Kitobni o'qish: «Yalı Çapkını»
Burhan Cahit Morkaya, 1892’de İstanbul’da doğdu. Mercan İdadisini ve Mülkiye Mektebini bitirdi. Yeni Gazete’de yazdı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Millî Ajansında çalıştı. Servet-i Fünûn’da makaleleri yayımlandı. Yeni Gazete’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Türk Ocağı’nın ilk kurucuları arasındadır. Yunus Nadi ile girdiği polemik dışında Vâlâ Nureddin, Peyami Safa, İsmail Müştak ve Burhan Cahit’in müdahil olduğu, Türkçenin kullanılması ile ilgili bir tartışma yaşandı. Bir taraf yabancı isimlerin kendi dillerindeki gibi yazılmasını istedi, Burhan Cahit’in yer aldığı diğer taraf ise kelimelerin yazıya telaffuz edildiği gibi, Türkçe imla kuralları ile dökülmesinden yana oldu. 1918’de kurduğu Karagöz gazetesini 1928’den sonra Köroğlu adıyla 1949’a kadar çıkardı. Bu arada Son Posta gazetesinde fıkra yazdı. 1930 yılında gözünden rahatsızlandı ve sağ gözünü kaybetti. 1946’da İstanbul’dan milletvekili seçildiyse de mazbatası TBMM’de reddedildi. 1949 yılında İstanbul’da öldü.
Zamanında geniş okuyucu kitlesine ulaşan romanlarının konusunu daha çok Birinci Dünya Savaşı ve sonrasının, toplumun hayatına getirdiği değişikliklerden almıştır.
Romanları: Adam Sarrafı (1925), Coşkun Gönül (1925), Aşk Bahçesi (1925), Kızıl Serap (1926), Ayten (1927), Harp Dönüşü (1928), Hizmetçi Buhranı (1928), Komşunun Romanı (1929), Aşk Politikası (1930), Şeyh Zeynullah (1931), Köy Hekimi (1932), Bir Çatı Altında (1932), Cephe Gerisi (1933), İhtiyat Zabiti (1933), Yalı Çapkını (1933), Yüzbaşı Celal (1933), Düğün Gecesi (1933), Mudanya-Lozan-Ankara (1933), Cephe Gerisi (1934), Dünkülerin Romanı (1934), Gurbet Yolcusu (1934), Kır Çiçeği (1934), Patron (1935), Gönül Yuvası (1936), Kurşun Yarası (1936), Sevenler Yolu (1937), Nişanlılar (1937), Yaprak Aşısı (1939), Köydeki Dost (1940).
Hikâyeleri-Fıkraları: Bu Yaştan Sonra (1919), Bizans Akşamları (Sohbet ve hikâyeler, 1922), Hüsam Efendi’nin Kızı (1925).
Kahramanlarının bir kısmı hayatta, bir kısmı Hisar Tepesi’ndeki fıstıkların gölgesinde, toprakta olan bu romanın mevzusu on dokuz yıl evvel Boğaziçi’nde geçmiş ve o zaman bu sahillerde şiddetli ve devamlı bir heyecan uyandırmıştı. Bana öyle geliyor ki bugün daha çok maddi hareket eden kadın ruhu, bu sergüzeştin içinde gösterdiği yüksek feragat ve fedakârlıkla karileri ne kadar mütehassis edecekse vakaların hakikati itibarıyla da o kadar heyecan verecektir.
24 Ağustos 1930Burhan Cahit Morkaya
Çubuklu Bahçesi o cuma çok kalabalıktı. Gelen vapurlardan akın akın çıkan halk bahçenin sık kestanelerle gölgelenmiş yeşil köşelerine dağılıyor, kadınlar kendilerine ayrılan kafesli yere geçerken erkeklere görünmek ihtiyacıyla ağır fakat heyecanlı adımlarla yürüyorlardı.
Bahçenin alt kısmında etrafı pembe, mor çiçekli ortancalarla çevrilmiş yüksek bir kameriyede ince saz heyeti var.
Havuzun fıskiyesinden fışkıran sular yüksekte yarım daireler çizip birer havai fişek gibi dağıla dağıla tekrar suyun sathına düşüyor ve orada daima daralan genişleyen daireler, hareler çiziyorlar.
Kanun; kesik, muttarit, yuvarlak ve oynak nağmelerle akorda başlıyor.
Rıhtımdan, sandallardan süslü genç kadın kafileleri, ceket kollarında ipekli mendiller görünen ipek şemsiyeli; yüksek iki kat yakalı, kaim plastron boyun bağlı, dar pantolonlu şık beyler, bıyıkları pomatlanmış ve yüzleri perdahlanmış ve pudralanmış…
Garsonlar ellerinde soğuk gazoz, köpüklü kahve tepsileri, marpuçları kollarından geçmiş nargilelerle masadan masaya koşuşuyorlar. Herkeste süsüne, kıyafetine karşı asabi bir itina ve dikkat var.
Genç beyler, bahçeye girmeden evvel bir sipere çekilip arka ceplerinden çıkardıkları mendille iskarpinlerinin tozunu alıyor, bazıları küçük el aynasında boyunlarını o sıcakta dimdik tutan sert kolalı yakanın biçimini kontrol ediyor. Bazıları tabii görünmek kaygısıyla kadınlar kafesine şairane fakat geçici, lakayıt nazarlar fırlatıyor. Kimisi de çapkın görünmek arzusuyla parmakları bıyıklarında velfecri okuyan gözleriyle arkasında gölgeler kımıldayan, fısıltılar duyulan kafeslere doğru şikârını sezmiş aç kurt gibi bakıyorlar.
Koltuğunda cam kavanoz, elleri boya içinde, kolları sıvalı külhanbeyleri: “Beykoz’un taze cevizi!” diye bağırarak masa aralarında dolaşıyor. Kocaman el işportalarıyla halkı itip kakarak müşteri arayan Yahudi çocukları cıyak cıyak bağırıyorlar:
“Taze fındık, eğlencelik!”
Ve kanunun bitmek üzere olan akorduna kemanın ince, uzun yay sesleri; udun, dolgun ve şişman sesleri karışıyor.
Beykozlu Fazıl Azmi, o gün İstanbul’dan beklediği arkadaşlarını bulmayınca yalnız olarak Çubuklu’daki saza gelmeye karar vermişti.
Sandal onu iskeleye çıkardığı vakit saz yeni başlamıştı. Sağdan soldan rıhtım boyunca kadın, erkek birçok kafileler geliyordu.
Fazıl Azmi o senenin modası dar pantolonla küçük yakalı kostümü, ceket kolundan dalga dalga sarkmış ipek mendili; elinde gül ağacından saplı siyah ve ipek şemsiyesi, parmağında gözü pırlantalı altın yılan yüzüğü, yastık gibi kaim boyun bağının üzerinde elma biçimi elmaslı iğnesi ile tam manasıyla birinci sınıf şık bir genç olarak zevkine emin, zarafetine mağrur ağır ağır bahçeye doğru yürüyordu. Kapının önü, girenlerin birikmesinden dolayı kalabalıktı.
Fazıl Azmi çiçek gibi kıyafetiyle iskarpinlerinin tozlanmaması için kenardan dolaşarak kapıya geldiği zaman, yanı başında evvela hoş bir ipek hışırtısı kulağına geldi, sonra latif bir menekşe kokusu havayı doldurdu. Daha sonra hemen yanı başında gevrek, taze bir ses duydu:
“Abla, acele etme yer buluruz.”
Fazıl Azmi perde perde ve çeşit çeşit cümlelerle asabını harekete getiren bu ses ve bu nefesin membasını görmek için başını çevirdi. Ve ilk nazarda gri, ince bir peçe altında bir çift iri kestane gözle karşılaştı.
Bu bir an içindeki kavuşma âdeta eski bir aşinalık gibi lezzetli oldu. Birbirini ilk gören iki çift göz kuvvetli bir dostluğun verdiği samimiyeti andıran heyecanla bakıştılar. Ve gene bir an içinde ayrıldılar.
İpek hışırtıları uzaklaştı. Havayı dolduran menekşe kokusu dağıldı. Ve Fazıl Azmi’nin gözleri kalabalığa karışan bu iki kurşuni gölgeyi bir daha görmek için ileriye atıldı. Fakat bu tatlı bir rüyadan uyanır gibi bir şey olmuştu. Kalabalık arasından sıyrılıp bahçeye girdiği zaman onlar kafeslerin arkasında kaybolmuşlardı.
Delikanlı kendini sersem eden bu rengi, sesi ve kokuyu tekrar bulmak istiyordu. İlk şaşkınlıktan sonra bu arzu ne çare ki şık ve manasız kafeslerin önünde kırılıyordu.
Fazıl Azmi etrafındakileri görmeyerek sandalyelere, masalara çarparak kafeslerin istikametine doğru yürüyordu.
Fakat bu sıra sıra uzun kafeslerin hangi kısmı önünde yer intihap edeceğini bilmiyordu. Ve buralar da kalabalıktı. Tereddüt ve heyecan içinde nereye, ne tarafa oturacağını şaşırmış bir hâlde bakınıyordu ki deminki sesi, o kıvrak ve taze sesi kafesin arkasından tekrar duydu:
“Abla burası iyi değil mi? Saza da yakın.”
Ve Fazıl Azmi şedit bir sevincin heyecanıyla derhâl ilk rast geldiği boş masayı işgal ediverdi.
Terlemişti, fesini çıkardı. Beyaz keten mendiliyle alnını, boynunu sildi. Artık içi rahat etmişti. Onları görmüyordu fakat onların yakında olduğunu biliyordu. Hatta ara sıra menekşe kokusu hafif hafif hissediliyordu.
Gelen garsona su, kahve söyledi.
Yeşil gölgeli, set set büyük bahçedeki mırıltılar, hareketler, ayak sesleri sazın ağır bir hicaz faslına başlamasıyla nihayet buldu. Hanendeler güzel okuyorlardı:
Boğazın yukarı kısımlarından gelen serin ve hafif bir rüzgâr bu dolgun musikiyi dalgalandırıyor. Ara sıra kanunun çapkın nağmesi, bu ağır saz grubundan taze bir kadın kahkahası gibi fırlayıp kaçıyor, kemençenin kıvrak ve afacan yayı, bir gönül heyecanı gibi hissediliyor.
Bu cuma saz çok kalabalıktı. Yarım saat sonra hemen hemen oturacak yer kalmamıştı. Garsonlar müşkülat ile çalışıyorlardı.
Sıcaktan ipek, keten mendillerini yüksek kolalı yakalarının kenarına iliştiren erkekler, müzmin bir bademcik hastası gibi boyunlarını bükmüşler; yedi parmak boyundaki sert üniformalarının içinde kalıp gibi dimdik duran zabitler, sırma püsküllü kılıçlarına dayanmışlar, bir muharebe marşı dinler gibi tam bir ciddiyetle kulak vermişlerdi.
Fazıl Azmi sazı dinler görünmekle beraber bütün hisleri ve varlığıyla kafeslerin arkasından gelecek herhangi bir hareketi gözünden ve kulağından kaçırmamak azmiyle pürtelaş düşünüyordu.
Bu çifti ilk defa görüyordu. Ne zamandan beri Boğaziçi’nin hemen bütün eğlence yerlerinde gezip dolaştığı hâlde onlara tesadüf etmemişti. Kendi muhitinde hemen bütün genç ve güzel kızları tanıyordu. Bazılarıyla aşinalığı, bazılarıyla daha sıkı tanışıklığı vardı. Fakat bu sade dümdüz münasebetler onun yirmi yaş rüzgârı esen kalbinde yer tutamamıştı.
Ve arkadaşları, onun bu metanetini hissizlikle birleştirip aşktan anlamamakla itham ediyorlardı.
Fazıl Azmi, Boğaz’ın yeşil kıyılarında saf aile muhitlerinde yetişen bu masum ve içli kızları beğenmiyor değildi.
Onlar arasında ne inceleri ne parlak nilüfer gözlü ve bir hanımeli kadar cazibeli olanları vardı.
Konuşurken kulaklarına kadar kızaran sevgi kelimesini telaffuz ederken dudakları titreyen ne bakir mahluklar vardı.
Boğaz kıyılarının bu yeşil gölgelerine serpilen yalılar ve köşkler, böyle ne güzel fındık kurtlarını koyunlarında saklıyorlardı.
Hatta Fazıl Azmi, bunların o çok hassas kalplerindeki zaaftan istifade ederek bazılarının mahremiyetine kadar sokulmuştu. Aşka o kadar yakın, mağlup olmaya o kadar kabiliyetli olan bu taze ve saf ruhları, bir zalim atmaca gibi parçalamak pek kolaydı. Fakat temiz aile terbiyesi, muhitin böyle menfi hareketlere karşı gösterdiği hassasiyet onu daha ileri gitmekten menediyordu.
Ve zaten bu münasebetler, araya böyle maddi maksatlar girmediği takdirde samimi bir arkadaşlık şekline dökülüverirdi.
Fazıl Azmi’nin bu vaziyette devam eden birkaç macerası vardı. Şimdiye kadar hiçbir genç kız, onun gözlerinden geçip kalbine kadar nüfuz edememişti. Bütün münasebetleri, ya iyi bir aşinalık ya da tehlikesiz bir dostluk hâlinde kalmıştı.
Onu düşündürecek, sürükleyecek, ızdırap çektirecek bir vaka henüz hayatına girmemişti.
Fazıl Azmi, kahvesini içerken etrafını dolduran kalabalıktan uzakmış gibi kendi âleminde anlayamadığı bir tesirle bunları düşünüyor ve sonra bu izlerin peşinde, biraz evvelki tesadüfün bıraktığı heyecana kadar geliyordu.
Kendisinden biraz uzakta, kafesin arkasında saklanan o iri kestane gözler, hâlâ gözlerinin önünde idi. Ne tatlı bakışları ne ahenktar, taze, temiz bir sesi vardı.
Fazıl Azmi şimdi bütün gürültüsü ile devam eden saza kızıyor, pek sevdiği kemençenin suzinak fasıllarını ve iniltili nağmelerini soğuk buluyor hatta hâlâ alçalmayan güneşin aydınlığına tutuluyordu.
İstiyordu ki ağızlarını karış karış açarak cıyak cıyak bağıran hanendeler sussunlar, akşamın geldiğini haber verecek güneş, İstinye tepelerine düşsün bu münasebetsiz kalabalık dağılsın ve onlar kafesten çıksınlar.
Fazıl Azmi şimdi asabi bir sabırsızlıkla, şikârının saklandığı inin ağzında bekleyen hilekâr bir tilki gibi hırs ve heyecan içinde sıkılıyordu.
O kestane gözleri bir kere daha görmek, o sesi bir daha işitmek ihtiyacını o kadar şiddetle hissediyordu ki ilk defa duyduğu bu arzunun seyri ile ne yapacağını şaşırıyor; kalabalığa kızıyor, asabiyetten cıgara içiyor, içtiği cıgara biterse mesele hallolacakmış gibi bitmeden söndürüyor. Sonra boş kalan ellerine meşguliyet bulmak için tekrar yenisini yakıyordu.
Birinci fasıl bitip bahçeye sükûnet çöktüğü zaman herkes rahatça birbiri ile konuşmaya başlamıştı. Fazıl Azmi, kafese en yakın masayı işgal etmişti. Fakat arada yine çiçeklerle ayrılmış bir kısım ve nihayet şeddin duvarı vardı. Sandalyesini çiçek tarhının içine kadar çekti. Kadınlar kısmında uğultu hâlinde bir sohbet; erkekler tarafında bardak, şişe, tabak şıkırtılarına karışan kaba bir mükâleme başladı. Mamafih kafesin arkasından o ilk zaman duyduğu narin ve çınlayan sesi ara sıra ve bir iki müphem kelime hâlinde veyahut kıvrak bir küçük kahkaha şeklinde işitiyordu.
Ve hissetmişti ki onu bu kadar alakadar eden bu bir çift göz kendisine pek lakayıt değildi. Oraya yaklaştığı zaman nereye oturacağını düşünürken o genç sesin kendisine işittirmek ister gibi:
“Abla burası güzel!” demesi kâfi bir işaretti.
Fazıl Azmi şimdi o ilk tesadüfle bu işaretin verdiği cesaret ve ümitle sazın bir an evvel bitmesini bekliyor, sabırsızlanıyordu.
Saz ikinci fasla başladı. Bu defa kemençenin suzinak bir taksimi ile fasla giren sazendeler, bu makamın en güzel şarkılarını çalmaya başladılar:
Etmiyor hiç merhamet canan benim efganıma,
Arz eden yok mu acep hâlimi cananıma,
Kalmadı dilde tahammül ta dayandı canıma
Arz eden yok mu acep hâlimi cananıma! 2
Şarkının son nakaratı okunurken Fazıl Azmi, garip ve mahzun nazarlarıyla kafesin o sesi işittiği kısmına bakıyordu.
Belki bir yıl sürmüş gibi elim ve uzun gelen bu saz, nihayet güneş boğazın karşı tepelerinde kaybolup gittiği sıralarda bitti. Uzak yerlerden gelenler acele ederek kalktılar.
Fazıl Azmi; hesabını görmüş, hazırlanmış, cigarası daima ağzında bekliyordu. Onların hâlâ kafes arkasında olduklarını ima eden hareketler, mükâleme parçaları hissediyordu.
Delikanlı:
“Herhâlde yakın bir yerde olacaklar!..” dedi. Vapur gitti.
Akşamın sarışın aydınlığı gittikçe azalıyordu. Bahçenin sık ağaçları altına loşluk çökmüştü. Etraf epey tenhalaşmıştı. Bir kısım halk iskeleden sandallara binip muhtelif istikametlere gidiyorlardı.
Nihayet Fazıl Azmi, onu yeni bir heyecana düşüren aynı sesi tekrar işitti:
“Haydi, abla gidelim artık!”
Onlar arkadan dolaşıncaya kadar o bahçeden çıktı. Fakat acele etmişti. Şimdi hangi istikamete gideceklerini bilmiyordu. Onları bekler gibi durmak da münasebetsiz olacaktı. Seri bir kararla hemen vapur iskelesine girdi. Gişenin yanında duvara yapışık, tarifeyi tetkik eder gibi vaziyet aldı.
İki genç kadın, iki kurşuni gözle bahçeden çıkarken etraflarına bakınıyorlardı. Onu görmediler. Bu tesadüfe Fazıl Azmi memnun olmuştu. Şimdi onların âdeta kendisini arar gibi sağa sola baktıklarını görüyordu.
Fakat küçüğü, zeki ve cevval bakışlarıyla onu derhâl gördü. Peçesini hafifçe kaldırarak baktı ve sonra ablasına döndü. Bir şeyler söyledi. Yukarı istikamete doğru yavaş yavaş yürümeye başladılar.
İskele başı kalabalıktı. Fazıl Azmi nazarıdikkati celbetmemek için acele etmedi. Onlar epey uzaklaştıktan sonra süratli adımlarla yaklaştı. Ve onlar, bu takibi bekler gibi ara sıra bir bahane ile durup rıhtım boyunu tetkik ediyorlardı.
Delikanlı, bütün bu bakışlardan ve hareketlerden adamakıllı cesaret almıştı. Yaklaşıp görüşmek için bir gün istemek arzusuyla adımlarını sıklaştırdı. Tam Çakalburnu’na sapıyorlardı, Fazıl Azmi arkasına baktı; yakın mesafede kimse yoktu. Burnu sapınca ilerisini gördü, gelen yoktu. Bir kadın ve bir erkek uzakta gidiyorlardı.
Delikanlı biraz daha sokuldu. Ve ötekiler ağırlaştılar. Fazıl Azmi böyle vaziyetlerde hiç de heyecan duymadığı, serbestçe konuştuğu hâlde bunların yanında çenesi açılmıyor, dizleri titriyordu.
Lakin vakit geçirecek zaman da yoktu. Biraz sonra yalılar başlayacak belki de bu fırsat ele geçmeyecekti. Delikanlı sesinin titrediğini hissederek yavaşça mırıldandı:
“Hanımefendi, sizinle görüşmek isterim. Müsaade eder misiniz?”
Onlar da korkularından birbirlerine sokulmuşlardı. Küçük bir tereddüt ve intizardan sonra bir-iki saat evvel omuz başında işittiği sesi fakat çok yavaş ve titrek gene duydu:
“Yarın olmaz mı efendim, Beykoz Çayırı’nda, öğleden sonra?..”
“Çok teşekkür ederim efendim.”
Fazıl Azmi daha ileri gitmeye lüzum görmedi. Zaten karşıdan bir kalabalık görünmüştü. Tekrar geriye dönmek de iskele tarafındaki tanıdıklara karşı çirkin olacaktı. Küçük bir keçi yolundan dağa doğru tırmandı.
O kadar sevinç ve heyecan içinde idi ki ne yaptığını, nereye gittiğini bile bilmiyordu. Kararan hava ona, takip ettiği keçi yolunu bile kaybettiriyordu. Pantolonunun paçaları vahşi otlar ve dikenlerle dolmuştu. Elindeki ipek şemsiyesi, pırnallara takılıp yırtılmıştı.
Gene dar patikalardan dolaşıp başka istikamette, rıhtıma ininceye kadar epey zahmet çekti. Hemen bir sandala atladı.
O kadar neşeliydi ki sevinci gözlerinden, dudaklarından taşıyordu.
Sandalcı:
“Ne tarafa beyim?” dediği zaman güldü, o zamanki edebî devrin maruf tabiriyle:
“Çek! Mersai aşku hayale!..” dedi.
Ve bu nüktesini sandalcının idrak etmeyeceğini bildiği için bir kahkaha atarak ilave etti:
“Yukarı hemşehri, İncir köyüne!” dedi.
Fazıl Azmi içindeki sevinci ilan etmek isteyen bir mektep çocuğu gibi bugünkü muvaffakiyetini anlatacak birini arıyordu.
Köye çıktığı zaman ortalık iyiden iyiye kararmıştı. Sokakta, bahçe aralarında ıslık çalarak köydeki aşinalığı olan kızların köşkleri yanından geçerken onların görünmeyen çehrelerine merhametle bakarak eve geldi.
Annesi, her akşam olduğu gibi gene merak etmişti:
“Ağabeyin geleli yarım saat oldu. Nerede kaldın Fazıl?”
Her zamanki gibi o mebzul alayları ile cevap verdi:
“Bugün evlendim ben anne. İç güveyisi girdim, haberin yok mu?” dedi.
Onun hemen her fırsattan istifade ederek alay etmesine o kadar alışmışlardı ki böyle bir vaka ciddi bile olsa inanmalarına imkân yoktu.
“Haydi haydi! Yemek hazır, soyun da gel!” dedi annesi.
Sofrada ağabeyi ona arkadaşlarını bulup bulmadığını sordu:
“Gelmediler ben de Çubuklu’ya saza gittim.” dedi.
Ağabeyi Kâmil Azmi, kendisinden üç-dört yaş büyük ağırbaşlı, düşünceli, tedbirli bir gençti. Fazıl Azmi ne kadar şen, alaycı ise o, o kadar ciddi görünüyordu. Komisyonculuk ediyor, epey de para kazanıyordu.
Fazıl Azmi, mektepten çıktığı zaman ağabeyi onu da yanına almak, tüccar yetiştirmek istedi:
“Sen çenebazsın daha iyi iş yaparsın!” dedi.
Fakat Fazıl Azmi, o zaman devlet memuriyetinin ticaretten daha parlak olduğunu gördüğü için bunu kabul etmedi. Arzusu, hariciyeye girip bir sefaret kâtipliğiyle Avrupa’ya gitmekti.
Bunun için çok çalıştı. Fakat o sırada hariciyede münhal yoktu. Onu himaye eden bir baba dostu:
“Şimdilik dâhiliyede iyi bir yer var. Oraya yerleş sonra hariciyeye geçersin.” dedi.
Ve Fazıl Azmi bu ümitle dâhiliye nezareti kalemi mahsusuna yerleşti. Üç aydan beri yeni vazifesine başlamıştı. Köyde onun böyle parlak bir memuriyete de geçtiği duyulunca gelinlik kızları olan anneler, her vesile ile hakkındaki fikirlerini söylemeye başladılar:
“Doğrusu pırlanta gibi delikanlı, hem genç hem yakışıklı hem de zengin!”
Ve bunu kızlarının yanında söylemek suretiyle delikanlıya karşı hoşgörülü olmalarını ima ediyorlardı.
Hakikaten bu yaz Fazıl Azmi’ye karşı teveccühler artmıştı. Genç kızlar, genç dullar, nerede tesadüf etseler bu pırlanta gibi delikanlıya alıcı gözüyle bakıyorlardı. Babası iki sene evvel ölmüştü. Güzel bir köşkleri vardı. Galata’da yüksek irat getirir bir-iki yerleri olduğu söylenirdi.
Yaşlı kadınlar:
“Bu eve girecek gelin rahat eder.” diyorlardı.
Ağabeyi Kâmil Azmi de yirmi dört, yirmi beş yaşlarında ancak vardı. Hem yakışıklı delikanlıydı da… Fakat o kadar ağırbaşlı idi ki sokakta gördüğü kadınlara gözünün ucuyla bile bakmazdı.
Komşuları annesine ısrar ederlerdi:
“Necmiye Hanım, evlatların dört kaşlı delikanlı oldular. Şunların mürüvvetini gör ayol!” diyorlardı. Necmiye Hanım da onları evlendirmek istiyordu. Kendisi de yaşlanmıştı, ölmeden onları baş göz etmek arzusunda idi. Fakat ne zaman lakırtısını açsa büyüğü:
“Daha sırası değil!” diye keser atar Fazıl Azmi de:
“Hani ya o günler, kızı buldun odama getirdin de almam mı dedim, a anne!” diye işi alaya dökerdi.
Ve zavallı Necmiye Hanım koca köşkte bir aşçı, bir ahretlikle akşama kadar evlatlarını beklemek, onları merak etmek, üstlerine titremekle ömrünün son yıllarını geçiriyordu.
Hâli vakti yerinde, geliri giderine uygun rahat bir aile yuvası, kız anaları için cazibeli bir damat, rahat dayalı döşeli bir mahreçtir. İyi bir kaynana, genç bir ev…
Bu manzara zamanın saadetini daha dar çerçevede gören saf ve masum aile kızlarının da rüyasını şenlendirmekten hâli kalmıyordu. Onun için köyde, iki kardeşin gönüllü talipleri pek çoktu. Kızlar daha ziyade Fazıl Azmi’yi tercih ettikleri hâlde anneleri daha ağırbaşlı buldukları için ağabeyini beğeniyor. Ondan bahsettikçe:
“Doğrusu efendi çocuk… Öyle terbiyeli ki anası yerinde kadınla konuşurken kıpkırmızı oluyor.” diyorlardı.
Kâmil Azmi, filhakika görünürde çok ağırbaşlı idi. Fakat onun kardeşinden ayrıldığı nokta, yaptığı çapkınlığı köyünün, semtinin haricinde yapmış olmasından ibaretti. Her gün erkenden işine inen Kâmil Azmi, bazı günler yazıhaneye şöyle bir uğrar sonra tanıştığı kadınlarla uzak, tenha, sapa yerlere gezmeye giderdi. Hiç kimse onu kendi semtinde bir kadınla görmüş değildi.
Fazıl Azmi öyle miydi ya! Akşam vapurundan çıkıp köşke gidinceye kadar yolda bahçeler, duvarlar arasında belki on beş kızla selamlaşır, gözleşir, fırsat bulursa da cilveleşirdi.
Bu noktadan iki kardeş arasında geçimsizlik bile olurdu. Kâmil Azmi, kardeşinin yaptığı çapkınlıkların bazen kendisine yükletilmesine kızar söylenirdi.
Mamafih bunun haricinde iki birader, birbirini çok severlerdi. Necmiye Hanım onların bazen bu münakaşalarını dinler büyüğün asabiyeti karşısında küçüğün alaylarını görerek o da araya karışır Kâmil Azmi’ye:
“A oğlum erkeğin elinin karası, kadının yüzünün karası! Sen de yap ne çıkar?” derdi.
Ve onun fikrince erkek oğlu olmak büyük bir şerefti. Hele çapkın, civar kızların başını döndüren bir erkek evlat…
Fazıl Azmi, Çubuklu dönüşü eve neşeli bir sarhoş gibi geldi. Gülüyor, şarkı söylüyor; aşçı kadının üstüne kolonya sıkıyor, ahretliğin iki örgü saçını birbirine bağlıyor, annesinin başındaki oyalı yemeniyi çekip çıkarıyor. Köşkü birbirine katıyordu.
Necmiye Hanım, oğlunun bu her zamankinden fazla taşkınlığını görüyor:
“Azdın gene azdın!” diye tatlı tatlı çıkışıyordu.
O akşam yemekte o kadar neşeliydi ki ağabeyi bile gülmeye mecbur oluyordu. Yemekten sonra iki parti tavla oynadılar, kaybetti; her zaman kaybedince fena hâlde sinirlenen Fazıl Azmi, bu akşam kızmadı. Bilakis daha neşelendi. Fransızca şarkılar mırıldanıyor, mehtap olmadığı hâlde bahçede dolaşıyor, içeride oturan annesine fiske taşları atıyor, ne yapacağını şaşırmış bir hâlde dört dönüyordu.
Herkes yattığı hâlde o hâlâ ayakta ve bahçede idi.
Annesi balkondan seslendi:
“Fazıl! Gece ayaz, rutubet olur. Gir içeri artık!”
Annesinin ciddi bir şefkat eseri olan bu davetine, kaplama tahtalarda sert bir ses çıkaran çakıl taşları cevap verdi.
El ayak çekildikten sonra, büyük kayısı ağacının altındaki bahçe kanepesine oturdu. Buradan bütün yukarı Boğaz, karşı sahiller, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve sonra sağda tek tük ışıklarla Beykoz görünüyordu.
Bepul matn qismi tugad.