniyle tıp öğrenimini yarıda bıraktı; edebiyat, tarih ve dil alanlarına yöneldi. Kahire’nin günlük olarak basılan tek gazetesi ez-Zemân’da çalışmaya başladı ve bu süreçte Beyrut istihbaratına üye oldu. 1885 yılında Doğu Bilimler Akademisine üye olarak seçildi; bununla birlikte İngilizce, Fransızca, Almanca, İbranice ve Süryanice dillerine hâkim oldu. Genç yaşlarında birçok ülkeye seyahat etme imkânı buldu ve bu esnada oryantalizmi yakından tanıdı. 1886 yılında ilk kitabı olan el-Elfâzu’l-‘Arabiyye ve’l-Felsefetu’l-Lugaviyye’yi yayımlayan yazar, Jön Türkler’i desteklediği gerekçesiyle Osmanlı topraklarına ancak Meşrutiyet’ten sonra girebildi. Bir dönem Kahire Üniversitesinde öğretim görevliliği yaptı, üniversite yönetimi için hassas olan konuları tartışması üzerine görevinden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine 21 Temmuz 1914 tarihinde, Mısır’da vefat etti.
1
FERGANA
Fergana eyaletinin merkezi olan bu yer, büyükşehirlerdendi. Ceyhun Nehri’nin kenarında, Türkistan sınırının üzerinde bulunuyordu. İranlılarca Ahşakest namıyla bilinirdi. Ceyhun Nehri’ne Araplar Nehr-üş Şaş, Frenkler Yakzerrat, Türkler Amuderya derler.
Araplar; İslamiyet’in ortaya çıkmasından sonra fetihlere giriştikleri zaman Suriye, Irak, İran topraklarını beş-on sene içinde ele geçirdilerse de Fergana’ya ancak Hicret’in birinci asrının sonlarına doğru varabilmişlerdi.
Fergana, Türkistan fatihi Kuteybe bin Müslim tarafından Hicret’in 94. senesinde fethedilmişti fakat Araplar, oraya ancak o tarihten birçok sene sonra yerleşebilmişlerdi.
Fergana; nehre üç saatlik mesafede, düz arazide ve nehrin kenarında kurulmuştu. İşlek çarşıları, yüksek bina ve şatoları, süvarileri ve kapıcıları; etrafında bulunan varoşlar ve bahçeler ile güzel ve mamur şehirlerdendi. Kuzeyinde, bir mil mesafede sarp bir dağ vardı. Şehrin ortasında, o asrın mimari tarzıyla meydana getirilmiş İranlıların Kahendez dedikleri büyük bir kale yükseliyordu ki tehlike zamanında şehrin güvenliğini sağlayanlar oraya sığınırlardı. Kale, büyük taşlardan gayet sağlam bir şekilde yapılmıştı. Şehrin evleri ve diğer binaları kerpiçten inşa edilmişti. Şehri kuşatan iç surların dört kapısı vardı. Varoşlar bu surun dışında bulunuyorlardı. Varoşlardan sonra ikinci bir sur daha yükseliyordu. Akarsular, çeşmeler gerek şehirde gerek varoşlarda pek bol bir hâldeydi. Dış surdan sonra bütün şehrin etrafı bir saatlik yol boyu, nehre varıncaya kadar sık ağaçlı bahçeler, bostanlar ve manzaralar ile süslenmişti.
Özetle Fergana, Türkistan’ın ya da Maveraünnehir topraklarının kalkınmış, en refah içinde olan şehriydi.
İslam fetihleri zamanında Fergana halkı, Tacik diye adlandırılan; asıl halkla oraya gelmiş olan Hint, Çinli ve Türklerin karışımından ortaya çıkmış bir halktan oluşuyordu. En yüksek tabakayı İranlılar teşkil ediyordu. Gerçekten o dönemlerde İranlılar, Şark’ın en ileri ve uygar kavmiydi.
Başkanlık, siyaset, edebî ve dinî tesir onlarındı. Nereye gitseler, oraya medeniyetlerini de naklederlerdi. Dinleri Mecusilik’ti. Dilleri Pehlevi1 diliydi. Bugün yeni Farisi dili nasılsa o zamanlarda Pehlevi dili o taraflarda, yüksek tabakanın lisanıydı. Fergana’nın asli halkının lisanıysa Türkçe idi; Çağatay lehçesi idi. Fergana saltanatı icra eden yöneticiye “ihşid” namı veriliyordu. Pek çok ihşid vardı. Bunlar Fergana eyaletinde saltanatı sürdürüyorlardı fakat burası, İslam devletlerinin kontrolüne geçince Horasan Beyliği’ne katıldı. O hükümdarlara da gerek kalmamıştı. Müslümanlar bunların dinlerine, âdetlerine ilişmemişler; kendi hâllerine bırakmışlardı. Beylerin bir kısmı Irak’ta, İslam memleketinin en mühim ve en mamur yerlerine göç ederek oralarda Halife’nin saraylarına girmiş, Halife’ye güzel hizmetlerde bulunmuşlardı. Müslüman olmuşlar; devlet memuriyetlerine geçmişlerdi. Bunların en meşhuru Mısır Valisi İhşid Tuğç bin Cuf’tu. Beylerin diğer bir kısmı kendi memleketlerinde kalarak İslamiyet’in gölgesi altında huzur ve rahat içinde yaşamışlardı.
2
NEVRUZ BAYRAMI
Hicri 221 senesinin Nevruz’a tesadüf eden günü, Fergana halkının en büyük bayramıdır. Ahali birkaç gün önce, bu günü kutlamak için gereken hazırlıklara başlardı. O gün de şehrin her tarafı donatılıyor, haneler üzerine renk renk bayraklar dikiliyor; çiçekler, gün gün yeşiller ile süsleniyordu. Halk, bayram alışverişini yapmak için çarşı ve pazarlara dökülmüştü. Bazıları küçük çocuklarına yeni elbise almak istiyor, bazıları hediye için sepetler, siniler içinde tatlılar, şekerlemeler alıp götürüyor; bazıları da altı gün sürecek bayram günlerine yetecek kadar yiyecek ve içecek tedarikiyle meşgul oluyorlardı. Evlerde kadınlar, cariyeler; ateş yakmak, bayrama özgü yemekleri ve tatlıları hazırlamak, hamamları yakıp yıkanmak, bayram ekmeklerini yoğurup pişirmekle vakit geçiriyorlardı. Bayram sabahı bu ekmekleri törenle aralarında paylaşarak yeni ekmeği, yeni sene mahsulünün bereketli ve bol olacağına bir delil ve hayır kabul ederlerdi. O gün uğurlu sayılır, yeni paralar tedavüle girer, gümüş vesaireden tepsilerde yeni hububattan yeni hediyeler alınıp verilmesi âdet olduğu gibi yumurta ya da meyveleri birbirine atıp eğlenmek de alışkanlıktı. O günün sabahı bütün çarşı ve pazarlar erkenden açılır, kadın ve çocuklardan oluşan kalabalık bir halk; coşkuyla büyük bir faaliyet içinde bulunurdu. Kimisi sepet kimisi bohça taşıyıp götürür kimi merkebini önüne katıp sürerdi. Genellikle evlere yahut ateş tapınağına doğru yürüyorlardı. Herkes kendi çoluk çocuğuna ya da Mecusilerin kâhinleri olan Mubezlere hediyeler götürmek için koşuyordu.
Şehrin ortasında yükselen Kuhandiz Kalesi’nin üzerine çıkılıp etrafa bakılacak olursa şehrin kâğıt üzerine resmedilmiş bir haritaya ya da boyalı bir resme benzediği görülürdü. Kalenin etrafını kuşatan ve kerpiçten inşa edilmiş olan evlerin çoğu bir kattan oluşmuştu. Bunların içinde taştan yapılmış üç büyük bina vardı. Birincisi şehrin tam ortasında yapılmış olan kaleydi. İkincisi Mecusilerin ibadethanesi olan ateşgedeydi. O zamanlar Mecusilik, oralarda diğer mezheplere üstünlük kuruyordu. Fergana’da bir ateşgede vardı ki ona Karşan Şah diyorlardı. Bu mabedi yüksekliğinden dolayı diğer binalardan ayırmak pek kolaydı. Bulutları başıyla dürtecek gibi duran bu bina âdeta bir kış bahçesindeki hurma ağacına benziyordu. Ateşgedenin damının etrafına, her biri on-on beş arşın boyunda ipekten bayraklar asılmıştı. Aşağıya doğru sarkan rüzgârın esmesiyle gökyüzünde sıra dalgalar şeklinde dalgalanan bu uzun bayraklar, yeşil renkteydi. Üçüncü binaysa ileride bahsedilecek bir Marzban’ın konağıydı. Konak her tarafından güzel bir bahçeyle kuşatılmıştı.
İşte şehir halkı bayram düzenini hazırlamakla meşgulken bir alay takımı muhteşem bir düzenle birdenbire ortaya çıkmış, yolu kaplamıştı. Halk, bir süre bayramı unutmuş gibi alayın ihtişam ve debdebesini izlemeye koyulmuştu. Alay, arabadan fazla süslü bir koça benzeyen büyük bir gerduneden2 oluşuyordu. Gerdunenin üzerinde altın yaldızlı gümüşten bir kubbe yükseliyordu. Kubbe, boyalı sütunlar üzerine oturtulmuştu. Gerdunenin pencerelerindeki perdeler mavi atlastandı. Gerduneyi üzerlerine işlemeli ipekten örtüler atılmış iki at çekiyordu. Arabacı, atlardan birinin üzerine binmişti. Gerdune etrafında birkaç hadım ağası yürüyordu. Pencerelerin perdeleri indirilmişti.
O hâldeyken içinde kimin bulunduğunu fark etmek mümkün değildi fakat bütün Fergana’da bir tek adam ya da bir tek kadın yoktu ki gerdunenin sahibini bilmesin. Çünkü orada, bundan başka saltanat arabası yoktu. Onlar biliyordu ki bu gerdune, Marzban’ındı. Kendisine Kafkasyalı eşinin akrabasından hediye olarak gelmişti. Marzban aslen İranlıydı. Eşi Kafkasyalı, Çerkez bir kadındı. O, memleket ahalisi gezmeye çıkınca ya da bir yerden bir yere seyahat edince bu arabaları hatunların emrine tahsis ederdi. Araba bir hanımın yiyecek ve içeceğine varıncaya kadar muhtaç olacağı bütün şeylere sahip, büyük bir hücre gibiydi. O süslü araba ne zaman geçse Fergana ahalisi, onun içinde bulunan şahsı izlemekten büyük bir sevinç hissederdi çünkü bilirlerdi ki bu gerduneye yalnızca Marzban’ın genç kızı binerdi. Herkes o kızı severdi. Ona pek çok hürmet eder; olağanüstü güzelliğini, akıl ve dirayetini beğenirdi.
Genç kız, saltanat arabasıyla gezmeye çıkınca genellikle perdeleri indirmez ve kimseden saklanmazdı. Halkla serbest konuşur; herkese güzellikle, güler yüzle davranırdı. Daima halkın kalbine hürmet ve saygı gösterirdi.
O gün genç kız nasılsa gerdunenin perdelerini indirmişti. Arabacı da atları acele sürüyordu. Bu aceleden, alayın şehrin dışına gitmek istediği anlaşılıyordu. Arabanın arkasında eyerleri takılmış süvarisiz, seyisleri olmayan iki at yürüyordu. Bunlardan biri yağız bir attı. Eyeri üzerine ok dolu bir sadak3 asılmıştı. Genç kızı tanıyanlar biliyordu ki bu atın sahibi, gerdunenin sahibi olan bizzat o genç kızdı çünkü çok defa bu genç hanımın ya ava ya da koşuya gitmek üzere erkek elbisesi giydiği hâlde bu ata binerek önlerinden geçtiğini görmüşlerdi. Bu iki attan sonra av uşakları yanında yürüyorlardı. Av hademesi; av köpeklerini, ava alıştırılmış birtakım yırtıcı ve avcı hayvanları beraberlerinde götürüyordu. Bu av âlemi hazırlığı kimsenin garibine gitmiyordu çünkü Marzban’ın kızının gayet mahir bir avcı olduğu herkesçe bilinirdi. Yalnız Nevruz günü ava çıkması garip görünüyordu.
Gelip geçenlerin içinde iki kişi vardı ki biri, Fergana halkından bir tacirdi. Diğeri onun akrabalarından ve Hokand ahalisindendi. Nevruz günlerini akrabasının yanında geçirmek için Fergana’ya gelmiş olan bu adam, bu genç hanımı daha evvel ne görmüş ne de onun hakkında bilgi almıştı. Gösterişli alayı görünce kime ait olduğunu sordu. Arkadaşı:
“Alay, Marzban’ın kızı Cihan Hatun’undur. Onu tanıyor musun?”
“Hayır fakat bu şehirde yaşayan Marzban adlı birinin bulunduğunu ve iş güçten çekilmiş olan bu kişinin büyük bir servet sahibi olduğunu, güzelliğiyle şöhret kazanmış bir de kızı bulunduğunu işittim. Bu adamın başka evladı yok mudur?”
“Onun tüysüz, çirkin, ahlaksız bir oğlu da vardır ki ona hiç benzemez.”
“Marzban bu şehrin asıl halkından mıdır?”
“Hayır, bu şehrin yabancısıdır. Bundan otuz ya da kırk sene evvel daha genç bir yaştayken Araplardan ve onların Mecusilere karşı gösterdikleri şiddet ve ayrımcılıktan kaçarak buraya gelmiş, burayı oturacak yer olarak kendisine seçmiştir. İran memleketinde valiydi. Pek çok sıkıntı ve cefalar çekmiş. Yeni dinin hükümlerine uymak istemediğinden malları ve serveti ile buraya gelip yerleşmiş.”
Konuşanın sözünü keserek:
“Gerçekten çok zengin midir?”
“Evet, pek büyük bir serveti vardır. Şehrin içindeki evler, paralar ve mücevherlerden başka şehrin dışında Amuderya Nehri’nin kenarında bulunan tarlalar, bağlar ve bahçelerin çoğu onundur fakat bizim neyimize lazım. Haydi! Et pazarına gidelim. Bir kuzu alalım. Çocuklarımız bayram sırasında sevinçli olsunlar.”
Fakat arkadaşı halkın durumunu anlamaktan, herkesin işine karışmaktan hoşlanan bir adamdı. Sorularına devam etti.
“Merak ettim, bu hanım böyle bir günde evinden nasıl çıkıyor? Bunu anlamak istiyorum.”
Arkadaşı güldü:
“Sen galiba bu hanımı bizim kadınlarımız gibi zannediyorsun. Evde otursun, hamur yoğurup ekmek pişirsin ya da yemek hazırlasın. Öyle mi? Yanılıyorsun. Bu genç kız, babasının evinin büyük hanımıdır.
Bunun annesi bir hayli sene önce vefat etmiştir. Marzban, bu kızının hatırı için bir daha evlenmedi. Kızını çok seviyor. Ona güzellikle davranış gösterir. O dereceye kadar kızı, onun gözünde hürmete layıktır.”
“Azizim! Maksadım bu değildir; hanım ekmek, yemek pişirmek için evde kalsın demek istemedim. Öyle bir bayram gününde babasının hediyelerle ziyaretine gelecek misafirlerini karşılamak üzere evde kalmalıydı, demek istedim.”
Arkadaşı sözünü keserek:
“Allah aşkına! Bu konuyu bırakalım kardeşim, haydi! Pazara gidelim. Bir kuzu alarak eve dönelim.” dedi.
3
CİHAN HATUN
Cihan Hatun’un alayı bu iki adamı çoktan geçmiş, gitmiş hatta şehirden çıkarak varoşlardan geçtikten sonra bahçelere varmıştı. Alay, orada birkaç çadırın yanında durdu. Bu çadırlar Marzban’a ait arazide yaşayan adamlarındı. Cihan Hatun gezmeye ya da ava çıktığı zaman oralardan geçtikçe karşılamaya çıkıp onu selamlarlardı. O gün de karşılamak için her taraftan koşup gelmişlerdi. Gerdune orada durunca arabacı attan indi. Hatun arabadan ineceği sırada atların hareketine engel olmak üzere atlardan birinin yanında durdu. Hadım ağalarından biri de Cihan Hatun’un inmesine yardım etmek için arabanın yanına yaklaştı. Bu hadım ağası gayet terbiyeli ve dirayetli bir adamdı. İsmi Mercan’dı.
Cihan Hatun onu bütün hadım ağalarından üstün tutardı. Mercan, gerdunenin yanında durdu. Emre ve işarete hazırdı. Perdeyi açmaya cesaret edemiyordu fakat arabanın yanında bir müddet durduğu hâlde gerdunenin kapısı açılmadı, içeriden Hatun tarafından bir emir ve işaret verilmedi. Ancak içeride konuşulduğunu işitiyordu. Konuşmanın neye dair olduğunu anlamak için merak duyarak kulak vermek istedi fakat terbiyesi, mevkisinin hürmet ve heybeti onu bu fikirden vazgeçirdi. Alayın diğer adamlarıyla karşılamaya gelmiş olan çiftlik halkı da orada durup Cihan Hatun’un arabadan inmesini bekliyorlardı. Hatun inmeyince meraka düştüler. En fazla sabırsız görünen Hatun’un yağız atıydı. At sabırsızlık gösteriyor, bir ayağıyla yeri eşeliyordu. Seyis onu zapt edemiyordu. At, güya sahibini beklediğini göstermek için anbean kişniyordu. Bu hâl daha fazla sürmedi. Birdenbire gerdunenin perdesi açıldı. İçinden elli yaşlarında, her hâl ve hareketi dirayet ve ağırbaşlılık gösteren bir kadın indi. Kadın, bütün vücudunu örten büyük bir ferace giymişti. Başında bütün başını ve boğazını örten kırmızı bir yaşmak vardı. Yalnız, yüzü görünüyordu.
Bu kadın Cihan Hatun’un mürebbiyesi ve aynı zamanda en yakını, sırdaşı olan dadısı Hizran’dı.
Mürebbiye, gerduneden inince hanımının inmesine yardım etmek üzere elini gerduneye doğru uzattı. Cihan Hatun kimsenin yardımına muhtaç duymaksızın arabadan indi. Her taraftan, herkesin gözü ona dikilmişti. Herkes o olağanüstü güzelliği hayretle seyrediyordu.
Cihan Hatun o gün ava mahsus elbisesini giymişti. Av elbisesi geniş bir şalvar, kaftan ve vücudunun her tarafını örtebilen bir çeşit aba ya da mantodan ibaretti. Manto, işlemeli ipekten yapılmıştı. Başına, kaşlarına kadar başı örten ve güneşten koruyan, iki ucu arkaya sarkan, sargıya benzeyen bir sarık sarmıştı. Kadın, mantoya iyi sarınmıştı. Yalnız, yüzü görünüyordu.
Cihan Hatun uzun boylu, sevimli ve kibar bakışlı; insana hürmet gösteren, eşi görülmemiş bir güzellikle mümtaz, hoş bir kızdı. Büyük olan gözleri bir nur, zekâ, sihirden başka bir ifade ile tabiri mümkün olmayan büyülü bir cazibe saçıyordu. Ona bakan, onunla konuşan kimse mutlaka onun kendisi üzerinde bir tesirini, bir tesir hâkimiyetini hissederdi. Hiçbir konuda, hiçbir işte ona karşı gelemezdi. Sanki hipnoz eder gibi mıknatısla kendi seçimine ve idaresine zorla kabul edilmişçesine onun elinde alt olmaktan başka bir şey yapamazdı. Halk, onun gezmeye ya da ava çıkmasını beklerdi. Yoldan geçtiğini gördükleri zaman her tarafta dururlar, onun kibar ve asil davranışlarını, benzersiz güzelliğini seyrederlerdi. Cihan Hatun’un halka güzellikle davrandığı bilindiği için, tesettüre gerek duyulmazdı. Herkese güler yüzle, nezaketle bakardı. Onun için de herkesin ona hürmeti çoğalıyordu.
O gün herkesin ümidi kırıldı çünkü o gün, Cihan Hatun’un yüzü her vakit olduğu gibi tebessüm saçmıyordu. Yüzünde herhâlde bir hüznün izleri görülüyordu. Hatta dikkatli bakılacak olursa o latif gözlerinde yapma bir tebessümle saklanmak istediği iki gözyaşı görmek mümkündü.
Romanımızın kahramanı olan Cihan Hatun’un o mucize güzelliğini seyretmek için onu evdeki kıyafetiyle görmek lazımdı. Cihan Hatun kendi hanesinde yaşmağı attığı, yüzü açık kaldığı, saçlarını arkaya döktüğü zaman o latif endama kapılmamak mümkün değildi. Kalbinin gücü, ciddiyet ve cesaret izleri ağzının etrafında ve çenesinde apaçık görülürdü. Boğazının olgun şekli ve yumuşaklığı da o kuvvet ve ciddiyeti gösterirdi. Pederi İranlıyken bu kızın yüzü ve benzer noktaları İranlılara benzemezdi. Onun annesi Çerkez’di. Bu yüzünün güzelliğini validesinden aldığı gibi Çerkezlerden kalp kuvveti, kahramanlık, gayret nefsi gibi birçok özellikleri de almıştı. Ta küçüklüğünden ata binmeyi öğrenmişti. Koşu meydanlarına, ava gitmek alışkanlığıydı. İranlılara mahsus olan zekâ ve dirayetini, incelik hislerini pederinden almıştı. Özetle: Cihan Hatun nadir esen bir rüzgârdı. Fergana halkı bu nadir değeri pek çok sevdiklerinden onu gelinleri saymışlardı. İsmi Marzban’ın kızı Cihan’ken ona “Fergana Gelini” derlerdi.
Cihan Hatun, halkın orada toplanarak kendisini beklediğini görünce aceleyle onlara selam verdi. Bütün kuvvetiyle saklamaya çalıştığı ızdırabını belli ettirmek istemiyordu. Sonra dadısına döndü. Kulağına bir nağme gibi hoş gelen latif bir sesle:
“Anneciğim! At hazır mı?” dedi.
Cihan’ın kendi dadısına bu şekilde “anne” diye hitap etmesi onu daima hoş etmek ve yükseltmek istemesinden ileri geliyordu. Gerçekten Hizran dadı onu ta küçüklüğünden beri elinde büyütmüş, daima ona muhabbet ve samimiyet göstermişti. Cihan; ondan bir şey saklamaz, hiçbir sırrını ona söylemekten çekinmezdi. Gerduneden geç çıkması kadınca mühim bazı şeyler hakkında onunla konuşmasından ileri geliyordu.
Hizran, Seyis’e işaret etti. Seyis atı yaklaştırdı. Hayvan oynayarak ve gururla sahibine doğru geldi. Cihan tebessüm etti. Elleriyle hayvanın alnını okşadı. Atın alnında oturmuş bir aslana benzeyen beyaz nişane vardı. Onun için Cihan ona “Şir” ismini vermişti. Hayvan, sahibinin okşamasından hoşlanarak sağ ön ayağıyla yeri eşmeye başladı. Alay halkı hep durmuş, emre hazırdılar. Hizran onlara dönerek:
“Hanımefendi ava gidiyor. Gerduneyle beraber burada kalınız. Yemek hazırlayınız. Sizden iyi koşar yalnız iki kişi gelsin. Bir av vurursak bize getirirler.” dedi. Sonra Firuzi’yi çağırdı. Firuzi bir seyisti. Cihan, şimşek gibi ata bindi. Sonra Seyis diğer bir atı getirdi. Hizran, bu ata Seyis’in yardımıyla bindikten sonra Seyis’e arkada kalmasını ve diğer iki adamla beraber yürümesini emretti.
Bunların birinin ismi Mercan’dı. Hizran, atı hanımının yanına sürdü ve ikisi yan yana gitmeye başladılar. Cihan, yayını yan tarafa asmıştı. Ok torbası, eyerin üstüne asılmıştı. İki süvari atlarını kıra doğru sürüyorlardı. Arazi çoğunlukla ekilmiş olmakla beraber düzlüktü. Uzakta dereleri ve geçitleri çok olan bir dağ görünüyordu.
Cihan Hatun; ceylan, yaban eşeği ya da geyik avlamak için av köpekleriyle geçit ve derelerde dolaşmaya alışmıştı fakat o gün, bu avlarda kullanılan adamlardan hiçbirini beraberine almamıştı. Çünkü o gün yalnız kalmak istiyordu. Ava çıkmasını vesile göstermişti.
İki kadın kırda iyice gittikten sonra Hizran, Cihan Hatun’a muhabbet ve şefkatle bakarak:
“Hanımcığım! Neden üzgün olduğunu artık bana söyler misin? Validen de her sırrını bana emanet ederdi. Bana her şeyi söylerdi. Sen benden sır gizleme.” dedi.
Cihan Hatun içini çekti:
“Anneciğim! Bana hiçbir şey sorma. Buraya av ile kendimi eğlendirmek için geldim.”
Hizran güldü:
“Ava çıkma hilesini ben tertip ettiğim hâlde sözde av için buraya geldiğimize beni de mi inandırmak istiyorsun? Yahut ne düşündüğünü bilmiyor muyum zannedersin?”
Hizran, hanımına gerçeği söylettirmek istiyordu. Cihan aldırmadı:
“Üzüntümü garip görme. Bilmiyor musun ki pederim bir hayli seneden beri süren romatizmasından çekmektedir. Tabip şifa bulacağından çok ümitli değildir. Allah göstermesin, Marzban’a bir hâl olursa ben pek yalnız ve biçare kalırım çünkü burada hiç akrabamız yoktur. İran’da babamın akrabasından hiçbirini tanıyamam. Kafkasya’da validemin akrabasını bilmiyorum. Bununla beraber bilmiyorum ki nasıl…”
Cihan burada hüzün ve tesirle sözünü kesti.
Hizran dedi ki:
“Hanımcığım! Babanızın hastalığı şimdi birdenbire meydana çıkmış bir hastalık değildir. Daha önce de onun hayatını düşünüyorduk fakat bugünkü kadar üzüntülü görünmüyordun. Bugünkü üzüntünün sebebi elbette başkadır. Onu saklamaya çalışıyorsun fakat ben bilirim.”