Kitobni o'qish: «Pinokyo»
Carlo Collodi, 1826 yılında Floransa’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Asıl adı Carlo Lorenzini idi. Babası Domenico Lorenzini aşçı, annesi Angela Orzali hizmetçiydi. Her ikisi de Marki Lorenzo Ginori’nin evinde çalışmaktaydı. Yazarın takma adı Collodi, annesinin doğduğu yerin adıdır.
On altı yaşındayken felsefe öğrenimi için Floransa’ya gitti, ardından Floransa’nın en büyük kitapçısı olan ve bir de küçük matbaası bulunan Libera Piatti’de çalıştı. Burada yazar ve entelektüellerden oluşan bir çevre edindi, edebiyata karşı ilgisi arttı.
1848’de II Lampione (Sokak Lambası) adlı mizah dergisini çıkarmaya başladı. Dergi kurulduktan birkaç ay sonra, sansür dairesi tarafından kapatıldı. Ama Collodi, yılmayarak 1853’te La Scaramuccia (Didişme) adlı yeni bir dergi kurdu.
Edebiyat çalışmalarına hiç ara vermemiş olmasına karşın, 1875’e kadar dikkat çekici bir başarı sağlayamadı. 1875’te, Floransa’da bir yayınevi için Perrault’un masallarını İtalyancaya çevirdi. Bu çeviri çalışması, çocuk edebiyatını yakından tanımasını sağladı ve onu derinden etkiledi. Kendisi de çocuk öyküleri yazmaya başladı ve Giannettino adlı bir karakter yarattı.
II Giornale per i bambini adlı çocuk dergisinde Pinokyo’nun Maceralarını tefrika etmeye başladı ve büyük ilgi gördü. Ancak o, kariyerine çocuk kitapları yazarı olarak devam etmek istemiyordu. Bu yüzden dört ay sonra öyküyü Pinokyo’nun ölümü ile bitirse de okuyucuların yoğun talebi üzerine, 16 Şubat 1882’de romana eklediği Mavi Peri’nin sihirli değneği ile onu tekrar hayata döndürdü ve Pinokyo’nun Maceralarını yayımlamayı sürdürdü. Pinokyo’nun Maceraları 1883’te kitap olarak yayımlandı.
Collodi, 26 Ekim 1890’da aniden ölümüne kadar çocuk kitapları yazmaya devam etti. Cenazesi, Floransa’da Porte Sante Anıt Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Pelin Candemir, 1978 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi ve aynı adlı üniversitesinin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Fransa’da siyaset sosyolojisi ve İtalya’da güzel sanatlar eğitimi aldı.
I
Nasıl oldu da Marangoz Kiraz Usta tıpkı bir çocuk gibi ağlayan, gülen bir tahta parçası buldu
Bir zamanlar…
“Bir kral varmış!” diyecekler hemen benim küçük okurlarım.
Hayır çocuklar, yanıldınız. Bir zamanlar bir tahta parçası vardı.
Öyle şatafatlı bir tahta parçası da değil, basit bir odun parçası işte. Hani şu kışları ateşi canlandırmak için sobalara, şöminelere atılanlardan.
Nasıl oldu bilmiyorum ama günün birinde bu tahta parçası kendini Antonio Usta adındaki bir marangozun dükkânında buldu. Gerçi burnunun ucu her zaman, tıpkı olgun bir kiraz gibi parlak mor olduğundan herkes Antonio Usta’ya, Kiraz Usta derdi.
Kiraz Usta tahta parçasını görür görmez neşeye boğulup hoşnutlukla ellerini ovuşturarak mırıldandı:
“Tam zamanında ortaya çıktı bu tahta parçası. İyi bir sehpa bacağı yaparım ben bundan.”
Hemencecik de kabuğunu soyup tahtayı yontmak için bilenmiş keserini kaptı. Ama tam keserini savurmak üzereydi ki kolu havada kaldı. Çünkü yakaran incecik bir ses duydu:
“Bana öyle sert vurma!”
Düşünün bakalım, nasıl da olduğu yerde kalakaldı, o iyi yürekli ihtiyar Kiraz Usta!
Şaşkın gözlerini odanın içinde gezdirerek o incecik sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı ama kimseyi göremedi! Tezgâhın altına baktı, kimse yok; her zaman kapalı duran bir dolabın içine baktı, yine kimse yok; yonga ve talaş sepetinin içine baktı, yine kimse yok; sokağa da bir göz atmak için dükkânın kapısını açtı; yine kimse yok! O hâlde?..
“Anladım.” dedi o zaman gülerek ve peruğunu kaşıyarak. “Görünüşe bakılırsa o ince sesi, ben kendim uydurdum. Çalışmaya koyulalım.” Keseri eline alıp tahta parçasının üzerine tüm gücüyle indirdi.
“Oy! Canımı acıttın!” diye yakararak bağırdı aynı ince ses.
Bu kez Kiraz Usta taş kesildi. Gözleri korkudan yuvalarından fırlamış, ağzı ardına kadar açık, dili tıpkı çeşmelerin heykellerininki gibi çenesine kadar sarkık kaldı. Konuşabilmeye başlayınca titreyerek kekeledi:
“Nereden çıktı acaba bu ‘Oy!’ diyen ince ses? Oysa burada kimsecikler yok. Yoksa bu tahta parçası çocuk gibi ağlamayı, sızlanmayı öğrenmiş olmasın? İşte buna inanamam. Bakalım şu tahtaya… Diğer hepsi gibi şömineye atılacak bir parça. Ateşe atarsan da şöyle iyi bir fasulye yemeğini pişirir… O hâlde? İçinde birisi saklanmış olmasın? Eğer biri saklandıysa vay onun hâline! Şimdi icabına bakarım ben onun!”
Böyle söyleyerek tahta parçasını iki eliyle sıkıca kavradı ve hiç acımadan, odanın duvarlarına savurmaya başladı.
Ardından, sızlanıp duran ince ses ortaya çıkacak mı diye durup dinledi. İki dakika bekledi, tık yok; beş dakika dinledi, yine tık yok; on dakika bekledi, yine hiç ses yok!
“Anladım!” dedi o zaman peruğunu karıştırıp gülmeye çabalayarak. “O ‘Oy!’ diyen ince sesi, ben kendim uydurmuş olacağım! Çalışmaya koyulalım.”
Büyük bir korkuya kapıldığından biraz olsun cesaretlenmek için şarkı mırıldanıyordu.
Bu sırada keseri bırakıp, tahta parçasını rendeleyip temizlemek için eline rendeyi aldı. Ama bir aşağı bir yukarı rendelerken aynı ince ses gülerek:
“Kes şunu! Gıdıklanıyorum!”
Bu kez zavallı Kiraz Usta, yıldırım çarpmış gibi yere yığıldı. Gözlerini açtığında kendini yerde oturur buldu.
Yüzü allak bullak olmuştu. Korkudan, burnu bile her zamanki gibi parlak mordan masmaviye dönüşmüştü.
II
Kiraz Usta tahta parçasını dans etmeyi, kılıç çekmeyi ve kırk takla atmayı bilen harika bir kukla yapmak isteyen arkadaşı Geppetto’ya armağan eder
Tam da bu sırada kapı çalındı.
“Buyurun, geçin.” dedi marangoz, ayağa kalkacak gücü kendinde bulamadan.
O zaman içeri Geppetto adındaki canlı mı canlı, neşeli mi neşeli ihtiyar girdi. Ama mahalledeki çocuklar ona mısır lapasına çok benzeyen sarı peruğundan ötürü Mısır Lapası adını takmışlardı.
Küplere binerdi Geppetto. Ona Mısır Lapası diyenin vay hâline! Bir köpürürdü, kimse tutamazdı onu.
“İyi günler Antonio Usta.” dedi Geppetto. “Yerde ne işiniz var öyle?”
“Karıncalara matematik öğretiyorum.”
“Elinize ağzınıza sağlık!”
“Sizi buraya hangi rüzgâr attı, Geppetto Baba?”
“Bacaklarım. Bilir misiniz Antonio Usta? Buraya sizden bir iyilik istemek için geldim.”
“Bendeniz, size yardıma hazırım.” diye yanıtladı marangoz, dizlerinin üzerinde doğrularak.
“Bu sabah aklıma bir fikir üşüştü.”
“Duyalım bakalım bu fikri.”
“Kendime şöyle güzel bir tahta kukla yapmayı düşündüm. Ama dans etmeyi, kılıç çekmeyi, kırk takla atmayı bilen harikulade bir kukla olacak bu. Onunla ekmek paramın, bir de bir bardak şarabın peşinde dünyayı dolaşmak istiyorum. Ne dersiniz bu fikre?”
“Bravo Mısır Lapası!” diye bağırdı nereden geldiği anlaşılamayan, o aynı ince ses.
Kendisine Mısır Lapası denildiğini duyunca Geppetto Baba, hiddetten tıpkı bir biber gibi kıpkırmızı oldu. Marangoza dönerek kızgın kızgın:
“Niçin bana saygısızlık ediyorsunuz?” dedi.
“Kim size saygısızlık ediyor?”
“Bana Mısır Lapası dediniz.”
“Ben demedim.”
“Ne yani ben mi dedim? Ben diyorum ki siz dediniz.”
“Hayır!”
“Evet!”
“Hayır!”
“Evet!”
Kavga kızıştı. Kelimeler eylemlere döküldü. Birbirlerine girip çizikler, ısırıklar içinde kaldılar.
Kavga dövüş bittiğinde Antonio Usta, bir baktı ki Geppetto’nun sarı peruğu elinde kalmış. Geppetto ise marangozun kır saçlı peruğunu ağzında buldu.
“Peruğumu bana geri ver!” diye bağırdı Antonio Usta.
“Sen de benimkini bana geri ver de barışalım.”
İki küçük ihtiyar, peruklarına kavuşunca el sıkışıp hayat boyu iyi birer dost olarak kalmaya ant içtiler.
“Söyleyin öyleyse…” dedi marangoz barıştıklarının işareti olarak. “Benden istediğiniz iyilik nedir?”
“Kuklamı yapmak için biraz tahta isteyecektim. Verir misiniz?”
Antonio Usta, memnuniyetle gidip kendisine onca korkuyu yaşatmış tahta parçasını tezgâhın üzerinden aldı. Ama tam onu arkadaşına verecekken tahta parçası sarsılıp, hızla ellerinden sıyrıldı ve zavallı Geppetto’nun sıska bacaklarına çarptı.
“Ah! Ne de kibarca veriyorsunuz armağanınızı, Antonio Usta! Az daha sakatlayacaktınız beni!..”
“Yemin ederim ki ben yapmadım!”
“Ne yani? Ben mi yaptım?”
“Aslında tümüyle tahtanın suçu…”
“Tahta olduğunu biliyorum. Ama onu bacaklarıma siz savurdunuz!”
“Ben savurmadım!”
“Yalancı!”
“Geppetto, bana saygısızlık etmeyin. Yoksa size Mısır Lapası derim!..”
“Eşek!”
“Mısır Lapası!”
“Merkep!”
“Mısır Lapası!”
“Çirkin maymun!”
“Mısır Lapası!”
Kendisine üçüncü kez Mısır Lapası denildiğini duyunca Geppetto’nun gözleri karardı, marangozun üstüne atıldı ve yine girdiler birbirlerine.
Kavga bittiğinde Antonio Usta’nın burnunun üzerinde iki çizik fazla, Geppetto’nun ceketinde iki düğme eksik vardı. Hesabı böyle kapatınca el sıkıştılar ve hayat boyu iyi birer dost olarak kalmaya ant içtiler.
Geppetto akıllı tahta parçasını aldı, topallaya topallaya evinin yolunu tuttu.
III
Geppetto, eve dönünce hemen kuklayı yapmaya başlar ve ona Pinokyo adını verir. Kuklanın ilk haylazlıkları
Geppetto’nun evi; ışığını bir merdiven altından alan, zemin katında bir odacıktı. Mobilya daha basit olamazdı: Berbat bir iskemle, kötü durumdaki bir yatak ve tümüyle yıpranmış bir masa. Dipteki duvarda ateşi yanan bir şömine görünüyordu. Ama ateş resimden ibaretti ve yanına bir de sıcak dumanı neşeyle tüten bir tencere çizilmişti.
Eve girer girmez, hemen aletlerini alıp kuklasını yontmaya başladı.
“Ona ne ad versem?” diye söylendi kendi kendine. “Pinokyo demek istiyorum ona. Bu ad ona talih getirecek. Bir Pinokyolar ailesi tanımıştım. Baba Pinokyo, anne Pinokyo ve çocuk Pinokyocuklar. Durumları iyiydi. En zenginleri sadaka dilenirdi.”
Kuklasına verecek bir ad bulunca iyiden iyiye çalışmaya koyuldu. Hemen ona saç, alın ve göz yaptı.
Gözlerini bitirince hareket ettiklerini ve de ona dik dik baktıklarını fark etti. Tahmin edin nasıl da hayretler içinde kaldı.
O tahta gözlerin kendisine bakması Geppetto’nun canını sıktı. İçerleyerek şöyle dedi:
“Kötü tahta gözler, niçin bana bakıyorsunuz?”
Ama kimse yanıt vermedi.
Gözlerden sonra burnunu yaptı. Ama burun hemen uzamaya başladı. Uzadı, uzadı, uzadı, kısa sürede sonsuz bir burun hâline geldi.
Zavallı Geppetto, kuklanın burnunu kesip kısaltmaya çabaladıkça saygısız burun, daha da uzuyordu.
Burundan sonra ağzını yaptı.
Ağız, daha yapımı bile bitmeden gülmeye, Geppetto ile alay etmeye başladı.
“Kes gülmeyi!” dedi alınan Geppetto. Ama sanki duvarla konuşuyor gibiydi.
“Gülmeyi kes diyorum sana!” diye haykırdı tehditle dolu bir sesle.
O zaman ağız gülmeyi kesti ama bu sefer de Geppetto’ya dilini çıkarıvermesin mi?
Geppetto, işini umduğu gibi bitirebilmek için fark etmemiş gibi yaptı ve çalışmaya devam etti.
Ağzından sonra çenesini, sonra boynunu, omuzlarını, kollarını ve ellerini yaptı.
Ellerini yapmayı bitirir bitirmez Geppetto, bir de baktı ki peruğu başından gitmiş. Dönüp bakınca bir de ne görsün? Sarı peruğunu, kuklanın elinde gördü.
“Pinokyo!.. Çabuk peruğumu bana geri ver!”
Ama Pinokyo, peruğu ona geri vermek yerine kendi başına geçirdi, gövdesinin yarısına kadar peruğun içinde kaldı.
Bu küstah ve alaycı davranışlar karşısında Geppetto, hayatında hiç olmadığı kadar hüzünlendi ve Pinokyo’ya dönerek:
“Yaramaz çocuk seni! Daha yapımın bile bitmedi ama şimdiden babana saygıda kusur ediyorsun! Hiç iyi değil, çocuğum, hiç iyi değil!” dedi.
Gözünden akan bir damla yaşı sildi.
Daha bacaklar ve ayaklar yapılacaktı.
Geppetto, ayakları bitirince burnunun ucuna tekmeyi yedi.
“Hak ettim ben bunu!” dedi. O zaman, kendi kendine “Önceden aklım neredeydi? Artık çok geç!”
Kuklayı yürütmek için kollarından kaldırıp yere, odanın döşemesine koydu.
Pinokyo’nun bacakları açılmamıştı, doğru düzgün hareket edip yürüyemiyordu. Geppetto, adım atmayı öğrensin diye elinden tutarak ilerletiyordu onu.
Pinokyo, bacakları açılınca kendi kendine odanın içinde yürümeye, koşmaya başladı. Ta ki sokak kapısından dışarı fırlayıp kaçmaya başlayana dek.
Zavallı Geppetto da arkasından koşmaya başladı tabii. Ama onu yakalamayı başaramadı. Çünkü o Pinokyo denen yaramaz çocuk, tıpkı bir tavşan gibi zıplaya zıplaya gidiyordu. Tahta ayaklarını sokağın taşlarına çarpınca öyle bir gümbürtü çıkarıyordu ki yirmi çift köylünün takunyalarının çıkardığı gürültüye denkti.
“Yakala onu! Yakala onu!” diye haykırıyordu Geppetto. Ama sokaktakiler, yarış atı gibi koşan bu tahta kuklayı gördüklerinde büyülenmiş gibi bakıp öyle bir gülüyorlardı ki hayal bile edemezsiniz.
Sonunda, talihin de yardımıyla, yaygarayı duyan bir polis, sahibinin elinden kaçmış bir tay var zannederek yolun ortasına dikiliverdi. Pinokyo’yu durdurmaya ve başka talihsizliklerin yaşanmasına engel olmaya kararlıydı.
Ama Pinokyo, uzaktan, yolu kapatan polisi görünce bacaklarının arasından geçerek onu atlatmaya çalıştı fakat başarısız oldu.
Polis, yerinden bile kıpırdamadan onu burnundan tertemiz yakaladı -sanki polis yakalasın diye bilerek yapılmış gibi upuzun tuhaf bir burundu bu- ve Geppetto’nun ellerine teslim etti. O da aklı başına gelsin diye, derhâl kulaklarını çekmek istedi. Ama tahmin edin bakalım kulaklarını arayıp da bulamayınca ne hâle geldi! Ve de niçin, biliyor musunuz?..
Çünkü kuklayı aceleyle yontarken kulaklarını yapmayı unutmuştu.
Bu yüzden onu ensesinden tutup geri götürürken başını tehditkâr biçimde salladı:
“Hele bir eve gidelim. Eve vardığımızda seninle hesaplaşacağımızdan sakın şüphe etme!”
Pinokyo, bu sözün üzerine daha fazla yürümek istemedi, attı kendine yerlere. Bu arada, meraklılar ve başıboş aylak dolaşanlar etraflarında toplanmaya başlamıştı. Kimi öyle diyordu, kimi böyle.
“Zavallı kukla!” diyordu kimileri. “Eve dönmeyi istememekte haklı. Bu Geppetto denen adam, kim bilir nasıl döver onu!”
Kimileriyse kurnazca söze karışıyorlardı:
“Bu Geppetto, efendi bir adama benziyor! Ama çocuklara karşı nasıl da zalim! Bir bıraksalar paramparça eder kuklayı!”
Sonunda, öyleydi, böyleydi derken polis Pinokyo’yu serbest bıraktı. Onun yerine zavallı Geppetto’yu hapse atmaya karar verdi. Geppetto, hemen o anda kendisini savunacak söz bulamadı, başladı dana gibi böğürüp ağlamaya. Hapse yollanırken hıçkırarak kekeliyordu:
“Uğursuz oğul! İyi bir kukla yapabilmek için ne kadar da uğraşmıştım! Ama hata bende! Daha önceden aklım neredeydi?”
Daha sonra olanlarsa inanılması güç bir öyküdür. Onu sizlere ilerleyen bölümlerde anlatacağım.
IV
Kötü çocukların kendilerinden daha bilgili kişiler tarafından uyarıldıklarında nasıl da canlarının sıkıldığını gösteren, Pinokyo ile Konuşan Cırcır Böceği’nin öyküsü
Öyleyse çocuklar, sizlere zavallı Geppetto suçsuz yere hapishaneye yollanırken o haylaz Pinokyo’nun polisin pençesinden kurtulunca, eve en kısa yoldan dönebilmek için tarlalara doğru tabana kuvvet kaçtığını anlatayım. Mümkün olduğunca hızlı koşabilmek için yüksek tepeliklerin, mürdüm eriği çitlerinin, içi su dolu çukurlukların üzerinden küçük keçilerle yavru tavşanlar gibi atlayarak gidiyordu.
Eve ulaştığında sokak kapısını yarı aralık buldu. Kapıyı itti, içeri girdi ve sürgüyü birçok kez çektikten sonra hoşnutluğundan kocaman bir oh çekerek attı kendini yere, oturdu.
Ama hoşnutluğu kısa sürdü. Çünkü birdenbire “Cır-cır-cır!” diye bir ses geldi kulağına.
Müthiş bir korkuyla:
“Bana seslenen de kim?” dedi Pinokyo.
“Benim!”
Pinokyo arkasını dönünce duvarda yukarı tırmanan kocaman bir Cırcır Böceği gördü.
“Söyle bana Cırcır Böceği. Sen de kimsin?”
“Ben Konuşan Cırcır Böceği’yim. Yüzyıldan fazla bir süredir bu odada oturuyorum.”
“Ama bu oda artık benim odam.” dedi kukla. “Eğer bana bir iyilikte bulunmak istiyorsan ardına bile bakmadan hemen çek git buradan.”
“Sana büyük gerçeği açıklamadan…” diye yanıtladı Cırcır Böceği. “Buradan gitmeyeceğim.”
“Söyle ve sonra da yaylan.”
“Anne babalarına isyan edip sonra da evden kaçan çocukların vay hâline! Bu dünyada asla rahat yüzü göremeyecekler ve yaptıklarından da er ya da geç pişmanlık duyacaklar.”
“Öt bakalım, cırcır böcekçiğim, canın nasıl isterse öyle öt. Ama ben yarın şafakla birlikte buradan gideceğim: Çünkü burada kalırsam tüm diğer çocukların başına gelen benim de başıma gelecek, yani beni okula gönderecekler. Canım istese de istemese de ders çalışmak zorunda kalacağım. Bense, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki okumayı hiç mi hiç istemiyorum. Ve de kelebeklerin peşinden koşarken, yavru kuşları yuvalarından almak için ağaçlara tırmanırken çok daha fazla eğleniyorum.”
“Zavallı sersem. Bilmiyor musun ki böyle yaparsan büyüyünce güzelcecik bir eşeğe dönüşeceksin ve herkes hâline gülecek?”
“Yavaş ol bakalım. Şom ağızlı, kötü Cırcır Böceği!” diye bağırdı Pinokyo.
Ama sabırlı ve bilge Cırcır Böceği, bu haddini bilmezliğe kızacağına aynı sakin ses tonuyla devam etti:
“Okula gitmek istemiyorsan niçin hiç olmazsa bir meslek öğrenip ekmek paranı onurunla kazanmaya bakmıyorsun?”
“Söylememi ister misin?” diye yanıtladı sabrını yitirmeye başlayan Pinokyo. “Dünyanın tüm meslekleri arasında, tam da bana göre olan bir tane var da ondan.”
“Neymiş bu meslek?”
“Yeme, içme, uyuma, eğlenme ve sabahtan akşama dek aylaklık etme mesleği.”
“Sen bilirsin ama…” dedi Konuşan Cırcır Böceği, her zamanki gibi sakince. “Bu mesleği icra edenlerin sonu ya hastane ya da hapishane olur hep.”
“Bak, şom ağızlı çirkin Cırcır Böceği! Tepemi attırırsan vay hâline!”
“Zavallı Pinokyo! Sana gerçekten de acıyorum.”
“Niçin acıyorsun bana?”
“Çünkü sen bir kuklasın ve işin kötü tarafı, tahtadan yapılma bir kafan var.”
Bu son sözleri üzerine Pinokyo, atlayıp tezgâhın üzerinden tahta bir çekiç aldı ve Konuşan Cırcır Böceği’ne fırlattı.
Belki de hedefi tutturabileceğini düşünmemişti bile. Ama talihsizlik işte! Çekiç, Konuşan Cırcır Böceği’nin tam da kafasına isabet etti. Zavallı Konuşan Cırcır Böceği, son bir cır-cır-cır-cır diyecek nefesi zor buldu ve duvara yapışıp kaldı.
V
Pinokyo’nun karnı acıkır ve kendisine omlet yapmak için bir yumurta arar. Ama omleti pencereden uçup gider
Bu arada gece bastırmaya başladı. Pinokyo hiçbir şey yemediğini hatırlayarak midesinde, açlığa çok benzeyen bir kazınma hissetti.
Ama iştah çocuklarda hızlı artar. Gerçekten de birkaç dakikanın içerisinde iştah açlığa, açlıksa göz açıp kapayıncaya dek, kurt gibi acıkmaya dönüştü. Öyle bir açlık ki bıçakla kesilse yeriydi.
Zavallı Pinokyo, hemen üzerinde bir tencere kaynayan ocağa koştu. İçinde ne olduğuna bakmak için tencerenin kapağını kaldıracak oldu ama tencere, duvara çizilmiş bir resimdi. Tahmin edin nasıl da kalakaldı oracıkta. Zaten uzun olan burnu en az dört parmak daha uzadı.
Odanın içinde koşuşturmaya ve bütün çekmece ve dolaplarda biraz ekmek, belki biraz kuru ekmek, bir kabuk, köpeğin bıraktığı bir kemik, biraz küflenmiş lapa, bir balık kılçığı, bir kiraz çekirdeği, sözün kısası çiğnenecek herhangi bir şey aramaya koyuldu. Ama hiçbir şey bulamadı. Kocaman bir hiç, gerçekten de hiç!
Bu arada açlığı arttıkça artıyordu. Zavallı Pinokyo’nun elindense esnemekten başka yapabileceği hiçbir şey gelmiyordu. Öyle bir esniyordu ki ağzı kulaklarına dek uzanıveriyordu. Esnedikten sonra tükürüyor, sanki midesi yerinden çıkıp gidiyor gibi oluyordu.
Umutsuzca ağlayarak:
“Konuşan Cırcır Böceği haklıymış. Babama isyan edip evden kaçmakla kötü ettim… Babam burada olsaydı esnemekten ölecek hâlde olmazdım. Ah! Ne de kötü hastalıkmış şu açlık!” diyordu.
Tam da bu sırada, birikmiş çöplerin en tepesinde, tavuk yumurtasına benzer yuvarlağımsı bir şey gördü. Bir atlayışta yumurtanın üzerine çullanması an meselesi oldu. Ve gerçekten de bir yumurtaydı bu.
Kuklanın sevincini anlatmam imkânsız. Tahmin etmeniz gerek bunu. Kendini düşte sanarak yumurtayı evirip çeviriyor, dokunup öpüyor, öperken de şöyle diyordu:
“Peki şimdi nasıl pişirsem onu? Omlet mi yapsam? Hayır, sahanda yumurta yapmak daha iyi. Tavada pişirsem daha mı lezzetli olur? Yoksa rafadan yumurta mı yapmalı? Yok, en hızlı sahanda pişer. Öyle çok yemek istiyorum ki onu!”
Der demez, kızgın kor dolu maltızın üzerine bir sahan yerleştirdi. Sahanın içinde de zeytinyağıyla tereyağı yerine, biraz su koydu. Sudan dumanlar çıkmaya başladığında ise… Çat! Yumurtanın kabuğu çatladı ve sanki tavaya akacak oldu.
Ama beyazıyla sarısının yerine, yumurtanın içinden, neşeli mi neşeli bir civciv çıkıverdi. Civciv yerlere kadar eğilerek:
“Çok teşekkürler Bay Pinokyo, beni kabuğumu kendim kırmak zahmetinden kurtardığınız için. Görüşmek üzere, sağlıcakla kalın. Evdekilere de çok selamlar!” dedi.
Böyle söyledikten sonra kanatlarını açtı, açık pencereden çıktı ve uçarak gözden kayboldu.
Zavallı kukla büyülenmiş gibi sabit gözlerle, ağzı açık, elinde yumurta kabuklarıyla oracıkta kaldı. Kendine gelir gelmez, umutsuzluktan ağlamaya, haykırmaya, tepinmeye başladı. Ağlarken bir yandan da:
“Demek haklıydı Konuşan Cırcır Böceği. Evden kaçmasaydım, babam burada olsaydı, şimdi açlıktan ölecek hâlde olmazdım. Ah! Ne kötü hastalıkmış şu açlık!..” diyordu.
Karnının giderek artan guruldamasını nasıl bastıracağını bilemediği için evden çıkıp, sadaka olarak bir parça ekmek verecek birkaç iyiliksever bulma umuduyla komşu köye uğramak geldi aklına.