Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Nazar Boncuğu»

Shrift:

“Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi elinizden alırsa, kalplerinizi mühürlerse onları Tanrı’dan başka size kim geri verebilir?”

Enam Suresi 46. ayet


—Horrasio, yerlerde ve göklerde öylesine çok şeyler vardır ki, onları senin bilim adamların rüyasında bile görememiştir. Hayallerimiz onları bir hülya olarak bile algılayamıyor.

William Şekspir


Mucizeyi inkâr eden insan o anda Allah’ı da inkâr eder, çünkü Allah’tan daha çok mucizeye muhtaçtır. Mucizeden ayrı yaşayamadığı için kendisi mucizeler uydurmaya başlar, efsuna, büyüğe yönelmeye başlar.

F. M. Dostoyevski


Allah bizi, bizim vasıtamızla gerçekler algılansın diye yaratmıştır.

Mevlana


Sanat bize, gerçekler bizi yok etmesin diye sunulmuştur.

F. Nitsche

BİRİNCİ BÖLÜM

Defnimden Sonra Üçüncü Gün

 
Dünya donların soyucak
Yuyucu tenim yuyucak
İletip kabre koyucak
Acep nola benim hâlim.
 
 
Beş karış bezdendir donum
Yılan çayan yiye tenim
Nere dönsem taştır yönüm
Acep nola hâlim benim.
 


İnsan yalnızca kamıştan ibarettir, tabiatta zayıfların zayıfıdır, ancak o düşünen bir kamıştır. Kâinat onu ortadan kaldırmak isterse pek güçlükle karşılaşmaz, kolaylıkla öldürebilir. Dünya onu ortadan kaldırsa bile insan kendisini öldürenden daha liyakatlidir, çünkü o öldüğünü biliyor, ama kâinat kendinin bu üstünlüğü konusunda hiçbir şey bilmiyor.

Pascal


Ölüm, insanlığın genel mutluluğudur. Bizi öbür dünyada ebedî bir mutluluk mu bekliyor? Bu sorunun cevabı bizi uçurumun eşiğine götürüyor, çünkü bilincimiz bu uçurumu geçmeğe muktedir değildir.

Sören Kyerkegor

Ağrı…müthiş ve katlanılmaz bir ağrı… Vücudumun, yüzümün her bir karışına kor basıyorlar. Ağrıdan dolayı haykırmak… sesim çıkmıyor.

Ağrı… karanlık… zifiri karanlık. Göz gözü görmüyor. Hiçbir şey göremiyorum. Gözlerim kapalı..

Ağrı…müthiş, katlanılmaz bir ağrı… Yavaş yavaş aklım başıma geliyor… Yükseklik. Çoook, çoook yükseklik. Dağın zirvesi mi? Hayır, değil. Karşımda dipsiz bir uçurum… Uçuyorum… Yüksek bir binanın tepesinden… Karşımda uçurum… Uçuyorum…

Arkadan bana doğru yaklaşan kim… Bir eli omzumda, bir eli belimde… Kuvvetli bir itiş. Uçuyorum…

Uçurumun dibi – sokak. Binalar takla atıyor… Saniyenin binde biri… Darbe. İçimden bir şeyler kopup saçılıyor… Yüzüm, üzerinden buharlar yükselen asfalta yapışmış, pide gibi yamyassı. Burnum yanaklarımın arasından bir yerlere çöküyor.

Ağrı… Müthiş ağrı, katlanması imkânsız… Beynimde yıldırımlar çakıyor.

Sonra… Hiçbir şey…

…ne ağrı, ne aydınlık, ne karanlık… sessizlik, sükût…

Rahatsız eden ağrı değil, onun düşüncesiydi. Bir vakitler duyulan bir ağrının hafızama kazınmış hatırası…

Göz kapaklarını, ağır bir yükü kaldırıyormuş gibi güç bela kaldırdı. Katrandan da katı karanlık… Bu, kapalı gözlerin içinde pembe, sarı, yeşil dairelerin oynaştığı bir karanlık değildi, açılmış vaziyetteki gözlerin yuvarlandığı bir karanlıktı. Bütün kâinata çöken karanlık… Hiçbir yerden iğne ucu kadar dahi ışık sızmıyor. Gözlerin, hiçbir zaman ona alışıp da bir şeyleri hissedemeyeceği öylesine katı bir karanlık.

Ne kadar bakarsan bak, etraftaki eşyaların çizgilerini birbirinden ayırmak imkânsız. Aslında etrafta hiçbir eşya da yoktu. Etrafın kendisi de yoktu üstelik. Sanki dar, karanlık bir torbanın içindeydi.

Ana rahminin karanlığı… dışardaki dünyanın renkleriyle ilgili hiçbir düşüncenin oluşmadığı o dönemin karanlığı. Ya da dünyaya, ışıklı dünyaya çıkmış isen yine de doğuştan gelen bir karanlığın içindesin.

Bu karanlık şimdi katlanılmaz bir ağrıyla birlikte varlığına birdenbire çökmüştü. Sızıltı şeklinde gelen ağrı vücudunu terk ettikten sonra, o kısa anın hatırası duyduğu ağrının kendisi kadar bütün benliğini sızlatıyordu…

Ağrı, kendisine algılama yeteneğini geri getiriyordu, bilinci damla damla, katre katre kımıldanmaya başlıyordu.

Onu bu yükseklikten aşağı itip düşüren kimdi? O ani düşüşten sonra, içinde meydana gelen ani bir patlayışla sanki iç organlarının tamamı yerinden kopup fırlamıştı. Peki, bu su nereden çıkmıştı da müthiş bir sağanak gibi tepesine boca ediyordu. Düş… “tüş” Türkler rüyaya düş diyor. Bizde çileğe “duş” diyenler de var. Ancak bu su duştan akar gibi akmıyordu, sağanak yağmura da benzemiyordu. Dopdolu bir leğenden boca eder gibi bütün vücudunu baştan ayağa ıslatmış, soğuk bir günde bedenini sızım sızım sızlatmış, tüyleri diken diken olmuştu. Vücut… Vücutname. İnsanın dünyaya gelişinden ölümüne kadar bütün ömrünü tasvir eden bir şiir. Hatta ölümünden sonra mezardaki durumunu da…Acaba hangi filozof, “ölüm anında – bu ani ölüm olsa bile, – her insanın o anda yaşadığı ömrünün tamamı, hatta en küçük olayları bile gelip gözünün önünden geçiyor…

Hafızasında, ani olarak yüzünde büyükçe yara izi olan biri canlandı… Tavla oyunundaki sesler, atılan zarlar, altı dört, çift se, dübeş, aklında daha çok dübeş kalmıştı. Saygın bir bilim adamı… Ateşler içinde yanıyor…ateşten korunmak için halıya bürünüyor, halı da ateş alıp yanıyor…Kırmızı çizgili üstlüğünü giyinen Zakir’in fal taşı gibi açılan gözleri, çıplak bir kadının sırtında bardak atılan yerlerin morartısı… Karanlık salonda kadının dizleri göze çarpıyor… Kimdi o kadın? Ölüm meleği mi? Azrail mi?

Ölüm böyleymiş… Peki ya o yükseklik, o boşlukta uçuş, o ağrının hatırası…Tanış yüzler… Öldüyse bunları nasıl hatırlıyor? Öbür dünya dedikleri bu galiba… Ölüm nedir – ebediyet. Son veya başka bir hayatın başlangıcı…

Onu daha çok darlık rahatsız ediyordu… Hareket etmek istiyordu, ancak eli kolu bağlı idi… Bilinçaltında bir anısı uyandı. Mısır’da idi, dar bir tünelden ihramlara, piramitlere doğru sürünüyordu… Birden sıkıldığını hissederek durmak istedi, ama boru gibi dar olan tünelin içinde doğrulamazdı, önünde ve arkasında aynen onun gibi sürünen turistler vardı… artık ne geriye, ne de öne gitmek mümkün değildi, başını da kaldıramıyordu, bu anda daral gelecek, yüreği patlayacaktı…

Patlamadı. Şimdi de aynı duyguları geçiriyordum, ama küçücüktüm, minnacık, bir el büyüklüğünde… bedenim, ellerim, ayaklarım nemli, yapışkan, yumuşak duvarlara değiyor. Kanlı ve duru olan ağdalı bir sıvının içindeyim. Karanlık ve sessizlik içinde çok uzaklardan bir ses duyuluyor – ritmik bir çarpıntı, raylar üzerinde yol alan trenin sesine benziyor, trenin acelesi var galiba… Ve benim içimde de bu çarpıntının ahengine uygun düşen bir şey çırpınıyor, bir gidiyor bir geliyor…

İçine doğru karın bölgesinden bir şey akmakta idi…tüyleri diken diken eden, “ancak henüz tüyleri çıkmamıştı” bir haykırış… kadın haykırışı…Suda batıyordu..nerdeyse boğulacaktı… Kaynağı bilinmeyen bir güç onu itiyordu.

Uzun yıllardan sonra yüksekçe bir yerden ölüme itildiği gibi şimdi de yaşama doğru itiliyordu.. Kendinin değil bir başkasının acılarıyla, inlemeleriyle, feryatlarıyla, dilinden dökülen ve birbiriyle ilintisi olmayan tek tük kelimelerle dar bir tünele yapışmıştı. Kurtulmak istiyordu… Nefesi kesiliyordu..

Her hamle, her haykırış onu ışığa doğru yaklaştırıyordu… bir hamle daha, bir haykırış daha. Birden sakinleşti ve üşümeğe başladı. O anda kendisi çığlık çığlığa ağlamaya başladı.

Bir yerlerde dünyaya gelip giden insanlardan yalnızca birisinin, Zerdüşt’ün dünyaya geldiği anda ağlamak yerine güldüğünü okumuştu.

Neden ağlıyordu? Kendi canından, kendi kanından olan bir varlığın acılarıyla, ıstıraplarıyla, ıkınmasıyla birlikte onun içinden dışarıya çıkmış, güzelim dünyaya gelmişti.

Gelmiştim. İnsan dünyaya sessizlik içinde geliyor, cümlesini hangi filozof söylemiş acaba? Dünyaya böyle gelmiştim, böyle de gitmeliydim – ani bir uçuşla. Yere uzanıp hayatımı kaybettikten sonra toprağa gömülmeliydim, ama bunu hatırlamıyordum. Bilincim o müthiş uçuşla, o katlanılmaz acıyla birlikte sönüp gitmişti… Şimdi de toprağın altında olmalıydım.

Olmalıydı. Ölüler dünyasında. Madem öyle, peki, beynine damla damla süzülen, hafızasını çeşitli sahnelerle, olgularla, seslerle dolduran bu düşünce ne idi?

Ömür boyu materyalist olmuştu. Ölümden sonra başka bir hayatın varlığı konusuna asla inanmamıştı. Belki de yanılıyordu. Belki de ömür, aynen saatin sarkacı gibi hayat ve ölüm arasında bir o tarafa, bir bu tarafa gidip geliyordu. O tarafa – malum. Peki, bu tarafa? Hayatın sarkacı bu tarafa da mı dönüyormuş? Peki, o zaman?

Öbür dünya dedikleri bu imiş – dardan da dar, nemli, küf kokan, soğuk, sessiz, soluksuz…

Eli kolu bağlı, hareketsiz bir biçimde uzanmışım. Şimdi Ne-kir Münkir gelecek, sorgu sual başlayacak…Ölüler de mi şaka yaparmış? Ölü olduğumu kesin olarak anlayabiliyorsam bu gerçekten ölüm müdür? Elektrik çarpmışçasına ani bir düşünce beynimi yalazlayıp geçti: Ölü değilim.

Canlı canlı toprağa gömülmüşüm ve şimdi anlaşılmaz bir mucize ile bu ölüm uykusundan uyandım diyorum… Elim kolum bağlı, vücudum kefene bükülmüş durumda, sımsıkı sarılmış hâlde… Anlaşıldı, beni ceset zannederek defnetmişler, mezarın üzerine de ağır, yassı taşlar koyarak üzerini topraklamışlar…

Bunu anladığı için kalbi durabilirdi. Keşke… Bu, çıkılması zor olan durumdan yegâne çıkış yolu olabilirdi. Başkaca bir çıkış yolu da yoktu. Kefeni yırtsa bile onca ağır yassı taşları kaldırmaya, toprağı eşip bir tarafa atarak “hortlayıp” kalkmaya gücü yetemezdi…

Yegâne çıkış yolu (çıkış mı!) sabrederek, canını dişine takarak gerçek ölümü beklemekti… Acaba mezardaki hava ne zamana kadar yeterli olacaktı?

Kaç gün oldu defnedildim? Hâlâ nefes alıyorsam bu yakınlarda gömülmüşüm demektir. Havasızlıktan boğularak, korkunç ıstıraplar çekerek gerçek ölümü tadacağım. Mezardaki kurtlar kefenimi delecek, sonra da bedenime saldıracaklar… Tanrım, suçum neydi? Sana inanmam mı? Vallahi en derin kalbimle inanıyordum, çevre ve şartlar öyle idi ki, mecburen “inanmıyorum” demek mecburiyetinde kalıyordum.

Hıı, ömür boyu varlığını inkâr ettiğin Allah’a şimdi yöneliyorsun demek.. Allah… Allah kerimdir… Tanrı’dan başka hiçbir şeye, hiçbir kimseye güvenilmez…

Beni buradan yalnızca Tanrı denen mucize kurtarabilir. Yooo, tamamen ham hayaldir bu, beni cezalandıran da Tanrı’nın ta kendisi değil mi? Elbette, eğer o gerçekten varsa. Onun varlığı konusunda hâlâ şüphe içindesin demek. Cezanın sebebi işte bu. Hayııır, Allah ufak tefek şeylerle uğraşmaz. Ona inansam da, inanmasam da hayatım boyunca günahtan uzak duran bir ömür sürmüşüm. Kimselere kötülüğüm dokunmamış. Vicdanları sızlatacak hiçbir adımım olmamış.

Sen öyle düşünüyorsun. Yaptığın şeyleri o şekilde yorumluyorsun, senin “hayırlı” olarak gördüğün şey belki de başka birisi için “kötü” imiş.

Tanrı varsa öbür dünya da vardır demek. Yani yalnızca buna katlanarak beklemelisin, her azaba katlanarak “kurtuluş” gibi “ölümü” de beklemelisin. Gerçek ölümü. Ölümden sonra, gerçek ölümden sonra ise başka bir hayat başlayacak, cevapsız kalan soruların cevabını bulacaksın. Bu dünyada sana yapılan bütün haksızlıkların karşılığını göreceksin.

“KARMA” kelimesi de nereden gelip beynime saplandı? Karma da ne demek, hangi dile ait bu? Böylesine ona aşina olan kelime bir türlü aklına gelmiyordu. Bu konuda okuduğu kitapları teker teker hatırlamaya çalışıyordu. Bu da zaman geçirmeğe yarayan bir meşguliyetti. Diğer taraftan bu durumda olduğundan dolayı kendisi için bir teselli oluyordu.

Ölümden sonra hayat… Yeniden yaşamak… Başka bir yaşam… Öbür dünya…

*

Bir vakitler Daniil Andreyev’in1 eserinde okuduğum ve okuduğumda da hayrete kapıldığım kelimeleri hatırladım. Andreyev, en son olarak tam üç yüz yıl önce öldüğünü yazmış. Hem de oldukça çok eski ve güçlü kültüre sahip bir ülkede. Daniil, ta çocukluğundan itibaren ömür boyunca eski vatanının özlemini duymuş; söylediğine göre orada bir değil, birkaç defa yaşamış, ölmüş dirilmiş, ölmüş dirilmiş.

Gerçekten bu olmuş mu..! Mevlana, “ahmaklığın en aptal ve alçak biçimi bu hayattan sonra başka bir hayatın başladığını inkâr etmektir” demiş.

Tasavvuf ehlinin söylediği meşhur anekdotu hatırladı. Mumun ateşi pervaneyi kendine çekiyor, zavallı uçarak kendini ateşe atıyor ve yanıyor. Geri dönüp gördüklerini anlatacağını bekliyorlar, ancak pervane ateşin içinde kaybolup gidiyor, ne izi, ne adı, ne de ondan geriye bir belirti kalıyor. Bir de neden dönsün ki, sevdiğine kavuşmuş.

Sevdiği – Allah’tır, tasavvuf düşüncesinde ölüm Tanrı’ya kavuşmaktır.

En büyük suçunun ne olduğunu bilmiyor musun? Hiçbir şeye inanmaman değil. Tanrı’yı inkâr etmen de değil, hayır, kendini Tanrı kabul etmendir. Tanrı olmaya soyunmandır. İnsanoğluna has olmayan, yalnızca Tanrı’ya ait şeylerle meşgul olmandır. Hayra mı, şerre mi, hangi gayeye hizmet ediyor pek önemli değil… Ilık bir yaz sabahı. Bakü’nün dar, eğri büğrü sokaklarından biri… Tek katlı evin önündeki kaldırım. Yaşlı ve çıplak kafasının şakakları beyazlaşmış, cafcaflı gömleğinin altından sert tüyleri görünen biri. Önce kaldırımı suluyor (sıcak asfalttan yükselen buhar)… Üzerine gazete serili tabure, tabure üzerine konmuş bir bardak çay… Zencefil, karanfil, limon kokusu… Kıtlama şekerini çaya daldırıp ağzına atıyor, sonra da çaydan bir yudum alıyor…

Bunu neden hatırladım? Kimdi, nem oluyordu bu adam? Hiçbir şeyim… Sabah erkenden tramvayla Buzovna’dan2 Bakü’ye gelmiştim, evimize doğru giderken çayını yudumlayan bu adamı görmüştüm. Tanışım falan da değildi. Kendisini ilk defa görüyordum. Hiçbir sebep yokken bu sahne hafızama neden kazınmıştı peki?

Hayıflanıyor muydum! Evimizin önündeki kaldırımı neden onun gibi sulamadım, taburenin üzerine gazete sererek üzerine bir bardak limonlu, zencefilli çay koyup da kıtlama şekerle içmedim!

Böylesine kokulu çayları az içmemişti, ama neden böylesine sıradan, küçücük sevinçlerle dolu, sakin, gürültüsüz patırtısız bir hayatı yaşamadı. Yaşamını neden büyük gayelerin esirine çevirdi?!

Diyorlar ki, ölüm öncesinde… (..kim diyor? Öldükten sonra kim dirilmiş de gördüklerini anlatmış…tasavvufçuların pervanesini hatırladım) evet, ölümden önce insanın sağgörüsü açılıyor, zaman ölçüsü değişiyor, yaşananların tamamı bir an içinde film şeridi gibi gelip gözünün önünden geçiyor. Eski Hint inançlarında da olan üçüncü göz anlayışı konusunu bir yerlerde okumuştu.. Hint ilahlarından olan Şiva, üçüncü gözünü açtığında rakibini bakışlarıyla yakıp küle döndürüyor.

Sırtımı çizgi çizgi sızlatan kamçı yerleri. Vücudumdaki ağrılar. Bunlardan kurtulmak istedim. Çimenlik, üşüyen ıslak bedenimin ürpertisi. Soğuktan titriyordum.. Kaçmak…hemen kaçmak, bu anılardan kaçıp kurtulmak…

…Gurup vaktinde denize doğru sürüp gittiğim üstü açık araba. Bulutlar patlıcan moru renginde… Garip Abşeron akşamının hazin kederi… Rüzgâr, yanımda oturan gözleri gamla dolu kızın kumral saçlarını yüzüme savuruyor, saçları yanaklarımı dövüyor, bazıları ise yolunu şaşırıp ağzımın içine dalıyor.. En büyük arzum…keşke bu yol hiç bitmese, keşke deniz uzaklaşabildiği kadar uzaklaşsa, keşke gece olabildiğince geç gelse…

Bu mısraları kim yazmış, aniden hafızamda ayaklandılar: Uzun bir ömrün sonunda, hem de ümitsizlik anında…Bu ani sevinç gelip beni buldu…

İnce bir yağmur çiselemeğe başladı, damlalar alnıma ve yanaklarıma iğne gibi saplanıyor, ancak böylesine ıslanmak çok hoş, insanın başına boca edilen su gibi soğuk değil, sımsıcak… Sıcak yağmur mu? Sıcak yağmur mümkün mü?

Gece aniden bastırdı. Ay doğdu, dolunay, denizleri yükseltti, aksak rüzgârı, – rüzgârın aksağı mı olurmuş? – aksak rüzgârı kemende düşürdü…sonra bulutlar ayın önünü kesti…Ay ışığı kaybolur kaybolmaz kumral saçlı kız da kayboldu…

Ay Kızı, ayın kızı…Samnambula. Bu isimde bir İtalyan operası var galiba – Rossini, Bellini, Donisetti, hangisinin acaba? Ay’ın adamı – uyurgezer – Ruslar böylelerine lunatik diyor.

Bu zulüm ne Tanrım, öldürüyorsan öldür, bu işkence neye gerek? Ölüme mahkûm olan kimse idam edileceği günü ve saati beklerken hiç olmazsa hücresinde havasızlıktan boğulup gitmiyor. “Canlı ceset”. Tolstoy. Ölülerin dirilmesi. Şeyh Nasrullah3. Mirze Celil Memmedkuluzade4…Beynimde birbirini çiğnercesine canlanan hatıraların keşmekeşi, düşüncelerin izdihamı.. Ne yapmalı? Ne etmeli! Lenin… Çernişevski… “Heç hәnanın yeridir?”5 Aklımı oynatmamak için kafamı başka şeylerle meşgul etmek istiyorum.

Kurtuluş – deli olmakta mıdır!?

Bilincin karıncalanması, hiçbir şeyi hissetmemek, hiçbir şeyi anlamamak.. İnsan kendi isteği ile aklını oynatabilir mi? Ölümü yaklaştırmak için (başka hiçbir şeye ümit yoksa) nefes almaya engel olsan, nefes almasan.

Birkaç defa nefesini tuttu, sonra da istem dışı tuttuğu nefesini bıraktı ve ciğerini havayla doldurdu.

Peki, neden bu dar mezarda bir zamanlar gece gündüz okuduğu Hintli yazarların eserlerini hatırlıyordu? Dünyayı yaratan Brahma yumurtada oluşmuş, ama bilincinin gücüyle yumurtayı ikiye bölmüş, bir tarafında sema, diğer tarafında ise yer meydana gelmiş. Bu efsanede onu kendine çeken düşüncenin gücüyle bir şeyleri değiştirme arzusu oluşmuş. Belki o da akıl ve zihin gücüyle kurtulabilirdi. Ama nasıl? Hayır, insan bunu yapamaz, ümit yalnızca Tanrı’ya kalmış.

Ya Rab, ya bir yol göster, ya kurtar veya hemen canımı al. Kurtulma ümidim yok, bir mucize olur da buradan çıkabilirsem ömrüm boyu sana kulluk edeceğim.

Yine bir vakitler tutkunu olduğu kitapları hatırladı. Buda’nın eğitimi aklına geldi, sanki birileri sözleri ona tane tane dikte ettiriyordu. Buda, “İlahlara yalvarmayın. Bir sesi dahi çıkarmaktan aciz olanlardan hiçbir şey ummayın, onlar ne konuşabilir, ne de dinleyebilirler”, diyor.

Dur, dur, galiba Tanrı dileğimi önemsemedi… Gitgide daha zor nefes almaya başladım, boğuluyorum. Sona az kaldı. Sona?6 O kızın adı Sona mıydı? Hayır değildi. Ne idi, hatırlayamıyorum.

Biraz sabret. Başka çaren yok. Kefenin içinde ne kadar dönüp durursan dön, çabalarsan çabala bir faydası yok.. İnşallah Tanrı merhamet edip seni daha erken öldürür.

Ama galiba…galiba bu rüya. Hepsi rüyadır, kâbus dolu bir rüya…Kâbus. Dede Korkut, uykunun küçük bir ölüm olduğunu söylemiş…

Rüya mı, ölüm mü? Gözlerimi kapıyorum. Gözümün önünde sarı, pembe, yeşil daireler oluşuyor. Daire içinde daire görünüyor, sonra uzaklaşıp kayboluyorlar. Bize uzak dünyalar mı? Oralara mı uçuyorum? Uçuyorum, belki…bel…

İKİNCİ BÖLÜM

“Kötü nazar, çoğunlukla başkasına olumsuz etki ediyor

İbni Sina”


“Hayalin gücü – çok özel hassaslığından dolayı en çok gözlerde yansımasını buluyor. Kötü nazar etrafındaki atmosfere de geçiyor ve yöneldiği sıhhatli insanlara bile olumsuz etki yapıyor. Kötü nazar kendine yöneldiğinde ayna da solgunlaşıyor.

Y. Springer, G. İnstitoris
(10. Yüzyılın Hristiyan rahipleri)”

Son derece rahatsız edici olan rüzgâr insanın iliğine işliyordu. Esen sert rüzgâr, düğmeleri kopmuş, yakası açık ve yamalı eski ceketini neredeyse çekip sırtından alacaktı. Bahçe kapısından eve kadar olan mesafe topu topu yirmi adımdı – defalarca saymıştı. Rüzgâr arkadan estiği için – bu yirmi adımlık mesafeyi – her zamankinden daha kısa sürede kat edebilirdi.. Edecekti de. Sazaktan dolayı üşüye üşüye, titreye titreye…

Bahçe kapısından eve kadar olan mesafeyi koşarak kat etmesinin sebebini, kendinden, annesinden ve Nasip’ten başka kimseler bilmiyordu. Hatta gidip bağırıp çağırmasın diye babasına bile söylememişlerdi. Yukarı kattaki komşularından birisinin muhtemelen onu pencereden gördüğünü ve dikkatinden kaçmadığını düşündü, ancak umurunda bile değildi, belki de hiç görmemiş olabilirlerdi.

Hemen evin kapısına varmalıydı, vardığında da kapıyı çalar çalmaz annesi aceleyle açıp içeri alacaktı, bunu biliyordu… Belki de kapıyı açmış onun gelmesini bekliyordu.

Evlerinin kapısına ulaşmaya bir adım kala yukarıdan boca edilen buz gibi su tepeden tırnağa bütün vücudunu ıslattı. Bu suya alışkın olsa da bedeninde ister istemez bir ürperti duydu. Boynunda, sırtında, kollarında ve bileklerindeki her bir hücrede iğne gibi batan sazağın sızısını duydu. Soğuk ve rüzgârlı havada üzerine dökülen su vücudunu elektrik çarpmış gibi sızlattı. Eli kapılarının tokmağına dokunur dokunmaz deminden beri kapı arkasında bekleyen annesi onu hemen içeri çekti.

–Canım yavrum – diyerek sekiz yaşındaki oğlunu bağrına bastı. —Yavruma zulmedenler bir yudum suya hasret kalsın inşallah…

Menzer, her Allah’ın günü oğlu okuldan eve döndüğünde yukarı katta yaşayan aileye ileniyordu. Her ikisi – Ehliman da, Menzer de suyu üçüncü kattan boca edenin, bir kurumda yönetici olan Kasım’ın oğlu Nasip olduğunu biliyordu.

Menzer, alelacele oğlunun üzerindeki ıslak elbiseleri çıkardı. Ehliman, iç çamaşırlarını değişti ve her gün annesinin ütüleyerek hazırladığı kuru elbiselerini giyindi. Ahat’ın işten dönmesine daha üç saat kadar vardı, ancak Menzer yine de tedbirli davranarak oğlunun ıslak elbiselerini sakladı. Gecenin geç vakitlerinde herkesi uykuya verdikten sonra fısıltıyla beddua ede ede onları ütüleyerek kurutacaktı. Bu anlarda horoz sesi duymamış beddualar bulup ileniyordu…”Yavruma zulmedenler uyuza yakalansın ancak kaşımaya tırnağı olmasın”.

Ehliman hâlâ tir tir titriyordu.

–Gel otur yavrum, gel de otur, yemeğini hemen şimdi ısıtacağım.

Kasımların hizmetçisi bundan birkaç ay önce balkondaki gülleri sularken bakır kap elinden kayarak düşmüş ve su Ehliman’ın üzerine dökülmüştü. Nasip de Ehliman’ın haykırışını duymuş ve bundan müthiş haz duymuştu. Nasip’le Eh-liman aynı sınıfa gidiyorlardı. O okuldan babasının arabasıyla Ehliman’dan daha önce eve varıyor ve üzerine bir leğen suyu boca etmek için onun okuldan gelişini bekliyordu. Suyun sağa sola değil de Ehliman’ın tam tepesine dökülüşünü nişanlıyor ve bundan büyük keyif alıyordu.

Ehliman önceleri bunun tesadüf, sonra eşek şakası olduğunu, daha sonra da kasti olarak yapıldığını anladı. Ancak ne yapabilirdi ki. Kendinden kat kat cüsseli, güçlü kuvvetli, herkesin “efe” dediği üstelik de reisin oğlu olan Nasip’e gözünün üstünde kaşın var demek kimin haddineydi? Onu kime şikâyet edebilirdi ki? Hangi öğretmen sözüne inanırdı, inansa bile kim bu işin üzerine düşer ve kötü adam olmak isterdi? Nasip, bütün okulun üzerine titrediği birisiydi, hatta bazen öğretmenlerini de babasının arabasına alırdı.

Menzer’in yegâne çekindiği şey Ahat’ın konudan haberinin olmasıydı. Delifişeğin birisidir, sarhoş zamanına rastlar, reis meis tanımaz, gidip Nasip’i ayağının altına alır, polisler de gelip götürüp hapse tıkardı.

Ehliman’a okulda – Ehriman- lakabını da Nasip takmıştı. Ehrimen’in kötülüklerin ilahı olduğunu bir yerlerde okumuştu, ancak nerede gözüne takılmıştı bilmiyordu. Hatta öğretmenlerden bazıları da Nasip’in hoşuna gitsin diye bazen sırıta sırıta ona Ehriman diye hitap ediyorlardı.

O vakitler sokakları bir Ermeni ihtilalcisinin adını taşıyordu: Ara Kardaşyan. Ancak sokağın adı yazılan levha eskimiş ve yazılar okunmaz olmuştu. Herkes buraya “Ara Karıştırıcı” sokağı diyordu.

Belki de okuduğu kitapta Ehrimen’den başka iyilik ilahı Hürmüz’ün de adını okumuştu, bunun için de Ehliman’a: Bak, sen Ehrimen’sin, ben de Hürmüz’üm – diyordu.

Bir keresinde Ehliman’ı arabalarına binmeğe davet etti. O vakitler henüz su konusu başlamasa da Ehliman kabul etmedi.

–Eve gitmiyor muyuz, gel de arabayla gidelim..

Çok ısrar edince Ehliman arabaya bindi. Nasip, Ehliman arabaya biner binmez sürücüye:

–Keşle’ye7 – dedi.

Ehliman hayretle:

–Keşle’de ne işimiz var? -diye sordu.

–Anlarsın.

Keşle, Ara Karıştıran sokağından tam aksi istikamette idi, aralarında bir şehir kadar mesafe vardı. Nasip, Keşle’ye varır varmaz şoföre:

–Tamam, duralım – dedi.

Araba durdu.

–İn, sana bir şeyler anlatacağım.

İndiler.

–Buraya gel.

Ehliman, Nasip’in yanına geldi, arabadan biraz uzaklaştılar. Nasip aniden koşarak arabaya doğru yöneldi ve biner binmez kapıyı kapayarak kilitledi.

Ehliman’ın cebinde beş para bile yoktu, Nasip bunu biliyordu.

Ehliman, araba hareket edince Nasip’in kendine bakıp sırıttığını gördü.

O zaman da soğuk bir gündü, Nasip belki de bu oyunu oynamak için böylesine soğuk bir günü seçmişti.

Ehliman şehri bir baştan bir başa geçip evlerine ulaştığında artık akşamın karanlığı çökmüştü. Akşam ateş bastı. Soğuk almış, zatürre olmuştu. Tam on gün hasta yattı.

……

Dış kapı gıcırtıyla açıldı, Ahat içeri girdi – yüzünden gözünden zehir zıkkım yağıyordu. Lafını da zıkkımla açtı.

–Yemeğe ne zıkkımın var?

–Şimdi kaygana yaparım, bu kadar erken geleceğini bilemedim.

–Götür de kayganayı babanın mezarına dök. Sana ne erken veya geç geldim, seni ne ilgilendirir bu!

Gidip dolabı açtı.

–Votka hani?

–Canım gözüm dün içmedin mi?

–Meğer ben ne içip içmediğimi bilmiyor muyum ulan, yani aklımı mı oynattım diyorsun – elinin tersiyle eşine okkalı bir tokat yapıştırdı.

–İt oğlu itin kızı, ben gittikten sonra votkayı dökmüş ayakyoluna ben anlamayayım diye de şişesini fırlatıp atmış bir tarafa.

Dün şişeyi dibine kadar içip bitirdiğini elbette hatırlıyordu. Cebinden ezik büzük paralar çıkarıp Ehliman’a uzattı.

–Git Sadık’tan bir votka al – dedi, Ehliman’ın yemeğe başladığı kayganayı önüne çekti.

–Ne öyle sorgularcasına şu zıkkıma bakıyorsun enik, annen sana tavuklu pilav pişirecek. Herifin kızına bak bir damlacık tuz bile ekmemiş.

Elini tuzluğa uzatırken tabağa dokundu, tabak düşerek paramparça oldu ve kaygana yere dağıldı. Bu sefer de oğluna bir tokat attı.

–Ne kötü nazarın varmış be it oğlu it, yıkıl, kaybol gözümden!

Montajda çalışan Ahat’ı bugün sarhoş olup kazaya sebebiyet verdiği için çalıştığı iş yerinden de kovmuşlardı. Zaten zehir küpü olan adam hıncını çıkaracak birilerini arıyordu. Hiddetini yatıştırmak için sesini bile çıkaracak cesareti olmayan bu zavallılardan daha uygun kimseleri nereden bulacaktı!

Menzer:

–Şimdi dükkân kapalı olur, bırak da yarım saat sonra gitsin, hemencecik ikinize de omlet yaparım.

–Bana maval okuma, defol git.

Sonra da gözlerini sonuna kadar açarak oğluna seslendi:

–Kime diyorum ben, koştursana lan.

Ehliman ceketini omzuna atarak bahçeye çıktı, gayriihtiyari üçüncü kattaki evin balkonuna baktı. Pencere sıkıca kapatılmıştı. Nasip, olanlardan haberdar olsaydı kendine laf atardı.

Yine de edindiği alışkanlık gereği bahçeden koşar adımla çıktı. Bahçenin sağında solunda sıçanların, farelerin cirit attığı çöp bidonları dizi dizi sıralanmıştı, onlardan süzülen helme bahçenin ortasına doğru akıyordu. Bazen bu küçücük bahçede yer bulup komşu çocuklarıyla birlikte futbol oynuyorlardı. Şimdi ise Nasip’ten dolayı onu da yapamıyorlardı.

Dükkân kapalı idi, kapının üzerinde “kapalı” levhası asılmıştı. Yarım saat bekleyecekti. Eli boş dönse babası lafını bile bitirmesine izin vermeden pataklardı fakat, bunu biliyordu. Son defa onu üç gün önce dövmüştü. Babası sille tokat Ehliman’ı pataklıyor, eli acıdığında ise o işi kemeriyle yapıyordu. Kemerin sırtında bıraktığı morartılar henüz geçmemişti.

Rüzgâr biraz daha şiddetlenmişti soğuktan dişleri takır takır ediyordu. Bahçe kapısının önünde Nasiplerin arabası durmuştu.

Birazdan yakası kürklü paltosuyla Nasip göründü, sürücü elinden tutmuştu. Ehliman, Nasip onu görmesin diye bir kenara çekildi. Bakışları karşılaşmış olsa Nasip onu alaylı bir eda ile süzecek, belki de bir yaramazlık yapacaktı.

Ehliman, ışıl ışıl parlayan siyah renkli arabaya bakıyordu. Nasip’in yakası kürklü paltosuna ve kulaklıklı şapkasına baktıkça sanki üzerinde ipince elbiseler varmış gibi soğuğu daha da fazla hissetti. Bir an yakalı kürklü bu paltoyu, kulaklıklı şapkayı, deri eldivenleri, yün pantolonun sıcaklığını hayal ederek daha fazla üşümeğe başladı.

Nasip ise kayıtsız bir şekilde etrafa göz gezdirip – beni görüyorsunuz işte – dercesine şoförün açtığı kapıdan arabaya atladı.

Araba hareket etti. Ehliman, arabanın ardınca ıslak asfalt üzerinde kırmızı bir bantmış gibi sürünerek uzaklaşan arka lambaların ışığına bakıyordu.

Aniden büyük bir süratle kaldırımdan yola fırlayan “alabaş”8 arabayı önüne katarak bir müddet sürükledikten sonra duvara toslattı. Çarpışan metallerin ürpertici gümbürtüsü duyuldu. Siyah araba çarpmanın etkisiyle akordeon körüğü gibi bükük bükük olmuştu.

Caddedekiler koşturup, yumağa dönen arabanın arka kapısını bin bir güçlükle açtılar, yüzü gözü kanla kaplanıp tanınmaz hâle gelen Nasip’in cesedini çıkardılar.

1.“Roza Mira” adlı eserin yazarı Daniil Andreyev meşhur Rus yazar Leonid Andreyev’in oğludur. Kendi de yazar olan Daniil, cellat Stalin’in sürgün ve yok etme siyasetinin kurbanlarından biridir.
2.Bakü’nün bir ilçesi.
3.Azerbaycan’ın görkemli yazarı Celil Memmedkuluzade’nin “Ölüler” adlı eserinin kahramanı.
4.22. 2. 1869 Nahçıvan-4. 1. 1932 Bakü. Azerbaycan’da yenileşme harekâtından sonra gelen millî bağımsızlık döneminin gazeteci ve yazar olarak en önemli simalarından, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanan süreçte halkın aydınlanmasında, bağımsız ve millî devletçilik ülküsünün yerleşip gelişmesinde önemli kilometre taşlarından biridir.
5.Üzeyir Hacıbeyli’nin, 1956 yılında filme alınan, “O Olmasın Bu Olsun” adlı eserinin kahramanıdır. Bakü’de geçen filmde Server ve Gülnaz’ın aşkları, para ve cehalete karşı yapılan savaş, Gülnaz’ın babası Rüstem Bey, eş, dost ve tanıdıkları, tacirler, kabadayılar, gerici ve satılmış gazeteciler mizahi bir dille filmde yansıtılıyor. Yukarıdaki ifade Gülnaz’ı parayla babasından satın alacağını zanneden Meşedi İbad’ın dilinden söylenen bir ifade olmakla birlikte, Azerbaycan halkının dilinde gereksiz yapılan bir davranışın veya söylenen sözün yersizliğini bildiren bir deyime dönmüştür.
6.Azerbaycan’da “Suna” adı “Sona” olarak yazılıp, okunuyor ve hitap ediliyor.
7.Bakü’de bir semtin adı.
8.Ön kısmı çıkıntılı otobüs.

Bepul matn qismi tugad.

5 246,16 s`om