Kitobni o'qish: «Yaşamın Anlamı ve Amacı»
Alfred Adler, bireysel psikoloji olarak bilinen düşünce ekolünü oluşturmasıyla tanınan Avusturyalı bir doktor ve psikiyatristtir. Ayrıca, kişiliğin oluşumunda önemli bir rol oynadığına inandığı aşağılık duygusu ve aşağılık kompleksi kavramlarıyla da hatırlanır. Adler, başlangıçta Sigmund Freud’la birlikte çalışıyordu ve psikanalizin kurulmasına yardımcı oldu, ayrıca Viyana Psikanaliz Derneği’nin kurucu üyesiydi. Bireysel Psikoloji Topluluğu’nun da kurucusudur. Adler’in teorisi, bireye bir bütün olarak bakmaya odaklanıyordu, bu yüzden yaklaşımına bireysel psikoloji adını verdi. Ayrıca Freud ve Jung’la birlikte “derinlik psikolojisi”nin üç büyük kurucusundan biridir. Kişilik gelişiminde anne babanın etkisi konusuna özellikle odaklanmıştır.
7 Şubat 1870’te, Avusturya’daki Penzing’de doğmuş, Viyana’da büyümüştür. Tıp öğrenimini 1895’te tamamlamıştır. İlk doktorluk yıllarından itibaren hastayı çevresiyle olan ilişkileri içerisinde ele almak gerektiğini vurgulamıştır. 1921 yılından sonra çocuk rehberliği klinikleri kurmaya başlamıştır. Avrupa ve ABD’de dersler vermiştir. 28 Mayıs 1937’de, İskoçya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında hayatını kaybetmiştir.
İnönü Korkmaz, 1974 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul’da, lisans ve yüksek lisans eğitimini ise İngiliz Dili Eğitimi alanında Edirne’de tamamladı. 2009 yılında Trakya Üniversitesi, Mütercim Tercümanlık bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamadan önce on yıl boyunca özel bir dil kursunda İngilizce öğretmenliği yaptı. 2016 yılında İstanbul Üniversitesi, Çeviribilim bölümünde doktora öğrenimini tamamlamış olup halen Trakya Üniversitesi, Mütercim Tercümanlık bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Teknik Çeviri, Çeviride Bilgi Teknolojileri ve Çeviribilime Giriş gibi lisans düzeyinde dersler vermektedir ve bu alanlarda çeşitli bilimsel makale, kitap bölümü ve sempozyum bildiri metinleri bulunmaktadır. Yayınevimiz tarafından yayımlanan Hint Mitolojisi, Yunan ve Roma Mitolojisi, Babil Mitolojisi, Bir Nefeste Matematik, Para: Deniz Kabuğundan Sanal Paraya kitaplarının çevirmenidir. Ölüm Kavşağı, Modem Zamanlar 2.0, İnsan Cephesi, Yetişkinler, Makine Öğrenmesi gibi çevirileri de bulunmaktadır. Kendisi ayrıca Teknik Metinlerde İşlevsellik: Kullanma Kılavuzlarının Çevirileri adlı kitabın yazarıdır.
Bu kitap, sayfalarını okuyarak birbirlerini daha iyi anlayabilmeleri umuduyla tüm insanlığa adanmıştır.
Birinci Kısım
Yaşamın Anlamı
İnsanoğlu bir anlamlar âleminde yaşar. Olayları sadece deneyimlemeyiz. Etrafımızda gelişen olayları bizim için taşıdıkları önemleri doğrultusunda deneyimleriz. Hatta kökenlerine indiğimizde bile deneyimlerimiz insanlara özgü hedeflerimiz doğrultusunda sınıflandırılır. “Ahşap” yalnızca “insanla ilişkisine bağlı olarak ahşap” anlamına gelir ve “taş” da ancak “insan yaşamında bir etmen olduğu müddetçe bir taş” anlamına sahiptir. Şayet insan anlamlardan kaçınıp olaylara odaklanırsa talihsiz bir duruma düşer: Kendisini diğer insanlardan tecrit edecek, eylemleri kendisi ya da başkaları için faydasız olacak, yani kısacası anlamsızlaşacaktır. Ancak hiçbir insan anlamlardan kaçamaz. Gerçekliği her zaman ona yüklediğimiz anlam sayesinde deneyimleriz. Üstelik sadece içinde barındırdığı anlam değil, yorumladığımız bir şey olarak. Bu nedenle anlamın her zaman aşağı yukarı bitmemiş ya da tamamlanmamış olduğunu, hatta hiçbir zaman tamamen doğru bir anlam olmayacağını varsaymak oldukça normaldir. Anlamlar âlemi aslında hatalar âlemidir.
Birisine “Yaşamın anlamı nedir?” diye sorsak yanıt veremeyebilir. İnsanlar çoğunlukla böyle bir soru ya da verilebilecek yanıtlar hakkında fikir yürütme zahmetine girmez. Soru insanlık tarihi kadar eskidir ve içinde yaşadığımız zamanda hem gençlerin hem yaşlıların isyan edip kendilerine “Ne için yaşıyorum? Yaşamın anlamı ne?” diye sordukları doğrudur. Bununla birlikte böyle soruları ancak bozguna uğradıklarında sorduklarını söyleyebiliriz. Her şey sütliman ilerlerken ve yaşam önlerine zor sınavlar çıkarmadığında bu soru asla dile gelmez. Her insan kaçınılmaz biçimde soruyu sorup yanıtını eylemlerinde verir. Sözlerine kulaklarımızı tıkayıp hareketlerini izlersek kişinin kendisine has bir “yaşamın anlamı” yorumu olduğunu ve tüm tavırlarının, duruş biçiminin, hareketlerinin, yüz ifadelerinin, tarzının, emellerinin, alışkanlıklarının ve karakter özelliklerinin de bu anlam ile bağdaştığını görürüz. Yaşamın belirli bir yorumuna güveniyormuş gibi davranır. Tüm hareketlerinde dünya ve kendisine dair örtük bir tahmin, “ben böyleyim ve tüm evren de şöyle” diyen bir hüküm vardır. Hem kendisine yüklediği bir anlam hem de yaşama yüklediği bir anlam bulunur.
Yaşama yüklenen anlamların sayısı insan sayısı kadar çoktur ve daha önce belirttiğimiz gibi yüklenen her anlam az ya da çok bir hata barındırır. Hiç kimse yaşamın anlamına tam olarak vakıf değildir. Bir miktar işe yarar olan herhangi bir anlam tamamen yanlış değildir. Yaşama dair tüm anlamlar bu iki sınır arasındaki değişkenlerdir. Ancak bu değişkenler arasından bazılarını daha iyi yanıtlar ve diğerlerini daha kötü yanıtlar olarak ayırt ederiz. Bazılarında hatanın küçük diğerlerinde ise büyük olduğunu görürüz. Daha iyi anlamların ortak yönlerinin ne olduğunu ve daha kötü yanıtlarda da neyin eksik olduğunu keşfedebiliriz. Böylece bilimsel olarak “yaşamın anlamı”nı, insanlık söz konusu olduğunda gerçeklikle yüzleşmemizi sağlayan bir anlamı, yani doğru anlamlara yönelik ortak bir ölçütü elde edebiliriz. Burada yine “doğru”nun insanlık için doğru, insanların hedefleri ve amaçları için doğru olduğunu unutmamalıyız. Bundan başka bir doğru yoktur. Başka bir hakikat olsa da bizi asla ilgilendirmez, bunu asla bilemeyiz ve zaten bir anlamı yoktur.
Her insanın üç temel bağı vardır ve asıl hesaba katması gereken bu bağlardır. Kendisi için hakikati bu bağlar oluşturur. Karşısına çıkan tüm sorunlar bu bağlar doğrultusundadır. Her zaman bu soruları yanıtlamalıdır çünkü bunlar insanı sürekli sorgular. Üstelik verdiği yanıtlar bireyin yaşamın anlamına yönelik anlayışını gösterir. Bağlardan ilki bu gezegenin, yeryüzünün kabuğunda yaşıyor başka bir yerde yaşamıyor olduğumuzdur. Yerleşim alanımızın sınırlamaları altında ve imkânlarıyla gelişmeliyiz. Bedenen ve benzer biçimde zihnen yeryüzündeki bireysel yaşamımızı sürdürebilecek ve insanlığın geleceğini güvence altına alabilecek biçimde gelişmeliyiz. Bu ise her insanı bir yanıt bulmaya zorlayan ve hiç kimsenin kaçınamayacağı bir sorundur. Ne yaparsak yapalım eylemlerimiz insan yaşamının durumuna yanıtımızdır. Neyin gerekli, uygun, mümkün ve cazip olduğuna dair düşüncelerimizi açığa çıkarır. Her cevap insanlığa ait olduğumuz ve insanların da bu yeryüzünde yaşadığı gerçeğine bağlıdır.
İnsan vücudunun zayıflığını ve içine yerleştirildiğimiz güvensizliği göz önünde bulundurursak işte o zaman kendi yaşamlarımız ve insanlığın refahı için yanıtlarımızı pekiştirmek, ileri görüşlü ve tutarlı olmalarını sağlama zahmetine girmeliyiz. Sanki bir matematik problemiyle karşı karşıya gibiyiz ve buna bir çözüm bulmaya çalışmalıyız. Ancak rastlantıya ya da tahmine güvenerek çalışamayız, aksine elimizin altındaki tüm araçları kullanıp tutarlı bir biçimde çalışmalıyız. Belki tamamıyla mükemmel bir yanıt, her şeye yetecek bir yanıt bulamayabiliriz ancak yine de tahmini bir yanıt bulabilmek için bütün becerimizi kullanmalıyız. Her daim daha iyi bir yanıt bulmak için çabalamalıyız ve bulacağımız yanıt da durumumuzun el verdiği tüm artıları ve eksileriyle bu zavallı gezegenin, yeryüzünün kabuğuna bağlı olduğumuz gerçeğine doğrudan uygulanabilir olmalıdır.
İşte bu noktada ikinci bağ karşımıza çıkar. İnsan ırkının tek üyesi değiliz. Etrafımızda diğerleri de var ve onlarla ilişki içinde yaşıyoruz. Tek başına insanın zayıflığı ve kısıtlılıkları kendi hedeflerini diğerlerinden yalıtılmış bir biçimde yerine getirmeyi imkânsız kılar. Şayet tek başına yaşayıp sorunlarıyla kendi başına mücadele etmeye çalışsaydı yok olup giderdi. Kendi yaşamına devam edemezdi, aynı şekilde insanlığın yaşamını da sürdüremezdi. Her zaman diğer insanlara, kendi zayıflıkları, eksiklikleri ve kısıtlılıkları yüzünden bağlıdır. Kendi refahı ve tüm insanlığın refahı için atılacak en büyük adım işbirliğidir. Bu yüzden de yaşamın sorunlarına getirilecek her yanıtın bu bağı göz önünde bulundurması gerekir. Yanıtın bir birlik içinde yaşadığımız ve yalnız yaşasaydık yok olup gideceğimiz gerçeğinin ışığında bulunması gerekir. Şayet hayatta kalmak istiyorsak duygularımızın bile bu sorunların, kararların ve hedeflerin en büyükleriyle uyum içinde olması gerekir; yani içinde yaşadığımız bu gezegende hemcinslerimizle işbirliği içinde kendi yaşamımızı sürdürmek ve tüm insanlığın yaşamını devam ettirmek.
Bağlı olduğumuz üçüncü bir bağ daha var. İnsanlar iki cinsiyet olarak yaşar. Bireyin ve ortak yaşamın bu gerçeği göz önünde bulundurması gerekir. Aşk ve evlilik sorunu da bu bağla ilgilidir. Hiçbir kadın ya da erkek buna yanıt vermekten kaçamaz. Bu sorunla karşılaştığında bir insan ne yaparsa yanıtı bu olur. İnsanların bu sorunu çözme girişiminde kullandıkları farklı yöntemler vardır. Eylemleri her zaman kendileri için sorunun çözülebilir tek yoluna dair görüşlerini açığa çıkarır. Bu üç bağ, haliyle üç sorunu ortaya çıkarır: yeryüzünün yapısı gereği karşımıza çıkan sınırlamalar altında hayatta kalmamızı sağlayacak işi nasıl bulabileceğimiz, işbirliği kurup bu işbirliğinden yararlanmak için hemcinslerimiz arasında nasıl kendimize bir yer bulabileceğimiz ve son olarak iki cinsiyet içinde yaşadığımız ile insanlığın devamlılığı ve ilerlemesinin aşk yaşamımıza bağlı olduğu gerçeğine kendimizi nasıl alıştıracağımız sorunları.
Bireysel psikolojiye göre hayatta mesleki, toplumsal ve aşkla ilgili üç temel sorun altında gruplandırılamayacak başka hiçbir sorun bulunmaz. Her bireyin bu sorunlara verdiği yanıt onun yaşamın anlamına yönelik gizli düşüncesini eksiksiz bir biçimde açığa çıkarır. Örneğin aşk yaşamı yetersiz olan, mesleğinde hiçbir çaba sarf etmeyen, çok az arkadaşı olan ve hemcinsleriyle ilişki kurmada zahmet çeken birisini ele alalım. Yaşamındaki sınırlamalar ve kısıtlamalardan yaşamda olmanın zor ve tehlikeli bir şey olduğunu hissettiğini ve bunun da pek çok bozgunun yanında sadece birkaç olanak sunduğunu düşündüğü sonucuna varabiliriz. Daracık eylem alanı “Yaşam, acıya karşı kendimi korumak, kendimi muhafaza etmek ve zarar görmeden kurtulmak demektir,” gibi bir yargı olarak yorumlanacaktır. Diğer yandan aşk yaşamı samimi ve çok yönlü işbirliğine dayanan, mesleki çabaları yararlı başarılarla sonuçlanan, çok sayıda arkadaşı olan ve hemcinsleriyle ilişkileri olabildiğince yakın ve verimli olan birini ele alalım. Böyle birisinin yaşamı yaratıcı bir görev olarak gördüğü, yaşamın kendisine pek çok olanak sunduğunu ve onarılamayacak hiçbir yenilgi vermediğini düşündüğü sonucuna varabiliriz. Yaşamın tüm sorunlarıyla yüzleşmedeki cesareti “Yaşam, hemcinslerimle ilgilenmek, bir bütünün parçası olmak, insanlığın refahı için kendi payıma düşeni yapmak anlamına gelir,” biçiminde bir yargı olarak yorumlanabilir.
İşte tam burada “yaşamın anlamı”na dair tüm yanlış anlamların yaygın ölçütüyle yine “yaşamın anlamı”na dair tüm doğru anlamların yaygın ölçütünü görürüz. Başarısızların hepsi (sinir hastaları, psikoz hastaları, suçlular, ayyaşlar, sorunlu çocuklar, intihara meyilliler, sapıklar ve fahişeler) başarısızdır çünkü ortak his ve sosyal çıkardan yoksundur. Meslek, arkadaşlık ve seks sorunlarına bu tür sorunların işbirliği sayesinde çözülebileceğine inanmadan yaklaşırlar. Yaşama yükledikleri anlam özel bir anlamdır: Onların hedeflerinin başarılması kimsenin işine yaramaz ve kendi kişiliklerine karşı ilgileri de birdenbire sona erer. Başarı hedefleri mutlak kurgusal bireysel üstünlük hedefidir ve zaferleri sadece kendileri için anlam ifade eder. Katiller ellerinde bir şişe zehir tuttuklarında belirli bir güç hissine sahip olduklarını itiraf ederler ancak sadece kendileri için ne denli önemli olduklarını onaylamış olurlar. Bizler içinse bir şişe zehir onlara üstün bir değer vermez. Özel bir anlam aslında hiçbir şey ifade etmemektedir. Anlam sadece iletişim sayesinde mümkündür: Tek bir kişi için anlam ifade eden bir sözcük esasında anlamsız olabilir. Amaçlarımız ve eylemlerimiz söz konusu olduğunda da aynı şey geçerlidir. Bunların hepsinin tek anlamı diğerleri için taşıdığı anlamdır. Her insan değerli olmak için çabalar ancak insanlar taşıdıkları bütün değerin diğer insanların yaşamlarına verdikleri katkıyı içermesi gerektiğini anlamazlarsa hep hataya düşerler.
Küçük bir dini tarikatın lideri hakkında bir hikâye anlatılır. Bir gün tarikat lideri takipçilerini çağırıp onlara bir sonraki çarşamba günü dünyanın sonunun geleceğini bildirir. Takipçileri çok etkilenir, tüm mallarını satarak dünyevi her şeyden vazgeçer ve vaat edilen faciayı galeyan içinde beklemeye başlar. Çarşamba günü sıradışı bir şey olmadan gelip geçer. Perşembe günü toplanıp bir açıklama isterler. “Bak ne zorluklar içindeyiz. Selametimizden vazgeçtik. Karşılaştığımız herkese çarşamba günü dünyanın sonunun geleceğini söyledik ve bize güldüklerinde yanılmaz bir iradeye güvenerek bundan emin olduğumuzu yineledik. Çarşamba geldi geçti, dünya hâlâ yerli yerinde.” “Lakin benim çarşambam,” demiş kadın peygamber, “Sizin çarşambanız değil.” Bu şekilde kendine has bir anlam yükleyerek bu zor durum karşısında kendisini korumuş. Kişiye has bir anlam asla sınanamaz.
“Yaşamın doğru anlamları”nın tümünün nişanesi müşterek anlamlar olmalarıdır. Diğerlerinin paylaşabileceği ve geçerli olarak kabul edebilecekleri anlamlardır bunlar. Yaşamın sorunlarına dair iyi bir çözüm her zaman diğer engellerin de önünü açacaktır. Çünkü böyle bir çözümün içinde genel sorunların da başarılı bir biçimde halledildiğini görürüz. Hatta dâhi olmak bile yüce bir yararlılıktan farklı bir şey olarak tanımlanamaz. Bir insanın yaşamı diğerleri tarafından önemli görüldüğünde o kişiye dâhi diyebiliriz. Böyle bir kişinin yaşamında açığa vurulan anlam her zaman “Yaşam, bir bütüne katkıda bulunmak anlamına gelir,” şeklinde yorumlanır. Burada mesleki sebeplerden bahsetmiyoruz. Mesleklere kulağımızı kapatıp sadece başarılara bakıyoruz. İnsan yaşamının sorunlarıyla başarılı bir şekilde mücadele eden kişi yaşamın anlamının diğerleriyle ilgilenmek ve işbirliği olduğunu tamamen ve kendiliğinden anlamış gibi davranır. Yaptığı her şey hemcinslerinin çıkarı doğrultusunda yönlendiriliyormuş gibi görünmektedir ve zorluklarla karşılaştığında bunların üstesinden sadece insanlığın refahıyla uyumlu bir şekilde gelmeye çalışır.
Belki böyle bir şey çoğu insan için yeni bir bakış açısı olabilir ve yaşama yüklediğimiz anlamın gerçekten diğerlerine katkı sağladığı, onların çıkarına olduğu ve işbirliği anlamına gelip gelmediği konusunda şüphelenebilirler. Belki de “Peki ya bireyin kendisine ne olacak? Sürekli diğer insanları düşünürse ve kendisini onların çıkarına adarsa kendi benliği zarar görmez mi? En azından bazı bireyler için şayet düzgün bir biçimde gelişmeleri gerekiyorsa kendilerini düşünmeleri gerekmez mi? Bazılarımızın ilk olarak kendi çıkarlarımızı koruyup kendi kişiliklerimizi güçlendirmeyi öğrenmemiz gerekmez mi?” diye sorabilirler. Bu görüş bana göre büyük bir hatadır ve ortaya attığı sorun yanlış bir sorundur. Şayet bir insan yaşama yüklediği anlamda diğerlerine katkıda bulunmak istiyorsa ve bütün coşkusunu bu hedefe yöneltmişse doğal olarak muhakkak kendisini bu katkı için en uygun hale getirecektir. Kendisini bu hedefe hazırlayacak, sosyal duygu konusunda eğitecek ve uygulamayla beceri kazanacaktır. Hedef elde edildikten sonra da eğitim devam eder. O zaman, ancak işte o zaman yaşamın üç önemli sorununu çözmek ve becerilerini geliştirmek için gerekli donanımı elde etmeye başlayacaktır. Aşk ve evlilik örneğini ele alalım. Şayet eşimizle ilgileniyor, onun yaşamını rahatlatmak ve zenginleştirmek için çaba sarf ediyorsak elbette elimizden gelenin en iyisini yapmamız gerekecektir. Eğer kişiliğimizi izole bir biçimde, topluma katkıda bulunma hedefi olmaksızın geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorsak şüphesiz baskıcı ve sıkıcı birine dönüşürüz.
Böylesi bir katkının aslında yaşamın gerçek anlamı olduğuna kanaat getirebileceğimiz başka bir ipucu daha vardır. İçinde bulunduğumuz dönemde atalarımızdan edindiğimiz mirasa baktığımızda ne görürüz? Onlardan bize kalanların tümü insan yaşamına yaptıkları katkıdan ibarettir. Ektikleri toprakları, inşa ettikleri yollarını ve binaları görürüz; yaşam tecrübelerinin sonuçlarını bize gelenekleriyle, düşünceleriyle, bilim ve sanatlarıyla, insana dair koşullarla baş etme teknikleriyle aktardıklarını görürüz. Tüm bu sonuçlar insanlığın refahına katkıda bulunanlar tarafından bize bırakılmıştır. Peki diğerlerine ne oldu? Hiç işbirliği yapmayan, yaşama farklı bir anlam yükleyen, “Yaşamdan ne elde edebilirim?” diye soranlara ne oldu? Arkalarında hiç iz bırakmadılar. Ölüp gitmekle kalmadılar, bütün yaşamları boşa geçti. Sanki yeryüzü dile gelip onlara “Size ihtiyacımız yok. Yaşama uygun değilsiniz. Hedefleriniz ve çabalarınız, çok düşkün olduğunuz değerleriniz, zihinleriniz ve ruhlarınız için bir gelecek yok. Burada istenmiyorsunuz. Ölün ve yok olun!” demiş gibidir. Yaşama işbirliğinden başka bir anlam yükleyen insanlar hakkında verilecek son hüküm her zaman “Hiçbir işe yaramazsınız. Hiç kimse sizi istemiyor. Gidin buradan!” olacaktır. Elbette içinde bulunduğumuz kültürde pek çok kusur bulabiliriz. Başarısızlığı gördüğümüzde değiştirmeliyiz ancak bu değişim her zaman insanlığın refahını ileriye götürecek türden bir değişim olmalıdır.
Her zaman bu gerçeği anlamış, yaşamın anlamının tüm insanlıkla ilgilenmek olduğunu fark etmiş ve sosyal çıkar ile aşkı geliştirmeye çalışmış insanlar olmuştur. Tüm dinlerde insanlığın kurtuluşu için böylesi bir kaygıya tanık oluruz. Dünyada yaşanmış tüm büyük hareketlerde insanlar sosyal çıkarı çoğaltmaya çalışmıştır ve din de bu anlamda en büyük çabalardan birisi sayılır. Ancak yine de dinler çoğu kez yanlış anlaşılmıştır ve bu yaygın vazife yakından incelenmedikçe dinlerin halihazırda etkilediklerinden daha ne kadar çok etkileyebileceğini anlamak zordur. Bireysel psikoloji aynı sonuca bilimsel bir yolla ulaşır ve bilimsel bir teknik önerir; böylece bence ileriye doğru bir adım atmış olur. Belki de bilim diğer siyasi veya dinsel hareketlerle kıyaslandığında insanların hemcinslerine ve insanlığın refahına karşı ilgilerini artırarak hedefe daha çok yaklaşabilir. Soruna farklı bir açıdan yaklaşırız ancak hedef aynıdır – başkalarına olan ilgiyi artırmak.
Yaşama yüklenen anlam kariyerlerimiz için koruyucu melekmiş ya da amansız iblismiş gibi göründüğü için bu anlamların nasıl oluşturulduklarını, birbirlerine göre nasıl farklılık gösterdiklerini ve büyük hatalara neden olacaklarsa nasıl düzeltilebileceklerini anlamamız gerektiği büyük önem taşır. İşte bu fizyoloji ya da biyolojiden farklı olarak psikolojinin uzmanlık alanıdır; yaşama dair anlamların anlaşılmasının insanların refahı için kullanımı ve insanların eylemleriyle geleceklerini etkileme biçimi. Çocukluğun ilk günlerinden itibaren bu “yaşamın anlamı” üzerine karanlıkta el yordamıyla bir şeyler görürüz. Hatta bir bebek bile kendi güçleriyle etrafını kuşatan bütün yaşam içinde kendine düşen payı hakkında değer biçmeye çalışır. Beş yaşın sonunda çocuk tek tip ve belirgin bir davranış biçimi ve sorunlar ile görevlere karşı kendine has bir yaklaşım edinmiş olur. Dünyadan ve kendisinden ne tür bir beklentisi olduğuna dair en karmaşık ve en kalıcı türden bir algıyı çoktan oluşturmuştur. Artık dünya ona göre değişmez bir özalgı şeması içinde görünmektedir. Deneyimler yaşanmadan önce yorumlanır ve bu yorum daima yaşama yüklenen ilk anlamla uyumlu olur. Hatta bu anlam çok ciddi bir biçimde hatalı olsa da ya da sorunlarımız ile vazifelerimize karşı yaklaşımımız sürekli bizi felakete ve acıya da sürüklese bile bundan vazgeçmek asla kolay olmaz. Yaşama yüklenen anlamdaki hatalar ancak yanlış yorumlamanın gerçekleştirildiği durumun yeniden gözden geçirilmesi, hatanın fark edilmesi ve özalgı şemasının değiştirilmesiyle düzeltilebilir. Bazı nadir durumlarda yanlış bir yaklaşımın sonucunda birey yaşama dair yüklediği anlamı gözden geçirmek zorunda kalabilir ve değişimi kendi başına gerçekleştirmeyi başarabilir. Bununla birlikte birtakım sosyal baskılar olmaksızın ya da önceki yaklaşımıyla devam ederse sınırlarının sonuna geldiğinin farkına varmadan asla başaramaz. Çoğunlukla bu yaklaşım bu anlamları kavramada eğitimli, ilk hatayı keşfedebilecek ve daha uygun bir anlam önermede yardım edebilecek birilerinin desteğiyle en iyi biçimde değiştirilebilir.
Çocukluktaki şartların nasıl yorumlanabileceğine dair farklı yöntemlerden basit bir örneği ele alalım. Çocukluktaki mutsuz deneyimlere tamamen farklı anlamlar yüklenmiş olabilir. Geçmişinde mutsuz deneyimleri olan birisi deneyimleri kendisine gelecek için düzeltilebilecek bir şeyler göstermedikçe bunlar üzerinde fazla durmaz. Hislerini şöyle dile getirecektir: “Böyle talihsizlikleri ortadan kaldırmak ve çocuklarımızın daha elverişli şartlara sahip olmaları için çok çalışmalıyız.” Bir başkası ise “Yaşam adil değil. Diğerleri hep en iyisini elde ediyor. Şayet dünya bana böyle davranıyorsa ben neden dünyaya daha iyi davranacakmışım?” Bazı ebeveynlerin de böylece çocukları hakkında “Çocukken ben de aynı acıları çektim ve bunların üstesinden geldim. Niye onlar da üstesinden gelemesin ki?” biçiminde düşünmesinin nedeni budur. Üçüncü tiptekiler ise “Mutsuz bir çocukluk yaşadığım için her konuda mazur görülmem gerekir,” diye düşünür. Bu üç tiptekilerin yorumları eylemlerinde gün gibi açık olacaktır ve yorumlarını değiştirmedikçe eylemleri de asla değişmez. İşte tam bu noktada bireysel psikoloji determinizm kuramını hiçe sayar. Hiçbir deneyim başarı ya da başarısızlığın bir nedeni değildir. Deneyimlerimizin neden olduğu şok (sözümona travmadan) sebebiyle acı çekmeyiz, aksine deneyimlerimizden sadece hedeflerimize uygun düşen anlamları çıkarırız. Deneyimlerimize verdiğimiz anlamla kaderimizi kendimiz belirleriz ve belli başlı deneyimleri gelecek yaşamımızın temeli olarak belirlediğimizde her zaman bir hata olma ihtimali vardır. Anlamları koşullar belirlemez ancak kendimizi koşullara yüklediğimiz anlamlarla tanımlarız.
Yine de çocuklukta büyük bir yanlış anlamın çıkarıldığı belirli durumlar mevcuttur. Hataların büyük bir çoğunluğunun ortaya çıktığı durumlar genellikle çocuklarda görülür. Öncelikle bebekliklerinden itibaren hastalık ya da sakatlık çeken, kusurlu organları olan çocukları ele almalıyız. Böyle çocuklar ağır bir yük altındadır ve onlar için yaşamın anlamının topluma katkıda bulunmak olduğunu düşünmek çok zor olacaktır. Yakınlarında ilgi odaklarını kendilerinden uzaklaştırıp başka insanlara yöneltmelerine yardım edebilecek birisi olmadıkça muhtemelen sadece kendi duygularıyla meşgul olacaklardır. İleride kendilerini etraflarındaki insanlarla karşılaştırarak cesaretleri kırılacaktır. Üstelik içinde bulunduğumuz medeniyette bile aşağılık duyguları hemcinslerinin acıma, alay ya da sakınma tavırlarıyla daha da şiddetlenir. Bu çocukların içlerine kapanıp, ortak yaşamda yararlı bir rol oynama umutlarını yitirdikleri ve kendilerini şahsen tüm dünya tarafından küçük düşürülmüş hissettikleri durumların tümü bunlardır.
Sanırım organlarında kusur bulunan ya da glandular salgı bezleri anormal olan bir çocuğun karşılaştığı güçlükleri ilk kez tanımlayan kişi bendim. Bu bilim dalı sıradışı bir ilerleme kaydetti ancak bu gelişme hiç de görmeyi isteyeceğim doğrultuda olmadı. En başından itibaren başarısızlığın sorumluluğunu kalıtım ya da fiziksel şartlara atacak bir zeminden çok bu sorunların üstesinden gelebilecek bir yöntem arayışı içindeydim. Hiçbir organ eksikliği insanı hatalı bir yaşam tarzına mecbur kılmaz. Salgı bezlerinin aynı biçimde tesir ettiği iki çocuk bulmak mümkün değildir. Çoğunlukla bu sorunların üstesinden gelen ve bunu başarırken yararlılık adına sıradışı meziyetler geliştiren çocuklar görürüz. Bu suretle bireysel psikoloji öjenik1 ayıklanma tasarısı için iyi bir tanıtım sayılmaz. Kültürümüze büyük katkılar sağlamış olağanüstü yetenekli insanların çoğu yaşama kusurlu organlarla başlamıştır. Çoğu kez sağlık sorunları yaşamışlar ve bazıları da erken yaşta hayatlarını kaybetmiştir. Gelişmeler ve topluma yönelik katkıların çoğu harici şartların yanı sıra bedenlerindeki zorluklara karşı da sıkı bir mücadele veren işte bu insanlardan kaynaklanmıştır. Mücadele onları güçlendirip daha ileri gitmelerini sağlamıştır. Sırf bedene bakarak zihnin gelişiminin iyi ya da kötü olacağına dair bir hüküm veremeyiz. Bununla birlikte şimdiye dek yaşama kusurlu organlarla ve salgı bezleriyle başlayan çocukların büyük bir çoğunluğu doğru yönde eğitilmemiş ve çektikleri zorluklar anlaşılmamıştır. Bunun sonucunda da çoğunlukla sadece kendi kişilikleriyle ilgilenmişlerdir. İşte bu yüzden yaşamlarının ilk yılları birtakım organ kusurlarıyla sınırlandırılmış çocuklar arasında çok sayıda başarısızlıkla karşılaşmaktayız.
Yaşama yüklenen anlamda sıklıkla hataya neden olan ikinci tür durum ise şımartılmış çocuğun durumudur. Şımartılan çocuk dileklerinin kural olarak kabul edilmesini beklemeye alışıktır. Kendisine önem verilmektedir ve bunu kazanmak için çaba sarf etmek zorunda kalmamıştır. Ayrıca çoğunlukla da bu önemi doğuştan hak ettiğini hissetmeye başlar. Sonuç olarak ilgi odağı olmadığı koşullarla karşılaştığında ve diğer insanlar onun hislerini göz önünde bulundurmayı asıl hedefleri olarak görmediklerinde ne yapacağını bilemez. Dünyasının kendisini başarısızlığa uğrattığını düşünür. Hep başkalarından bir şeyler beklemeye alışıktır, vermeye değil. Sorunlarla baş etmenin başkaca bir yolunu öğrenmemiştir. Diğerleri ona öyle itaatkâr davranmıştır ki bağımsızlığını yitirmiştirtir, kendi başına bir şeyler yapabileceğini bilemez. Bütün ilgisi sadece kendisine tahsis edilmiştir ve asla işbirliğinin ne işe yarayıp ne kadar gerekli olduğunu öğrenememiştir. Karşısına zorluklar çıktığında onlarla baş etmenin tek yolunu bilir – diğer insanlardan talepte bulunmak. Ona göre, önemli konumunu yeniden kazanabilirse, diğerlerini kendisinin özel bir kişi olduğunu ve istediği her şeyin kendisine bahşedilmesi gerektiğini fark etmeye zorlayabilirse ancak o zaman durumu iyileşebilir.
Şımartılarak yetiştirilen bu çocuklar muhtemelen toplumumuzdaki en tehlikeli sınıftır. Bazıları aşırı derecede iyi niyet gösterisi yapabilirler. Hatta diğerleri üzerinde baskı kurma fırsatı elde etmek üzere çok “sempatik” olabilirler. Ancak sıradan insani vazifelerde sıradan insanlar gibi işbirliği yapmaya karşı isyandadırlar. Hatta daha bariz biçimde isyanda olanlar da vardır; alışık oldukları samimiyet ve bağlılığı artık bulamadıklarında aldatılmış hissederek toplumu kendilerine düşman sayanlar ve tüm hemcinslerinden intikam almaya çalışanlar. Şayet toplum onların yaşama biçimine karşı husumet gösterirse (şüphesiz böyle de olacaktır) bu düşmanca tavrı şahıslarına yönelik kötü muamelenin kanıtı olarak kullanırlar. Cezalandırmanın her zaman etkisiz olmasının nedeni de budur. Ceza “herkes bana karşı” görüşünü onaylamaktan başka bir işe yaramaz. Ancak şımartılmış çocuk ayaklanıp açıkça isyan etse de ya da zayıflıkla baskın çıkmaya veyahut şiddetle intikamını almaya çalışsa da aslında çoğunlukla aynı hatayı yapıyordur. Gerçekten de farklı zamanlarda her iki yöntemi de deneyen insanlarla karşılaşırız. Hedefleri değişmeden aynı kalır. Onlara göre “Yaşam, ilk olmaktır, en önemli olarak fark edilmektir, istediğim her şeyi elde etmektir”, ayrıca yaşama bu anlamı yüklemeyi sürdürdükçe benimsedikleri her yöntem hatalı olacaktır.
Kolayca hata yapılabilecek üçüncü bir durum da ihmal edilmiş çocuğun durumudur. Böyle bir çocuk sevginin ve işbirliğinin ne olabileceğini asla öğrenmemiştir; içinde bu dostane kuvvetleri içermeyen bir yaşam yorumu kurgular. Yaşamın zorluklarıyla karşılaştığında zorlukları abartacak ve diğer insanların yardım ve iyi niyetiyle zorlukların üstesinden gelme kapasitesini küçümseyecektir. Toplumun kendisine karşı soğuk davrandığını keşfetmiştir ve her zaman böyle olacağını düşünecektir. Özellikle de diğerlerine faydalı olacak eylemler sayesinde sevgi ve saygı kazanabileceğini anlamayacaktır. Bu yüzden de başkalarına karşı şüpheli yaklaşıp kendisine güvenemeyecektir. Gerçekten, ilgisiz sevginin yerini alabilecek hiçbir deneyim yoktur. Bir annenin ilk görevi çocuğuna güvenebileceği bir başka insanın varlığının deneyimini kazandırmaktır. Daha sonra, güven duygusunu çocuğun çevresinin geri kalanını dahil edene dek genişletip büyütmelidir. Eğer ilk vazifesinde başarısız olursa (çocuğun ilgisini, sevgisini ve işbirliğini kazanma görevi) çocuğun sosyal çıkar ve hemcinslerine karşı dostane bir his geliştirmesi çok zor olacaktır. Herkesin diğer insanlara karşı ilgi duyma kapasitesi vardır ancak bu kapasitenin eğitilmesi ve kullanılması gerekir, aksi takdirde gelişimi engellenecektir.
Şayet katışıksız bir şekilde ihmal edilmiş ya da nefret edilen veyahut da istenmeyen bir çocuk tipi olsaydı bu çocuğun muhtemelen işbirliğinin varlığını göremeyecek kadar kör, toplumdan yalıtılmış, diğer insanlarla iletişim kurmada yetersiz ve insanlarla birlikte yaşamasına yardımcı olabilecek her şeyden bihaber olduğunu görürdük. Ancak daha önce de gördüğümüz gibi böylesi koşullar altında birey yok olup gidecektir. Bir çocuğun çocukluk dönemini atlatması kendisine ilgi ve alaka gösterildiğinin kanıtıdır. Bu yüzden aslında katışıksız biçimde ihmal edilmiş çocuk tipleriyle asla karşılaşmamaktayız; aksine olağan ilgiden daha azıyla karşılaşmış çocuklarla ya da diğer çocuklara oranla biraz daha çok ihmal edilmiş çocuklar karşımıza çıkar. Kısacası ihmal edilmiş çocuğun etrafında kendisine güvenebileceği hiç kimseyi bulamamış çocuk olduğunu söylememiz gerekir. Yaşamda bu denli başarısızlığın yetim ya da gayrı meşru çocuklardan gelmesi ve bu tip çocukları genel olarak ihmal edilmiş çocuklar arasında gruplandırmak zorunda kalmamız medeniyetimiz için çok acı bir eleştiridir.
Bu üç durum (kusurlu organlar, şımartılma ve ihmal edilme) yaşama yanlış bir anlam yüklememizin başlıca nedenidir. Ve bu koşullarda gelişen çocuklar neredeyse her daim zorluklara karşı yaklaşımlarını gözden geçirmede yardıma ihtiyaç duyarlar. Yaşama daha iyi bir anlam yükleme konusunda kendilerine yardım edilmelidir. Gerçekten önemli olan bu gibi şeylere dikkat edersek ve bu çocuklarla gerçekten ilgilenirsek yaptıkları her şeyde yaklaşımlarını anlayabiliriz. Rüyalar ve işbirliği yararlı olabilir; insanın rüya yaşamındaki kişiliği aslında uyanık yaşamıyla aynıdır ancak sosyal gereksinimlerin rüyadaki baskısı daha az şiddetlidir ve kişilik de daha az korunaklı ve gizli biçimde açığa çıkar. Bununla birlikte, bireyin kendisiyle yaşama yüklediği anlamın hızlı bir şekilde anlaşılmasında en büyük destek kişinin anılarından gelir. Ne kadar önemsiz olduğunu düşünse de bireyin her anısı kendisi için hatırlanmaya değer bir şeyleri temsil eder. Kişinin resmettiği biçimiyle yaşam üzerindeki etkisinden dolayı bunlar hatırlanmaya değerdir. Kişiye “umman gereken bu” ya da “kaçınman gereken bu” ya da “yaşam böyledir” gibi şeyler söyler. Yine de deneyimin kendisinin o kadar önemli olmadığını, çünkü bu deneyimin hatırada ısrarla kaldığı ve yaşama yüklenen anlamı berraklaştırmak için kullanıldığı gerçeğini vurgulamalıyız. Her hatıra bir andaçtır.