Kitobni o'qish: «ENTRIKA MÜHENDISI KANAVOZ»

Shrift:

DURUM KABAK GIBI ORTADA!

Esin perimle başım dertte. İşi gücü benimle didişmek. İşte, yine başladı!

“Böyle roman görmedim, yolgeçen hanı gibi!”

“İlhamını ver, gerisine karışma periciğim!”

“Ben senin bildiğin esin perilerinden değilim canikom!”

“Yaa… neymişsin? Söyle de öğrenelim!”

“Başla yazmaya, anlarsın! Ben söyleyeceğim, sen yazacaksın!”

“Hop hoopp! Yok öyle şey, çocukları kandırma!”

“Hıh, ilham perisiyle kavga edenden yazar olur?”

“Bal gibi olur! Sekreterin olmaya hiç niyetim yok.”

Kasıntı şey!”

“Çok ukalasın periciğim, dilin de pek uzun. Bir daha söyleyeyim; ilham perileri esin verir, o kadar! Romanları yazarlar yazar.”

“Madem öyle, esin mesin yok sana, bensiz yaz! Gidiyorum canikom, bay baaayy!”

Ohh, dünya varmış! İşine gelmeyince tüyüyor zaten. Neyse, biz işimize bakalım çocuklar.

Benim yazmaya, sizin de okumaya başladığınız bu roman serüvenlerle dolu. Nasıl bir macera denizinde yüzeceğimizi henüz ben de bilmiyorum ama hissediyorum; müthiş eğleneceğiz.


Benimle ego savaşına giren yazarımız, anlatacağı maceraları bilmiyormuş ama hissediyormuş, sevsinler! Durum kabak gibi ortada, bensiz hiçbir şey hissedemez o.

Ay, durun bakayım, bizimki harıl harıl yazmaya başladı bile!

Tık, tıkı tık… tık, tıkı tık… tık, tık, tıkı tık… tık, tık, tık… tıkı tık… tık, tıkı tık…

Tıklaya tıklaya bir hâl oldu ya! Bir de parmaklarını klavyenin on santim üstüne kaldırıp düşünmez mi, öleceğim gülmekten.

Şaşkın yazarımız, yazdığı her sözcüğün kendine ait olduğunu sanıyor, ama çok yanılıyor. Bırakalım, öyle sansın çocuklar.

Hop diye romana girip bu satırları yazan kim mi?


Öhö öhö! Aşk olsun yani, Düş Dâhisi Estirik Periş’i tanıyamadınız mı?

Gittiğimi sanmıştınız, değil mi? Hiç gider miyim canım? Roman boyunca sizinleyim şekerciklerim! Ama yazarımızın bundan haberi bile yok. Aman çocuklar, burada olduğumu sakın ona çaktırmayın, yoksa benimle didişmeye devam eder.

Bizim acemi çaylak, yine başladı tıklamaya. Üstelik sadece iki parmağıyla yazıyor. İki parmak klavye kullanan yazardan hayır gelir? Daha dört parmağını kullanmayı bile beceremiyor. Hâlbuki ben öyle miyim? Ayak parmaklarımla bile yazarım! Yirmi parmak klavye kullanan ilham perisi olur mu hiç demeyin canım. Adı üstünde peri bu, üstelik, Düş Dâhisi, canı ne isterse onu olur.

Biz lak lak yaparken, bu şaşkın neler yazmış bir okuyalım çocuklar.


“Ben bir inek miyim?” bölümüyle başlıyoruz. Roman kahramanımız Genco, ailesiyle birlikte pikniğe gidiyor. Çantalar, piknik sepetleri bagaja kondu bile. Neşeyle arabaya yerleşen Eviş’ler, emniyet kemerlerini de taktılar.


Eller yine havada! Bizimki düşünüyor, düşünsün bakalım… Canım isterse on saat düşünür, tek bir sözcük bile yazdırmam ona.

Durun çocuklar, şunun hayal gücünü birazcık gıdıklayayım.

“Fısır pısır, fısır pısır, fısır pısır…”

Sonunda bizimki yazmaya başladı. Bu ne hız ya, klavyenin başı dönecek! Tam bir sayfa bitti derken, durdu birden. A aaa… şimdi de yazdıklarını silip silip duruyor. Hem de oflaya oflaya. Bense burnunun ucundayım ama farkında bile değil. Göz bebeklerine bakıyorum. O da bana bakıyor, ama görmüyor, göremiyor…

Bu kadar oyun yeter şekerciklerim. Hadi, başlayalım!

Klavyenin başında kukumav kuşu gibi düşünüp duran yazarın burnuna bir öpücük kondurup havalandım. Biraz beyin kıvrımlarını mıncıkladım, birazcık da yüreğini…

Veee… yazmaya devam ediyor!

BEN BIR İNEK MIYIM?

“Ver elini kırlar!” diye neşeyle bağıran babam, gaza bastı. “Hadi, başlayın saymaya!” dedi ardından. “Otoyola çıkana kadar kaç tane ağaç varmış görelim!”

Omuz silken Gülce, kulaklığını takıp müzik dinlemeye başladı. Kafasını geriye yaslayıp gözlerini yumunca annem dayanamadı.

“Gözlerini aç da etrafını seyret kızım!”

“Aman anneee, ne var ki etrafta?”

“Birazdan doğanın kucağındayız Gülce!”

“İyi, oraya gelince bana haber verin!”

“Bizimki uykusunu alamadı galiba.” dedi annem.

Dikiz aynasından ablama göz atan babam güldü. “Akıllı kız, görüntü kirliliğini gözlerini yumarak siliyor.”

Ablam haksız sayılmaz. Mızrak gibi göğe yükselen apartmanlardan başka bir şey yok buralarda. Her yer beton. Bir tek bizim sitenin bahçesi yemyeşil. Bir de sağlık ocağının bahçesi güzel. Cıvıl cıvıl bir yer orası, sanki bütün kuşlar oraya toplanmış. Ne zaman doktora gitsek o bahçeyi seyretmeye doyamıyoruz. Önceleri buraları da yemyeşilmiş, ama bir de şimdi görün. Kuşlara konacak dal bile yok.

Caddeye çıktığımızda saymaya başladım. Sol tarafta, benzin istasyonunu geçene kadar hiç ağaç yoktu. Sağ tarafta ise büyük alışveriş merkezine gelene kadar altı tane sayabildim. Kaçırdıklarımı da sayarsak ancak sekiz on ağaç vardır.

Çok geçmeden otoyola girdik. Babam arabayı hızlı sürmeye başlayınca annem gerildi.

“Bu kadar hızlanmak zorunda mısın tatlım?”

“Meraklanma canım!”

“Şu hız tutkundan hiç hoşlanmıyorum Mete!”

“Güven bana hayatım, kaç yıllık şoförüm ben!” diyen babam, hızlandıkça hızlandı. Anneme de fenalıklar basıp durdu. “Vıınnn!” diye yanımızdan geçen kamyonlara, tankerlere bakıp bakıp söylendi. “Tabakhaneye şey yetiştiriyorlar sanki!”

Babam yeni arabamızı çok seviyor. Oysa ben eskisini daha çok seviyordum. İki kapılı, tam bana göre minicik bir şeydi. Direksiyonuna geçip gaza basmak için can atar, türlü türlü hayallere dalardım. Babamlar onu satıp dört kapılı, kocaman bir cip alınca biraz canım sıkıldı. Hayallerimde bile kullanamayacağım kadar büyük arabaya ısınmam zaman alacak. Üstelik bunun şoför koltuğuna oturmak bile dert.

Yanımızdan geçen dev gibi bir tırın hızıyla savrulur gibi oldu cipimiz. “Ayy!” diye bir çığlık attı annem. “Korkma yahu!” dedi babam. Çocuk koltuğunda oturan kardeşim, “Vuuuu!” diye bir ses çıkardı. Ablam ise gözlerini aralayıp baygın baygın baktıktan sonra tekrar kapadı. Bense cam kenarında oturamadığım ve geçip giden arabaları iyi göremediğim için can sıkıntısıyla ofladım. Ablamla kardeşimin arasında “ortada sıçan” olmuştum yine. Şu ablam da hep cam kenarına kuruluyor. Madem gözlerini yumacaktı neden oraya oturdu ki bugün?



Otoyolun Kadırga çıkışından ayrılıp Kozalak Yolu’na saptık. Ara yola girince babam arabayı yavaş sürmeye başladı. On beş, yirmi dakika sonra doğanın kucağındaydık. Hemen Gülce’yi dürttüm. “Geldik, geldik!”

Gözlerini açan ablam, “Konfeti yağmış ağaçlara!” diye bir çığlık attı. Ben de oturduğum yerde zıplayıp, “Konfeti değil, patlamış mısır yağmış!” dedim. “Hem de çıtır çıtır!”

“Mısır patlağı mı?” diye burun kıvırdı Gülce.

“Baksana şunlara!” deyip ağaçları gösterdim. “Gel beni ye!” diye bağırıyorlar sanki.

“Sen de her şeyi mısıra benzetiyorsun Genco?”

“Ne yani, benzemiyor mu?”

“Off Genco, benzetecek şey mi bulamadın!”

Ablamla didişirken, annem girdi araya. “Patlamış mısır gibi işte!” demez mi, bir hoşuma gitti.

Sıkıntıyla içini çekip ofladı Gülce. “Anladık, anladık… İyi ki mısır seviyorsunuz!”

Gülce’ye bir dirsek atıp, “Hem mısır patlağına hem de konfetiye benziyorlar!” dedim.

“Ablasına da hiç kıyamazmış, bıdık şey!” diyerek kıkırdadı ablam.

“Bıdık” lafını duyunca gıcık oldum. O sırada tam da yemyeşil çayırların arasından geçiyorduk. Yeşilliği çok seven ablama çimenleri gösterip, “Eğil de, hart hart otla!” dedim.

“Gel birlikte otlayalım, inek bıdıkcığım!” diyerek gülümsedi.

Babam arabanın camlarını açtı. “Ciğerlerimiz bayram etsin biraz!”

“Doğa gibisi var mı?” diyen annem, derin bir nefes aldı. Bahar havasını soluya soluya yola devam ettik.

Küçük bir köyün içinden geçerken, çocuklara el salladık. Başka bir köyde ise kocaman bir inek sürüsüyle karşılaştık. Yolun tam ortasında, salına salına bize doğru yürüyorlardı. Babam arabayı durdurup sürünün geçmesini bekledi. Ablamın üstüne abanıp cama yapıştım. Bazılarının karnı davul gibi şişkindi. Bir tanesi arabaya sürtününce ödüm koptu. “Gitti araba!” diye bağırdım.

“Korkmayın, bir şey yapmaz!” dedi babam.

Biz inekleri seyrederken Giray mö’lemeye başladı. Annem de, “Bunların karnında inek kuzuları var!” demez mi?

“İneğin kuzusu olur mu, Betül?” diyerek güldü babam.

Annem ofladı. “Dilim sürçtü hayatım, buzağı diyecektim!” deyince kahkahayı bastık. Gülce hemen aldı sazı eline.

“İnek kuzusu yerine, inek buzağısı diyecektin yani, öyle mi?”

“İyi ki yanlış bir şey söyledim, dilinizden kurtulamam artık!”

“Türkçe öğretmeni olan sensin anneciğim, biz değiliz!”

Ne zaman pikniğe gitsek müthiş eğleniyoruz. Bugün de güzel geçti. Akşama kadar baharın, kırların, temiz havanın tadını çıkardık. Karnımız acıktıkça böreklere, kuru köftelere, dolmalara saldırıp durduk. Babamla doyasıya top oynadık. Annemle Gülce, gelincikle papatya topladılar. Ablam çiçeklerden yaptığı tacını eve dönene kadar başından çıkarmadı.

Babam, ottan düdük yapmayı öğretti bize. Önce uzunca bir ot kopardı. Sonra iki elinin başparmakları arasına sıkıştırdığı ota var gücüyle üfledi. Islık sesini duyunca şaşırdık. Biz de ot yolup öttürmeye çalıştık ama havamızı aldık. Otlar ötmeyince bir sürü bahane uydurup durduk. Mızmızlığımıza gülen babam, lafı hemen yapıştırdı. “Öyle iki tıkla tarla ekip biçmeye benzemiyor, değil mi?”

“Farmwille’in suçu ne şimdi baba?” diyerek somurttu ablam. Ben de ona arka çıkıp kafa salladım. Ama babam tartışmaya acımasızca devam etti.

“Şu hazırlopçuluk yok mu Gülce?”

“Bilgisayara laf etmesene babacığım!”

“Bilgisayara değil, emeksiz yapılan işlere söyleniyorum kızım!”

“İki tıkla tarla ekiyormuşuz ya!”

“Yalan mı yani? Bir kere de saksıya maydanoz ekin de görelim!”

Farmwille hastası ablamın canı sıkılmıştı. Bu oyun yüzünden annemler ona sık sık bilgisayar yasağı koyuyorlar. Gülce de, “Ektiğim her şey kurudu! Ah, fasulyelerim!” diye dertlenip duruyor. Bir keresinde, akşam ektiği pirinçleri sabahın beşinde toplamaya kalkınca olanlar oldu. Bizimkilerden yemediği papara kalmadı. Hele sınavlardan düşük not aldığında kıyametler koptu. Sonunda Gülce, Farmwille oynamaktan vazgeçmek zorunda kaldı. Ama söylediğine göre, aklının bir köşesinde hâlâ fasulye ekiyormuş. Ablam gibi birinin böyle bir oyuna tutulmasını pek anlamıyorum. Bu arada Gülce’nin acayip yetenekleri olduğunu söylemiş miydim size? Henüz anlatmadım galiba, sırası geldiğinde onları da anlatacağım.

Benim facebook hesabım yok. Annemle babamın da yoktu. Ama babam, “Asosyal olmayalım yahu!” diyerek bir hesap açtı. Annem de, “Olmayalım tatlım!” deyip aynısını yaptı. Gülce’yi arkadaş olarak eklemişler hemen. Ne komik! Onların derdi ablamla arkadaş olmak falan değil. Gülce’nin kimlerle arkadaşlık ettiğini öğrenmeye çalışıyorlar. Bu duruma fena hâlde gıcık olan ablam da, “Ben arkadaşınız değilim, çocuğunuzum!” diye vırvırlanıp duruyor.

Neyse, sonunda ottan düdük yapmayı başarmıştık. Biz düdüklerimizi öttürürken, annemin çığlığıyla irkildik. “Çıkar onları ağzından!” diye bağırıyordu.

Meğer bizim ufaklık da düdük yapmaya heveslenmiş. Ağzına tıktığı otları görünce şaşkına döndük. Giray’ın ağzındakileri çıkarana kadar akla karayı seçtik. Olan bitenden korkan kardeşim, zırıl zırıl ağlamaya başladı. Susturmak için bir sürü şaklabanlık yaptık ama işe yaramadı. Sonunda babam onu omuzlarına alıp gezdirince kesti sesini. İnsanın üç yaşında bir kardeşi olması ne zor!

Öğlen olunca Giray uyudu. Annemler ona bir hamak yapıp içine yatırdılar. Kendileri de hamağın yanına, yere uzanıp kitap okumaya koyuldular.

Gülce, habire papatya falı bakıyordu. O Sırık Bora’nın nesini seviyor, hiç anlamıyorum. Belki de sınıfın en uzun boylusu olduğundandır. Kızların hepsi onun peşinde zaten. Şu kızları da hiç anlamıyorum ya…

Bizim sınıfın en uzun boylusu benim, ama peşimden koşan kız yok. “On yaşındaki kızlar aşktan ne anlar!” diyor Tuna. Bence çok yanılıyor. Galiba bizim Kalben de âşık. Hem de sıra arkadaşım Berkay’a! Derslerde habire arkaya dönüp bize bakıyor. Ama Berkay’ın onu umursadığı falan yok. Onun aklı fikri futbolda. Keşke bana âşık olsaydı Kalben.

Arabaya koşturup kızmabirader kutusunu aldım. Ablamın yanına çöküp, “Oynayalım mı?” dedim. “Sonra oynarız!” deyip defterle kalem çıkardı çantasından. Sıkıntıyla oflayıp kutuyu yere bıraktım.

Defterini dizlerine dayayan ablam, kalemi burnuma doğru salladı.



“Bak sana ne göstereceğim!”

“Bana ne!”

“Ama hiç bilmediğin bir şey yapacağım!”

“Neymiş o bilmediğim?”

“Şimdi görürsün!”

Yeni şeyler öğrenmeye meraklı olduğumu bilen ablam, ilgimi çekmeyi başarmıştı. Gülce’nin çizdiği şeyi izlemeye koyuldum. Birbirine oklarla bağlanan dikdörtgenler yapıyordu. İçlerine de komik bir şeyler yazıyordu. Ne yaptığını sorduğumda, “Akış Şeması!” dedi. Bir arkadaşından öğrenmiş. O arkadaşı da babasından öğrenmiş. Sorun çözmeye yarıyormuş bu şemalar. Ama ablamın sorun çözdüğü falan yoktu. Abuk subuk bir şeyler çiziktirip gülüyordu.

Gülce’yi biraz izledikten sonra yaptığı şey hoşuma gitti. Hemen arabaya koşturup resim defterimi aldım. Bir ağacın altına oturup düşünmeye başladım. Komik bir şeyler bulmalıydım. Öyle bir şey yapmalıydım ki, gören herkes hayran kalmalıydı.

Kafamın içinde bir sürü şey dönüp duruyordu. Öyle mi yapsam, böyle mi yapsam? diye düşünürken gözlerimi yumdum. İçimden bir ses, “Etrafına bak!” dedi. Gözlerimi açıp çevreme bakındım. Birden kafam kaşınmaya başladı. Saçlarımın dibini tatlı tatlı kaşıdım. Size bir sır vereyim mi? Ne zaman kafam kaşınsa matrak şeyler buluyorum. Çok geçmeden yolda gördüğümüz o inekler geldi aklıma. Arkasından da “Ben bir inek miyim?” sorusu. Ablam sık sık inek olduğumu söyler. Kendisi ders çalışmayı pek sevmediğinden bana çamur atmaya bayılıyor.

Gülce’ye baktım, harıl harıl bir şeyler çiziyordu. Kafamın kaşıntısı da iyice artmıştı. Hatır hatır kaşınırken birden beynimde şimşekler çakmaya başladı. Ablama bakıp “İnek kimmiş, görürsün sen!” diyerek kıs kıs güldüm.

Önce bir inek çizdim, ama hiç beğenmedim. Sayfayı çevirip başka bir inek resmi daha yaptım. Yine olmadı. Bitlenmiş gibi kaşınırken, aklıma bambaşka bir şey geldi. Hemen yeni bir sayfa açıp bir çocuk kafası çizdim. Yanına da bir düşünme balonu yaptım. İçine de, “Ben bir inek miyim?” diye yazdım.

Akış şemasını nasıl devam ettireceğimi bilmiyordum. Beynimin içinde bir sürü ilginç düşünce takla atıp duruyordu. Gözlerimin önünde canlandırmaya çalıştığım hayallerle birlikte kafamın kaşıntısı da artıyordu. Sihirli kaşıntılar sanki bana yol gösteriyordu. Tatlı tatlı kaşınarak şemaya devam ettim. Çocuğun çenesinin altındaki boşluğa kendime sorduğum o soruyu yazdım.

“Sen bir inek misin?”

Yine mola verip şemaya baktım, güzel oluyordu… “Seni gidi seni, inek olmadığını bal gibi biliyorsun!” diye mırıldanıp güldüm.

“Sen bir inek misin?” cümlesinden üç tane ok çıkardım. İlkinin altına HAYIR yazdım. Ortadakine BELKİ, öbürüne de EVET yazdıktan sonra düşünmeye başladım.

Öyle dalmışım ki, burnumun ucundan geçen kelebeği zor fark ettim. O sırada Gülce seslendi.

“Kelebeğe mi gülüyorsun Genco?”

“Hıı? Ne dedin, anlamadım!”

“Kendi kendine gülüp duruyorsun, hayrola?”

“Komik bir şey geldi aklıma!”

“Neymiş o komik şey?”

“Bekle, görürsün!”

Ablam meraklandı, ama ses etmedi. Ben de kaldığım yerden devam ettim. Bütün şemayı anlatmak zor olacak şimdi, en iyisi buraya da çizeyim.


Eller yine havada. Bizimki yoruldu mu ne? Daha ne yazdı ki yorulsun? Sandalyesini geriye ittirdi. Ekrana bakıyor şimdi. Son yazdığı cümleleri okuyor galiba. Haylaz bir gülümseme de var suratında. Neler yumurtlayacağını düşünüyor. Aslında düşünmesine hiç gerek yok ki, ben varım ya! Bir üfledim mi beynine, sular seller gibi yazar. Ama yok öyle bedavacılık! Gününü göstereceğim bu yazar bozuntusuna, yemin ederim ki göstereceğim! Ikına sıkına yazacak bu romanı. Mademki romanları yazarlar yazarmış, yazsın da görelim!

Bizimki hâlâ ekrana bakıyor. Kafayı yedi galiba! Suratındaki o gülümseme de yerini tuhaf bir sırıtışa bıraktı şimdi. Ellerine bakıp “Sıra sizde!” diye bir şeyler mırıldanıyor. Ne demek sıra sizde? Oysa sıra bende, bendee, bendeee!

“Heeyyy, sıra bendeeeeee! Ben olmasam tek bir sözcük bile yazamazsın sen!”

Görüyor musunuz çocuklar, o kadar bağırıyorum, ama beni duyan yok!

Klavyenin başından kalktı bizimki, çizim masasına doğru yürüyor. Yazmayı bırakıp resim yapacak galiba, pes yani! Deli midir, nedir? Durun çocuklar, şunun beyin kıvrımlarını kolaçan edeyim hemen! Bakalım aklından neler geçiyor?

Anladııımm… Romanın ortasına akış şeması çizecekmiş! Resim çizmek de nerden çıktı şimdi? A aaa… çizmeye başladı bile.

“Çizeceğine anlatsana! Heey, hu huu, sana sesleniyorum, duysana beni! Bir de yazar olacaksın! Pes diyorum sana, beceriksiz şey!”

Vah, vah, vaaah! Görüyor musunuz çocuklar, bensiz yazamıyor işte! Bir an önce esin rüzgârlarımı estirmeliyim. Hadi, çabuk olun, esin bakalım!

Vuuuu, vuuuuu, vuuuuu, vuuuuu!

Bizimki hâlâ çizim masasında. Oysa çoktan klavye başına dönmeliydi. Esin fırtınamın şiddeti az geldi galiba. Durun çocuklar, daha güçlü estireyim şu rüzgârı!

Vuuuu, vuuuuu, vuuuuuu, vuuuuuuuuu, vuuuuuuuuu!

Ay, öff, yine olmadı! Bizimki çizmeye devam ediyor.

Vuuuu, vuuuuu, vuuuuuu, vuuuuuuuuu, vuuuuuuuuu!

Neler oluyor, yaa? Estirik Periş’in rüzgârını kim kesiyor?

Bütün gücümü toplayıp bir daha eseyim. Es, es, eeeeeeeeeesss!

Vuuuu, vuuuuu, vuuuuuu, vuuuuuuuuu, vuuuuuuuuu, vuuuuuuuuuuuuu!

Ayy, pardon! Yanlış rüzgârı estirmişim! KALEMYEL yerine FIRÇAYEL estirirsem, böyle olur işte!

Çok becerikli bir ilham perisi olmak da zor şekerciklerim. Kalemyeller, fırçayeller, paletyeller derken, rüzgârların başı döndü vallahi!

Şu yazara da iyice gıcık oldum çocuklar. Ne o öyle, çizmek mizmek… Yazar mı, ressam belli değil. Beceriksizin teki işte!

Yeteneksiz yazarımızı çizim masasından kaldırmanın tek yolu, KALEMYEL fırtınası çıkarmak.

Bakın çocuklar, öyle bir eseceğim ki şimdi, bizimki çizmekten vazgeçip klavyenin başına çökecek hemen.

Vuuuu, vuuuuu, vuuuuuu, vuuuuuuuuu!

Vuuuu, vuuuuu, vuuuuuu, vuuuuuuuuu, vuuuuuuuuu!

Vuuuu, vuuuuu, vuuuuuu, vuuuuuuuuu, vuuuuuuuuu, vuuuuuuuuu!


Şema bittiğinde hemen ablama gösterdim. Çizgilerimi inceleyen Gülce’nin ağzı açık kaldı. “Bravo Genco, müthiş bir şey bu!” diyerek hayran hayran baktı bana. Koltuklarım bir kabardı, zevkten dörtköşe oldum. “Sahi mi?” dedim gülerek.

“Hem de nasıl!” deyip defteri elimden kaptığı gibi annemlere koşturdu. “Şuna bakın, şuna bakın!”

Bizimkiler telaşlandılar. “Sessiz olun, Giray’ı uyandıracaksınız!”

Ablam defteri önlerine koyunca onlar da şaşırdılar. Sırtımı sıvazlayan babam, “Çok zekice Genco, bravo!” dedi. Annem ise gözlerini şemadan ayırmadan, “Ne zamandan beri böyle şeyler çiziyorsun Genco?” diye sordu.

“Biraz önce benden gördü!” dedi ablam.

“Sen nerden öğrendin Gülce?”

“Yağmur’dan, o da babasından öğrenmiş!”



Sevgili yazarımız, Yağmur’u da soktu romana. Yağmur kim mi? Yazarın en küçük kızı. Tam bir tekne kazıntısı. Bir dediği iki olmuyor. En çekilmez özelliği de şakır şukur ağlaması. Zırlamaya başladığında ortalığı seller götürüyor. Umarım romandaki Yağmur’un o kızla tek benzer yanı isimleridir. Bu Yağmur da ağlayıp durursa, yandık! Elinizdeki romanın sayfalarını sümükler götürür!

Laf aramızda ben de acayip fesatım, değil mi çocuklar? Hem fesatım hem de ukalayım. Huyum kurusun, ne yapayım, ben de böyle bir periyim işte!

Size bir sır vereyim mi? Siz siz olun, her söylediğime inanmayın. Kendimle dalga geçmeye bayılırım ben. Ciddiyetin canı çıksın! Başımıza ne geliyorsa hep o ciddi ciddi duran, kendini bir şey sanan, kasıntı insanlardan geliyor. Gerçi çok ve boş konuşanları da pek sevmem ya, neyse…

Belki de Yağmur çok tatlı bir roman kahramanıdır. Henüz bilmiyoruz, yoksa biliyor muyuz? Gerçi ben her şeyi biliyorum, ama şimdilik size söylemiyorum. Yoksa romanın tadı kaçar.

Neyse şekerciklerim, lafı uzatmadan okumaya devam edelim…

Bepul matn qismi tugad.

12 287,75 soʻm

Janrlar va teglar

Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
27 may 2024
Hajm:
15 Sahifa 26 illyustratsiayalar
ISBN:
9789752119123
Mualliflik huquqi egasi:
Автор
Формат скачивания:

Ushbu kitob bilan o'qiladi