Kitobni o'qish: «Antikacı Dükkânı»
ROMANDAKİ BAŞLICA KİŞİLER
Olay ondokuzuncu yüzyıl başlarında İngiltere’de geçer.
1
Yaşlı bir adam olmama rağmen, yürüyüş yapma zamanım genellikle gecedir. Evet, yazın sabahları erkenden evden çıkar, bütün gün kırlarda, sokaklarda dolaşırım, hatta günlerce, haftalarca ortalıkta gözükmem; ancak, köyde bulunduğum zamanlar bir yana, hava kararmadan dışarı çıktığım da pek olmaz. Öyleyken, yine de, Tanrı’ya şükürler olsun, yeryüzünün aydınlığını da herhangi bir canlı yaratık kadar sever, bu aydınlığın dünyaya sağladığı neşeyi içimde duyarım.
Bu alışkanlığı da farkına varmadan, hem benim ciddiyetime yakıştığı için, hem de sokakları dolduranların huyları, uğraştıkları işler üzerinde incelemeler yapmama daha büyük imkân sağladığı için ediniverdim. Gün ortasının o parlaklığı, telaşı benimkisi gibi aylakça gezinmelere pek uygun düşmez. Gelip geçenlerin yüzlerini bir sokak lambasının ya da bir pencereden sızan ışığın altında şöyle bir görüvermek benim amaçlarıma o yüzleri güpegündüz görmekten daha uygun düşer. Ayrıca da, doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda gece gündüzden daha anlayışlıdır. Gündüz ise, çoğu zaman, havada yaratılmış bir şatoyu daha yapımı tamamlanır tamamlanmaz apar topar, hiç de pişmanlık duymadan yıkıverir.
Şu devamlı gidiş gelişler, şu hiç bitmek tükenmek bilmeyen huzursuz ayakların o kaba taşları yumuşatıp parlatan, kayganlaştıran şu ardı arkası kesilmeyen çiğneyişleri yok mu! Darda yaşayanların bunları dinlemeye nasıl olup da dayanabildikleri şaşılacak şey değil mi? Saint Martin Avlusu gibi bir yerde oturan hasta bir adamı düşünün. O acıları, yoğunluğu arasında, her şeye rağmen bir çocuğun ayak sesini büyüğünkinden, bir dilencinin sallapati yürüyüşünü çizmeli zengininkinden, bir aylağın yürüyüşünü iş güç sahibi adamınkinden, kanunsuzun avare adımlarını eğlence aramaya çıkmış olanın acele adımlarından ayırt etmeye çalışmaktadır. Bu adamın kulaklarından hiç eksik olmayan o homurtuyu, gürültüyü, onun bütün o huzursuz düşleri arasından hiç durmadan akıp gidecek olan hayat selini düşünün! Sanki bu adam ölmüş olarak, yine de bilincini kaybetmeden gürültülü bir kilise avlusunda yatmaktadır, yüzyıllar boyunca da huzura kavuşma umudundan yoksundur.
Sonra da köprülerden –yani hiç değilse geçiş ücreti alınmayanlardan– gelip geçen o ahali. Güzel akşamlarda birçoğu durur, ilgisiz bir tavırla aşağı bakıp suyun uçsuz bucaksız denizle birleşinceye kadar, gittikçe genişleyen yeşil kıyılar arasından akıp gittiğini belli belirsiz fark eder.
Bunların kimisi ağır yük taşırken azıcık dinlenip parmaklıktan aşağıya baktığı sırada, bir insanın hayatının çubuğunu tüttürüp havailikle geçirmesinin, ağır aksak giden can sıkıcı bir kadırgada güneşten kızışmış bir muşambanın üzerine yatıp uyumanın katıksız mutluluk olması gerektiğini düşünür. Kimisi de yani ötekilerden daha ağır yükler taşıyan şu iyicene ayrı bir sınıfın insanları da suda boğulmanın zor bir ölüm şekli olmadığını, tersine, kendini öldürme türleri arasında en kolayı, en iyisi sayıldığını vaktiyle duymuş ya da okumuş olduklarını hatırlarlar.
Şafak sökerken de Covent Garden Pazarı… Baharda ya da yazın, tatlı çiçeklerin güzel kokuları ortalığa yayılıp gecenin o yarım kalmış sefahat deresini bile bastırır, bütün gece kafesi çatı penceresinin önünde asılı duran o üzgün ardıç kuşunu bile sevinçten yarı çılgına döndürür. Zavallı kuşcağız! Öbür küçük tutsaklarla akraba olan tek komşu! Onların kimisi, sarhoş alıcıların sıcacık elleri içindebüzülmüş, daha şimdiden, bitkin, yolun üzerinde yatmaktadır; kimisi de yakın temastan terlemiştir, daha aklı başında kimseleri memnun edebilmek için kendilerine su verilip tazelenme zamanının gelmesini beklemektedir; işe giderken yolda yanlarından geçecek olan yaşlı memurlar bağırlarını kır hayalleriyle dolduran şeyin ne olduğunu merak edeceklerdir.
Neyse, maksadım yürüyüşlerimi uzun uzadıya anlatmak değil. Anlatmak üzere olduğum hikâye bu gezilerden birinde doğdu; işte ben de bu gezileri bir ön söz gibi anlattım.
Bir akşam, şehrin içinde dolaşmış, aklımdan bir sürü şey geçirerek, her zamanki yolumda ilerliyordum. Bu sırada bir soruyla karşı karşıya kaldım ki, bunun anlamını birdenbire kavrayamamıştım. Sorunun bana sorulduğunu, beni pek duygulandıran tatlı bir sesle konuşulduğunu anlayınca, arkama döndüm. Dirseğimin dibinde, güzel, küçük bir kız vardı. Bulunduğumuz yerden enikonu uzakta bulunan bir yere nasıl gidileceğini soruyordu.
– O dediğin yer buradan pek uzakta, yavrucağızım, dedim.
Kız ürkekçe:
– Onu biliyorum, efendim, diye karşılık verdi.
– Ne yazık ki buradan çok uzakta olduğunu biliyorum, çünkü daha bu gece oradan geldim.
Biraz da şaşarak:
– Tek başına mı? diye sordum.
– A, evet. Bunun ziyanı yok ama şimdi yolumu kaybettim diye biraz korkuyorum.
– Peki, yolunu niçin bana sordun? Ya sana yanlış bir yolu tarif edersem?
Küçük yaratık:
– Böyle bir şey yapmayacağınıza eminim, dedi.
– Siz öyle yaşlı bir beysiniz ki, öyle de yavaş yürüyorsunuz ki! Bu yalvarmadan, yalvarışın çocuğun berrak gözüne yaş getirip yüzüme bakarken narin vücudunu titreten şiddetinden ne derece etkilendiğimi anlatamam.
– Gel, dedim.
– Seni oraya götüreyim.
Çocuk sanki beni beşikten beri tanıyormuş gibi büyük bir güvenle elini elime verdi, birlikte zahmetle yürümeye koyulduk. Küçük yaratık adımlarını benimkilere uydurmaya çalışıyordu. Benim onu korumamdan çok, kendisi yol gösterip beni korumaya çalışıyormuş gibi de bir tavır takınmıştı. Sanki onu aldatmadığımdan emin olmak istiyormuş gibi arada sırada bana kaçamak bir göz attığının da farkındaydım. Üstelik, bu pek keskin, zeki bakışlar her seferinde küçük kızın güvenini artırıyor gibiydi.
Kendi hesabıma benim de merakım, ilgim hiç değilse çocuğunkine eşitti: Evet, o minicik, narin vücudu çocuğun görünüşüne garip bir şekilde gençlik havası veriyordu ama o yine de çocuktu. Pek hafif giyinmişti; öyleyken, üstü başı pek derli topluydu, bir tek fakirlik ya da ihmal işareti yoktu.
– Seni tek başına bu kadar uzağa kim yolladı? diye sordum.
– Bana çok iyi davranan biri yolladı, efendim.
– Peki, ya sen ne yapıyordun?
Çocuk:
– İşte bunu söyleyemem, dedi.
Bu sözlerde öyle bir hava vardı ki elimde olmayarak küçük yaratığa şaşkın şaşkın baktım; onun böyle sorguya çekilmeye de hazırlıklı olmasını sağlayan görev neydi acaba? Zeki bakışları düşüncelerimi okumuş gibiydi. Göz göze gelince, yaptıklarında bir kötülük bulunmadığını, ancak bunun büyük bir sır, hem de kendisinin bile bilemediği büyük bir sır olduğunu söyledi.
Bu sözler bir kurnazlık ya da kandırıcılık havasıyla değil gerçeği yansıtan şüphe götürmez bir içtenlikle söylenmişti. Önceki gibi yoluna devam etti. İlerledikçe benimle daha dost oluyor, neşeli neşeli konuşuyordu; yalnız,evi hakkında da yeni bir yolu izlediğimizi belirtmekten başka bir şey söylemedi, bunun kısa bir yol olup olmadığını sordu.
Biz böyle giderken içimden bu bilmeceye yüzlerce çözüm buldum, her birini de tek tek silkip attım. Merakımı gidermek için çocuğun saflığından ya da minnet dolu duygularından yararlanmak beni gerçekten utandırmıştı. Ben bu küçük insanları severim; Tanrı’dan böylesine yeni kopmuş olan bu insanların bizi sevmesi pek de basit bir şey değildir. Başlangıçta onun bana güvenmesinden kıvanç duyduğum gibi bunu hak etmeye, onun bana güvenmesini sağlayan Yaradan’a hamdetmeye karar verdim.
Yalnız, bu küçücük kızı düşüncesizce, gece vakti, yapayalnız bu kadar uzağa gönderen kimseyi görmekten kaçınmam için de bir neden yoktu. Üstelik, kızcağızın evine yaklaşmış olduğunu sezinleyince vedalaşıp beni bu fırsattan yoksun bırakması da mümkündü; onun için, en sık kullanılan yollar yerine en karışıklarını seçtim. Böylece, küçük kız da gideceği sokağa varıncaya kadar nerede bulunduğunu anlayamadı. O sokağa gelince, sevinçle ellerini çırpıp biraz önümden koştu, ben yanına varıncaya kadar basamaklarda bekledi, yanına gidince de kapıyı vurdu.
Bu kapının bir kısmı camdı, pancurla da korunmamıştı; ancak, ortalık iyice karanlık, sessiz olduğu için, baştan ben bunu fark edemedim. Çocuk gibi ben de çağrıya hemen karşılık verilmesini istiyordum. Kız, iki üç kere kapıyı vurduktan sonra, içeriden biri geziniyormuş gibi sesler geldi; en sonunda, camda soluk bir ışık belirdi.Işığı tutan kimse, oraya buraya dağınık bir şekilde konmuş eşyanın arasından geçmek zorunda kaldığı için, ağır ağır yaklaşmış, gelenin ne cins bir insan, geldiği yerin de ne biçim bir yer olduğunu anlamama fırsat vermişti.
Uzun kır saçlı, ufak tefek bir adamdı bu. O ışığı başının üstünde tutarken ben de yüzünü, yapısını rahatça görebildim. Yaşla pek çok şey değişmiş olmasına karşın zayıf, narin yapısında çocukta da dikkatimi çeken o çelimsiz hamurun havasını sezinledim. İkisinin de parlak mavi gözlerinin eş olduğu şüphesizdi; yalnız, adamın yüzü öyle kırışıklarla, tasayla doluydu ki ikisi arasındaki benzerlik burada bitiveriyordu.
Adamın rahatça gezindiği yer ise bu şehrin sapa köşelerine sıkışmış eski, merak uyandırıcı eşyanın bulunduğu dükkânlardan biriydi. Küflü hazineler kıskançlık, güvensizlik yüzünden halkın gözünden uzak tutulup saklansın diye bu dükkânlara getiriliyordu. Orada burada zırhlı hortlaklar gibi duran çeşitli kıyafetler vardı; en akla, hayale gelmez yerlerden getirilmiş inanılmaz derecede güzel oymalar, değişik türlerde paslanmış silahlar, çiniden, tahtadan, demirden kırık dökük şekiller, modeli ancak rüyalarda çizilebilecek cinsten halılar, garip eşyalar vardı. Ufak tefek yaşlı adamın bitkin hâli de bulunduğu yerle pek güzel bağdaşmıştı. Adamcağız eski kiliseleri, mezarları, yüzüstü bırakılmış, evleri araştırıp bütün bu kırık dökük şeyleri kendi elleriyle toplamış olabilirdi. Bu koleksiyonda adamla uyuşmayan bir tek şey yoktu; kendisinden daha yaşlı, daha eski görünen bir tek eşya yoktu.
Adam, anahtarı kilidin içinde döndürürken, beni biraz da şaşırarak gözden geçirdi; benden sonra yol arkadaşıma bakarken de şaşkınlığı geçmedi. Kapı açılınca çocuk adama: “Dede” dedi, arkadaşlığımızın hikâyesini anlattı.
Yaşlı adam kızın başını okşayarak:
– Hay Allah! Nasıl oldu da yolunu kaybettin! Ya ben seni kaybetseydim, Nell? dedi.
Çocuk cesaretle:
– Ben sana dönecek yolu bulurdum, dede, dedi.
– Sen hiç korkma.
Yaşlı adam kızı öptü, sonra bana döndü, içeri girmemi rica etti. Kapı kapanmış, kilitlenmişti. Elindeki lambayla önden yürüdü, daha önce dışarıdan gördüğüm evin içinde bana yol gösterdi. Arkada küçük bir oturma odasına girdik. Dolaba benzer bir yere açılan küçük bir kapı daha vardı. Orada öylesine küçük, öylesine zevkle düzeltilmiş bir yatak duruyordu ki, içinde ancak bir peri yatabilirdi. Çocuk lambayı aldı, yaşlı adamla beni yalnız bırakıp, bu küçük odaya girdi.
Adam ateşin yanı başına bir koltuk koyarken:
– Yorulmuşsunuzdur, efendim, dedi.
– Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
– Bir dahaki sefere torununuza daha iyi bakarak, dostum, diye karşılık verdim.
Yaşlı adam tiz bir sesle:
– Daha mı iyi bakarak? diye sordu.
– Nelly’ye mi iyi bakarak? Aman, kim bir çocuğu benim Nell’i sevdiğim kadar sevebilmiştir!
Adam bunu öylesine belirli bir şaşkınlık içinde söylemişti ki ne karşılık vereceğimi bilemedim. Ayrıca, davranışlarındaki dalgınlıktan başka, bende onun başlangıçta düşündüğüm gibi bunak ya da ahmak biri olmadığı inancını uyandıran derin düşünceli yüzü de şaşkınlığımı artırdı.
– Onu düşündüğünüzü pek sanmıyorum, diye söze başladım.
Yaşlı adam sözümü kesip:
– Ben onu düşünmüyorum ha! diye bağırdı.
– Onu düşünmüyorum ha! Ah, siz gerçeği ne kadar az biliyorsunuz! Küçük Nelly, küçük Nelly!
Ne biçim konuşursa konuşsun, herhangi bir kimse için antikacının şu dört kelimeyle ifade ettiği sevgiden daha fazla sevgi ifade etmesi imkânsızdır. Adamın yeniden konuşmaya başlamasını bekledim ama o, çenesini avucuna dayadı, iki, üç defa başını sallayıp gözlerini ateşe dikti.
Biz bu hâlde sessiz sessiz otururken minik odanın kapısı açıldı; çocuk yine bizim odaya geldi. Açık kumral saçları dağınık bir hâlde boynuna dökülmüştü, yüzü de bir an önce bizim yanımıza gelebilme telaşı içinde kızarmıştı. Kızcağız hemen yemek hazırlığına girişti. O bu işle uğraşırken yaşlı adamın da beni öncekinden daha büyük bir dikkatle incelemekte olduğunu fark ettim. Bu süre içinde her şeyi çocuğun yapmasına, evde bizlerden başka kimsenin bulunmamasına şaştım. Bir ara, çocuğun yokluğundan yararlanıp, adama bunu sordum, o da bu soruma yeryüzünde bu küçük kız kadar güvenilir, dikkatli büyük insanın pek az bulunabileceği karşılığını verdi. Adamın bencilliğine hükmettiğim için, duygulanarak: “Çocukların daha bebek sayılacak yaşta hayatın gereklerine uymak zorunda kalmaları beni pek üzer.” dedim. “Bu onların kendilerine Tanrı’nın verdiği iki önemli meziyetlerini –güvenle sadeliklerini– ortadan kaldırır. Bir de bizim eğlencelerimize katılacak duruma gelmeden üzüntülerimizi paylaşmaya zorlar.”
Yaşlı adam bana dikkatle bakarak:
– Onunkileri hiçbir zaman yok etmez, dedi.
– Kaynaklar pek derin. Üstelik, fakir çocukları bir iki eğlenceden başka bir şey de bilmezler. Çocukluğun en ucuz zevkleri bile parayla satın alınmalıdır.
– Bu şekilde konuştuğum için özüm dilerim ama, siz hiç de fakir değilsiniz, dedim.
Yaşlı adam:
O benim kızım değil ki, diye karşılık verdi.
– Annesi kızımdı; o da fakirdi. Gördüğünüz şekilde yaşamama rağmen bir kuruş bile biriktirmiyorum. Yalnız, şu var ki, dedi. Adam elini koluma koydu, fısıldamak için öne eğildi:
– … yakında o da zengin, kibar bir hanımefendi olacak. Onun yardımından yararlanıyorum diye sakın benim hakkımda kötü şeyler düşünmeyin. Gördüğünüz gibi, o bunu seve seve yapıyor. Kendisinin küçük ellerinin yapabileceği işleri başkasına yaptırtmaya kalkışırsam kalbi kırılır.
Birden terslenerek bağırdı:
Çocuğa iyi bakmıyormuşum! Bu çocuğun hayatımın tek düşüncesi, tek gayesi olduğunu Tanrı biliyor. Hoş, yine de beni asla refaha kavuşturmuyor ya, o da başka!
Bu arada konuşmamız yine eski konuya döndü, yaşlı adam sofraya yaklaşmamı işaret ettikten sonra sustu, başka bir şey demedi.
Yemeğimize daha yeni başlamıştık ki benim girdiğim kapı vuruldu. Nell, çocuksu, neşe dolu olduğu için beni pek sevindiren içten gelme bir kahkahayla gülerek:
– Hele şükür, Kit geldi! dedi.
Yaşlı adam kızın saçlarını okşayarak:
– Yaramaz Nell! dedi.
– Hep zavallı Kit’le alay eder!
Çocuk yine öncekinden daha içten gelme bir kahkaha attı, ben de duygulanarak gülümsedim. Ufak tefek yaşlı adam bir mum alıp kapıyı açmaya gitti. Geri döndüğü zaman Kit de ayaklarının dibindeydi.
Kit, ayaklarını sürüye sürüye yürüyen, kabarık saçlı, görülmemiş derecede geniş ağızlı, kıpkırmızı yanaklı, kıvrık burunlu –gerçekten o güne kadar gördüğüm yüzlerin en gülünç görünüşlüsü– acemi tavırlı bir çocuktu. İçeride yabancı birini görür görmez kapının önünde birden durdu. Yusyuvarlak, kenarsız eski bir şapkayı elinde çevirerek, vücudunun ağırlığını kâh bir bacağına, kâh öbür bacağına vererek, boyuna ayak değiştirerek, kapı önünde duruyor, pek şaşılacak bir şekilde odaya kaçamak bakışlar fırlatıyor. O ânda oğlana karşı içimde bir minnet duygusu uyandı, çünkü bu çocuğun kızın hayatında güldürücü bir unsur olduğunu anlamıştım.
Ufak tefek yaşlı adam:
– Yol epey uzun, değil mi, Kit? diye sordu.
Kit:
– E, valla, güzel bir yoldu, usta, dedi.
– Evi kolay buldun mu?
– E, valla, pek kolay da olmadı, zor da olmadı, usta.
– Aç acına dönmüşsündür elbette, değil mi?
Çocuğun buna karşılığı da:
– E, valla, karnım aç diyebilirim, oldu.
Çocuk, konuşurken, yan durup başını da omzunun üstünden ileri doğru öyle bir uzatış uzatıyordu ki bu hareketi yapmasa konuşamayacaktı sanki. Bana kalırsa bu çocuk nerede olsa herkesi eğlendirebilirdi ama oğlanın garipliğinden çocuğun duyduğu sonsuz sevinç, böyle ona hiç de uymayan bir yerde kendisini sevindirecek bir şey bulabilmesinden doğan huzur gerçekten karşı konulamayacak şeylerdi. Kit’in de yarattığı heyecandan gururunun okşanması, ciddi durmak için bir hayli çaba gösterdikten sonra ağzını iyice açıp gözlerini kapayarak çılgınca gülmesi de pek görülecek şeydi.
Yaşlı adam yine o eski dalgın hâline dönmüştü, olup bitenlerle ilgilenmiyordu; yalnız, çocuğun gülmesi geçince, parlak gözlerinin gecenin o küçük macerasından sonra kalbinin rakipsiz sahibini karşılarken gösterdiği duygululuk içinde yaşlarla dolduğunu fark ettim. Kit’e gelince, başından beri çarçabuk ağlamaya dönecek bir şekilde gülmekte olan oğlan bir dilim ekmekle et, bir bardak da bira alıp bir köşeye çekildi, bunları büyük bir iştahla yemeye koyuldu.
Yaşlı adam sanki kendisine bir şey söylemişim gibi bana döndü, içini çekerek:
– Onu düşünmediğimi söylemekle ne dediğinizi bilmeden konuşmuş oluyorsunuz, dedi.
– İlk görüşte ağızdan çıkan sözlere pek değer vermemelisiniz, dostum, dedim.
Yaşlı adam düşünceli düşünceli:
– Öyle, dedi.
– Öyle. Buraya gel, Nell.
Küçük kız hemen yerinden kalktı, geldi kollarını adamın boynuna doladı.
Dede:
– Ben seni seviyor muyum, Nell? diye sordu. Söylesene, seni seviyor muyum, yoksa sevmiyor muyum, Nell?
Çocuk, adamı okşamakla yetindi, başını göğsüne dayadı.
Dede, çocuğa daha sıkı sarılıp benden yana bakarak:
– Sen niçin hıçkırıyorsun bakayım? diye sordu. Yoksa seni sevdiğimi bildiğin hâlde bu soruyu sormakla şüphe içinde olduğumu mu gösteriyorum? Ah, ah, ah, öyleyse seni çok sevdiğimi söyleyeyim bari.
Çocuk büyük bir ağırbaşlılıkla: “Gerçekten seviyorsun.” diye karşılık verdi. “Sevdiğini Kit de biliyor.”
Kit, bir hokkabaz soğukkanlılığı içinde, ekmeğiyle etini kesip bıçağın üçte ikisini ağzına sokmaktaydı, kendisinden söz edildiğini duyar duymaz işini bırakıp haykırdı.
– Hiç kimse dedenin Nell’i sevmediğini söyleyecek kadar şaşkın değildir.
Sonra da sandviçinden bir ısırışta pek kocaman bir parçayı ağzına alarak, kendini daha uzun konuşma yeteneğinden yoksun bıraktı.
Yaşlı adam, çocuğun yanağını okşayarak:
– Kızım şimdi fakir ama, dedi. Bakın yine söylüyorum, onun da zengin olacağı zaman yaklaşıyor. Çoktandır yaklaşmakta ya; o gün artık gelecek. Çok sürdü ama gerçekten geliyor artık. Her şeyi har vurup harman savurmaktan başka bir şey yapmayan başkalarına geldi ya. Acaba bana ne zaman gelecek?
Çocuk:
– Ben bu hâlimle çok mutluyum, dede, dedi.
Yaşlı adam:
– Şşşt! Sus bakayım, dedi. Nasıl olman gerektiğini sen bilemezsin.
Sonra, dişlerinin arasından yine mırıldandı:
– O günler de gelecek, buna eminim. Geç gelmesi daha da iyi.
Adamcağız içini çekti, o eski düşünceli havasına döndü. Çocuk yine dizlerinin arasındaydı, çevresinde olup bitenlerin farkında değilmiş gibi görünüyordu. Artık vaktin gece yarısını bulmasına da birkaç dakika kalmıştı, ben gitmek için kalktım; bu da yaşlı adamı kendine getirdi.
– Bir dakika, beyim, dedi. Bakın, neredeyse gece yarısı olacak. Kit, oğlum, sen de hâlâ buradasın. Evine git, evine git, sabahleyin de vaktinde kalk, çünkü yapılacak iş var. İyi geceler. Hadi, ona sen de iyi geceler dile de, Nell, gitmesine izin ver.
Çocuk, gözleri sevinçle, sevgiyle parlayarak:
– İyi geceler, Kit, dedi.
Oğlan da:
– İyi geceler, Bayan Nell, dedi. Yaşlı adam araya girdi:
– Bu beye de teşekkür et, çünkü o ilgilenmeseydi ben bu gece küçük kızımı kaybedebilirdim.
Kit:
– Yo, yo, efendim, dedi. Hiç de değil, hiç de değil.
Yaşlı adam:
– Ne demek istiyorsun? diye sordu.
Kit:
– Ben onu bulurdum, efendim, dedi. Bulurdum. Toprağın üzerinde oldukça onu bulacağıma bahse girebilirim. Başka herhangi bir kimse kadar çabuk bulurdum, efendim. Ha-ha-ha!
Kit bir kere daha ağzını açıp gözlerini kapayarak bir çığırtkan gibi güldü, yavaş yavaş kapıya doğru geri geri gidip kendini dışarı attı. Odadan kurtulunca da yola çıkması uzun sürmedi.
O gittikten sonra, kız sofrayı temizlemeye dalmışken, yaşlı adam:
– Bu gece yaptıklarınızdan ötürü size yeterince teşekkür edememişim gibime geliyor, efendim, dedi. Size âcizane, canıgönülden teşekkür ediyorum. Kızım da ediyor; üstelik, onun teşekkürü benimkinden daha değerli. Yaptığınız iyiliğin farkında olmadığımı ya da kızıma karşı ilgisiz kaldığımı düşünerek buradan gitseydiniz üzülürdüm, çünkü gerçekten hiç de öyle değilim.
– Gördüğüm kadarıyla öyle olmadığınız muhakkak dedim. Yalnız, size bir şey sorabilir miyim?
Yaşlı adam:
– Hayhay, dedi. Nedir öğrenmek istediğiniz?
– Şu narin çocuk, dedim. Böylesine güzel, zeki bir çocuğun sizden başka ilgilenecek kimsesi yok mu, kuzum? Başka bir arkadaşı ya da yol göstericisi yok mu?
Adam tasalı yüzüme bakarak:
– Hayır, dedi. Yok. Zaten o da başka kimseyi istemiyor.
– Peki ama böylesine nazik bir emaneti yanlış anlamaktan korkmuyor musunuz? İyi niyetli olduğunuzdan şüphem yok ama böyle bir emanetin nasıl korunacağını gerçekten bildiğinize emin misiniz? Ben de sizin gibi yaşlı bir adamım; üstelik, körpe, umut dolu her şey karşısında yaşlı bir adamın tasasını duyarım. Bu akşam sizinle bu küçük yaratığın hâlinde gördüklerimin pek de acıdan yoksun olmadığını düşünmüyor musunuz?
Yaşlı adam bir saniye kadar sustuktan sonra:
– Beyim, dedi. Sözlerinize kırılmaya hakkım yok. Birçok bakımlardan çocuk asıl ben, büyük de o; bu doğru. Siz de gördünüz. Yalnız, uyanıkken olsun, uyurken olsun, gece olsun, gündüz olsun, hastayken olsun, sağlamken olsun, bu kız benim ilgilendiğim tek varlıktır. Onunla nasıl ilgilendiğimi bilseydiniz, bana daha başka gözle bakardınız; gerçekten öyle olurdu. Ah, bu hayat, yaşlı bir adam için çok yorucu, çok hem de pek yorucu bir hayat… Gelgelelim, sonunda büyük kazanç var. İşte bunu göz önünde tutuyorum.
Adamın heyecanlanıp sabırsızlandığını görünce odaya girerken çıkarmış olduğum paltoyu almak üzere döndüm. Niyetim artık konuşmamaktı. Çocuğun bir kolunda pelerin, elinde de şapka ile baston, sabırla beklediğini görünce şaşırdım.
– Bunlar benim değil, yavrucuğum, dedim.
Çocuk sakin sakin:
– Değil, dedi. Dedemin bunlar.
– O da, bu gece sokağa çıkmayacak.
Çocuk, gülümseyerek:
– Yo, çıkacak elbet, dedi.
– Peki, ya sen ne olacaksın, güzelim?
– Ben mi? Burada kalacağım elbette. Hep öyle yaparım.
Şaşırarak, yaşlı adamdan yana baktım; o, giyinmesine dalmıştı; ya da yalandan öyle görünüyordu. Onu bırakıp geriye, çocuğun incecik gölgesine baktım. Tek başına! O kasvetli yerde o upuzun korkunç geceyi düşündüm.
Çocukta benim şaşkınlığımı fark ettiğine dair bir işaret yoktu, dedesinin pelerinini giymesine yardım ediyordu. Adam hazır olunca da bizi kapıya kadar götürmek için mum yaktı. Onun hemen peşinden gitmediğimizi anlayınca da gülümseyerek arkasına bakıp, bizi bekledi. Yaşlı adam benim duraklamamın nedenini açıkça anladığını yüzündeki ifadeyle belli etmişti ama kendisinden önce dışarı çıkmamı yalnız başının bir işaretiyle anlattı, sessizce durdu. İsteğe uymaktan başka çarem yoktu.
Kapıya varınca çocuk mumu yere bıraktı, iyi geceler dilemek üzere bize döndü, öpeyim diye yüzünü bana uzattı. Sonra da yaşlı adama koştu, o da kızı kolları arasına alıp Tanrı’dan iyilikler diledi.
Alçak sesle:
– Güzel güzel uyu, Nell, dedi. Yatağını melekler korusun. Sakın dualarını unutma, tatlım benim.
Çocuk heyecanla:
– Hayır, unutmam! dedi. Dualar beni öylesine mutlu ediyor ki!
– İşte bu güzel! Öyle olduğunu biliyorum; öyle olmalı. Tanrı seni yüzlerce defa korusun. Sabahleyin erkenden gelirim.
Çocuk:
– Kapıyı iki kere çalmayacaksın ama diye atıldı. Zil beni bir rüyanın ortasındayken bile uyandırıyor.
Böylece ayrıldılar. Çocuk kepenkli kapıyı açtı, (oğlanın gitmeden önce kepengi indirdiğini duymuştum) binlerce defa kulaklarımda çınlayan, sevgi dolu, duru bir sesle “güle güle” deyip, biz çıkıncaya kadar kapıyı açık tuttu. Kapı yavaşça kapanıp içeriden sürgülenirken yaşlı adam da bir an durdu; bu iş yapılınca da, rahatlayıp, ağır adımlarla yoluna koyuldu. Sokağın köşesinde durdu. Yüzünde tasalı bir ifadeyle bana bakıp yollarımızın enikonu değişik yönlerde olduğunu, benden ayrılmasının gerektiğini söyledi. Ben konuşacaktım ama adam görünüşünden umulmayacak bir çeviklikle uzaklaşıverdi. İki, üç kere de sanki onu hâlâ seyredip etmediğimi ya da uzaktan onu izlemediğime iyice kanaat getirmek istiyormuş gibi arkasına baktığını gördüm. Gecenin karanlığı onun kaybolmasını kolaylaştırdı, çok geçmeden göremez oldum.
Onun beni bıraktığı yerde durmuş kalmıştım. Hiçbir yana gitmek istemiyordum; orada niye oyalandığımı da bilmiyordum. Az önce geçtiğimiz sokağa baktım, bir süre sonra da adımlarımı o yana yönelttim. Kapının önünden geçtim, bir daha geçtim, kapıda durup dinledim: Dört bir yan mezar gibi karanlık, sessizdi.
Yine de oralarda gezindim; bir türlü uzaklaşamıyordum. Çocuğun başına gelebilecek felaketleri, yangınları, soygunları, hatta cinayeti düşünüyordum. Sanki oraya arkamı döner dönmez bir kötülük olacakmış gibi bir duygu vardı içimde. Sokakta bir kapının ya da bir pencerenin kapanması beni bir kere daha antikacının evinin önüne getirdi. Yolu geçtim, sesin oradan gelmediğine kendimi inandırmak için eve baktım. Hayır, orası deminki gibi kapkaranlık, hayatsızdı.
Yoldan geçen bir iki kişi vardı; sokak kasvetli, üzgündü; eh, ben de aşağı yukarı öyleydim. Tiyatrolardan çıkan birkaç kişi telaşla yürüyordu; ara sıra da evlerine doğru sallana sallana giden bir iki gürültücü sarhoşla çatışmamak için yana çekildiğim oluyordu. Yalnız, bu engeller pek sık ortaya çıkmadığı gibi, çok geçmeden de arkası kesildi. Saatler biri vurdu. Ben hâlâ ileri geri gidip geliyor, her defasında da bunun sonuncu olduğunu kendimevadediyordum, her defasında da yeni bir mazeret bulup sözümden dönüyordum.
Yaşlı adamın söylediklerini düşündükçe gördüklerime, duyduklarıma da inancım azalıyordu. Adamın gece ortadan kayboluşunun hiç de iyi bir amaç taşımadığını da kuvvetle tahmin ediyordum. Ben gerçekleri ancak saf bir çocuktan öğrenmiştim: Üstelik, o zaman, yaşlı adam da orada bulunduğu hâlde, benim açıkça görülen şaşkınlığımı da sezmesine rağmen, garip bir esrar havasına bürünmüş, mesele hakkında bir tek açıklayıcı kelime söylememişti. Bu düşünceler, adamın perişan yüzü, dalgın tavırları, huzursuz, kaygılı bakışları sonradan daha da kuvvetle canlandı elbette. Adamın çocuğa karşı gösterdiği sevginin çok kötü bir niyetle ilişkisi de olabilirdi. Zaten o sevgi de kendi başına, inanılmaz bir aykırılık örneğiydi; yoksa, çocuğu nasıl böyle bırakabilirdi ki? Adam hakkında kötü düşünceler beslemeye hazır olduğum hâlde çocuğa karşı beslediği sevginin gerçekliğinden yine de şüphe etmedim. Aramızda geçenleri, kızın adını söylerken sesinin aldığı edayı hatırlayınca bu düşünceyi kabul edemedim.
Çocuk benim soruma karşılık:
– Burada kalacağım elbette. Hep öyle yaparım, demişti.
Adamı gece vakti, üstelik her gece, evden uzaklaştıran neydi? Yıllar yılı büyük şehirlerde yapılan karanlık, gizli işler hakkında dinlemiş olduğum ne kadar hikâye varsa hepsini hatırladım. Bunların birçoğu pek korkunç şeyler olmakla birlikte, çözmeye çalıştıkça karışan şu esrarlı duruma uyacak birini bulamadım.
Bunlarla, hep aynı sonuca ulaşan daha bir sürü düşünceyle dolu bir hâlde iki saat daha sokakta gezindim durdum. En sonunda, adamakıllı bir yağmur yağmaya başladı; ondan sonra da, başlangıçtaki ilgim hiç azalmadığı hâlde, yorgunluktan bitkin düşüp, karşıma çıkan ilk arabaya bindim, eve geldim. Ocakta ateş keyifli yanıyor, lamba parlak bir ışık saçıyordu; saatim de beni o eski alışılmışhavasıyla buyur etti. Her şey sakin, sıcak, neşeliydi; geride bıraktığım o kasvetin, karanlığın tam tersi. Koltuğuma oturdum, çocuğun, geniş yastığına yaslanıp, yatakta yatışını gözlerimin önünde canlandırdım: Meleklerin dışında, yapayalnız, koruyucusuz, kimsesiz; ama rahat uyuyordu. Öyle körpe, öyle saf, öyle de narin, periye benzer bir yaratıktı ki o uzun kasvetli geceleri böylesine uygunsuz bir yerde geçirmek ona hiç yaraşmıyordu.
Ancak düşüncelerle varılması gereken kanılara dış etkenlerin yardımıyla varmaya kendimizi pek alıştırmışızdır; hem, böyle, gözle görülen küçük yardımlar da olmasa bunların birçoğunun farkına bile varmayız. O antikacının mahzeninde bir yığın inanılmaz şeyler görmeseydim bu tek konu da beni böylesine etkiler miydi, pek bilemiyorum. Çocukla birlikte bunlar da kafamın içini doldurup çevresini sarınca çocuğun durumu açıkça gözlerimin önüne seriliverdi. Hafızamı zorlamadan, çocuğun hayalini, çevresini saran bütün o yabancı, cinsinin, yaşının hiç de zevkine uymayan garip şeylerle birlikte görüvermiştim. Hayalimi güçlendirmeye yarayan unsurlar bulunmasaydı da kızcağızı görünüşünde hiçbir fevkaladelik olmayan herhangi bir çocuk gibi düşünmek zorunda kalsaydım, hiç şüphesiz ki onun garipliğinden, yalnızlığından daha az etkilenirdim. Ne var ki, bu hâliyle bir çeşit kinayeli hikâye içinde yaşar gibiydi, çevresindeki o garip şekillerle de beni öylesine ilgilendirmişti ki, önceden de belirttiğim gibi, ne yaparsam yapayım onu aklımdan çıkaramıyordum.
Odanın içinde huzursuz bir hâlde dolanıp durduktan sonra:
– İleride onun bir yığın garip dostlar arasında yapayalnız yaşayışını görmek pek garip olacak, dedim. Kalabalığın arasında tek saf, körpe yaratık o kalacak. Şeyi de öğrenmek hoş olacak…
Düşüncelerimin burasında kendimi toparladım, çünkü konu beni büyük bir hızla uzağa götürüyordu, daha şimdiden pek de girmek istemediğim bir bölgeye girmek üzereydim. Bunun aylakça hayal kurmaktan ibaret olduğuna kendimi inandırdım, yatağıma yatıp unutmayı kararlaştırdım.
Yine de bütün gece, uyanıkken de uykunun içinde de aynı düşünceler zihnimi kurcaladı, aynı hayaller beynimdeki yerlerini bir türlü bırakmadı. Gözlerimin önünde hep eski karanlık ürkütücü odalar, öldürücü hortlak sessizliği içindeki zırhlar, toz, pas, tahta kurtları… İşte bütün bu ıvır zıvırın, döküntünün, çirkinliğin ortasında o güzel çocuğun aydınlık, güneşli rüyalar içinde gülümseyerek sakin uykusuna dalmış hâli vardı.